10 Kas 2011

Sizler ne diyorsunuz Allah aşkına?


Aman konuşma başın belaya girer!..” “Aman yazma işini bitirirler!..”
“Etliye sütlüye sakın karışma başın ağrır!..” “Tepelerdekileri eleştirme senin için hiç iyi olmaz!”
İleri demokrasiye(!) hızla adım atmış olan Türkiye Cumhuriyeti’nde gazeteciler ve yazarlar olarak (tabi yandaşlardan, yalakalardan, döneklerden söz etmiyoruz) en çok duyduğumuz, mücadele gücümüzü aksine daha da artıran sözler, telkinler bunlar…
“Aman geri dur, öne çıkma!..” “Senin neyine gerek, sen mi kurtaracaksın vatanı?” “Artık iş işten geçti, bu işin geri dönüşü yok artık. Kadere razı ol!..”
“Adamlar her yeri ele geçirdiler!..”
Sizler ne diyorsunuz Allah aşkına!
Bu düşünceler, sözler, tavırlar size yakışıyor mu? Sizler kimdiniz? Sizler ulu önder Mustafa Kemal’in yolunda yürüyen, Cumhuriyete, demokrasiye, özgürlüğe gönül vermiş, tarikatlara, cemaatlere, dini sömürenlere karşı olan azimli insanlar değil miydiniz?
Olup bitenlere gönlünüz razı oluyor mu? “Böyle şeyler olur deyip” sineye çekilecek, sessiz kalınacak, ne var bunda diyecek kadar her şey normal mi gidiyor? Sütre gerisine saklanmak, gerçekleri, doğruları savunamamak, haksızlıklara, adaletsizliklere ve baskılara karşı sessiz kalmak gerçek vatanseverlere yakışıyor mu?
“Haksızlıklar karşısında susanlar dilsiz şeytanlardır.”
Sözü sizce neyi ifade ediyor acaba? Doğruları, gerçekleri yazan…
Ülkenin çıkarlarını her türlü ortamda azimle savunan…
Bu uğurda her şeyi göze alan yurtsever gazetecilerin ve siyasi parti önderlerinin faşist yöntemlerle, önlerinin kesilmesine ve susturulmasına çalışılması sizlerce “ileri demokrasi”nin(!) bir gereği midir acaba?
ABD emperyalizmine ve işbirlikçilerine karşı ülkede neredeyse tek başına mücadele verir durumda olan ULUSAL KANAL ve AYDINLIK gazetesinin haksız ve yersiz gerekçelerle, hukuka aykırı biçimde susturulmaya çalışılması; “olur böyle şeyler” tekerlemesine giren sıradan bir olay mıdır? Yoksa, bir türlü “görülemeyen”, “sezilemeyen”, “algılanamayan” büyük bir gafletin aymazlığı mıdır?
ULUSAL KANAL, AYDINLIK ve İŞCİ PARTİSİ’ne yönelik arama ve gözaltıların yapıldığı gün ve ertesi gün, bu ülkede basın tarihine geçecek büyük bir “UTANÇ” yaşandı! Neydi o büyük “UTANÇ”?
Neredeyse ülkedeki bütün büyük gazeteler ve televizyon kanalları bu “demokrasi katliamını” görmede, duymada ve haber yapmada akıl almaz bir biçimde sessiz ve eylemsiz kaldılar! Onlar için korku dağları aşıyordu…
Evet, merkez medya denilen kesimin gazetelerinde ve televizyonlarında, yapılan arama ve gözaltılarla ilgili ne ciddi bir haber ve ne de tepkisel anlamda köşe yazıları vardı… Yazıklar olsun!...
“Diktatörlükler bir günde kurulmuyor"
Metin Toker’den (1955’den) bugüne (2011’e) kadar uzanan çok anlamlı bir mesajda, gerçeği mükemmel biçimde yansıttığınızı göreceksiniz…
İşte yazı:
“Zamanımızda diktatörlükler bir günde kurulmuyor.
Böyle bir rejimi yerleştirmek için artık uzunca bir müddete ihtiyaç duyuluyor.
O yolda ilk adımlar evvela ürkek ürkek atılıyor.
Ancak mukavemetle karşılaşılmadığı takdirde ki sürat artırılıyor ve bir sabah uyandığınızda bakıyorsunuz totaliter idare başınızın üstündedir.
Hele iktidara hükümet darbesi yaparak değil, demokrasinin usullerinden faydalanarak, yani milletin reyi ile gelmiş bulunanlar sonradan bir diktatörlük hevesine kapıldıklarında, mutlaka ve mutlaka ihtiyatlı davranıyorlar.
Artık belli olmuş sırayı takip ederek hürriyetleri teker teker azaltıyor, muhalifleri teker teker susturuyor, sonra hepsini birden yok ediyorlar.
1932 ile 1925 arasında Alman siyasi hayatının nasıl geliştiğini tetkik etmek bu hususta son derece faydalıdır.
Totaliter rejimlerin yerleşebilmek için bir zamana ihtiyaç göstermeleri milletlerin büyük şansıdır. 
O müddet zarfında diktatörlerin ümitlerini kırmak, hayallerinin asla gerçekleşemeyeceğini kendilerine hissettirmek, gidişe karşı barajlar kurmak mümkün hale gelebilmektedir.
Eğer bir memleketin münevveri (aydınları) türlü sebepler altında, bahis mevzu zaman içinde demokrasiye ihanet etmezlerse… Orada totaliter idare asla kurulmaz. Ne var ki teşebbüsü beşiğinde boğmak lazımdır. Bunun içinse her şeyden evvel hakimlerin ve gazetecilerin, vazifelerini bir an dahi ihmal etmemeleri gerekir.
Bir milletin ana muhafızı nasıl orduysa, ayni şekilde demokrasi rejiminin ilk müdafileri de hakimler ve gazetecilerdir. Bir idare o Seddi aştı mı artık onu diktatörlük yolundan alıkoymak son derece güçtür. Totaliter rejime giden memlekette sıra aynıdır. Evvela basın susturulur.
Bu iş için kullanılan organ adliyedir. Gazeteciler en sudan sebeplerle mahkemelere sevk edilir. 
Onlar hakkında kolaylıkla hüküm alınırsa, bazı hakimler sızlayan vicdanlarına rağmen - bunlar yakınlarına vicdanlarının sızladığını söylerler, sonra ellerine havaya kaldırıp ‘ne yaparsın birader’ diye üzerlerine tazyik yapıldığını hissettirler- hükümetin istediği haksız kararları verirlerse, hele temyiz ayni sebepler yüzünden bunları tasdik ederse memlekette tazyikin artırılabileceğine kanaat getirilir ve bir adım atılır. 
Basına böylece dehşet salındıktan sonra sıra mutlaka muhaliflere, onların elebaşlarına gelecektir. Bu sefer adliyeden onlar hakkında hüküm istenilir.
Hür basın ve muhalefet susturulunca diktatörlüğe giden yol açılmıştır.
Halbuki bu müddet zarfında iktidara ‘hayır’ demek kabildir ve o kadar zor değildir.
Eğer niçin takibata maruz bırakıldıkları herkes tarafından mükemmelen bilinen gazetecilerin davaları sırasında, bütün basın onları tek bir vücut halinde tutarsa, onlar hakkında cereyan eden muameleyi tafsilatıyla ve büyük başlıklarla, resimler verirse, meseleyi umumi efkârın meselesi haline getirirse, iktidar bu neviden maceralara tekrar girişmekten ürkecektir.
Arkadan bir tek hakim kendisine istenilen haksız kararı vermeyip, hak ve hakikati tazyik yapanların suratına çarparsa… Diktatorya heveslileri mutlaka durur. Bunu yapacak hakim ise sadece şeref kazanır. İdare makamları kendisine ne yapabilirler ki. Olsa olsa işine son vereceklerdir. Böyle bir meselede ki kararından dolayı mağdur edildiği bilinen hakim bir kahraman mertebesine yükselir.
Ve başkalarının avukatlıkta yıllarca elde edemediği şöhrete bir tek günde varır.
Bu aç kalmak mı lütfen söylenir mi?
Eğer Nazi Almanya’sında muhalefet liderleri susturulurken böylesine davranabilseydiler.
Eğer Nazi Almanya’sında ilk tevkif edilen muhalefet liderini bir hakim derhal serbest bıraksaydı.
Eğer gazeteciler ve hakimler demokrasiye süfli sebeplerden dolayı ihanet etmeselerdi.
Ne kadar tazyik yapılırsa yapılsın sadece vicdanlarının ve vicdanlarının sesini dinleselerdi.
Bir Hitler memleketin başına bela kesilebilir miydi?” ( Metin Toker – Akis Dergisi – 27 Ağustos 1955)
Başka söze gerek var mı?
Perşembe, 25 Ağustos 2011 06:25

Hiç yorum yok: