18 Ağu 2012

Bir fantezi bir gerçek


Kaşarlanmış din bezirgânı İslamcılara, eski ve yeni liberallere seçmenin neden ‘sağ’a oy verdiğini soracak olursanız, size, halkın kendi değerlerine sahip çıktığı, sağduyusunu kullandığı ve hayat bilincine sahip olduğu için muhafazakâr sağ partilere (DP, AP, DYP, ANAP) ve günümüz AKP’sine oy verdiğini söyleyecektir. Bilimsel olarak bu şöyle ifade edilebilir: Halk, kalıtımsal ve kültürel ilkelliklerinin zoruyla ‘sağ’a oy verir. Sol’a oy vermek için insanın bunlardan kurtulmuş olması gerekir.
Kaşınmak isteyenleri kaşıyorum: Bireysel olarak bilinçlenmiş ve uygarlaşmış insan ‘sol’a oy verir. Solcu olmak için bireysel egodan, çıkar tutkusundan kurtulmak gerekir. Bir solcu otomobil kullanırken, otomobilini park ederken, alışveriş sırasına girmişken, müzik dinlerken belli olur. Hayatıyla kimseyi tedirgin ve rahatsız etmez.
Bir fantezi
18 Ekim 2006 günü Hürriyet Gazetesi’nde yayınlanan “Sol ve Sofya’da Bir Gece” başlıklı yazımdan biraz ödünç alacağım:
Turgut Özal’ın partisi ANAP’ın 1983 Ekim ayında oyların yüzde 45’ini alarak seçim kazanmasından birkaç gün sonra bir uluslararası yazarlar toplantısına katılmak üzere Sofya’ya gitmiştim. Moskova Park Hotel’de verilen kokteyl sırasında bir yazarlar birliği görevlisi yanıma gelip, müsait isem Gyorgi Cagarov’un beni otelin teras katındaki lokantada beklediğini söyledi. Cagarov çok büyük bir şair aynı zamanda kültür işleriyle görevli Cumhurbaşkanı yardımcısıydı. Yakın arkadaşımdı.
Lokantada çok büyük, yuvarlak bir masanın çevresinde on kadar resmi suratlı adamla oturmuştu. Beni bu insanlarla tanıştırdı. Bulgaristan Komünist Partisi’nin bölge sekreterleriymiş.
Cagarov, ben masaya oturur oturmaz, çok turfanda bir sağ partinin seçim kazanıp solun kazanamamasının nedenini sordu. Ben de şöyle konuştum:
1962’den itibaren siyaset sahnesine çıkan Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP) sosyopolitik şiarlarından biri “herkesin emeğinin karşılığını alacağı” idi. Bu sihirli cümlenin söylenir söylenmez bütün oyların TİP’e gideceğini düşündüm yıllarca.
1965 seçimlerinde TİP sözcüleri mitinglerde, radyolarda herkesin emeğinin karşılığını alacağını söylediler. Ama TİP ancak yüzde 2,5 oy alarak ulusal artık sistemi sayesinde 15 milletvekili çıkardı. Kapatıldığı 1970’e kadar da oyu çoğalmadı.
“Herkes emeğinin karşılığını alacak” sloganını kullanan sol partilerin seçim kazandığına tanık olmadım. Çünkü hiç kimse emeğinin karşılığı olan kazancı istemiyor, on katını, yüz katını istiyor. Bu da çalışanların bir işçi sınıfı yaratamadığını gösteriyor.
Yani solcu bir işçi sınıfı! Bir ‘Fiction’
Hızımı alamadım, hayal gücüme başvurdum: “TİP’in yerel yöneticilerinden biri, bir kahve toplantısında, ‘Siz bize oy verir de seçimi kazandırırsanız, Koçların, Sabancıların, Eczacıbaşılarının mallarını ellerinden alıp sizlere dağıtacağız’ dediği sırada dinleyiciler arasında bulunuyordum. Dinleyiciler hemen bir tepki vermediler. Biraz düşündükten sonra aralarından birkaçı “Kime vereceksiniz?” diye sordu.
O zaman farkettim ki, zenginlerin elinden alınan malların aralarında eşit olarak paylaştırılmasını istemiyorlardı. Aralarından birilerine bu malların aynen verilmesini hayal ediyorlardı, kendileri Koç, Sabancı ve Eczacıbaşı olmak istiyordu.”
Konuşmam bitince Gyorgi Cagarov yüzüme ironiyle bakıp, “Kaç yaşındasın Özdemir?” diye sordu. “45 yaşımdayım” dedim. “Güzel” dedi, “Seni Türkiye’de asmazlarsa, biz burada asarız!”
Dediğim gibi bu öykü gerçek değildi, ben uydurmuştum. Uydurmuştum, ama inandırıcıydı.
Sol konusunda mangalda kül bırakmayanların işin bu yanını düşündüklerini hiç sanmıyorum.
Bir gerçek
Bizim köyden bir hanım arkadaş anlattı. Emekli öğretmen, el işleri yapıp satarak bütçesini denkleştirmeye çalışıyor. Haftanın belli günlerinde, belediyenin tahsis ettiği bir yerde tezgâh açıyor. Birkaç gün önce ayının biri otomobilini tezgâhın önüne park etmiş. Arkadaşımız, “lütfenli” bir cümle ile otomobili için seçtiği yerin park yeri olmadığını söylemiş ama adam umursamadan karşı taraftaki lokantaya gitmiş.
Arkadaşımız, emekli öğretmen ya, hakkını savunmayı bilir ya, jandarma karakolunu aramış. Bir jandarma gelmiş ve bizim arkadaşa “Ben şimdi adama ne diyeyim” demiş. Arkadaşımız, seçtiği yerin park yeri olmadığını söylemesini tembih etmiş. Jandarma lokantaya gidip gelmiş. Adamın arabasını kaldıracağını söylemiş. Ama adam gelmemiş. Arkadaşımız bunun üzerine, belediyeden bir tanıdığına telefon etmiş. O da gelip adamla konuşmuş. O da arabayı yerinden kaldırtamamış ama arkadaşımızı teselli etmiş: “Hiç merak etme, arabanın plakasını aldım. Yanlış yere park ettiği için ceza yazdıracağım!” demiş.
Gerçeğin gerçeği
Bu “insansı” adam, Türkiye nüfusunun çoğunluğunun temsilcisi. Her gün yüzlercesiyle karşılaşıyoruz. (Dün biriyle karşılaştım: Dar bir sokağın ağzına arabasını park etmiş, girişi kapatmıştı. “Burası sokak değil!” diyordu.) Oylarını hep sağ partilere verirler. Şimdilerde dindar kılığında AKP’ye oy veriyorlar. Kesinlikle solcu olamaz, önce uygar olmak gerekir.
Şimdi toprağın altında olan Cagarov’a anlattığım olayı, herhangi bir yerde siz anlatın. Onlar da size “Kime, kime?” diye soracaktır. Bu soruyu soran kimseler de asla solcu olamazlar. Solcu “bizcil”dir, paylaşımcıdır. Hayvan gibi gelip bir tezgâhın önüne araba park etmez.
Vurgun, avanta, rüşvet, beleşine yaşam, iki yüzlülük bu yazıda anlattığım insanların kutsal değerleridir. Halkımız kutsal değerlerine (!) sahip çıkar.
 NOTA BENE: Bu yazımı saklayın ve yarın yayınlanacak yazımla birlikte bir kez daha okuyun.

Kaan Arslanoğlu ne demek istiyor?

“Halka gitmek”, “Halka inmek”, “Halkın nabzını” tutmak türünden demagojilerden, mugalatalardan hiç mi hiç hoşlanmam. Hele politikada ve sanatta. Okurun ve seçmenin sana ihtiyacı varsa gelip seni bulur. Sana ihtiyacı yoksa, istersen git kapısının önüne yat. Yüzüne bile bakmadan üzerinden atlar geçer. Okur da, seçmen de yeryüzünün en bencil, en megaloman yaratıklarıdır. Okurun da, seçmenin de canı cehenneme. Yazınsal varlığın da demokrasinin de ağzına yaparlar. Daha fazla konuşturup azdırmayın beni!
Kimdir bu Kaan Arslanoğlu?
1959’da Bartın’da doğdu. 1984’de Cerrahpaşa Tıp’tan mezun oldu. 1990’da Bakırköy Akıl Hastanesi’nden psikiyatri uzmanlığını aldı. Yani deli doktoru. 20 yılı aşkın süre hekimlikle uğraştıktan sonra uzun zamandır yalnızca yazarlık yapmakta. 16 yaşından beri çok çeşitli boyutlarıyla içinde yer aldığı politik ideolojik mücadelenin birikimlerini roman ve kuram-inceleme yazarı olarak topluma sundu. İlk romanı 1988’de yayımlanan Devrimciler idi. Sonraki kitapları, adamı merak ettiyseniz, arayıp bulursunuz.
Ayrıca ortak çıkardığı bazı kitapları, değişik gazete ve dergilerde çıkmış çok sayıda makalesi bulunmakta. Başlıca ilgi alanı: İnsan doğası ve bunun değişme olasılık ve yolları.
Benim sevdiğim yazar tipi
Türkiye’de birçok şair ve yazar, birçok gazete yazıcısı ve muharriri insan beyninin şiir, roman, öykü, bilimsel yazı salgılayan bir salgı bezi olduğunu sanırlar: Pankreas gibi, tükürük bezi gibi... Böyle yazarları ciddiye almam ben. Benim yazarlarım insan beynine otomobil aküsü muamelesi yapanlardır. Yeteneğin de biraz payı vardır ama insanı beyni bilim adamı, sanatçı (ressam ve besteci) ve yazar yapar. Kaan Arslanoğlu benim sevdiğim yazar tipolojisine uygun biri: Edebiyat ve bilim ortamında “barış içinde ve birlikte” yaşamıyor. Bence önemli bir nitelik. Önündekini ısırıyor, arkasındakini tepiyor. Bence, bir yazar ve düşünce adamı için en yüksek değerdir bu.
Devrimci yazar olmak yürek ister
Kaan Arslanoğlu, internet ortamında “Marksizm Çok Uzun Zamandır Devrimci Değil” başlıklı bir yazı yayınlamış. Bana da gönderdi. “İnsanın özü 200 bin yıl kadar önce ana hatlarıyla belirlenmiştir” diye bir cümle var ki, bunları yazmak için yürek ister. Oysa Marksistler, “insanın kişiliğini, sınıfsal konumunu içinde yaşadığı nesnel maddi koşullar belirler” diye bir kurala inanırlar. Ama zaman içinde bunun bir kural değil bir varsayım olduğu ortaya çıktı. İnsanın özü 200 bin yıldır ana hatlarıyla belirlenmiş ise, Marksizmin var sayımı hesap dışı kalmıyor mu?
CHP neden seçim kazanamıyor da AKP durmadan seçim kazanıyor, fantezisinin de yanıtı burada yatıyor galiba. 2012 yılında, iç ve dış nesnel koşullar, dış ve iç siyaset, iç ve dış ekonomi, insan hakları ve demokrasi gibi lüks kalemlerin AKP’yi tepetaklak edip tepelemesi gerekiyor ama partinin yöneticileri ve mensupları ortalıkta erkek tavus kuşu gibi fiyaka atıyor.
Kaan Arslanoğlu, benim “İnsanın adam olma ihtimali çok zayıftır” tezimi bilimsel olarak kanıtlamayı deniyor. Şimdi burada, dün yayınlanan “Bir Fantezi ve Bir Gerçek” başlıklı yazımı hatırlayın, lütfen.
Kadim Marksizm ne durumda
Kaan Arslanoğlu, Marksist kalarak ve daha iyi bir Marksist olabilmek için Marksizmin günümüzdeki durumunu eleştiriyor: “Marksizm başlangıçtaki çok olumlu yönelimine rağmen uzun zamandır bilimsel de değildir. Marx’ın, Engels’in üstünde çalıştıkları malzemeyi yani insanı (birey veya toplum olarak, geçmişi veya o günüyle) az tanımaları yanlış tanımaları.”
Durun, hemen celallenmeyin militanlar! Marx ve Engels, çalışmalarını yaptıkları dönemdeDarwin’i yeterince tanımıyorlardı. Marksistler, nesnel maddi koşulların değişmesiyle insanın kesinlikle değişebileceğine inanıyorlardı. Günümüzün katı ve liberal Marksistlerinin ezici çoğunluğu da “insan doğası” denen olguyu kabul etmezler.
Kaan Arslanoğlu kardeşimiz, “Oysa insan evrimsel bir silsileyle oluşmuş, çok belli karakteristikleri bulunan, fiziksel ve zihinsel kapasitesi belirli ve tanımlanabilen ve elbette ki temel özü, doğası bulunan bir canlıdır. Öteki tüm canlıların nasıl sürekli değişmekle birlikte, değişmeyen karakteristiklerinin baskınlığından oluşan bir doğası varsa, onlardan sadece bazı bakımlardan ‘üstün’ ve ‘ileri’ olan insanlığın da bir doğası vardır. İnsanın özü 200 bin yıl kadar önce ana hatlarıyla belirlenmiştir” diyor.
Ve devam ediyor: “Ne büyük bir talihsizlik! Bir terzi var, ama çalıştığı kumaş konusundaki her türlü basit bilgiyi reddediyor. Benim elimden çıktıktan sonra, ona ben şekil verdikten sonra kumaşın önemi yok, diyor, ben ondan sağlam kaputlar, hoş gece elbiseleri, şık takımlar üretirim. Yeter ki doğru keseyim, doğru dikeyim. Oysa önüne gelen şeylerin bazısı kumaş bile değil, kağıt... Bazısı eprimiş delik deşik, bazısı sağlam-kalın, ama elbiseye gelmez, bazısı çok ince, kışlık ceket yapılamaz. Önemli değil diyor Marksizm, kumaşın doğası yoktur, kumaşın varsa bir doğası geçirdiği aşamaların tamamıdır!”
Ne yapmalı?
Kaan Arslanoğlu’nun yazdıkları bana da doğru geliyor: Marx (1818-1883) ve Engels (1820-1895) yaşadıkları dönemin bilimsel bilgisiyle yazdılar. Ben en azından insan ve insanın özü konusundaki varsayımların doğru çıkmadığına görüyorum. İnsanı sadece içinde bulunduğu maddi koşullar değil, 200 bin yıllık geçmişi de belirliyor. Belki daha çok.
Peki ne yapmalı? Önce insanın adam olmasının pek mümkün olmadığını bileceksin ve adımını buna göre atacaksın. Yoksa, “İşçi sınıfı neden toptan komünist ya da sosyalist olmuyor?” sorusuna cevap veremezsin!

Hiç yorum yok: