Dünyanın en kanlı savaşlarından biri olan ve sadece Alman nüfusunun üçte ikisinin yok olmasına yol açan 30 Yıl Savaşı, 1648 Vesfalya anlaşmalarıyla sona erdirilmişti. Bu anlaşmalar, yaşanan facianın acılarından ders alınarak benzeri olayları peşinen gemleme amacı güden, karşılıklı ödünlerle doluydu. Yaklaşık 26 yıl süren Fransız ihtilal savaşlarının ardından toplanan Viyana Kongresi'nde de kimse dökülen kanın sorumlusu olan yenik Fransa'yı hiçliğe mahkûm etmek gibi bir saplantıya kapılmamıştı. Oysa Birinci Dünya Savaşı sadece 4 yıldan biraz daha uzun sürmüştü ve yalnızca can ve mal kaybına yol açmamış, aynı zamanda ruhları da karartmıştı. Tarihin bu dönemecinde intikamcılıktan başka bir şey düşünmeyen galipler hızlarını alamadılar; kanayan yaraları cılk ederek İkinci Dünya Savaşı'na giden yolun taşlarını da döşediler.
Padişah'ı temize çıkarma gayretleri
Osmanlı İmparatorluğu'nun İtilaf Devletleri'yle barış anlaşması imzalaması, müttefiklerinden epeyce sonra olmuştur. 30 Ekim 1918'de imzalanan Mondros Mütarekesi'nin lastikli maddeleri, galiplerin denediği havuç ve sopa siyaseti ve 15 Mayıs 1919 tarihinde Türk direnişinin kırılmasının Yunanistan'a havale edilmesinden sonra barış anlaşmasının ertelenmesine de artık gerek kalmamıştı.
Damat Ferit Paşa'nın dördüncü sadareti, ona, 5 Nisan-30 Temmuz 1920 tarihleri arasında barış anlaşmasını kotarması için verilmişti. Beşinci ve son kabinesini ise o ucube anlaşmayı imzaladıktan sonra devlete ve millete kabul ettirebilmek için kurdu ve sonunda damadı olduğu hanedanı batırma yolunda en büyük hizmeti de görmüş oldu. Vahideddin'in üçüncü şahıslara karşı "mecnun ve isterik herif" diye kötülediği eniştesinden neden bir türlü ayrılamadığını, İbnülemin Mahmut Kemal İnal, padişah ve sadrazamı arasındaki ruh ikizliğine bağlar. Hal böyle olunca da Sevr felaketinin sorumluluğunu sadece birkaç günah keçisine yükleyerek Padişah'ı temize çıkarma gayretinin anlamsızlığı da ortadadır.
Damat Ferit Paris'te
Damat Ferit Paşa, Versay Antlaşması'ndan iki ay sonra İtilaf Devletleri tarafından fikri alınmak üzere ilk kez Paris Barış Konferansı'na çağırılmıştı. Damat Ferit Paşa konferansa iki muhtıra sundu. Wilson'un muhtıralara ilişkin görüşü "Ömrümde bundan daha aptalca bir şey duymadım" iken Lloyd George muhtıraları "İyi espri, Türklerin siyasi kabiliyetsizliklerinin en iyi kanıtı" olarak değerlendirdi. Damat Ferit'in muhtıralarında "I. Dünya Savaşı'na girilmesinden İttihat ve Terakki'nin sorumlu olduğu ve onların da Divan-ı Harb-i Örfi'de mahkûm edildikleri; Türklerin bundan sonra iktisadi ve fikri gelişme sağlayabilmeleri için işgallerin sona ermesi gerektiği; barış antlaşmasının savaş öncesi sınırlara göre tespit edilmesi; 300 milyon Müslümanın Halife'yi tanıdıklarından Toroslar'ın öte tarafındaki Müslümanların Osmanlı'ya bağlı bulunmaları gerektiği" isteniyordu. Oysa bu istekler Vahideddin'in 30 Mart 1919'da V. George'a ilettiği hayalperest plandan farksızdı. Osmanlı topraklarının olduğu gibi kalması ama buna karşılık her türlü bağımsızlıktan ödün verilmesi bugün bile pek parlak bir fikirmiş gibi taraftar bulmaktadır.
Osmanlı artık aşağılanan bir devletti
Sevr Anlaşması, Osmanlı'nın kapısına bir sürpriz olarak gelip dayanmadı. Savaşı bitiren diğer anlaşmalar gibi Osmanlı'yla da bir anlaşmanın yapılması tabii ki zorunluydu. Almanları büyük devlet olmaktan çıkaran Versay, Avusturya'yı imparatorluktan küçücük bir devlet haline sokan Sen Jermen ve Macarları etnik grup olarak darmadağın eden Triyanon anlaşmaları da uzun müzakereler sonucunda değil sadece dikte ettirilmek suretiyle yapılmıştı. Osmanlı'yla yapılacak anlaşma bir türlü hazırlanamazken saltanat çevreleri, bu vartayı ucuz atlatacağına inanmaktaydı. Bu inancın sebeplerinden bazıları şunlardı:
Öncelikle, ihtiyar ve yorgun imparatorluk, kendisini, muzaffer devletlerin itibar gösterdiği ve dostluğuna gerek duyduğu bir devlet olarak vehmetmekteydi. İkincisi, Sultan Halife'ye kimsenin dokunamayacağı gibi bir önyargıya sahiptiler. Üçüncüsü ise galiplerin diş bilediği İttihatçılar ve onların uzantısı sayılan direniş hareketinin ortak can düşmanı olmayı bir avantaj sayıyorlardı. Ancak dünya siyaseti varsayımlara değil gerçeklere bakarak şekillenir. O gerçek ise Osmanlı İmparatorluğu'nun 1920 tarihinde, başkentine artık büyükelçi gönderilmeye bile layık görülmeyen bir devlet olduğuydu. Bu tarihe kadar Avrupa dışişlerinin Osmanlı padişahına "kralımızın saygıdeğer kardeşi" biçimindeki alışılmış hitapları yerini artık padişah ile krallar arasındaki sıradan diplomatik dile bırakmıştı. Babıâli'nin "âli"sinin bile çok görüldüğü Osmanlı, her haliyle aşağılanan bir devletti. Çok güvenilen İslam âlemi ise elinden gelen yardımı hilafet merkezi İstanbul'a değil Ankara'ya yöneltmişti. İç isyanlar yoluyla zirve yapan "Ankara'ya düşmanlık" ise Anadolu hareketini askeri alanda belki zorlamaktaydı ama yenmeye asla muktedir olamıyordu.
İstanbul hükümeti sadece simgesel değeri olan bazı olgulara baksaydı, belki, kaderini emperyalist savaş galiplerinin değil de kendi milletinin ellerine bırakmayı deneyebilirdi. Bu denemenin sonucunun hanedan için daha elverişli olacağının güçlü ipuçları da mevcuttur.
İngilizlerin Yunanlıları tutacağı en başından belliydi
Birleşik Krallık askerleri, haberli olarak işgal ettikleri İstanbul'da, her ihtimale karşı gözdağı vermeyi unutmayarak Şehzadebaşı Karakolu'nda uyuyan erleri süngülemişti. Aynı gün, yani 16 Mart 1920'de Lloyd George, Avam Kamarası'nda İzmir Tahkikat Komisyonu'nun raporunu açıklamayı reddetmekteydi. Oysa Avam Kamarası, Yunanlıların neler yaptıklarına ilişkin bu raporu dinlemekte uzun zamandır ısrar etmekteydi. Bu reddin öncesi ve sonrası olduğu, kudreti her şeye yeten Avam Kamarası'nın birkaç dışişleri memuruna laf geçiremediği ayrı bir faslın konusu. Ancak aynı tarihte yaşanan bu iki olay, Osmanlı iktidarının gözünü açamamışsa onun körlüğü kronikleşmiş demektir. Neticede, Avam Kamarası'nda örtülmek istenen Yunan işgal kuvvetlerinin suçuydu. Sadece buna bakarak bile ileride patlaması kesin olan Türk-Yunan savaşında, sığınılmak istenen İngilizlerin kimi tutacağını anlamak işten bile değildi.
Derya Tulga
TARİHTE BUGÜN
"Mukatele" deyimini ilk olarak Mustafa Reşit Paşa kullandı
Tanzimat Fermanı, 3 Kasım 1839'da Sultan Abdülmecit'in Hariciye Nazırı Mustafa Reşit Paşa tarafından okunmuştur. Ferman, radikal Batılılaşma yolunda atılan en kesin adımlardan biridir. Reşit Paşa'nın bu sebepten sabah evinden helalleşerek çıktığı söylenir. Ferman; dil, din, mezhep farkı gözetmeksizin herkesin mal, can ve ırzını devletin koruması altına almaktaydı. Tanzimat'ın babası olarak tanınan Reşit Paşa, 1856 Islahat Fermanı'na ise sonradan haklı çıkacağa sebeplerden muhalefet etmiştir. Islahat Fermanı, azınlıklara imtiyaz sisteminin yasallaşmasıdır. Ziya Gökalp'e yakıştırılan "mukatele" (karşılıklı kitlesel öldürme) deyimini ilk olarak Reşit Paşa bu tarihte kullanarak öğrencileri Ali ve Fuat Paşa'ları uyarmıştır.
|
Tarihin muhabirinden
Attila, yatağında ölü bulundu
Roma (Hususi)-453 Hun İmparatoru Attila, İldiko adlı Germen kızla yaşadığı zifaf gecesi sonrası yatağında kanlar içinde ölü bulundu. Hunların İldiko'yu çeyiziyle ailesine geri göndermeleri, bu barbarların nasıl hesaba kitaba gelmez yaratıklar olduğunu kanıtlıyor. Attila bir ara ebedi şehir Roma'yı bile tehdit edecek hale gelmişti de Papa III. Leon'un üstün hitabet gücü bu barbarı yatıştırmıştı. Böylesine büyük bir lideri bir daha yetiştiremeyecekleri açık olan Hunların coğrafyamızın başına bela kesilmelerinin sonu yakın zamanda beklenebilir. Altın bir tabut içinde gömülen Hun Hakanının mezarı, herhalde bundan sonra sadece hayranlarının ziyaretgâhı olmayacaktır. Ancak teyit edilmeyen bir habere göre, Hunlar mezarı bir nehrin yatağını değiştirerek gizlemiş ve bu işte çalışan bütün işçileri de, bu sırrı ifşa etmemeleri için öldürmüşler. Hun saldırısı olmasaydı, Roma'nın eski parlak günlerine döneceğine kesin olarak bakılıyordu; ancak barbarlar arasından bir daha bu kadar zorlu bir kişilik çıkamayacağından, Romalılar geleceğe güvenle bakabilirler.
|
ZEHİR: Atatürk, 11 Ağustos 1928'de Kallar Camii'ni Almanlara sattı ve Almanlara camiyi yıktırdı.
|
PANZEHİR: Ergani maden bölgesinde bulunan Kallar Camii, İş Bankası ve Deutsche Bank'ın ortak olduğu Ergani Bakır TAŞ'a satıldı ve sonra da yıkıldı.
Yıkıldı çünkü cami, zengin bakır, altın ve gümüş içerikli madenin işleyişini aksatmaktaydı. Yıkıldı çünkü cami aynı zamanda metruktu. Satıldı ve bedeli Vakıflara aktarıldı. Atatürk'ten sonra ve hatta günümüzdeki cami yıkımlarına değinmeye bile gerek duymadan Osmanlı'da camilerin terk edilmesi ve yıkılması bilinmeyen bir şey değildi.
İslamiyette cami, dokunulmazlığı olan kutsal bir mekân değildir; Hıristiyanlık için ise kilisenin sadece binası değil toprağı bile kutsaldır. Nitekim Hıristiyanlığından şüphe edilen kişiler bu kutsal toprağa değil bunun dışındaki toplu mezarlara gömülürler.
|

Hiç yorum yok:
Yorum Gönder