Mustafa Kemal'in Anadolu harekatına eşitler arasında birinci olarak değil, şef olarak katılacağı başından beri belliydi ve kendisini İstanbul'da ziyaret eden çeşitli kişi ve heyetler de bu fikri paylaşıyorlardı.
Mondros Mütarekesi, 30 Ekim 1918 tarihinde imza edildi. Mütarekenin "yüz kızartıcı" nitelemesi, günümüzde işlerine böyle geldiği için özellikle "revizyonist" tarihçilerimiz tarafından sık sık kullanılmıştır. Oysa Osmanlı şef delegesi Rauf Bey (Orbay) İstiklal Harbi'nin ilk adımları atılırken Mustafa Kemal'in en güvendiği çalışma arkadaşı olarak görev almıştı.
Osmanlı orduları, I. Dünya Savaşı'nda Balkan Harbi'nde yaratmış oldukları skandalı unutturmak istercesine dövüştüler; sadece Çanakkale'de değil Irak ve Filistin cephelerinde de o çağda dünyanın en güçlü devleti olan İngiltere'yi bozgunun eşiğine getirdiler. Çoğunlukla "suçları" yüzünden cezalandırılan Türkler, bu sefer de "saygısız" kahramanlıkları yüzünden cezalandırılacaklardı.
1917'de siyasi dünyayı değiştiren iki olay yaşanmıştı. Bunlardan en önemlisi Rusya'daki Ekim Devrimi'ydi ve bunun sebep olduğu kanlı iç savaş daha epeyce sürecekti. Diğeri ise Amerika Birleşik Devletleri'nin kozasından çıkarak bir milyondan fazla askerle Avrupa savaş alanlarına müdahale etmesiydi. Tipik bir misyoner olan ABD Başkanı Wilson'ın 14 maddeli programı, her ne kadar müttefiklerini işkillendirmişse de, başta Osmanlılar olmak yenilenlerde kof ümitler yaratmıştı.
TARİHTE BUGÜN
Dinler dağılır, imparatorluklar biter, bilim ise hep sürecektir
Timurlenk'in torunu, matematik ve astronomi bilgini Uluğ Bey, tahtından feragat ederek çıktığı hac yolunda 27 Ekim 1449 yılında öldürüldü. Cinayet, öz oğlu Abdüllatif'e yıkılmaya çalışılmış ancak esas azmettiricinin efsanevi rasathanenin yıkılmasından sorumlu olan ünlü Nakşibendi Şeyhi Hoca Ubeydullah Ahrar olduğu anlaşılmıştı. Ahrar, 1490 yılında ölümüne kadar Timurluları parmağında oynatmıştı.
Uluğ Bey, "Dinler sis gibi dağılırlar, imparatorluklar kendi kendilerini bitirirler, bilginlerin eserleri ise zaman boyunca sürer. İlim yolunda çabalamak herkesin görevidir!" sözleriyle acı sonunu hazırlamıştı. Asistanı Ali Kuşçu, üstadının Zeyci Sultanî adlı eserinin bir kopyasıyla batıya doğru kaçabilmiş ve Fatih Sultan Mehmet'in yakını olmuştu. Ancak onun kurduğu ekol de Takiyüddin'in rasathanesinin 1580 tarihinde yıktırılmasıyla sona ermiştir. Uluğ Bey'in adı 1830'da aydaki dev bir kratere verilmiş, 1908 yılında ise Ruslar rasathanenin harabesini bulup çıkarmışlardır. Rasathanenin 550. kuruluş yılında SSCB'de bir hatıra pulu çıkarılmıştır.
|
Oysa Bolşevikler'in Çarlık hükümeti ve İtilaf Devletleri arasında yapılan gizli anlaşmaları ifşa etmelerinden beri bu tür ümitler beslemenin fazlaca safdillik olduğu ortadaydı. Ne var ki, Osmanlı İmparatorluğu varlığını koruma peşinde girdiği savaştan, misli görülmemiş bir mağlubiyetle çıktığında yaşanan travma o kadar büyüktü ki, pembe hayaller kurmak, aydınlara ilaç gibi gelmeye başlamıştı. Savaştaki büyük müttefiki Almanya'nın bile 1914 ortasına kadar İmparatorluğun toprak bütünlüğüne hiç de saygısı olmadığı bir dünyada, eli kolu bağlı vaziyette can düşmanlarına teslim olmanın yarattığı depresyon da fazla tarif gerektirmez!
Vahideddin'in "stratejik ortakları"
Vahideddin, günümüzdeki hayranları ne kadar fikir cambazlığına başvurursa vursunlar sonunda sığınacağı İngilizlere karşı gelmeye taraftar değildi; zaten istese de olamazdı. Neticede sarayında çıkan yangını söndürmek için bile işgal kuvvetlerinin eline bakmaktaydı. Büyük Taarruz'un tam arifesinde "stratejik ortak" olarak müttefiklerle ortak kumanda kurmak istemesi, şanlı bir imparatorluğun son padişahı için trajikomikten de öte yakışıksız bir durumdu.
Padişah bu durumdayken, kurtuluşun Saltanat ve Hilafeti korumaktan geçtiğine inanan fert ve zümreler kesinlikle çoğunluktaydılar. İstanbul'un kaptırılmaması inadı bile, sırf hilafet merkezi olduğundan ileri gelmekteydi!
Mustafa Kemal'in şefliği baştan kabul edilmişti
Direniş güçleri keder ve kıvançta birdiler; ama işte hepsi bu kadardı. Ne gaye ne de vasıta üzerinde birlik sağlayabilmişlerdi. Sosyal bir homojenlik de yoktu. Bu güçleri aynı hedefte aynı anda yoğunlaştırabilmek şerefi tereddütsüz Mustafa Kemal'e aittir. O'nun Anadolu harekâtına primus inter pares (eşitler arasında birinci) olarak değil, şef olarak katılacağı başından beri belliydi ve kendisini İstanbul'da ziyaret eden çeşitli kişi ve heyetler de bu fikri paylaşıyorlardı. O, Anadolu'ya geçene kadar tek merkezden yönetilen bir direniş hareketinden bahsetmek imkânsızdır. Sağda solda mütarekeden beri patlayan silahlar etrafında efsaneler uydurmak ise abesle iştigal!
Mustafa Kemal, akıllıca bir davranışla İstanbul hükümetiyle bağlarını birdenbire kopartmamıştır. Çünkü böylece kimse onu yapıcı tekliflerde bulunmadan köprüleri atmış olmakla suçlayamayacaktı. Bu durum, Mustafa Kemal'in iktidarı tamamen kapabilmek için savaşı uzattığı uydurmasının da temelsizliğini ortaya koymaktadır. O, askerliğin şımarıklık ve disiplinsizliğe tahammülü olmayan bir meslek olduğunu teori ve pratiğinde göstermişken bugün yapılan iyi niyetten tamamen uzak sözde eleştiriler, Mustafa Kemal'in bir Çerkes Ethem olmadığını göz ardı ediyorlar.
İstanbul resmen işgal edilmemişti ama kentte konuşlanmış oldukça kalabalık İtilaf birlikleri vardı. Süleyman Nazif'e Hadisat gazetesinde "Kara Bir Gün" makalesini yazdıran, Fransız generali Franchet d'Esperey'in azınlıkların şamataları arasında İstanbul'a giriş olayı, "resmi işgal"den 1 yıl kadar öncedir.
Kara Vasıf'ın ilginç teklifi
Mustafa Kemal, İzmir'in Yunan ordusu tarafından işgal edildiği gün olan 15 Mayıs 1919'da Samsun'a doğru yola çıktı. İngilizlerin İstanbul'a dönmesi için bizzat Padişah aracılığıyla yaptıkları baskı semere verdi ve Mustafa Kemal 8/9 Temmuz tarihinde sadakat yeminleri ederek askerlikten istifa ettiğini bildirdi.
Erzurum Kongresi'nde, Doğu Anadolu'da "Rumluk ve Ermenilik teşkiline" kesinlikle izin verilmeyeceği ilan edildi. İstila emeli taşımayan bir devletin "fenni, sınai, iktisadi" yardımı seve seve kabul edilecekti. Erzurum Kongresi, Trabzon ve Erzurum delegelerince organize edildiğinden sınırlı bir meşruiyete sahipti. 4 Eylül'de başlayacak Sivas Kongresi'nde bu sıkıntının ortadan kalkması arzu edilirken Trabzonlular kongreye katılmadılar. Sivas'ta mandacı Kara Vasıf'ın yaptığı bir teklif, güncelliği açısından ilginçtir. Kara Vasıf'a göre Amerika Birleşik Devletleri donanması üç yıl içinde dünyanın en güçlü donanması olacaktı. Bu donanmanın serbest piyasa kurmak amacıyla İngilizlerden alacağı sömürgelerin fethi için gereken kara ordusu ise Türkler tarafından sağlanacaktı. Mandacı hizbin güçlülüğü karşısında Mustafa Kemal'in bile ikircikli davrandığını, ortalığı fazla germemeye özen gösterdiğini görüyoruz. Gerçek olan şuydu ki, özellikle kendilerini manda uzmanı sayanlar "mandacıları" kesinlikle bir hayır kuruluylu karıştırıyorlardı. Zaten başta ABD olmak üzere hiçbir güç tarafından manda görevi almak üzere niyet belirten de yoktu!
Hem Ermenileri hem Kürtleri desteklemek mümkün değildi!
Ermeni konusunda fazla gizli kapaklı davranmayan İtilaf Devletleri, Kürtlerden yararlanmak istediklerinde kendi tuzaklarının ilmiklerine takıldılar. Yapılan planlar o kadar karmaşık ve çelişkiliydi ki, sonunda itici olmaları da kaçınılmazdı. İngilizler, ayrılıkçı tercihleriyle tanınan bazı Kürt ileri gelenlerine Türklere karşı entrika çevirmek istemediklerini ve Kürdistan'ın geleceği konusunda hiçbir vaatte bulunulamayacaklarını bildirdiler. Hem Ermenileri hem de Kürtleri aynı coğrafyada desteklemenin imkânsızlığını İngilizler de anlamıştı. Ünlü binbaşı Nœl'in "Kürt Lawrence"ı olmaya özenmesi de üstlerinin işkillenmesine sebep olmuştu. Bu yüzden şüphe duyan Kürtler de pek haklı olarak Damat Ferit Paşa'yı Doğu Anadolu'yu Ermenilere peşkeş çekmekle suçladılar ve İstanbul hükümeti de böylece çantada keklik saydığı bir müttefiki kaybetti.
9 Ağustos 1919 tarihinde zaten istifa etmiş olan Mustaf Kemal ordudan ihraç edildi, ancak ayrıntılara dikkat edilmediğinden karar birkaç kere yenilenmek zorunda kaldı.
Geçici bir hükümet sayılabilecek olan Heyet-i Temsiliye'nin 23 Eylül 1919 tarihli kararına göre Batı'da İngilizler saldırmadan onlara saldırılmayacak ve ulusal eylemin hedefinin yabancılar olmadığı (öncelikle Yunanlılar ve Ermeniler olduğundan) esas alınacaktı.
TARİHİN MUHABİRİNDEN
Kadeş antlaşması imzalandı
Hattuşa (Hususi) MÖ- 1259 Kadeş Antlaşması nihayet imzalandı. Mısırlılar ile Hititler arasında MÖ 1274'te başlayan savaşın bitiminden yıllar sonra barış antlaşması imzalandı. Bölgenin iki süper devletinin iyice güçlenmesi üzerine aralarındaki rekabet de artmıştı. İddialara göre Hitit Prensi Zannanza'nın Kraliçe Ankesenamon ile evlenmek üzere Mısır'a giderken Mısırlılar tarafından öldürülmesi nedeniyle savaş başlamıştı. Oysa Hitit Prensi Zannanza öleli yıllar olmuştu. Gerçek nedenin ise bu iki büyük devletin stratejik ve ekonomik çıkarlarının Kuzey Suriye toprakları üzerinde çakışması olduğu bilinmektedir. Bu yüzden iki büyük ordu Kadeş (Humus civarı) yakınlarında karşılaşmışlardı. Savaşın galibinin hangi taraf olduğu konusunda tartışmalar sürmektedir. Hitit kralı III. Hattuşili etkili medya araçlarına sahip değilken Mısır kralı II. Ramses'in güçlü hiyeroglif medyasına sahip oluşu, savaşı II. Ramses'in kazandığına dair haberlerin yayılmasına yol açtı.
|
İmkânsızla uğraşmak
Bu iyi niyetli yaklaşıma rağmen Ekim 1919 sonu itibarıyla kışkırtmalar yoluyla iç isyanlar başladı. Milli ordunun elinde doğru dürüst bir silahlı güç olmadığı
için de isyanlar çığ gibi büyüdüler. Özellikle Ahmet Anzavur karşısında nizami kuvvetler çok zorlandı ve ancak Çerkes Ethem'in himmetiyle bu badireden kurtuldular. Ethem'in nizami kuvvetlere ve özellikle mektepli subaylara son derece tepeden bakmasında bu olayda gösterilen yılgınlığın payı büyüktür. Kâzım Karabekir'in "Anadolu'da işe yarar subay ve komutan" azlığından yakınması buna paralel okunursa, ortaya alışılmamış bir resim çıkar: Mustafa Kemal'in yaptığı başlangıçta imkânsızla uğraşmaktan farksızdır!
Derya Tulga
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder