Alacakaranlık şafağa değil geceye dönüşüyor usulca. Farkı anlayamıyoruz. Gözlerimizi kısarak karanlıkta üstümüze doğru gelen “şey”in ne olduğunu seçmeye çalışıyoruz, ama galiba boşunadır. Boşunadır, çünkü yalanın, demagojinin iyi niyetle, saflıkla karıştığı zamanlardayız. Kendi doğrularımızı hırslarımızla, kariyer hesaplarımızla öylesine bütünleştirmişiz ki, gerçek artık yanımıza bile yaklaşamıyor.
Stefan Zweig, ülkesi Hitler’in pençesine düştükten sonra oradan oraya savrulduğu sürgün yıllarında derin bir umutsuzluğa, ölüme doğru yol alan bir yeise düşmüş, kendisi ve Lotte’si için değil, tüm dünya için derin kaygılara kapılmıştı. Son durağı Brezilya’da taşındığı evde yanında getirebildiği, artık iki küçük rafa sığan kitaplarını yerleştirirken, bu kitapları yazan ve çoğu arkadaşı olan yazarların oradan oraya savrulduklarını, artık bir daha hikâyeler, romanlar yazamayacaklarını düşünüyordu.
Şimdi de öyledir. Son zamanlarda sık sık ülkemizi ziyaret eden ABD’li politikacılar da yazdıkları trajedileri bize pazarlarken, aynı sırıtkanlıkla, aynı yalanlarla karşımıza çıkıyorlar. İnsan hakları dedikleri yerde insanların aç kalmasından başka bir işe yaramayan ablukalarıyla, demokrasi dedikleri yerde gericiliğe zafer kapılarına açan darbe planlarıyla karşımızdalar hep. Üstelik bunu, saflığımıza güvendikleri için olsa gerek, çok da gizlemek gereğini duymuyorlar. Hillary de gizlemedi.
Basın toplantısında kendisinden daha acar müttefikini, yani bizimkileri nasıl frenlediğini anlatır, nihai amacını pek güzel cümlelerle süslerken, salonu dolduran gazeteciler vakanüvistlere, zabıt kâtiplerine benziyorlardı. Kimseye soru sorma hakkı verilmedi. Yok hayır haklarını yemeyelim; iki seçkin ya da“seçme” gazeteciye verdiler. Bekledikleri sorulara saf insanların bekledikleri yanıtları ellerindeki kâğıtlardan okudular. Salonu terk ederlerken beşuş çehresiyle Hillary, geçkin yaşının güzelliğiyle mağrurdu.
Bizse öfkeliydik biraz.
O gittikten sonra PKK bir milletvekilini kaçırdı. Halep’te umdukları zaferi kazanamayan El Kaideciler ve diğerleri geri çekilirken daha çok para, daha çok silah istediler. Gece külahlı gündüz silahlı, hırçın ve yoksul mülteciler birbirine girdi. Zengin muhalifler ise çoktan Avrupa’ya kapağı attılar, ikbale çağrılacakları günü bekliyorlar. Ne olduğunu anlamıyoruz artık. “Arap Baharı”nı daha çok Sorosvari renkli devrimlere benzeten, yalanlarla süslü hikâyelerin doğrusunu anlatmaya gayret eden Kenan Çamurcu’nun BirGün gazetesinde Serbay Mansuroğlu’na söylediği gibi “Aklı başında herkes başından beri Türkiye’nin Suriye’de ne yapmak istediğini soruyor. Bu sorunun cevabı yoktur”. Belki de vardır. Belki de kurdukları dünyanın çürüklüğünü itiraf etmemek için direnen, hırsla iç içe geçmiş bönlüğün bedelini ödetiyorlardır bize.
Her ne ise...
Alacakaranlık geceye evriliyor. Karanlıkta gözlerimizi kısarak dostu düşmanı ayırt etmeye çabalıyoruz. Yazı yazmak zorlaştı. Hem yazdırmıyor, kapıları birer birer kapatıyorlar hem de gazetecilerde, yazarlarda bıkkınlık, boşvermişlik, teslimiyet, “şimdi sıra bende” duygusu kendini göstermeye başladı. Çekiliyorlar, meydan boşalıyor. Ne olduğunu kimse bilmiyor. Ama belki o eski kötü zamanlardaki gibi trajedilerin hoyrat, eli kanlı, usta yazarları devreye girmişlerdir.
Belki de “ustasını bulmuştur edebiyat”.
15 Ağustos 2012 - Cumhuriye
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder