15 Nis 2013

Obama doktrini Ortadoğu ve Türkiye’yi nasıl etkiliyor?


NATO’dan geçen yıl yapılan açıklamada, Suriye’ye yönelik doğrudan bir askeri müdahalenin içinde yer alınmayacağı resmen ilan edildi. Bu durumda Türkiye, ABD ve Batılı ortaklarının çıkarları ve baskısı nedeniyle tek başına Suriye ile savaşın eşiğinde geldi. Bu durum devam ediyor. Bu yazıda, Suriye’ye yönelik müdahalenin neden Irak, Afganistan ve bir ölçüde Libya’dan farklı olduğunu, bu farkın Türkiye ve bölgeyi nasıl etkilediğini değerlendireceğim.

ABD emperyalizminin bütün dünyada bir gerileme sürecine girdiği gözleniyor. Paradoksal olarak ABD’nin gücünün zirvesinde olduğu dönem, onun için aynı zamanda düşüşün de başlangıcı oluyor.

Görünür gelecekte olası bir küresel rakibinin çıkmasını önleme üzerine kurulu olan ABD’nin 21. Yüzyıl siyaset senaryosu (Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi) bir imparatorluk tasavvuruydu. Bu projeye göre ABD, küresel erişimine kapalı alanlara, kontrol dışı bölgelere ya da hâkimiyetini tanımayan veya sarsan yerel rejimlere ve devlet dışı güçlere gerektiğinde doğrudan askeri müdahalede bulunmayı öngörüyordu.

Ancak, küresel hegemonya ya da imparatorluk projesinin finansmanını sağlamakta zorlanan, dahası bunun orta ve uzun vadede gerçekleştirilemeyeceğini anlayan ABD, 1995-2010 yılları arasındaki dönemde bu açığını askeri güç kullanarak kapatmaya çalıştı. Amerikan dış politikasına 1960’lardan başlayarak giderek artan oranda yön veren, W. Bush’un Başkanlığı döneminde doğrudan iktidara gelen yeni muhafazakârların (Neo-Conservative) geliştirdiği ‘Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi’ de zaten bunu öneriyordu.

Neo-Con’ların ABD için geliştirdiği 21. Yüzyıl yönetim senaryosu, sadece dar bir entelektüel grubun siyasal ve ideolojik fantezilerinden oluşmuyordu. Bu senaryo, ABD’nin 21. Yüzyıl’da ihtiyaçlarına verilen bir yanıttı. Bu nedenle ABD’de Neo-Con’lar Barack Obama’nın iktidara gelmesinden sonra güç kaybetmekle birlikte, hiçbir zaman tam olarak etkinliklerini yitirmedi.

Nitekim, ABD Başkanı Barack Obama’nın geçen yıl (5 Nisan 2012) Pentagon’a gelerek Savunma Bakanı Leon Panetta, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Martin Dempsey ve diğer üst düzey komutanların katılımıyla düzenlediği basın toplantısında, “ABD’nin Küresel Liderliğini Sürdürmek: 21. Yüzyıl Savunma Öncelikleri” başlıklı strateji belgesini açıklayarak Washington’un yeni doktrinini dünyaya ilan etti.

Başkan Obama’nın açıklamayı doğrudan kendisinin yapması, söz konusu stratejinin önemini gösteriyor. Yeni strateji belgesi (Obama Doktrini) bir anlamda, “Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi” adlı bir önceki dönem stratejisinin güncellenmesi olarak da değerlendirilebilir. Belgenin ayrıntılarına bakıldığında bu durum açıkça görülmektedir.

Yeni strateji belgesine göre* ABD, 2020’li yıllara uzanacak yeni dış siyasetini ve bu siyaseti yürütecek askeri stratejiyi ilan etmiş oldu.

Belgeye göre ABD, “Uzun dönemli askeri operasyonlarla ulus inşası” stratejisinden “Daha küçük, yerel ve konvansiyonel kara güçlerine dayalı müdahale sistemi” stratejisine geçtiğini de açıkladı. Bu belge ABD’nin ekonomik ve güvenlik çıkarlarının Asya-Pasifik hattına kaydığını resmen ilan etmesi bakımından da büyük önem taşıyordu. Belgede şöyle deniyor:

“ABD’nin ekonomik ve güvenlik çıkarları, Batı Pasifik ve Doğu Asya’dan Hint Okyanusu ve Güney Asya bölgesine uzanan gelişmelere ayrılmaz bir biçimde bağlıdır. Bu bölgelerde ortaya çıkan gelişmeler, zorluklar ile fırsatların bir bileşimini yaratmaktadır. Buna bağlı olarak, ABD Ordusu güvenliğe küresel çapta katkıda bulunurken, ihtiyaçlardan dolayı Asya-Pasifik bölgesinde yeniden dengeleme yapacaktır.”**

ABD yeni stratejisinin ipuçlarını Irak’tan askeri güçlerinin büyük bölümünü çekeceğini ilan ettiği sırada vermişti.

ABD, yeni küresel rakiplerinin yükseldiği Asya-Pasifik bölgesinde yeniden konumlanmadan önce Ortadoğu’da kesin bir hâkimiyet kurmak, istikrar sağlamak ve deyim uygunsa cephe gerisi sağlama almak istiyor. Bu nedenle bölgede kesin sonuç alacak bir “altın vuruş” peşinde olduğunu söylemek mümkün. Suriye düşürülürse bu vuruşun İran’a yapılacağı açık.

İran ve Suriye’nin varlığı, bölgede yalnız enerji havzaları üzerinde hâkimiyet kurulmasının önündeki engeller olarak değil, siyasal bakımdan da ABD’nin bölgesel ve küresel hedeflerini büyük riske sokuyor.

Ancak yeni dönemde ABD ve Batı, Afganistan ve Irak’ta olduğu gibi doğrudan işgal ya da askeri müdahale yerine, yerel güçlerin harekete geçirilmesini esas alıyor. Obama Doktrini yerel ortaklarla işbirliği içinde bir küresel egemenlik stratejisi öngörüyor. Böylece hem maliyet yayılmış ve paylaşılmış oluyor hem de açık bir işgalci görüntüsü verilmiyor. Daha da önemlisi, yerel muhalif güçler harekete geçirilerek “özgürlük ve demokrasi getirme” gerekçesi için daha uygun bir ortam yaratılıyor.

Özetle Obama Doktrini esas olarak bölgesel ortaklarının desteği ve hedef ülkelerde işbirlikçi güçleri silahlandırarak, iç savaş çıkarma yötemine dayanıyor. Belgede şöyle deniliyor:

“Dünyanın başka yerlerinde ortaklık oluşturabilme kapasitesini kurmak da, küresel liderliğin maliyetlerini ve sorumluluklarını paylaşmak için önemini koruyor.” (a.g.e, 13)

Yukarıdaki alıntıda yer alan “küresel liderliğin maliyetleri” vurgusu dikkat çekiyor.

İşte bu nedenle ABD ve NATO Suriye’ye doğrudan bir askeri müdahale yerine, muhalifleri silahlandırarak, küresel cihatçıların bölgeye gelmesini sağlayarak ve esas olarak Türkiye, Katar ve Suudi Arabistan arasında bir eşgüdüm kurarak Esad rejimini yıkmayı planlıyor. Kuşkusuz bu koalisyonun kilit ülkesi Türkiye oluyor.

Ancak aradan iki yıl geçmesine karşın Libya’nın tersine Suriye’de sonuç alınamadı. Baas rejimi beklenenden daha dayanıklı çıktı. Bu nedenle Obama İsrail ziyareti sırasında Natenyahu yönetiminin Mavi Marmara olayı nedeniyle Türkiye’den özür dilemesini sağlayarak Suriye’yi kuşatan koalisyonu genişletmeyi amaçladı.

Önümüzdeki dönemde Suriye’ye saldırının daha da şiddetleneceğini öngörebiliriz.

TÜRKİYE NEDEN FEDA EDİLDİ?

Suriye’ye karşı gerici ve emperyalist saldırının en etkin bölgesel taşeronu olan AKP Hükümeti, kendisini iktidara getiren ve orada tutan güçlere diyet ödemekten başka çaresinin olmadığını biliyor. Çünkü ABD ve Batılı ortaklarının destekleri olmasaydı, muhalefeti devlet terörüyle bastıran AKP değil 10 yıl, 10 ay bile iktidarda kalmazdı.

Başta Neo-Con hareket olmak üzere ABD’li ve Batılı siyaset yapıcıları, laik ve cumhuriyetçi Türkiye'nin İslam âlemini etkileyemeyecek kadar bu dünyadan uzaklaştığını düşünüyordu. Dolayısıyla Müslüman toplumlara model oluşturabilmek için bir ılımlı İslam ülkesi yaratmak gerektiği tezini işliyorlardı.

New York Times Gazetesi’nin uzun süre Ankara merkezli olarak Türkiye ve Ortadoğu temsilciliğini yapan Stephen Kinzer, geçen yıl yayımlanan kitabında, şunları yazıyor:

“Türkiye’nin modern tarihinin büyük bir bölümünde Müslüman dünya onu bir dönek olarak görmüştü. Atatürk’ün reformları Türkiye’yi İslam’ın o kadar uzağına taşımıştı ki dini meşruiyeti kaybolmuş gibi göründü. Türkiye yeni arzusuna karşı hemen hiç direnişle karşılaşmadı. (...) Osmanlı geçmişi ona büyük bir tarihi ağırlık vermektedir. Sadece göreli refahından dolayı değil ama aynı zamanda toplumun bu kadar özgür olmasından dolayı da cazip bir modeldir.”***

İşte Türkiye bu anlayışa ve stratejiye kurban edildi. Hazırlıkları süren gerici diktatörlük anayasası yeni rejimin, bir ‘Ilımlı İslam Cumhuriyeti’ olarak tescil edilmesi anlamına gelecek.

* Tam metin için bkz. Teori Dergisi, Sayı 266, Mart 2012

** Teori, Sayı: 226, Mart 2012, S. 11

*** Stephen Kinzer, Ezber Bozmak / Türkiye İran ve Amerika’nın Geleceği, Çev. Sulhiye Gültekingil, İletişim Yayınları, Mart 2011 İstanbul, S. 217.

Hiç yorum yok: