28 Ara 2021

Görmek -Özet

 Sahte demokrasi ile yönetilen bir ülkenin bilinmeyen bir kentinde bir seçim günü memurlar, seçmenleri sandık başında oy vermeleri için bekler. Fakat seçim günü sağanak yağmur bastırır ve seçmenler ortada görünmez. Sandık başındaki memurların her biri yakınlarına, eşine dostuna telefon açar ve ne zaman geleceklerini sorar. Sağanak yağış öğleden sonra saat dört gibi hafifler ve kuyruk oluşturmayacak şekilde seçmenler yavaş yavaş oy kullanmaya gelir. Seçim günü iki ve iki buçuk saat uzatılır. Fakat asıl sürpriz sandıklar açıldığında yaşanır. Görevliler çıkan sonuç karşısında şaşkınlık yaşar, sandık başına koşan seçmenlerin büyük çoğunluğu boş oy kullanır. Sağ parti yüzde on üç, merkez parti yüzde dokuz oy, sol parti ise yüzde iki buçuk oy alır. Geriye kalan yüzde yetmişten fazlası boş oy kullanır. Hükümet, bu yaşanan olayın sebebinin anarşist bir örgüt olduğunu düşünür. Ve komplo şüphesiyle hemen harekete geçer. Başkan bir hafta sonra tekrar seçim gününün tekrarlanmasını ister. Halka bu durumu iletirken tehditkar bir üslûp kullanır. Hükümet, halkın demokrasiye olan inancının sarsıldığını düşünür. Bir hafta sonra seçimlerin tekrarlanması için tekrar sandıklar kurulur. Seçim günü gelir. Bu defa seçmenler bir anda gelir. Hükümet, bu sefer daha kötü bir durum ile karşı karşıya gelir. Sandıklar açılınca sağ partiye yüzde üç oy, sol partiye yüzde üç, boş oy ise yüzde seksen üç oy verilmiştir. Hükümet, bu beklenmedik durumu siyasal düzenin çarkları içinde eritmeye çalışır, olağanüstü hal ilan eder. Ancak ortada sıkıyönetim ile hallolacak bir durum söz konusu değildir. Halk bireysel tercihlerini açıkça ilan edemediğinden sandıkta boş oy kullanır. Hükümet bu anlaşılması güç duruma el koyarak halkın bulunduğu her yere erkek ve kadın ajanlar yerleştirir. Ajanlar boş oy salgınının kaynağını veya sebebi ile ilgili bilgiler toplayacaklardır. Halkın çeşitli söylemlerini ajanlar araştırır. En anlamsız sözden farklı anlamlar çıkararak herkese şüphe ile yaklaşırlar fakat hükümet boş oy salgınına çözüm bulamaz. Sonunda hükümet boş oy kullanan şehri lanetleyerek çareyi ülkeyi terk etmekte ve devletin başkentini başka bir yere taşımakta bulur. Devlet idareleri, polisler ve ordular devletin bütün güvenlik birimleri şehri terk ederler. Yaptıkları şey ile hükümet boş oy kullananlara ders vermek istemektedir. Şehirde çıkan kaoslara ve kargaşaya karşı boş oy kullananların hükümete karşı ihtiyacının artması beklenir. Ancak işler hükumetin istediği gibi olmayınca devlet yöneticileri yanlış yanılgı peşine düştüklerini anlar. Şehirde hiç suç işlenmez, hiçbir kötülük yaşanmaz. Bununla birlikte devlete, orduya, polise ihtiyaç duyulmaz. Aksine şehir eskisinden daha da güvenli, huzurlu bir yer olur. Halk, şehir yani başkent devlet olmadan da kendi düzenini kurar. İhtiyacını gidermiştir. Başkentin devlete ihtiyacı yoktur. Halkın kendi kendini yönetebilme kapasitesi vardır. Bu sebeple bir devlete ihtiyaç duymamıştır. Hükümet, devlete ihtiyacı olmayan bu şehre devleti hatırlatmak ve ihtiyaç hissettirmek ister. Hükümet bilerek kargaşa çıkarmak ister ve bu kargaşanın kurtarıcısı olarak kendisini göstermek ister. Bunun üzerine bir metro istasyonuna bomba yerleştirerek halkın tepkisi tespit edilir. Belediye başkanı ise olaya tanık olmak için istasyonun yakınında izleyici olarak bekler. Bomba patladığında birçok kayıp yaşanır ve kırka yakın insan yaralanır. Yangın kontrol altına alınır ve cesetler gerekli yerlere sevk edilir. O sırada Belediye başkanı ile İçişleri Bakanı telefon görüşmesi yapar. Bakan her bilgiye sahiptir ve haberdardır. Belediye başkanı ile telefon görüşmesi sırasında bakan, bu patlamaya sebep olanların boş oy kullanan kişiler olduğunu söyler. Belediye başkanı ise devlet eli ile suç girişiminde bulunduğu öngörülen bakanı suçlar. Daha sonra hükümet patlamada kayıp yaşayan ailelere yardımda bulunur. Cenazelerin yirmi yedisinin metro istasyonu yakınındaki çiçeklendirilen araziye gömülmesine karar verilir. Cenazelerin defnedileceği gün gelir. Şehir sakinleri kollarına taktıkları beyaz şerit ve beyaz bayrak ile ciddiyet ve üzüntü içinde cenazeleri toprağa verirler. Belediye başkanı da cenazeye katılmıştır. Cenazeler toprağa verildikten sonra şehir sakinleri ile birlikte Belediye başkanı da evlerine dağılmaz. Devlet sarayına doğru ilerlerler. Giderler, ancak devlet sarayı kapalıdır. Ardından evlerine dağılırlar ancak bu sessiz gösteri boş oy kullanmayan azınlığı korkutur. Daha sonra boş oy kullanan şehir sakinleri şehri terk etmek ister. Hükümet buna izin vermez ve giriş-çıkış yasağı koyar. Hükümet boş oy salgınının büyümesinden korkar. Devlet yöneticileri arasında da bir takım sorunlar ortaya çıkar. Bir çok bakan görevinden istifa eder. Adalet ve kültür bakanı istifa edenler arasındadır. Görevleri başbakan eline alır. Dört yıl önce yaşanan körlük salgını ile şu anki boş oy kullanma salgını arasında kıyaslama yapılır ve olayların bağlantılı olduğu düşünülür. Bu durum üzerine cumhurbaşkanına bir mektup gelir. Bu mektupta körlük salgınında ilk kör olan adamın mektubudur. Mektupta, körlük salgınında kör olmayan tek kişinin kaldığını bu da doktorun karısı olduğunu ve bu kadının boş oy kullanan kişi olabileceğini iddia eden yazı vardır. Cumhurbaşkanı bu mektubu özel kalem memuru ve sekreterleri ile bu durumun gizliliğini korumak adına tembih eder. Ve başbakanı bu mektup hakkında konuşmak için yanına gelmesini ister. Bu davetin ardından başbakan cumhurbaşkanının daveti üzerine odasına gelir. Cumhurbaşkanı mektubu başbakana vererek fikrini söylemesini ister. Başbakan bu mektubun başı boş birinin aptallık etmesine yorar ve bu mektubun ciddiye alınmaması yönünde fikrini dile getirir. Cumhurbaşkanı ile mektup hakkında kısa bir görüşme yaptıktan sonra cumhurbaşkanını İçişleri Bakanını arar ve benzer bir mektubun eline ulaştığını ve hakkında soruşturma başlatacağını söyler. İktidar sahiplerinin tek umudu, artık doktorun karısıdır. Körlük salgınında kör olmayan doktorun karısını suçlu ilan eder. İçişleri Bakanı bir komiser ve müfettişi görevlendirir. Bu üç memur sadece İçişleri Bakanının emriyle hareket ederler. Komiser ve yardımcıları işe koyulur. Ve plan krokisi çizerler. Mektubu yazan şahsı bulmak adına araştırma yaparlar. Bu soruşturmanın iki sebebi vardır: ilki mektubu yazan kişinin cinayet ile ilgisi, diğer temel hedefi körlük salgınında kör olmayan tek kişi olduğu iddia edilen doktorun karısı ile boş oy salgınının arasında bağlantı olup olmadığını anlamak olur. Asıl amacı boş oy kullanan bu başkaldıran şehri doğru yola döndürmektir. Komiser, müfettiş ve memur ; mektubu yazan şahsın oturduğu evin mahallesine gelirler. Bulunduğu kata çıkarlar ve kapıyı açan kişi ise mektubu yazan kişidir. Komiser, müfettiş ve memur mektubu yazan şahsa çeşitli sorular sorar. Mektubu yazan kişi de her soruya teker teker cevap verir. Mektubu yazan kişi bir fotoğrafın olduğunu söyler. Polise fotoğrafı verir. Fotoğrafta sıra halinde yan yana altı kişi vardır: sağdaki ev sahibidir, soldaki eski karısı, ortadakiler ise doktor ve karısıdır. Ön tarafta bir çocuk, yanında bir köpek vardır. Daha sonra polis, müfettiş ve memur mektubu yazan kişinin evinden uzaklaşır. Mektubu yazan kişinin, ve doktorun karısının mahallesine gelirler. Komiser, doktorun karısının evine gelir. Doktor asılsız suçlamadan dolayı komisere çıkışır. Komiser doktorun karısına cinayet işleyip işlemediğini sorunca doktorun karısı arkadaşına saldıran bir tecavüzcüyü makasla öldürdüğünü ve buna mecbur kaldığını söyler. Komiser daha sonra mektubu yazan kişinin boşandığı karısının evine gider. Fakat evde olmadığını görür daha sonra fahişenin evine gider. O da evde olmaz en sonunda doktorun karısının evine gider. Boş oy ile alakalı sorular sorar. Fakat görüştükleri kimse boş oy ile ilgili bilgilerinin olmadığını söyler. Polis araştırma sonuçlarını İçişleri bakanına gönderir sonra İçişleri Bakanına göre hareket ederler. Komiser ve İçişleri Bakanı telefon görüşmesi yapar. Komiser ve İçişleri Bakanının gizli görev esnasında kullandıkları isimler vardır: Komiser deniz papağanı , İçişleri Bakanı “Albatros” ismini kullanır. Ertesi gün müfettiş fahişenin yanına, memur mektubu yazan şahsın karısının evine gider. Komiser doktorun karısının yanına gitmeden önce İçişleri Bakanına fotoğrafı adresi ile birlikte zarfla gönderir. Komiser ise doktorun karısına rastlar. Doktorun karısı ile konuştuğu sırada köpeğinin adını ve hikayesini öğrenir ve etkilenir. Doktorun karısının gözyaşı köpeğidir. Körlük vaktinde doktorun karısının gözyaşını yaladığı için bu ismi aldığını söyler. Gün geçtikçe komiser gazetelerde İçişleri Bakanına gönderdiği fotoğrafı görür. Komiser, İçişleri Bakanının yaptığı asılsız suçlamaya çok sinirlenir. Komiser bu suçlamanın yanlış olduğunun farkına varır. Vicdanını hafifletmek için doktoru ve karısını sık sık ziyaret edip evin güvenli olup olmadığını anlamaya çalışır. Komiserin artık İçişleri Bakanı emrinde olmayıp farklı yoldan devam etmesini tehlikeli bir tehdit olarak gören İçişleri Bakanı komiseri bir gün parkta beyaz çizgili mavi kravatlı adama öldürttür. Daha sonra İçişleri Bakanı bir basın toplantısı düzenler ve komiserin ölümünden dolayı üzgün olduğunu dile getirir. Daha sonra iki polis memurunu doktorun evine gönderirler ve doktoru gözaltına alırlar. İçişleri Bakanı ise yine aynı kişiye doktorun karısını öldürmesini ister ve öldürtür. Ardından gözyaşı köpeğini de öldürür.


Değerlendirme

Nobel Edebiyat Ödülü sahibi olan Jose Saramago, “Görmek” adlı romanında siyasi sorunlar üzerinde durmuştur. “Körlük” romanının devamı niteliğindedir. Kitapları 25 dile çevrilmiştir. Kendi yaşadığı devirde, yaşadığı döneme ters düşer, sansürlenir. Saramago tüm bunlara rağmen sanatçı kimliği ile toplumun kanayan yarasına parmak basmıştır. Beni etkileyen kitaplar arasına girmeyi başaran nadide eserlerden kendisi. Okuyun, Okutun. Kitapla kalın.

14 Eki 2021

 

 JoséSaramago

Saramago… ‘Körlük’te görmedikleri, ‘Görmek’te gördükleri

Salgın ile ülkemizde seyirci kaldığımız siyasi manzaranın bir benzeri Saramago’nun kaleminden yıllar önce çıkmış. Körlük, tıpkı Covid 19’un tüm hayatımızı birkaç hafta içinde felce uğratması gibi, ölümcül bir virüsün aniden yayılarak insanları paniğe ve kaosa sürüklemesini anlatıyor.

Portekizli yazar José Saramago, 7 Aralık 1998 tarihli Nobel Edebiyat Ödülü kabul konuşmasını bitirirken, Körlük romanını yazma amacına bir cümleyle değinir ve şöyle der: “Amacım okurlara yaşamı hor görürken mantığımızı sapkınca kullandığımızı, insan denen varlığın onurunun her gün dünyamızdaki güç sahiplerinin hakaretine uğradığını, evrensel yalanın çoğul hakikatlerin yerini aldığını, insanın benzerine olan saygısını yitirerek, kendisine saygı duymayı bıraktığını hatırlatmaktı.”

Saramago’nun bu vurgusu buzdağının sadece görünen kısmıydı, zira katman katman derinleşen roman, söz ve hatta imla oyunlarıyla çatallanan, toplumsal gözlemlerle bezenmiş, insan psikolojisinin tüm kuytularına girip çıkan bir anlatı harikasıydı. 1995’te kaleme aldığı Körlük romanına, 2004’te devam niteliğinde yazdığı Görmek de eklenince hikâye bir başyapıta dönüştü.

YENİDEN GÜNDEMDE

Peki, Türkiye’de her iki romanın da bu kadar çok okunmasının, hele ki son günlerde okurların elinden dilinden düşmemesinin sebebi nedir? Yanıtı basit: Gündemimize bir gülle gibi oturan, çoğumuzu eve kapatan ve hatta bize eve kapanmayı bir ayrıcalık (!) saydıran Covid 19 salgını ile ülkemizde seyirci kaldığımız siyasi manzaranın bir benzerinin Saramago’nun kaleminden yıllar önce çıkmış olması. Tıpkı okuruna “Nasıl da günümüzü anlatıyor!” dedirten 1984’ün yazarı George Orwell gibi Saramago da yıllar öncesinden bize sesleniyor.

Körlük, tıpkı Covid 19’un tüm hayatımızı birkaç hafta içinde felce uğratması gibi, ölümcül bir virüsün aniden yayılarak insanları paniğe ve kaosa sürüklemesini anlatıyor. Trafik ışıklarında yeşil yandığı halde geçmeyen adamın aniden kör olmasıyla başlayan roman, daha sonra sırasıyla onu evine götüren adamın, eve gelen karısının, gittikleri göz doktorunun, doktorun sekreterinin ve muayenehanede bekleyen öteki hastaların da aniden kör olmasıyla ilerliyor.

BULAŞICI KÖRLÜK

Hükümet, körlüğün bulaşıcı olduğunu anlar anlamaz, ilk kör olanları karantinaya alma kararı alıyor ve mekân olarak bir akıl hastanesi seçiliyor! İşte bundan sonrası tam bir hayatta kalma savaşı.

Açlıkla savaşmak, tıkanmış tuvaletlere, akmayan sulara çare bulmak zorundalar. Bir süre sonra ölülerini gömmeyi bıraktıkları ve bedensel ihtiyaçlarını hijyenik koşullarda gideremedikleri için pis kokuyla boğuşuyorlar.

Bu da yetmiyor, yan taraftaki “ahlaksızlar koğuşu”, gelen yemek sandıklarına el koyup onlara, kadın göndermedikleri sürece aç kalacaklarını söylüyor. Aç kalmamak uğruna bedenlerini feda eden ve tecavüze uğrayan kadınlar koğuşlarına ekmekle döndüklerinde artık romanda ciddi bir eşik atlanmış oluyor.

Ölümcül bir virüse yakalanmaktan daha kötü bir şey varsa o da bu virüse totaliter bir rejimin baskısı altında yakalanmak, çünkü baskıyla rejim de virüs gibi kendini dayatarak bedenlerde, zihinlerde, dilde üreyip çoğalıyor. “Sosyal mesafe” giderek kapanırken sıkışma kör bir şiddet doğuruyor.

Körlerin pek çoğu askerler tarafından vurulup öldürülüyor. Karantinadan kaçmayı başaranları ise belirsizlikle birlikte sokaklarda çok daha çetin koşullar bekliyor; çöpleri eşeleyip yiyecek arayan insanlar, yağmalanmış raflar, cesetler, cesetleri parçalayan aç hayvanlar...

Her yönüyle sistem çökmüş olsa da insanlar evlerine dönmek istiyor; ev bir sığınak onlar için... Ta ki simgesel açıdan bu en korunaklı ve en mahrem yerin yağmacılar tarafından ele geçirildiğini görene kadar. Ev, uyanılan bu cehennemde bir kapana dönüşüveriyor!

ŞİFACI

Romanda görme yetisini kaybetmeyen bir kadın var. Kadim gelenekten gelen bu bilge kadın, şifacı dişi arketipi, Saramago’nun kaleminde tüm olağanlığı içinde kahramanlaşıyor.

Ölümcül ve bulaşıcı virüsle birlikte insanlığın irtifa kaybettiği toplumda kişisel özellikler, kazanımlar, eğitim ve gelir durumu önemini kaybediyor. Sosyal ve ekonomik olarak “düzlenen”, fiziksel kuvvetin, direncin ve dayanıklılığın öne çıktığı bu yeni düzende, güçlünün güçsüzü ezmesi ve toplumsal çürüme ayyuka çıkıyor.

“GÖRMEK”

Görmek romanı da bu olayların dört sene sonrasında, aynı isimsiz şehirde, aynı isimsiz kahramanlarla anlatılırken Saramago bu kez bir insanlık dramına değil, kendiliğinden gelişen bir politik tavır alışa vurgu yapıyor.

Genel seçim gününde on dört numaralı sandık başkanının görevinin başına geçmesi, ancak hiçbir vatandaşın oy vermeye gelmemesiyle başlıyor roman!

Seçimlerin tekrarlanmasına rağmen oy pusulalarının yüzde seksen üçü sandıktan boş çıkınca, seçmen hükümetin elindeki tüm imkânlar ve aygıtlarla yarattığı baskı iklimine maruz kalıyor. Olağanüstü hâl ilan edilmesi, tecrit, gizli servis ve muhbirlerin iç ve dış düşman arayışı, “boş” kelimesinin bile yasaklanması, patlayan bombalar ve en önemlisi demokratik hakkını kullanıp boş oy atan her bir seçmenin “terörist” damgasını yemesi romanın ana gövdesini teşkil ediyor.

“Beyaz körlük” ya da “süt beyazı” olarak tarif edilen körlük, ikinci romanda beyaz, boş bir oy pusulasına dönüşüyor. Yazara göre ikisi de birer salgın! Ama her iki salgın, her iki felaket de belirsizlik ve düzensizliğin yarattığı şiddete ve kaosa rağmen, gelecek adına umutlanmamızı sağlayan; cesaret, korku, şefkat gibi insan doğasının en temel duyguları içinden bir direnişin, hiç değilse bir kıpırdanış ve uyanışın filizlenmesine yol açıyor. Saramago insanlığı önce dibe vurdurup sonra da küllerinden doğan Anka kuşu örneği yeniden yükseltiyor.

Körleşen insanoğlu kendi gerçeğiyle yüzleştikten sonra yeniden ayakları üzerinde yükseliyor. Hükümetlerin baskıcı uygulamalarına, toplumun bağrındaki çürümüşlüğe, maddi ve manevi kayıplara rağmen yaralar sarılıyor. Her şey aniden başladığı gibi aniden bitiyor.

Ne diyordu Nobel Komitesi, Saramago’nun ödülü alma gerekçesinde, “hayal gücü, şefkati ve ironisiyle anlaşılması en zor gerçekliği anlamamızı sağladığı için...”

Sıkı bir Saramago okuru olarak şunu da eklemek istiyorum: “Kucağımıza bir tutam umut bıraktığı için.”

Evlerimizde kaldığımız Corona günlerinde umudunuzu asla yitirmemeniz dileklerimle...

1 Mayıs 2020

22 May 2021

Ermeni Gailesi

 

Osmanlı, Ermeni sorununa “Ermeni Gailesi” derdi. Yani “Ermeni derdi, Ermeni sıkıntısı, hatta Ermeni belası”... Bu soruna tarafsız bakan Batılı bir yazar bulmanız olanaksızdır. Bu tuzağa düşmeyen ilk ve neredeyse tek yazar, 1921 yılında “Türkler ve Avrupa” (“Les Turcs et l’Europe”) adlı bir kitap yayımlayan Fransız yazar Gaston Gaillard’dır. Bu önemli kitap, Fransa’da 1920 yılında “Librairie Chapelot” tarafından yayımlandı. Yazar, 1928 yılında öldü. Ve kitap bir daha asla yayımlanmadı. Doğruyu ve gerçekleri anlattığı için mi? (Bu arada, daha sonra gelen Justin McCarthy’nin adını anmamak olmaz.)

Kitabın Türkçesi Kanon Yayınevi tarafından yayımlandı (2021). Kitaptan bir alıntı yaparak işbaşı yapıyorum:

“Ermenilerin devrimci manevraları yüzünden Türklerin tepkisi de giderek sertleşiyordu; oluşan bu karşılıklı etki-tepki ortamı, eski husumetleri diriltmekten öteye gidemiyor, dolayısıyla her iki taraf için de çok kötü sonuçlara yol açıyordu.

Türk-Rus savaşı, ardından 1895-96 olayları, Balkan Savaşı, Adana’daki ayaklanmalar ve nihayet bu son savaşla birbirini takip eden karşılıklı misillemelerin yarattığı bu koşullar altında halkın her iki kesimi arasında daimi çatışmaların çıkmış olduğu su götürmez bir gerçektir. Ancak Türklerin 800 binden fazla Ermeniyi katlettiğini iddia eden, buna karşılık Ermenilerin katlettiği tek bir Türkten dahi söz etmeyen bir bilgiyi kabul etmek de imkânsızdır. Bu rakamların abartıldığı açıkça ortadadır. Zira savaştan önce Türk imparatorluğunun tamamında sayıları 2 milyon 300 bin kadar olan Ermeni nüfusunun, Doğu vilayetlerinde yaşayan kesimi 1 milyon üçyüz bini bile aşamıyordu; buna rağmen Ermeniler, o dönemde bir devlet kurmak için halen yeterli nüfusa sahip oldukları iddiasındaydılar.” (s.278)

Rusya elçisi olarak altı yıl boyunca Erzurum ve Van’da görev almış ve bu yetkisiyle Türkiye’ye karşı daima düşmanca tavırlar sergileyen bir ülkenin temsilciliğini yapmış olan General Mayewsky’nin hazırlamış olduğu Bitlis ve Van Vilayetleri İstatistikleri başlığı altındaki şu rapor, Ermenilerin büyük bir istek ve ısrarla, belli bir amaca (kışkırtma) yönelik olarak sürekli dile getirdikleri şikâyetler için verilebilecek en iyi cevap olabilir.

Raporda şöyle denilmektedir:

“Kürtlerin, Ermenileri yok etmek için büyük bir gayret içinde olduklarını iddia eden tüm politik söylemler asılsızdır. Eğer bu iddialar güvenilir olsaydı, Kürtlerin arasında farklı ırka mensup tek bir kişi dahi barınamazdı ve bu farklı ırktan olan insanlar ya bir lokma ekmek için onların kölesi olurlar ya da kitleler halinde göç etmeye mecbur kalırlardı. Oysa böyle şeyler hiç olmadı. Bilakis, Doğu vilayetlerini tanıyan herkesin de bildiği gibi o bölgedeki Hıristiyan mahalleleri, Kürt mahallelerinden çok daha müreffeh bir durumda idi. Eğer Kürtler, Avrupa’da sık sık dile getirildiği gibi sadece katil ve hırsızlardan ibaret bir toplum olsaydı, Ermenilerin 1895’e kadar sürdürdüğü bu refah düzeyinden bahsetmek mümkün olamazdı. Dolayısıyla, 1895 yılına gelene dek Türkiye’deki Ermenilerin vahim şartlarda yaşadığı iddiası, sadece bir efsaneden ibarettir. Neticede Türk Ermenilerinin durumu, diğer ülkelerde yaşayan Ermenilerden daha kötü değildi. 

Türkiye’deki Ermenilerin dayanılmaz şartlarda olduğuna dair şikâyetler, şehirlerde oturanların durumunu temsil etmemektedir, zira onlar, daima özgür ve her açıdan imtiyazlı bir konumda olmuşlardır. Köylülerin durumunu ele alırsak tarım ve sulama konusunda geniş bilgi sahibi oldukları için Rusya’nın iç kısımlarındaki köylülere göre çok daha iyi koşullarda yaşamışlardır.

Ermeni din adamlarına gelince; onlar, dini eğitim vermek konusunda hiçbir girişimde bulunmamış, buna mukabil milli fikirleri yaymak için büyük emek sarf etmişlerdir. Gizemli manastırların içinde Türk düşmanlığının tohumlarını atmak, dini ibadetlerin yerini almış, okullar ve seminerler de bu dini liderlere gönülden katkı sağlamışlardır.” (s.279-280)

Hürriyet’te yazmaya başladığım 1 Ocak 2000 tarihinden itibaren, gazetenin Türkiye ve Avrupa baskılarında, gazeteden atıldığım 1 Nisan 2012’ye kadar Ermeni Gailesi konusunda, neredeyse küçük bir kitap oluşturacak yazı yayımladım. Hem kendimi tekrarlamamak hem tarihe tanık olsunlar diye bu yazılardan bazılarını bu sütuna aktaracağım. Bilginize sunulur:

Türk-Ermeni sorununa Fransız tarihçi Gaston Gaillard’ın bakışı (*)

“Fransız tarihçi Gaston Gaillard, 1920 yılında, Paris’te, Chapelot Yayınevi tarafından yayımlanan Türkler ve Avrupa (Les Turcs et l’Europe) (**) adlı kitabında 1915 olaylarının gökten zembille inmediğini anlatıyor. Yazar kitabının VII. bölümü olan ‘Osmanlı İmparatorluğu’nun Parçalanması’ başlıklı son bölümün ilk kısmında Türk-Ermeni sorununu ele almaktadır. Yazara göre genel olarak Doğu sorununun bir parçası olan bu sorun, Osmanlı İmparatorluğu’nu parçalama girişimlerinin yanı sıra Türkleri Asya’ya kovma amaçlarından vazgeçmeyen İttifak Devletleri’nin tutumu yüzünden iyice içinden çıkılmaz duruma gelmiştir.

Bunları, Tête de Turc ekibi tarafından hazırlanan bir dosyadan yararlanarak yazıyorum.

Resmi Ermeni tezine ve bu tezin müritlerine inanacak olursak, 1915 yılında, Osmanlı vatandaşı Doğu-Anadolu Ermenileri, tıpkı Alman Yahudileri gibi çiftçi, esnaf, tüccar olarak mutlu hayatlarını sürdürürken, Osmanlı askerleri ve jandarmaları ortada herhangi bir neden bulunmaksızın bunların üzerine saldırıp kılıçtan geçirmişler, bununla da yetinmeyip binlerce Ermeniyi tehcire tabi tutmuşlar. Acaba öyle mi, bir Gaston Gaillard’a bakalım:

1780-1916 arasında Zeytun’da (Süleymanlı, Maraş) 41-57 kez ayaklanma.

1857: Daha sonra patrik ve katolikos olan Mıgırdıç Kırımlıyan Van yakınlarındaki Varag Manastırı’nda bir matbaa kurup Ermeni bağımsızlık davasını desteklemeye başladı.

1860: Fedakârlar Cemiyeti ve Yardım Cemiyeti gibi Kilikya’yı geliştirmek isteyen dernekler büyük paralar toplamaya başladılar.

1870: Ermeni din adamlarının yarattığı bağımsızlık hareketi Ermeni gençler arasında yandaş bulmaya başladı.

1875: Portakalcıyan ilk devrimci Ermeni komitesini kurdu ve Asya adlı bir gazete yayımlamaya başladı.

1878: Osmanlı-Rus savaşının ardından Ermeni sorunu önce Ayastefanos (10 Temmuz 1878) Antlaşması’na, sonra da  Berlin Antlaşması’na girdi.

1880: Ermeni Devrimci Komiteleri kuruldu.

1882: Erzurum’da silahlı mücadeleyi amaçlayan bir dernek kuruldu.

1885: Van, Muş ve Alaşehir’de çeşitli bahanelerle Ermeni isyanları oldu. Van’da öğretmenlik yapan Mıgırdıç Portakalcıyan Marsilya’ya giderek ‘Armenia’ adlı gazeteyi yayımlamaya başladı.

1886: Hınçak örgütü kuruldu ve 1899’da örgütlenmesini tamamladı.

1890: Hınçak’ın kışkırtmasıyla Erzurum’da ayaklanma çıktı. Taşnak örgütü kuruldu.

1894: Samsun ayaklanması.

1895: 24 il ve ilçede ayaklanma.

1896: İstanbul’da Osmanlı Bankası’na silahlı saldırı.

1905: Amasya, Sivas, Tokat, Muş ve Van’da ayaklanma. 

6 Şubat 1905: Ermeniler Batum, Erivan, Nahcivan, Şuşa ve Kossak’ta katliam yaptılar.

1915: Doğu cephesinde Rus-Ermeni işbirliği. Ermeniler Van’da 30 bin dolaylarında Türk ve Kürt öldürdüler. Çanakkale Savaşları (Şubat 1915-Ocak 1916), Ermeni Tehciri (24 Nisan 1915). 

Ayrıntılara inmeden, bu birkaç seçme tarih bile 1915 Ermeni olaylarının en azından 70-75 yıllık bir fesat hazırlığının sonucu olduğunu kanıtlamaktadır.”

Osmanlı İmparatorluğu çokuluslu, çok dinli bir devletti. Ermenilerden önce, Yunanlar, Bulgarlar, Sırplar ve Arnavutlar Çarlık Rusya’nın, İngiltere’nin, Fransızların ve ABD’nin kışkırtma ve desteğiyle Osmanlı’ya karşı silahlı başkaldırdılar. Savaşı kazanıp devletlerini kurdular. Bu örneklerden esinlenen Ermeniler, 93 (1878) savaşında Çarlık Rusya’nın yanında yer aldılar. Daha sonra gene Rusların, İngilizlerin ve ABD’nin kışkırtmasıyla ayaklandılar ve bölgede katliam yaptılar. Bunun üzerine Osmanlı, Ermenilere tehcir (zorunlu göç) uygulayıp Suriye ve Irak’a gönderdi. Göç sırasında yerel çetelerin saldırısına uğrayıp soyuldular ve kıyıma uğradılar. Olay, Ermenilerin kendi devletlerini kurmak amacıyla silahlı ayaklanmasına karşı Osmanlı Devleti’nin varlığını korumak için savaşmasıdır.

Osmanlı Devleti bir yandan Çanakkale’de emperyalistlere karşı vatan savunması yaparken Ermeni isyanıyla uğraşmak zorunda kalmıştır.

(*) Hürriyet gazetesi, 19.03.2005.

(**) Kanon Yayınları tarafından Türkçesi yayımlandı (2021).

Gaston Gaillard’ın itirazı (*)

“Tarihimizle yüzleşelim!” türünden bilmişliklere kalkışan Türk yazarlara kesinlikle güvenmem; bu öneriyi yapan yabancı ise kuşku ile bakarım. Avrupa Birliği ileri gelenleri, ikinci Cumhuriyetçiler, Kıbrıs, Ermeni ve Kürt sorunları konusunda ulusal çıkarları korumaya çalışanlara kızanlar, Türkiye’nin mutlaka tarihiyle yüzleşmesini önerir. Önermek bir yana “Eller yukarı, teslim ol!” çağrısı yaparlar.

Bu önerinin anlamı şudur: Kıbrıs konusunda Yunan ve Rum iddialarını; soykırım konusunda resmi Ermeni iddialarını; Kürt sorununda ise PKK’nin iddialarını kabul edin. Bu iş bitsin.

Ermeni sorununu, Ermeni iddialarının bir yeminli neferine emanet etmiş olan bir gazete de “20. yüzyıl yüzleşme çağı” bölümünde Almanya, Güney Afrika, İngiltere, Kanada, Danimarka, Hollanda ve Belçika’nın zarar verdiği uluslardan özür dilediğini yazıyor. Bunlardan Almanya, Yahudi soykırımı yaparken suçüstü yakalandığı, kurbanlarıyla hatıra fotoğrafı çektirdiği için özür dilemekten başka çaresi yoktu. Öbür özür dilemelere gelince içerik olarak soykırım sayfasında yer almıyorlar. “Tarihimizle yüzleşelim” ağızlarıyla “Ermeni soykırımını kabul edelim”e yapılan işaret, bence, beşinci kol çalışması olarak değerlendirilmelidir. 

***

Yukarda adını andığım kitabın (**) son bölümünün ilk kısmında Türk-Ermeni sorunu ele alınmaktadır. Gelin tarihimizle yüzleşelim! Tête de Turc ekibi tarafından hazırlanan dosyadan aktarıyorum:

“Türkiye’yi derinden rahatsız eden ve Doğu sorununu daha karmaşıklaştıran Ermeni sorunu, aslında, Rusya’nın gizli emellerinden ve Rusya’nın Ermenileri koruma adına Türklerin işine karışmasından kaynaklanmaktadır. Bu sorun, ortaya konduğundan itibaren yol açtığı güçlüklerin de gösterdiği gibi Slavlar ile Türklerin çatışmasının kendini gösterdiği çeşitli yüzlerden biridir. Rusya’nın sürekli olarak ya Anadolu ya da Trakya, hatta her ikisi üzerinden ulaşmaya çalıştığı Akdeniz kıyıları arasında engel oluşturan Türklerle çatışmasının evresidir.”

“Fakat komitelerden (Taşnak ve Hınçak komiteleri.Öİ) her biri kendi faaliyetini sürdürür ve taşra illerindeki şubelerine Rusların ilerlediğini, Osmanlı birliklerinin geri çekilişini kolaylaştırmak için ne gerekiyorsa yapmalarını; birliklerin malzeme sağlamaları engellenmelerini; Osmanlı birlikleri ilerlediği takdirde Ermeni askerlerinin birliklerinden ayrılarak çeteler oluşturmalarını ve Ruslara katılmalarını bildirirler.”

“Komiteler, hezimetle biten bir savaştan çıkar çıkmaz bir başkasına giren Osmanlı hükümetinin durumundan faydalanmaktadırlar. Bu bağlamda Zeytun’da, Maraş ve Kayseri sancaklarında, özellikle Van, Bitlis, Talori, Muş ve Erzurum’da ayaklanmalar çıkardılar. Erzurum ve Doğubeyazıt’ta, seferberlik emriyle birlikte Ermenilerin çoğu Rus tarafına geçer ve orada silahla donatıldıktan sonra Türklere karşı savaşa gönderilirler. Erzincan’da da Ermenilerin dörtte üçü Rusya’ya geçerek Rus saflarına katılır.”

“Bu koşullarda, nüfusun bu iki kesimi arasında ardı arkası kesilmeyen çatışmaların yükselmesi ve her iki tarafın da 1895-1896 olayları ve Türk-Rus savaşı sonrasında, Adana olayları sırasında, Balkan Savaşı esnasında ve nihayet I. Dünya Savaşı boyunca birbirlerine karşı misillemede bulunması anlaşılır bir olgudur. Fakat Türkler tarafından öldürülen Ermeni sayısının 800 bini aştığının iddia edilmesi ve Ermeniler tarafından katledilen Türklerden hiç söz edilmemesi kabul edilemez.”

Gaston Gaillard bir Osmanlı-Rus+Ermeni Savaşı’dan söz etmektedir. Soykırımın Birleşmiş Milletler tanımına göre Ermeniler, Osmanlı birliklerine karşı silahlı mücadele verdikleri için (Yahudiler gibi silahsız olmadıkları için) soykırım iddiaları utanmaz bir yalandan başka bir şey değildir. Zaten İngiltere Başbakanı Lord Curzon da “Kabul etmek gerekir ki bazılarının zannettiği gibi Ermeniler de ‘masum küçük kuzular gibi’ davranmadı. Gerçekten bir dizi vahşi saldırıda bulundular ve kan döktüler” (17 Şubat 1919) diyerek bu gerçeği mühürleyip imzalamaktadır.

Gaston Gaillard ayrıca 19 Mart 1919 tarihli Times’ın Ermenilerin yaptığı vahşetin öyküsüne yer verdiğini yazmaktadır. Yazmaktadır ama Taner Akçam ve benzerlerine göre ya kötü tarihçidir (!) ya da Osmanlı sultanından bahşiş almıştır (!)...


(*) Hürriyet Gazetesi, 10.04.2005 

(**) Gaston Gaillard, Türkler ve Avrupa, Kanon Yayınları, 2021

Fransa Büyükelçisi’ne mektup (*)

Sayın Büyükelçi, önce tanışalım: Ben Özdemir İnce, Fransızca ile 1948 yılında ortaokulda tanıştım. (Babam, Mersin’i işgal eden Fransızlara karşı savaşmıştı ama Fransızca öğrenmemi istiyordu.) Türkiye’de Fransız dili ve edebiyatı okudum, Paris Üniversitesi Sorbonne’a bağlı “Institut des professeurs de français à l’Etranger”de Fransız hükümetinin burslusu olarak 1965 ve 1966 yıllarında öğrenim gördüm. Bunun dışında, 1983 ve 1986 yıllarında da Fransa’nın yazınsal çalışma burslarından yararlandım. Başta Rimbaud, Lautréamont, Aloysius Bertrand, René Char gibi şairler olmak üzere birçok Fransız yazarını Türkçeye çevirdim, kitapları yayımlandı. Bundan dolayı olacak, 1990 yılında, devletiniz tarafından “Officier de l’Ordre des Arts et les lettres” rütbesiyle onurlandırıldım. 1983 yılında Mallarmé Akademisi’ne ömür boyu “yabancı üye” seçildim. Fransa’da dört kitabım yayımlandı. Beşincisi bu yıl yayımlanacak.

Sözü, 577 milletvekili üyeli Fransa Ulusal Meclisi’nde 45 oyla onaylanan, Ermeni soykırımını kabul etmeyenleri cezalandıran yasaya getirmek istiyorum. Öneri Senato’da henüz onaylanmadı ama o sürecin tamamlanmasını beklemeyeceğim.

Bu sütunda, bu konuda epeyce yazı yayımladım ama özellikle ikisi doğrudan doğruya Fransa ile ilgili: “Fransa Büyükelçisi Mutlu mu?” (28.01.2001), “Fransa Büyükelçisi Monsieur Paul Poutade’a Mektup” (21.12.2004). Bir de “Fransız Elçisi’nin Hac Seferi” (15.7.2005) tarihli bir yazım var.

Her yıl en azından bir kez Fransa’ya giderim. Birkaç ay sonra gene gideceğim. Bu gidişimde sorarlarsa, bizim “Ermeni gailesi” olarak tanımladığımız olayların bir soykırım olmadığını söyleyeceğim, gerekirse böyle yazacağım. Böylece bir yıl hapis ve 45 Avro para cezasını göze alacağım. Param yok! Ceza parasını ödemeyeceğim için fazladan hapis yatar mıyım?

Sayın Büyükelçi, Fransız tarihçi Gaston Gaillard’ın 1920 yılında Chapelot Yayınevi tarafından yayımlanan “Türkler ve Avrupa” (Les Turcs et l’Europe) adlı kitabını duydunuz mu? Bu kitap 1920’den sonra neden bir daha yayımlanmadı acaba? 1915 olaylarını, bilgi kirlenmesi olmadan sıcağı sıcağına ve tarafsız olarak yazdığı için mi yeni baskıları yapılmadı? Yazar, kitabının VII. bölümü olan “Osmanlı İmparatorluğu’nun Parçalanması” bölümünde Osmanlı-Ermeni sorununu ele almaktadır. (Kitabın 262-297 sayfalarında yer alan bu bölümün fotokopisini size göndereceğim.) Yazara göre genel olarak Doğu sorununun bir parçası olan Ermeni sorunu, Osmanlı İmparatorluğu’nu parçalama girişimlerinin yanı sıra Türkleri Asya’ya kovma amaçlarından vazgeçmeyen İtilaf Devletleri’nin (İngiltere, Fransa) kasıtlı tutumları yüzünden içinden çıkılmaz duruma gelmiştir.

Sayın Büyükelçi, Fransa’da neden 600 bin Ermeni vatandaşınız var? Ermenistan sınır komşunuz mu? Bu soruyu sorduğum hiçbir Fransız doğru-dürüst cevap veremedi. Çünkü kendilerine gerçekler söylenmemişti; ne Justin McCarthy’nin “Ölüm ve Sürgün” (Death and Exile) adlı kitabını ne de bu kitabın sözünü ettiği  “Archives des Affaires Etrangères de France, Levant, Arménie. 1918-1919” belgelerini okumuşlardı: 1 Kasım 1918 tarihinden itibaren Çukurova bölgesini işgal eden Fransa, bölgede bir Ermeni devleti kurma vaadiyle Ermenileri kandırdı. Önce gönüllü Ermeni taburları oluşturuldu. Daha sonra, ABD, Mısır, Suriye ve Fransa’dan 200 bin Ermeni gelmesi üzerine, Fransız Doğu Lejyonu’na bağlı Ermeni Lejyonu kuruldu. Bu özel birliğe Fransız üniforması giydirildi ve eline Fransız silahı verildi. (Aynı şeyi Çarlık Rusyası 1914-1915’te Doğu Anadolu’da yapmıştı). Adı geçen birlik 1921 yılına kadar bölgede akıl almaz katliamlar yaptı. Fransa için utanç verici olan bugünleri Çukurova halkı “Kaç-Kaç Dönemi” olarak adlandırır. Yaşar Kemal’e sorun, size anlatır!

20 Ekim 1921’de TBMM hükümeti ile Fransa arasında imzalanan Ankara Antlaşması’ndan sonra Fransız işgal kuvvetleri Suriye ve Lübnan’a çekilirken yanında 50 bin Ermeni götürdü. Ardından, Fransızların Çukurova’da (Kilikya’da) yüzüstü bıraktığı Ermeniler önce Suriye ve Lübnan’a, daha sonra da Fransa’ya gitti. Fransa’daki 600 bin Ermeni asıllı seçmenin öyküsü böyledir!

Kim, kimden özür ve bağış dileyecek, Sayın Büyükelçi? Sizce Fransa’nın, kandırdığı Ermenilerden özür dilemesi gerekmiyor mu? Türkiye’den özür dilemesi gerekmiyor mu? 

(*) Hürriyet gazetesi, 1 Ocak 2012

“Fransız Büyükelçisi’ne Mektup” başlıklı yazım (1 Ocak 2012) yayımlandıktan sonra, okurlardan olumlu tepkiler aldım. Yazımın yabancı dillere çevrilip (benim ya da Hürriyet gazetesi tarafından) dünyaya yayılması isteniyor(du). Bunlardan biri de eski bakanlarımızdan Bülent Akarcalı’nın mektubu. Şöyle yazıyor: “Sütununuzda yayımladığınız yazının Fransızcasının, Fransız basınına ve milletvekilleri ile senatörlerine gönderilmesi ciddi etki yaratır. Geçmişte benzer konularda hazırladığım çeşitli dillerdeki mektupları paket halinde o ülkedeki elçiliğimize gönderirdim. Onlar da elden dağıtırlardı. Saygın gazeteci ve edebiyat adamı kimliğiniz, yazının tarihi içeriğine önemli inandırıcılık kazandıracaktır.” 

Sayın Akarcalı’ya son cümlesi için teşekkür ederim.

 Doğrusunu söylemek gerekirse, yazının yabancı dillere çevirilip ilgili ülkelerde dağıtılması çok iyi olur. Ancak bunu yapmak ne benim ne de Hürriyet gazetesinin işi. Bu iş, Dışişleri Bakanlığı’na ve Paris Büyükelçiliği’ne düşer.

G.Gaillard’ın “Türkler ve Avrupa” (Les Turcs et l’Europe, The Turcs and Europe) adlı kitabından 2000 yılından bu yana kaç kez sözünü ettim, sayısını unuttum. Acaba Dışişleri Bakanlığı ve Paris Büyükelçiliği, G.Gaillard’ı ve kitabını merak etti mi?

Gaston Gaillard’ın kitabı 1920 yılında yayımlandı ve bildiğim kadarıyla bir daha basılmadı. Belki de 1920 yılında Türklere olumsuz önyargılarla saldırmadığı için tekrar yayımlanması engellendi. Gaston Gaillard sıradan bir tarihçi değil, kitabı yayımlayan “Librairie Chapelot”nun belirttiğine göre çok önemli bir savaş tarihçisi. Kitap, Ağustos 1920’de bitip aynı ay yayımlandığına göre: Henüz  I. ve II. İnönü savaşları (1921) yapılmamış ancak Sèvres Antlaşması’nın (10 Ağustos 1920) parçaladığı Osmanlı İmparatorluğu haritasına yer verildiğine göre kitap bu antlaşma ile sona eriyor ve ay sona ermeden yayımlanıyor. TBMM ve Fransa arasında Ankara Anlaşması da henüz yapılmamış.

Kurtuluş Savaşı girişiminin nasıl sonuçlanacağı henüz belli değil. Ama onur sahibi bir tarihçi çıkıp Avrupa’nın Türklere karşı ırkçı bir politika sürdürdüğünü, I. Dünya Savaşı’nın Osmanlı’ya karşı bir tür Haçlı savaşı olduğunu yazıyor. Ardından, 1920 yılında Ermeni sorununa el atıp Kafkaslar’da ve Doğu Anadolu’da yaşananları anlatıyor, ki anlattıklarından bir soykırım izlenimi edinmek mümkün değil. Ermeni gailesinde Britanya, Fransa ve ABD’nin oynadığı korkunç rol tasvir edildikten sonra kitabın sonunda Osmanlı-Ermeni çatışmasında Çarlık Rusya’nın oynadığı oyunlar anlatılıyor.

Kitap 1920 yılında yayımladığına göre kimse Gaston Gaillard’ın Cumhuriyet tarafından tavlandığı iddiasında bulunamaz. Kitap bu bakımdan çok önemli!

Gaston Gaillard’ın kitabı her bakımdan (Osmanlı’nın sömürülmesi, Helenleşmiş Anadolu efsanesi, 5 milyonluk Ermeni nüfusu tevatürü, ABD Başkanı Wilson ile Britanya Başbakanı Lloyd George’un şirret kumpasları, Fransızın ikiyüzlülüğü vb.) çok önemli ama bizim tarih bilgin ve bilicilerinin bundan haberleri bile yoktur. Var mıdır?

Bu yazıyı şu anda ABD’de yazıyorum. ABD internetini açmış Gaston Gaillard ve kitabını arıyorum. Yüzlerce giriş var. Bunlardan birinin başlığı: “The Other Side of Falsified Genocide” (www.tallarmenian.com/gaston.htm).

Okudukça, malum televizyon tetikçi-bülbüllerinin, kiralık gazete yazıcılarının yüzleri gözümün önüne geliyor ve midem bulanıyor. Hani şu Türkiye Cumhuriyeti’nin dil ve tarih tezlerinin uyduruk olduğunu yazıp söyleyenler. Elbette onlar da Gaston Gaillard’ı okumadılar. Cavalli-Sforza’nın Göç Yolları’nı, dil ailelerini anlatan kitaplarını da okumadılar.

Kitabın İngilizce çevirisi 1921 yılında Londra’da yayımlanmış. (London: Thomas Murby & CO. 1 Fleet Lane, E.C.) Kitabın çevirmeni belli değil. Türk düşmanlığının doruklara çıktığı 1921 yılında adını koymayı göze alamamış olmalı. Ama yayıncıyı kutlamak gerek.

Kitabın 1921 baskısını ve 1921 baskısının Nabu Press tarafından yapılan tıpkı basımını (14.10.2011) Amazon.com’da bulabilirsiniz. 

Buraya gelmeden, kitabın Türkiye’de yayımlanması işini bir yayıneviyle görüştüm. Ay sonunda ülkeye dönünce tekrar konuşacağım. Bu kitabı yayımlamak bir vatan borcudur, ulusal görevdir. Ben hâlâ “vatan borcu”na ve “ulusal görev”e inanan biriyim. 

Kitabın Türkçesi, Kanon Yayınevi tarafından yayımlandı. (Ocak 2021)

(*) Hürriyet, 22 Ocak 2012

Ermeni soykırımını, varsa ya da yoksa, tarafların ve yandaşların gözlem, izlenim, kanı ve tanıklıklarına göre değerlendirmek ve bu konuda karar vermek mümkün değil. Ancak elimizde geriye doğru işlemeyen bir Birleşmiş Milletler sözleşme kararı var, 11 Aralık 1946 tarihli karara göre aşağıdaki maddeler Ermeni soykırımı iddiasına uygulanamaz, ama ben uygulayacağım:

Sözleşmeci Taraflar, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun 11 Aralık 1946 tarihli ve 96(1) sayılı kararında soykırımın, Birleşmiş Milletler’in ruhuna ve amaçlarına aykırı olan ve uygar dünya tarafından lanetlenen, uluslararası hukuka göre bir suç olarak beyan edilmesini dikkate alarak, tarihin her döneminde soykırımın insanlık için büyük kayıplar meydana getirdiğini kabul ederek, insanlığı bu tür bir iğrenç musibetten kurtarmak için uluslararası işbirliğinin gerekli olduğuna kanaat getirerek aşağıdaki hükümlerde anlaşmışlardır:

Madde 1- Sözleşmeci devletler, ister barış zamanında isterse savaş zamanında işlensin, önlemeyi ve cezalandırmayı taahhüt ettikleri soykırımın uluslararası hukuka göre bir suç olduğunu teyit eder.

Madde 2- Bu sözleşme bakımından, ulusal, etnik, ırksal veya dinsel bir grubu, kısmen veya tamamen ortadan kaldırmak amacıyla işlenen aşağıdaki fiillerden herhangi biri, soykırım suçunu oluşturur.

a) Gruba mensup olanların öldürülmesi, b) Grubun mensuplarına ciddi surette bedensel veya zihinsel zarar verilmesi, c) Grubun bütünüyle veya kısmen, fiziksel varlığını ortadan kaldıracağı hesaplanarak yaşam şartlarını kasten değiştirmek, d) Grup içinde doğumları engellemek amacıyla tedbirler almak, e) Gruba mensup çocukları zorla bir başka gruba nakletmek.

Madde 3- Aşağıdaki eylemler cezalandırılır:

a) Soykırımda bulunmak, b) Soykırımda bulunulması için işbirliği yapmak, c) Soykırımda bulunulmasını doğrudan ve aleni surette kışkırtmak, d) Soykırımda bulunmaya teşebbüş etmek, e) Soykırıma iştirak etmek.

Altmış dört maddeden oluşan 13 Temmuz 1878 tarihli Berlin Antlaşması’nın 61. maddesi Osmanlı Devleti’nde yaşayan Ermenileri konu edinmiştir. Antlaşmanın 61. maddesi şu şekildedir:

Madde 61: Doğuda Rus askerinin istilası altında bulunup Osmanlı Devleti’ne iadesi gereken yerlerin tahliyesi oralarda iki devlet arasındaki iyi münasebetlere zarar getiren karışıklıklara meydan verebileceğinden, Osmanlı Devleti, Ermenilerin oturduğu eyaletlerde mahalli menfaatların gerektirdiği ıslahatı vakit kaybetmeksizin yapmayı ve Ermenilerin Kürtlere ve Çerkeslere karşı emniyetlerini sağlamayı taahhüt eder.

Berlin Antlaşması’nın bu maddesi çok önemli. Demek ki Osmanlı Devleti’ne karşı isyan eden Ermenilerin, kendileri gibi Osmanlı tebaası olan Çerkes ve Kürtlerle de sorunu var. Sorun olduğunu tarihten elbette biliyoruz. Bu sorun Ermenilerin, Kürtler ile Çerkeslerin yaşadığı topraklarda bir Ermeni devleti kurmak siyasetinden kaynaklanmakta. Bir süre sonra Kürtler de aynı toprak parseli üzerinde devlet kurmak isteyecektir. Bu konu Sevr Anlaşması’nın imzalandığı Paris Konferansı’nda gündem oluşturacaktır. Tarih boyunca Ermeni-Kürt ilişkileri başka bir inceleme konusu olur.

Sözleşmenin 2. maddesinde “Ulusal, etnik, ırksal veya dinsel bir grubu, kısmen veya tamamen ortadan kaldırmak amacıyla işlenen fiillerden herhangi biri, soykırım suçunu oluşturur” yazıyor. Kuşkusuz öyledir. Bu sayılan nedenlerden dolayı bir insan topluluğunun kökünün “siyasal gruplar”ın kazındığına pek rastlanmaz. Ama ekonomik ve siyasal nedenlerle çıkan savaşların yapılmadığı tek bir yıl yoktur. “Soykırım” (genocide) sözcüğünün mucidi Polonya Yahudisi Raphael Lemkin bile “siyasal gruplar”ın sözleşme dışında bırakılmasını istemişti. (*)

1890-1909 arasında en önemlileri 31’i bulan Ermeni ayaklanmalarının tamamı siyasal amaçlı idi. Çünkü günümüz yönetim çevrelerine göre Van, Erzincan, Ağrı, Muş, Siirt, Hakkâri, Bingöl, Malatya, Mardin, Amasya, Tokat, Giresun, Ordu, Trabzon’u içine alan bölgede devlet kurmak istiyorlardı. Osmanlı Devleti kendisini parçalamayı amaçlayan ayaklanmaları silahla bastırmayı denedi. Bu, siyasal bir eylemdir. Bu bağlamda “Tehcir” de siyasal bir önlemdir. Ermeniler, büyük devletlerin (Fransa, İngiltere, Çarlık Rusya, ABD) kışkırma ve desteklerine karşın bu siyasal amaçlarına ulaşamadılar. Ama “Soykırım” iddiasını afyon olarak kullanıyorlar.


(*) Gürbüz Evren, Emperyalizmin Oyuncağı Ermeni Sorunu, Karınca Yayınları (2209), s.124.

Ermeni gailesi sorunuyla ilk kez 1965 yılında, Paris’te karşılaşmıştım. Sınıf arkadaşım ABD’li bir kız, durup dururken “Ermenileri yok ettiniz, soykırım yaptınız” demişti. Ben de budalaca “Siz de Kızılderililerin kökünü kazıdınız” demiştim. Hâlâ utanırım. Ermenilerin kendilerine soykırım yapıldığını ilk kez 1965 yılında dile getirdiklerini daha sonra öğrendim.

Türkiye’nin bir Kürt sorunu olduğunu da o yıl öğrenmiştim. 

***

Bu konuda Ermeni ve Türk yazarlarını kaynak olarak kullanmak istemem ama meslekten hariciyeci, büyükelçi Gündüz Aktan kendisiyle yapılan bir söyleşide (*) belgelere dayalı, zihin açıcı bilgiler veriyor:

- (Soykırımı) Nurnberg’den 17 yıl sonra keşfettiklerini söylediniz..

- Çünkü ilk defa 1965’te dile getirdiler, kendilerine soykırım yapıldığı iddiasını. Daha önce başlarına gelene soykırım filan demiyorlardı. Onun için 90. yılını anmaları da ilginç bir şey. Bu iş, çok ciddi yönleri olan bir iş. 

- Peki, uluslararası hukuka göre Türkiye Cumhuriyeti’nin, “Bu, Osmanlı döneminde yaşanmış bir hadisedir, bizi ilgilendirmez” deme hakkı var mıdır, yok mudur?

- Burada bilinmeyen husus şu: Sevr Antlaşması’na göre bir Ermeni ülkesi kuruluyor. Bunun batı sınırlarını saptamak işi de Amerika’ya bırakılıyor. Derken Lozan Antlaşması yapılıyor. Lozan’da Ermeni yurdu yok. Ermeni yurdu olmadığı gibi metinde Ermeni kelimesi bile yok. Ama Lozan içinde Ermeni sorunu halledilmiştir.

- Nasıl halledilmiştir?

- 58. maddede, “Ekonomik Konular” başlığı altında ele alınmıştır. Burada, bütün tazminat hükümleri mevcuttur.

- Mal ve mülklerine el konulan Ermenilerin tazminat hakları da dahil mi buna?

- Evet, hepsi dahil. Bütün bunlar alt alta yazılmış, itiraz için de altı aylık süre tanınmış. Bir sene içinde, yabancı hâkimlerin de bulunduğu hukuk mahkemelerine müracaat hakkı tanınıyor. Metin altında küçük bir madde daha var. Orada “Bütün bunlar, Balkanlar’dan Anadolu’ya zorla göç ettirilen Türkler için de aynen geçerlidir” deniliyor. Bu madde, Balkanlar’da Türklerin başına gelenler ile Anadolu’da Ermenilerin başına gelenlerin aynı hukuki statüde mütalaa edildiğini gösteriyor. Lozan’la birlikte bu iş kapanmıştır. Dolayısıyla reddi mirasa filan gerek yok. Çünkü Lozan’da hesabını görmüş ve bu işi bitirmişsiniz. Bu, karşı tarafın da kabul ettiği bir şey. Uluslararası toplum diyebileceğiniz bütün ülkeler de orada.. Büyük bir trajediden kimsenin şüphesi yok.

- Niye kabul edilmiyor o zaman?

- Kabul edilmez olur mu? Biz her zaman bunu ciddi bir trajedi olarak kabul ediyoruz. Ama buna soykırım dediğiniz zaman iş değişir. Çünkü bu, soykırım değil. Şimdi bakın, biraz önce sözünü ettiğim dört grup, aslında beş gruptu. Jenosit yani soykırım kelimesinin babası Rafael Lemkin politik grup eklemişti. Politik grup, müzakere sürecinde dışarda bırakıldı. Politik grup şu demek: Bir toprak parçasına sahip olmak istiyorsunuz, orayı yurt yapmak istiyorsunuz, devlet kurmak istiyorsunuz. Bunun için mücadeleye giriyorsunuz. Bu mücadelede taraflar birbirlerini öldürür. Silahlı güclerin birbirini öldürmesi savaş hukukunun içine girer. 

Bu mücadelede sivillerin öldürülmesi ise yine suçtur. Ama Soykırım Sözleşmesi, politik grubu sözleşme dışında bırakmıştır. Neden? Çünkü burada yok etme kastı değil, toprağa sahip olma kastı önemlidir. Yani taraflar bir amaç için yapılan mücadelede birbirlerini öldürmüşlerdir. Buna sivil savaş da dahildir. Bu, siyasi bir mücadeledir. Bu siyasi mücadelede insanlar ölür, siviller ölür; bu suçtur ama soykırım değildir. Çünkü, mesele Yahudi soykırımına dayanıyor. Yahudiler Almanya’yı bölüp bir toprak parçasına sahip olmak istedikleri için öldürülmediler. Yahut Rus ordularına yardım ettikleri için öldürülmediler. Rus ordularıyla savaşmakta olan Alman ordularını arkadan vurdukları için de öldürülmediler. Niçin öldürüldüler? Sadece Yahudi oldukları için öldürüldüler. Başka hiçbir sebep yoktu. 

Konuya bu açıdan bakmak gerekir. 1915 yılında tehcir sırasında ölen, kırıma uğrayan Ermeniler, Ermeni oldukları ya da Hırıstiyan oldukları için ölmedi. Kendi devletlerini kurmak için öldüler. Haklıydılar ama üzerinde devlet kurmak istedikleri toprak, Osmanlı toprağıydı.

Tıpkı günümüzde İsrail (İbraniler) ile Filistinliler (Filistiler) arasındaki müzmin savaşın dinler arası (Musevilik-İslam) bir savaş değil, bir egemenlik ve toprak savaşı olması gibi.


(*) Sefa Kaplan, 1915’te Ne Oldu?, Hürriyet Yayınları, 2005. s.46-47.

Son yazı olarak bir anı:

Park Hotel Moskva’da bir gece (*)

Bulgaristan Komünist Partisi’nin yönetimde bulunduğu dönemde Sofya’nın, Park Hotel Moskva’nın dünya edebiyat ve düşünce tarihinde çok önemli bir yeri vardı. Dünya Edebiyatçılar Kongreleri, Bulgar Edebiyatı Dostları Kongreleri, Bulgar Yazarlar Birliği Kongreleri, Dünya Barış Parlamentosu toplantısı hep bu otelde yapılmıştır. 1978 ile 1987 yılları arasında her yıl birkaç kez bu otelde kaldım.

Otelin önündeki dev boyutlu dökme demir “Barış Çanı” üzerinde benim de kabartma imzam var...

Kongrelerin hepsine konuşmacı ve oturum yöneticisi olarak davetliydim; 13 Eylül 1982 günü başlayan Dünya Barış Parlamentosu’na Aziz Nesin, Kemal Özer ve Ataol Behramoğlu ile birlikte ve “Barış Milletvekili” sıfatıyla katıldım.

Bulgaristan Cumhurbaşkanı Yardımcısı, şair Georgi Cagarov, ağabeyim gibiydi; Bulgar Yazarlar Birliği Başkanı şair Lubomir Levçev kardeşimdi, kardeşimdir. Georgi Cagarov öldü, toprağı bol olsun! Lubo yaşıyor, bir dergi ve yayınevi yönetiyor. Ömrü uzun olsun. (**)

Bir gece, yemekten sonra, karısı İstanbullu, yakın dostum Ermeni asıllı Fransız şair Rouben Mélik yanıma gelip benim odaya konuk gelip gelemeyeceklerini sordu. Gelebileceklerini söyledim. İçki ve çerez tedarik ettim. Ve Kemal Özer’i çağırdım.

Rouben’in yanında getirdiği toplantı konukları şunlardı: Pierre GAMARRA: Fransız şair, Europe dergisi yazı kurulu başkanı; Charles DOBZYNSKİ: Polonya asıllı Fransız şair, Nâzım’ın çevirmeni, Europe dergisi yazı kurulu başkan yardımcısı; Emmanuel ROBLES: Fransız romancı ve oyun yazarı. (“Monserrat”nın yazarı.) Roubén MELİK: Ermeni asıllı Fransız şair, Europe dergisi yazı kurulu üyesi. Adını unuttuğum bir Ermenistanlı yazar...

Ermenistanlı yazar dışında hepsi yıllardır, yakından tanıdığım insanlar. Hepsi Fransız Komünist Partisi üyesi.

Konu: Ermeni soykırımı iddialarının kabul edilmesi.

Yahu kardeşim, dedim, 1820’den itibaren ayaklanıp Osmanlı Devleti’nden ayrılan azınlıkların yarattığı psikolojik ortamı unutmamak gerek; vatanın bütünlüğünü sağlamak için ölen 90 bin neferi unutmamak gerek; Ermenilerin Çarlık Rusya ile işbirliğini unutmamak gerek; Rus üniforması giyip askere ve sivile saldıran Ermenilerin Osmanlı vatandaşı olduklarını unutmamak gerek; zorunlu iskân için yapılan tehcirin soykırım olarak tanımlanamayacağını unutmamak gerek dedim. 1915 yılında olanlar soykırım tanımına uymuyor, dedim.

Bunların hepsine “Olabilir!” dediler. Ama Osmanlı-Ermeni karşılıklı kıyımını Ermeni soykırımı olarak tanımlamadan ve bunu kabul etmeden kurtuluş yoktu.

“Yok canım?!” dedim. Bu “Yok canım”ın yanıtını Rouben Mélik verdi:

“Bak Özdemir, diyasporanın birinci, ikinci kuşakları ekmek kavgası, ayakta kalma kavgası içinde yakın geçmişte başına gelenleri pek düşünmedi. Şimdi üçüncü kuşak var. Dedelerini, babalarını suçluyorlar. Kendilerine bir vatan ve bir kimlik istiyorlar.”

“Vatanları var, başkenti de Tiflis! Kimliklerini gidip devletlerinden istesinler!” dedim.

“İyi de vatanlarının bir parçası Türkiye’de, ailelerinin kökeni Anadolu’da. Türkiye, Ermeni soykırımını resmen ve yasal olarak tanımadan Ermenilerin kimlik sorunu çözümlenmez, diken gibi topuğa batar!”

“Vallahi pek akıllısınız! Türklerin kesesinden kimlik sahibi olmak iyi fikir! Peki, Türkler, Ermeni gençler kimlik ve kişilik sahibi olacaklar diye yüzlerce yıl soykırım utancını mı taşısınlar” diye sordum.

“Ben bilemem” der gibi kollarını iki yana açtı. Bunun üzerine, “Bak Baron Rouben” dedim. “Sana durumu iyi anlatmak için şöyle söyleyeyim: Bugünkü hükümet sağcı bir hükümet. Kimilerine göre de faşist! Ama bir gün Türkiye komünist olsa, komünist bir hükümet iktidara gelse, bu hükümet bile ‘Ermeni soykırımı’nı kabul etmez, edemez.”

Bunun üzerine bir süre sustu Rouben Mélik, sonra:

“Siz Türklerin en komünisti bile Kemalist. Nâzım da yıllar önce senin gibi konuşmuştu Moskova’da. ‘Türk Komünist Partisi’ne soykırımı kabul ettiremezsiniz!’ demişti. Komünist partiniz bile Kemalist! Bu ne iştir iki gözüm?”

Rouben Mélik hayatımda tanıdığım en yumuşak, en sakin, en makul insanlardan biridir. 1986’da Paris’te gördüğümde gırtlak kanseri ameliyatı olmuştu. Dilerim ki hayattadır. İşte böyle bir insan bile istekleri yerine getirilmediği zaman Kemalizmi suçluyordu.

“Türkler, Ermeni soykırımını kabul edecekler ama ah şu Kemalizm olmasa!”

Fransa’da yaşayan bir yazarımız da “Türkiye’yi de kemalize etmeden (Kemalizmden arındırmadan) AB’ye kabul etmeyin” demiyor mu?

(*) Hürriyet Pazar, 20 Şubat 2005.

(**) 25.9.2019 günü vefat etti.