Sofraya getirildiğinden bu yana, Demokratikleşme Paketi'nin
"kimin demokratikleşmesi" olduğunu, olacağını da sormadım.
"Paket", benim ve benim gibilerin içinde olduğu kesimin demokratikleşmesiyle
ilgili değil. Bu kesimin kanıtlanmış demokratlığı dünya standartlarının altında
değil üzerinde.
Paket'in İslamcı ve muhafazakar yığışımla da ilgisi ve
ilişkisi yok. Yok, çünkü bu yığışımın ne kendi içinde, ne kendi dışında, ne
kendine ne de başkasına karşı demokrat olma diye bir derdi ve meselesi yok.
Şeyhlere biat durumuna devam.
Paket, bizzat hükümetin kendi zatıyla ilgili:
Demokratikleşecek olan kendisinden başkası değil ve en başta ve en birinci
olarak Aydınlık'ın deyişiyle Şeyh Tayyip'le ilgili.
***
Komik bir paket: Akıllarına gelseydi, otoyollarda hızın 90
kilometreye indirileceğini, hamam tellakları ile natırlarının tırnak bakımı
zorunluluğunu da malum pakete sokarlardı. Sanki çöp sepeti mübarek.
Yapılacak muamele
1.Yeni seçim sistemi: Demokratikleşmeyle ilgili.
Değerlendirilecek!
2. Hazine yardımının demokratikleşmeyle ilgisi yok.
3.Örgütlenme kolaylığının demokratikleşmeyle ilgisi yok.
4.Eşbaşkanlığın demokratikleşmeyle ilgisi yok.
5.Partilere üyeliğin demokratikleşmeyle ilgisi yok. Hükümet
işi rezilleştiriyor.
6.Kürtçe ve öteki yerel dillerde seçim propagandası:
Denenmesinde yarar var. Denemek isteyenler yanlarında bir simültane tercüman
bulundurmazlarsa pişman olabilirler. Seçim alanlarında bir Anadolu esperantosu
icat edilecek ve hiç kimse bir şey anlamayacak. Göreceğiz.
7.Ayrımcılık: Ayrımcılığın önlenmesi değil toplumun
İslamileştirilmesi için kılıf hazırlamak söz konusu. "Dini inancın yerine
getirilmesinin engellenmesi" ne demek? Müslümanlar Cuma günü çalışmanın
dini inançlarının yerine getirilmesini engellediğini ileri sürerlerse ne
olacak?
8.Harflere özgürlük: Lafazanlık! Sineğin yağını çıkarmak!
9.Gösteri hakkı: Halep oradaysa Gezi Parkı burada. Göreceğiz
bakalım!
10.Özel okulda anadil: Demokratikleşmeyle ilgili.
Değerlendirilecek.
11.Köy isimlerinin değiştirilmesi: Göç ve istila görmüş her
ülkede böyle şeyler olur. Yunanistan'da Slav kökenli adların çoğu, Türkçe
adların tamamı değiştirildi. İstanbul'un bir yığın adı var. Abartmanın gereği
yok. Yer adları egemenlikle ilgilidir.
12.Hacı Bektaş-ı Veli Üniversitesi elma şekeri: Hadi canım
sen de!
13.Kişisel Verilerin Korunması: Bu konuda Suudi Arabistan
Kralı bile ferman yayınlayabilir.
14.Yardım toplama: Demokratikleşmeyle ilgisi yok.
Tarikatları yemleyecekler ama bu kumpastan THK karlı çıkabilir.
15.Kamuda başörtüsü: Demokratikleşmeyle değil Cumhuriyet'in
yıkımıyla ilgili. Değerlendirilecek.
16."Türk'üm, doğruyum" andının kaldırılması da
komik bir demokratikleşme adımı. ABD okullarında ve kurumlarında da böyle
yeminler var. Bunlar var ve uygulanıyor diye AKP tarikatı hükümeti ABD
hükümetinden daha demokratik mi oldu, olacak?
İslamcılar ve genel olarak tutucu Müslümanlar sadece
kendilerinin cennete gideceklerine inanıyorlar. Ne olacak şimdi?
17.Mor Gabriel Manastırı arazisinin, yargı kararına karşın
Süryani vatandaşların Manastır Vakfı'na iade edilmesinin demokratikleşmeyle ne
ilişkisi var? Bu durumda AKP tarikatı hükümetinin yoksul halka un, bulgur ve
tuz dağıtmasının da büyük demokratik hamle olması gerekmez mi? Süryani
kardeşlerimiz oylarını AKP'ye değil, Avrupa Birliği ile Avrupa İnsan Hakları
Mahkemesi'ne verebilirler.
18.Roman Enstitüsü: Romanlar, enstitü rüşvetiyle
ilgilenmiyorlar. Kasap et derdinde davar can derdinde.
***
18 madde arasında sadece üçü demokratikleşmeyle ilgili.
Onlar da epeyce sorunlu. Şıpın işi çözümlenemez. Çözülürken daha büyük
sorunlara yol açacak sorunlar. Bunları yarın ve yarından sonra yazı konusu
yapacağız.
Ekonomik demokratikleşme olmadan kültürel ve yasal
demokratikleşmelerin, her türlü "..leştirme"lerin hepsi havada kalır.
Mekan, mülkiyet ve emeğin hakkı demokratikleşmeden ötekilerin tamamı göz
boyamadır.
Emek ve emekçilerin çalışma ve ücretlendirme, sağlık ve
güvenlik sorunları demokratikleşmeden, çağdaşlaşmadan "Türküm,
doğruyum!" andının kaldırılması kimseye daha demokratik bir ortam
sağlamaz.
İşverenler, işveren örgütleri demokratikleşme paketine
memnuniyetle "yetmez ama..." arasında tepki gösteriyorlar.
Çalışanların, emekçilerin lehine bir demokratikleşme girişimi olmadığı için
memnun olmaları pek doğal ama demokratik değil.
Özelleştirmeler üzerinde emekçilerin söz ve oy hakkı
olmazsa, demokratikleşme olmaz! Yatağanlılar neden dağa çıktı?
İşçi ve memur emekçilere Avrupa Birliği ölçeğinde hak
verilmezse demokratikleşme olmaz.
Sendikalaşma ve grev hakkı tam anlamıyla kullanılmadan,
sendikalaşma zorunlu hale getirilemeden, sendikalar bağımsızlaşmadan,
özgürleşmeden demokratikleşme olmaz. THY çalışanları neden yollara döküldü?
İş ve çalışma güvenliği ve güvencesi sağlanmadan
demokratikleşme olmaz.
İhaleler şeffaflaşmadan, demokratikleşmeden demokratikleşme
olmaz.
Çiftçinin ürünleri değerlendirilmeden demokrasi olmaz.
Üniversiteler özerkleşmeden demokratikleşme olmaz.
Medya özgürleşmeden, çalışanlarının tamamı sendika üyesi
olmadan demokratikleşme olmaz.
Nepotizmin olduğu yerde demokratikleşe olmaz.
AKP türünden partilerin iktidarda olduğu ülkelerde
demokratikleşme olmaz.
Eski defterleri karıştırıp, 21.06.2005 tarihli Hürriyet
gazetisinde "Türban mı imam-hatipten çıktı yoksa tersi mi?" adlı
yazımı buluyorum ve sekiz yıl önce yayınlanmış olan bu yazıyı bilginize sunuyorum:
***
"Türkiye'nin gündemine oturan türban, ülkenin bir
numaralı sorunu değil. İşe kadın, ırz, namus, dinsel inanç, töreler,
gelenekler, görenekler konusunda hurafeler karıştığı ve bir ıslak sabun gibi
mangal külüne düştüğü için türban gündemde. Ama gündeme oturmasının gerçek
nedeni, AKP hükümetinin niteliğinden kaynaklanıyor. Anayasa'ya, devrim
yasalarına, yüksek yargı kararlarına, bu kararların yanında yer alan AİHM'nin
kararlarına karşın hükümet 'Cumhuriyet Devleti'ne karşı durmayı tercih ediyor.
Erzurum Üniversitesi'nde olanların sorumlusu sadece
üniversite yönetimi değil, aynı zamanda ve ondan daha fazla sorumlu olan AKP
hükümetidir. Çünkü, üniversiteyi böyle davranmaya zorlayan bizzat hükümettir.
Ya da teorisiz bir komplo!
Örneğin, bu olayla ilgili olarak 'Bu ancak ilkel toplumlarda
karşılaşılabilen bir davranış!' (Gazeteler, 15.06.05) diyen Dışişleri Bakanı
Abdullah Gül, yaptığı konuşmayla türbancıları tahrik etmektedir.
***
Türkiye'nin bir numaralı eğitim ve toplum sorunu, AKP
hükümetinin türlü yöntemlerle zulaya gizlediği imam-hatip okullarıdır.
İmam-hatipler genel lise rolünü gasp etmeden (ya da gasp ettirilmeden) ve bu
okullara kız öğrenci alınmadan önce Türkiye'nin türban sorunu diye bir derdi
yoktu. Bu nedenle imam-hatip sorunu çözülmeden türban sorunu çözülemez.
Üniversitenin kapısına türbanla dayanan kız öğrencilerin
yüzde kaçı genel lise mezunu, yüzde kaçı imam-hatip mezunu? İmam-hatip mezunu
erkeklerle evli kadınların yüzde kaçının başı açık? AKP milletvekillerinin
yüzde kaçı imam-hatipli? İmam-hatip mezunlarının yüzde kaçı amaç dışı
mesleklerde çalışmakta?
***
Bu yazı genel bir giriş yazısı. Milli Eğitim Bakanlığı'nın
hazırladığı eğitim reformu konusunda daha özel inceleme yazıları yazacağım. Ama
bu daha sonra. Şimdi şu soruyu soracağım: AKP hükümeti neden YÖK'e karşı, AKP
hükümeti neden ÖSS'ye karşı, neden puanlama sistemine karşı? AKP hükümetinin
TÜBİTAK takıntısı da bir başka yazının konusu. AKP hükümeti iktidara
geldiğinden bu yana yazıyorum: AKP, ortaöğretimi 'imam-hatipleştirmek' ve
üniversitenin biricik öğrenci kaynağı haline getirmek istiyor. Bu nedenle de
meslek eğitimini ve meslek okullarını bilinçli olarak istismar ve sabote
ediyor.
***
İmam-hatiplerin şu anda yasal kaynakları bulunabilir, ama
yasal dayanaklarına karşın bu okullar Cumhuriyet ilkelerine, Tevhid-i Tedrisat
Kanunu'na aykırıdır. 1950'den itibaren iktidara gelen bütün hükümetler bu
aykırılıktan sorumludurlar.
Öte yandan, ne Avrupa Birliği'nde ne de dünyanın herhangi
bir uygar ülkesinde imam-hatip benzeri okullar bulunmakta ve üniversiteye
öğrenci göndermektedir. Doğal olarak İslam ve Arap ülkelerinden söz etmiyorum.
Bu nedenle, bu okulların mesleki statülerinin açık seçik tanımlanması ve
mezunlarının eğitimlerini teoloji (dinbilim) okul ve fakültelerinde sürdürebilecekleri
yönetmeliklerinde açıklanması gerekmektedir.
AKP hükümeti türban konusunda samimi ise imam-hatip
liselerini 1950 öncesindeki durumuna getirir ve kız öğrenci alımına son verecek
yasa ve yönetmelik değişiklikleri yapar. Ve o zaman türban özgürleşmeye başlar.
Aksi durumda, Başbakan'ın sözünü ettiği 'sabır', Cumhuriyetçilere söylenmiş
'sabredin, gününüzü göstereceğim!' tehdidi olarak yorumlanabilir.")
***
Günümüzün Cumhurbaşkanı, zamanın dışişleri bakanı Abdullah
Gül'ün tehditini de birlikte okuyalım (Aktif Haber, Siyaset - 14 Haziran 2005):
("Erzurum'da türbanlı annelerin okula alınmaması
üzerine Abdullüh Gül çarpıcı açıklamalar yaptı: Hükümet olarak eninde sonunda
bu tip utanılacak manzaraları kaldıracağız....
Dışişleri Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Abdullah Gül,
Erzurum Atatürk Üniversitesi'nde mezuniyet törenine türbanlı velilerin
alınmamasının, "Türkiye'deki ayıbı teşhir ettiğini" söyledi.
Gül, AK Parti Grup toplantısından önce, gazetecilerin,
Erzurum Atatürk Üniversitesi'nin 2004-2005 akademik yılı mezuniyet törenine
türbanlı velilerin katılmasına izin verilmemesi konusundaki sorularını
yanıtladı. Gül, "Türkiye'deki ayıbı teşhir ediyor bu... İnsafı olmayan
insanların buna bakması gerekir ve Türkiye'de ne kadar utanılacak bir manzara
olduğunu görmesi gerekir" diye konuştu.
Demokrasi, bireysel hak ve özgürlüklerin geliştiği, AB ile
müzakerelere başlama noktasına gelinen bir ülkede yaşanan bu olayın "ancak
ilkel toplumlarda karşılaşılabilecek bir davranış" olduğunu ifade eden
Gül, şunları kaydetti:
"İnanıyorum ki bu, bazılarının gözünü açmasına,
bazılarının da vicdanlarının sesini bir kez daha dinlemesine yol açar. Hükümet
olarak eninde sonunda bu tip utanılacak manzaraları kaldıracağız Türkiye'de...
Bunun, belki bir zamanı olacak. Önemli olan, yapılan işin büyük bir destekle ve
lüzumsuz çalkantılara fırsat verilmeden yapılmasıdır. Ümit ediyorum ki bu tip
şeyler, herkesin vicdanlarını bir kez daha dinlemesine ve 'bu ayıplar
Türkiye'ye yakışmıyor' demesine vesile olur. Üzücü...")
***
AKP, 2005 yılında, henüz polisi kısmen, yargıyı tamamen
AKP'lileştirememişti. Bu nedenle üniversiteler ve öteki devlet kuruluş ve
kurumları Cumhuriyet'i ve devrimlerini savunmayı göze alabiliyordu.
Artık o günler çok geride kaldı: Cumhuriyet'in, devrimlerin
ve cumhuriyetçilerin arkasında tarafsız, "Özgürlük, Eşitlik,
Kardeşlik" ilkesine inanan ve uygulayan bir devlet yok.
30 Eylül 2013 günü, TBMM'nin dönem açılışına, Cumhurbaşkanı
Gül'ün eşi, karşı devrimin simgesi olan türbanıyla katıldı. Ve o zamanın
Dışişleri Bakanı Gül, Cumhurbaşkanı olarak intikam yeminlerinin yerine
getirildiğine tanık oldu. (Devam edecek).
Bütün gazeteciler ve gazete çalışanları için söylemiyorum:
Yeryüzünün en rezil insanları gelmiş de Türkiye'de gazete yazıcısı olmuş sanki.
Bunu anlamak için, Demokratikleşme Paketi (!) hakkında yazılan yazılardan bir
antoloji yapmak yeter. Yüzde 99,999'u yazmayı bıraktıkları günün üzerinden bir
hafta geçmeden unutulacak zavallılar. Fabrika kapısında mesai kartı basar gibi,
bordro imzalar gibi yazarlar. Yazı sorumlulukları olmadığı için utanmaları da
yoktur. Tezgahlarında, aynı tezgahta, değişik marka otomobil üreten fabrikalara
benzerler. Ama fabrikaların sorumluluk ilke ve duygusu vardır, bunlarda böyle
bir şey yoktur.
Bunlardan bazıları, ücretli askerler, son Gezi olaylarını
fırsat bilerek saf değiştirmeye başladılar. Aslında yaptıklarına saf
değiştirmek de denemez, henüz karşı saflara iltica etmediler, bulundukları
siperleri terk etmeden, kapısına kul oldukları efendilerine ateş etmeye
başladılar. Karşı saflarda duran, bir zamanlar birlikte olduktan sonra ihanet
ettikleri eski yol arkadaşlarına işmar ediyorlar.
Roger Garaudy onurlu, şerefli ve haysiyetli bir insandı:
Komünizmi terk etmiş Müslüman olmuş ve orada kalmıştır. Bunlar öyle değil,
batan geminin fareleri! AKP gemisinin batmakta olduğunun ilk ve somut
işaretleri, bunlar. Bir başka iktidar gemisi beklemeye başladılar.
***
Bozguna uğramış liberalizm ordusunun uzatmalı çavuşlarından
Atilla Yayla Demokratikleşme Paketi üzerine yazıyor:
"Siyasi partilerle ilgili değişiklikler yerinde ama
meselenin özüne dokunmaktan uzak. Mevcut Siyasi Partiler Kanunu'nun en büyük
mahzuru, siyasi partilere ideolojik bir kılıf giydirmek istemesi. Kanuna göre,
bütün partiler Atatürkçü olmak zorunda. Bu siyasi çoğulculuğu öldürüyor.
Partileri devletleştiriyor. Aynı ana partinin şubeleri haline getiriyor... Bu
yüzden SPK (Siyasi Partiler Kanunu) Atatürkçülükten arındırılmalı."(Yeni
Şafak, 03.10.13)
Şimdi kimileri öfkeli deve gibi köpürecekler. Ama
köpürmeleri gereken Atilla Yayla değil, başkaları. Kenan Evren'in tayfaları.
Atilla Yayla, 12 Eylül rejimi tarafından çıkartılan 22 Nisan
1983 tarih ve 2820 sayılı kanunun 4.maddesinden şikayetçi. Okuyalım:
Madde 4 - Siyasi partiler, demokratik siyasi hayatın
vazgeçilmez unsurlarıdır. Atatürk ilke ve inkılaplarına bağlı olarak
çalışırlar.
Siyasi partilerin kuruluşu, organlarının seçimi, işleyişi,
faaliyetleri ve kararları Anayasada nitelikleri belirtilen demokrasi esaslarına
aykırı olamaz.
Şimdi bir de şöyle yazıp okuyalım:
Madde 4 - Siyasi partiler, demokratik siyasi hayatın
vazgeçilmez unsurlarıdır. Cumhuriyet'in ilke ve devrimlerine bağlı olarak
çalışırlar.
Siyasi partilerin kuruluşu, organlarının seçimi, işleyişi,
faaliyetleri ve kararları Anayasada nitelikleri belirtilen demokrasi esaslarına
aykırı olamaz.
***
12 Mart ve 12 Eylül'de, cahil milleti Atatürk düşmanı yapan
generaller, her derde deva ebe gömeci gibi her yerde onun adını kullanarak her
şeyi berbat ettiler. Askerin sevdiği sözcükle bu "gabi" tayfası
Atatürk'ün dokunulmaz adını dokunulur kıldılar. Cumhuriyet varken Atatürk'ün
adının ne işi var yasada? Güzelim "Türküm, doğruyum" andına ekleme
yaparak, sevimsiz hale getirdiler:
"Türküm, doğruyum, çalışkanım. Yasam: Küçüklerimi
korumak ve büyüklerimi saymak, yurdumu, ulusumu özümden çok sevmektir. Ülküm:
Yükselmek ve ileri gitmektir. Varlığım Türk varlığına armağan olsun!"
Bu güzelim anda, 12 Mart faşistleri akıllar sıra şu budalaca
eklemeyi yapmışlar:
"Ey bugünümüzü sağlayan ulu Atatürk, açtığın yolda,
kurduğun ülküde, gösterdiğin amaçta hiç durmadan yürüyeceğime and içerim. Ne
mutlu Türküm diyene!"
1933'te uygulamaya konulan metindeki "Türk"e
itiraz etmek alıngan bir ırkçılıktır.
Fransa cumhurbaşkanları, konuşmalarına "Français,
Françaises" (Fransız Baylar, Fransız Bayanlar!" diye başlarlar. Çünkü
Fransa devletinin kimlik verdiği herkes "Fransız"dır.
"Türk" sözcüğü de "kafa kağıdı" ile ilgilidir.
***
Siyasi Partiler Kanunu, benim yazdığım gibi yazılsaydı,
Atilla Yayla "SPK Atatürkçülükten arındırılmalı" diye bir cümle
yazamazdı. Bir adam Atatürk'e karşı ise kimse bir şey söyleyemez. Ama aynı adam
"Ben cumhuriyete karşıyım!" diyemez. Atatürk'ü sevmeden cumhuriyetçi
olabilir. Ama rejimi ve yasaları cumhuriyetten arındırarak cumhuriyetçi
kalamaz.
Atatürk adıyla her kapıyı açmak ve kapatmak isteyenler, onun
güzelim adını bozuk para gibi harcadılar.
Türkiye Cumhuriyeti varken, "Atatürk cumhuriyeti"
demek ne demek?
Cumhuriyet devrimleri varken, "Atatürk devrimleri"
demek ne demek?
Atatürk'ü , dil bilincinden yoksun oldukları için,
"Kişiye Tapınç"a sapan bu türden Atatürkçülerden korumak gerek.
***
Şimdi benim sözüm, AKP tarikatı hükümetinin çıkardığı
Demirkıratlaşma Pakettası'nı beğenenlere değil, karşı olanlara. Sözüm,
"Türküm, doğruyum!" andının kaldırılmasına feryat edip, türbanın
kamusal alanda kullanılmasını alkışlayan, genel liselerin imam-hatiplere
dönüştürülmesine ses çıkarmayan MHP'ye değil, CHP'ye:
İmam-hatip okulları pirinhalar gibi laik okulları yerken,
kiminiz demokrat (!) görünmek için, kiminiz (CHP) muhafazakar oyları kazanmak
için sesinizi çıkarmadınız. Pirinhalar devrimi paralayıp karşı devrimi
yumurtladılar. Şimdi karşı devrime türbanı üniforma olarak giydiriyorlar.
Neden? Çünkü laikçi (!) görünmemek için laiklik sözcüğünü kullanmaktan
korktunuz. Laik bilinç olmadan cumhuriyetçilik, halkçılık ve devrimcilik olur
mu?
Ne oldu? Karşı devrim pirinhaları, türbanın kamusal alanı
ele geçirmesiyle yetinmiyorlar, yargının, polisin ve TSK'nın da kullanmasını
istiyorlar. Polis çoktan razı bu işe. TSK da boyun eğer. Hatta imamları
Harbiyelerine alır.
Zaten türban Okul'a girdiği gün ne Cumhuriyet kalmıştır
artık ne de devrimleri... Böyle biline!
AKP Genel Başkan Yardımcısı ve Parti Sözcüsü ve yazdığı
"Temizlik Doğudan Gelir" adlı bilimsel (!) araştırma kitabıyla bir
temizlik uzmanı olduğunu kanıtlamış olan Doç.Dr.Hüseyin Çelik,
demokratikleştirme paketine yönelik eleştirilere "1923'te Cumhuriyet
kuruldu. O devrimler ve reformlar demokratik usüllerle yapılmadı bir kere. Biz
demokratik yapıyoruz" (Cumhuriyet, 04.10.13) karşılığını vermiş. Bu
karşılığı hangi sıfatıyla verdi acaba? Said Nursi hayranı olarak mı?
Bay Hüseyin Çelik'in sözünü ettiği, mevcut anayasanın
174.maddesinin koruyucu kanatları altında bulunan 8 devrim yasası, Büyük Millet
Meclisi'nden çıkmış, tarih ve numaraları belli yasalardır. Söz konusu yasaları
kabul eden milletvekilleri, Bay Çelik kadar demokratik yöntemlerle
seçilmişlerdir. Bay Çelik yoksa birinci ve ikinci Büyük Millet Meclisi'ni meşru
bulmuyor mu? Kendilerinin 18 maddelik paketiyle ilgili yasalar çıktığı,
yönetmelikler yapıldığı zaman, bunların anayasaya ve yasalara uygun olup
olmadıklarını göreceğiz. Halep oradaysa arşın burada!
***
Bay Hüseyin Çelik'in savunduğu paketi, Anayasa'nın laiklik
ilkesine aykırı davranmaktan sabıkalı bir hükümet hazırlamıştır. Bu pakette de,
hukukçuların belirttiğine göre, Anayasa ve yasalara, Anayasa Mahkemesi,
Danıştay ve AİHM kararlarına aykırı hususlar bulunmaktadır. Bu kadarı bile
reformlarının demokratik olmadığının önsel ( a priori) kanıtıdır.
***
AKP'nin bence başından bu yana malum olan siyasal ve
toplumsal amacı, çıkardığı yasalar, yönetmelikler ve yasal olmayan
uygulamalarıyla artık iyice ortaya çıkmış bulunmaktadır. Bu müstebit iktidarın
en önemli amacının, Cumhuriyet'in verdiği bütün demokratik-laik hakları
vatandaşların elinden almak olduğu anlaşılmaktadır.
AKP tarikatı iktidarının hükümeti ve belediyeleri ile yapmış
olduklarını hatırlayıp değerlendirmeye katmadan söz konusu paketi kolay kolay
anlayamayız.
Aklıma ilkin Tevhid-i Tedrisat Kanunu'nun fiilen
kaldırılması, 4+4+4 yasası, okullarda mescit açılması, din dersleri
öğretmenlerine okulda ve okulun çevresinde verilen özel görevler, hastanelere
din görevlileri atanması, Diyanet İşleri Başkanlığı'nın din görevlilerinin
bakanlıklara transfer edilmesi (aktarılması) için bir dağıtım merkezi olarak
kullanılması ve bu yöntemle sadece Milli Eğtim Bakanlığı'na 5 bin 360 geçiş
sağlanması, mümkün olan her dereceden yönetim makamlarına din görevlilerinin
atanması, Dışişleri Bakanlığı'na AKP yandaşlarının yabancı dil bilme koşuluna
bakılmaksızın atanması; kadınların kamusal alan ve çalışma hayatından
uzaklaştırılması için özel bir politika izlenmesi... Bir anda aklıma gelen
bunlar.
Bunları hesaba katmadan, kamu kurumlarında çalışan
kadınların başlarının açık olması zorunluluğunun kaldırılmasının ne anlama
geldiği kolayca anlaşılamaz.
Kamusal alanda (devlet dairelerinde) ve eğitim kurumlarında
bireylerin herhangi bir dine aidiyetlerini açıkca belli eden işaret ya da
kıyafet taşımaları cumhuriyet devletinin laiklik ilkesine aykırı olduğu için,
kıyafet ve işaretler yasa tarafından yasaklanmıştı. Bu yasakların vatandaşların
din ve inanç özgürlüklerini engellediği iddiası Anayasa Mahkemesi, Danıştay ve
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi tarafından reddedilmiş, dolayısı ile türban
takmanın Anayasa'ya ve yasalara aykırı olduğu onaylanmıştır.
Kadınların, dinsel inançlarını ileri sürerek, devlet
dairelerinde ve okullarda başları türbanlı çalışmak için Anayasa, yasa ve
yönetmelikleri zorlamaları, AKP iktidarının laiklik karşıtı politikasını
uygulama programı içinde görülmelidir.
Son on yıl içinde yapılan kamuoyu yoklamaları türbanlı
kadınların sayısının yüzde 25 oranında arttığını göstermektedir. Meşru
engellerin ortadan kaldırılması bu sayının artmasına ve orta çıkan görüntünün
başı açık kadınları baskı altına kalmalarına yol açacaktır. Bunun sonucu olarak
türban, kadınların baskı altına alınmasının aracı olacaktır. Daha şimdiden
ilkokul öğrencileri hedef olarak gösterilmektedir.
Sonuç olarak laik cumhuriyet toplumu, baskı altında , bir
İslami toplum haline getirilecektir. Bunun kaçınılmaz sonucu olarak kamusal
alan laikliğin sağladığı "nötr" olma niteliğini yitirecek ve
toplumumuz ikiye bölünecektir. Bu son derece tehlikeli, toplumsal bütünlüğü yok
edecek bir durumdur.
Türbanın kamusal alanda yaygınlaşıp doğal hale gelmesi,
peçe, çarşaf, burka gibi giyim tarzlarının da önünü doğal olarak açmış
olacaktır.
***
AKP hükümetinin topluma zorla kabul ettirmek istediği
şeylerin tamamı, ülke yönetimini, laik düzenin yerine referansları din olan bir
yönetim biçimine götürmeyi amaçladığını göstermektedir ki, bu da, Anayasa
Mahkemesi'nin bu parti hakkında verdiği hükmün ne kadar haklı olduğunu
göstermektedir. Yapıp ettikleri, bu partinin artık yasa dışına çıktığını kanıtı
olmak gerekir.
Uygar dünya ile İslami Arap ülkelerinin arasındaki gelişmişlik
farkı, dinsel kurallara dayalı yönetimlerin gelişmeyi engellediğini gösteriyor.
Müstebit yönetimlerin ve çağ dışı din adamlarının etkisi altında afyon haline
gelmiş dinin bireysel huzur ve mutluluk verse bile toplumları kötürüm ettiği
tarihsel bir gerçek. Gündelik yaşamı yönlendiren dinsel kurallar bireysel
uygulamaların dışına çıktığı ve politik bir zorba güce dönüştüğü zaman, El
Kaide ve benzeri toplulukların kendi kafalarına uygun bir din diktatörlüğü
yaratma tutkularını körüklemektedir.
AKP tarikatı hükümeti hedefine vardığı zaman, siyasallaşmış
din yönetimde, iktidar şu ya da bu şekilde, silahlı mücahitlerin eline
geçecektir. Arap dünyasında olanlar ve yaşananlar bu tehlikenin pek uzaklarda
olmadığını gösteriyor.
AKP tarikatı hükümetinin reisi R.T.Erdoğan 13 Ekim günü
Adana'da yaptığı konuşmada özetle şunları söylemiş:
- 'Milliyetçiyim', 'ulusalcıyım' diyenler bu ülkenin
pasaportunun, liramızın itibarını yerlerde süründürdü, biz yücelttik.
-Biz slogan milliyetçisi değiliz. Bizim için milliyetçilik millet
için hizmet üretmek, milletin itibarını yüceltmek, milletin ihtiyaçlarına cevap
vermektir.
-Her sabah çocukları sıraya dizip, yağmurun, karın, soğuğun,
sıcağın altında o çocuklara ta 33'lü yıllardan kalma, geri kalmış ülkeleri
çağrıştıran, soğuk savaş döneminin demir perde ülkelerini hatırlatan sloganlar
attırmak milliyetçilik değildir. Öyle kafatası milliyetçiliğiyle ülkeler
kalkınmaz.
- Türküm' dediler, ama Türkiye'nin itibarını yerlerde
süründürdüler.
-'Doğruyum' dediler Türkiye'yi yolsuzluğa mahkûm ettiler.
-'Çalışkanım' dediler, yıllarca yan gelip yattılar."
***
Türkiye'nin yakın tarihini bilenler R.T.Erdoğan'ın bu
iddialarına burunlarıyla gülerler. R.T.Erdoğan'ın işaret ettiği dönem 1923-1950
arasıdır. Cumhuriyet'in o dönemde yapmış olduklarının sayısına, kalitesine,
ulusal ekonomiye katkısına, kalkınma hız ortalamasına erişmek için
R.T.Erdoğan'ın ve partisinin kırk fırın ekmek yemesi gerekir. O dönemde kaç
ülke Türkiye'den vize istiyordu, şimdi kaç ülke vize istiyor. 1923-1950
arasında dolar/Türk lirası paritesi ne idi, şimdi ne?
CHP'nin bu türden fos iddalara vereceği cevaplar,
R.T.Erdoğan'ı yalancı çıkartır.
"Türküm" demişler, ama Türkiye'nin itibarını
yerlerde süründürmüşler; "Doğruyum" demişler Türkiye'yi yolsuzluğa
mahkum etmiştir; "Çalışkanım" demişler, yıllarca yan gelip yatmışlar.
Bu türden fos iddialarda bulunmak için insanın utanma
duygusu ve vicdandan yoksun olması gerekir. Bunun da cevabını CHP vermelidir.
Ancak şu sorulabilir:
Türkiye'nin itibarı yerlerde süründüğü için mi Birleşmiş Milletler'in,
UNESCO'nun, Avrupa Parlamentosu'nun kurucu üyesi oldu?
1923-1950 yılları arasında, AKP döneminde yapılan
yolsuzluğun binde biri yolsuzluk olmadı. Dönemin siyasetçileri ve aileleri on
yıl içinde köşe dönüp sınıf atlamadılar; çoğu kuru emekli maaşı yoksulu olarak
siyaseti bıraktı, öldükleri zaman çoğunun cebinde sadece 5-10 lira vardı.
Soğuk savaşın 1945 yılında başladığını ve Demir Perde
deyiminin bu tarihten sonra icat olduğunu bilmeyen biri gerçekle yanlışı böyle
birbirine karıştırır.
1994 yılında bir söyleşiye verdiği cevapta (Metin Sever-Cem
Dizdar, İkinci Cumhuriyet Tartışmaları, Başak Yayınları, s.430)
"Türkiye'nin emperyal bir vizyon taşıyacak bir gücü vardır" diyen
R.T.Erdoğan kendi ağzıyla yan gelip yattılar iddiasını yalanlamaktadır. 1994
yılında "Emperyalist bir güç olabilir" dediği devleti yan gelip
yatanlar kurmuş olamaz. Ayrıca iktidara geldiklerinden bu yana sata sata
bitiremedikleri fabrika, kuruluş ve kurumları kim kim yaptı, kim yarattı? Kendi
ağzıyla kendini yalanlayan bir tuhaf insan!
***
R.T.Erdoğan, imam-hatip mezunu olduğu için kendini ulema
sayıyor, daha doğrusu sanıyor ve Cumhuriyet'in ortadan kaldırdığı asalak ve
gerici Ulema (İlmiye) Sınıfını yeniden ihya etmek ve canlandırmak istiyor.
Amaç: Bu sınıf ve tarikatlar marifetiyle toplumu denetim altında tutup gütmek.
Başta eğitim-öğretim kurum ve kuruluşları olmak üzere, her bakanlığa ve devlet
kurum ve kuruluşlarına din adamı atanması bu kirli ve tehlikeli amacı ele
veriyor.
Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı
öğretim üyesi Prof.Dr. Burhanettin Kaya, AKP hükümetinin son yıllarda "Din
Psikolokluğu" diye yeni bir kavram icat ettiğini ve bunu klinik
hizmetlerine sokmaya çalıştığını belirmiş. (Cumhuriyet, 28.09.13)
Çağa uyumsuzluğu ve sapkınlığı kanıtlanmış selefi kafanın
pek yakında İslami fizik, kimya, tıp,uzak geometrisi ve çarpım tablosu icat
etmesi beklenir.
Bütün valilerin, kaymakamların, yargıçların, savcıların ve
avukatların, öğretmenlerin, üniversite öğretim üyelerinin, aklınıza gelen bütün
sivil ve teknik meslek mezunlarının, polislerin ve hele subayların; meslek
sahibi ve ev kadını kadınların tamamının imam-hatip okullarından mezun olduğunu
düşünün: Hurafelerle sıvanmış bir sığ din bilgisi almış tarikat şeyhlerinin
rehberliğinde cehalet bataklığında debelenen bir kitle.
R.T.Erdoğan bu kitleyi elbette kolayca yönetir ama bu
kitlenin egemen olduğu bir toplum önce manyaklaşıp travmaya girer; sonra
kudurur.
***
Atatürk 16 Mart 1923 günü Adana'da bu konuda şunları söyler:
"Tarihimizi okuyunuz.. görürsünüz ki milleti mahveden,
esir eden. Harab eden fenalıklar, hep din kisvesi altındaki küfür ve melanetten
gelmiştir. Onlar (din adamları) hür türlü hareketi dinle karıştırırlar."
(Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri, Türk İnkilap Tarihi Enstitüsü Yayınları, 1952.
S.127)
Cumhuriyet Tevhid-i Tedrisat Kanunu'nu bu nedenle çıkarmış,
medreseleri bu nedenle kapatmış ve imam-hatip okulları ile ilahiyat
fakültelerini "aydın ve çağdaş" din adamı yetiştirmek izin kurmuştu.
Cumhuriyet'in bu konuda başarılı olduğunu söylemek ne yazık ki mümkün değil.
Din adamı kitlesi sınıf haline gelecek ve yamandığı iktidardan pay istemeyecek!
İşte bu mümkün değil. Cumhuriyet 1950'ye kadar böyle bir oluşuma izin vermedi.
Din adamları işte bu nedenle camileri siyaset meydanına çevirdi ve 1923-1950
döneminde bile CHP aleyhinde çalıştı.
AKP, türbanı kamusal alanda, devlet dairelerinde ve
okullarda serbest bırakarak, ulema sınıfına dindarlığı müemmen ve müseccel bir
memureler ve muallimeler alt sınıfı eklemek istiyor.
Ulemanın ve ilmiye sınıfının 19 ve 20 yüzyıllarda istibdat
borusu ötmüş olabilir. Ama 21.yüzyılda laikler şu ya da bu şekilde dinci
yönetimin istibdadından kurtulabilir. Fakat başta dinci hatunlar olmak üzere
din zaptiyelerinin tamamı çağa uyumsuzluktan dolayı kafayı oynatır!
İslam dinine en büyük kötülüğü Kuran'ı saptıranlar, hadis
uyduranlar, yanlış ve sapkın tefsir yapanlar, kutsal kitabı kendi dillerine
çevirirken sansür uygulayan çevirmenler, kısaca din adamları yapmıştır.
Müslüman ülke ve halkların geri kalmışlığından ve sefaletinden bu insanlar
sorumludur.
Osmanlı devletinin yıkılmasına da bu insanlar yani ulema ve
ilmiye sınıfı yol açmıştır. Ulema cahildir, ezberci, yanlış ve yalan
nakliyecisidi. Ulema sınıfına giren kadılar rüşvet konusunda aliyyülalâ
derecesindedi. Her dereceden medrese, Osmanlı ülkesinde, dört işlem hesabından
habersiz cahil ve yobaz din adamı üretmekteydi. Sem de seri halde!
Günümüzde, bu türden din adamları (ki yüzde 99'u böyledir) yalanları
ile imam-hatip okullarını ve türbanı ülkenin başına belâ ettiler.
2013 yılının ekim ayında imam-hatip mektepleri (medreseleri)
ile türban, Cumhuriyet'e karşı başlatılan cihatta başarı kazanmış görünüyor.
İmam-hatip medreseleri ile türbanın, Cumhuriyet için ne
büyük tehlike oluşturduğunu yıllarca fark etmemiş olan yazıcı ve akademisyen
tayfasını lânetlemekten başka çare yok artık.
***
Türbanın ve genel olarak kadın baş örtüsünün Kuran'da hiçbir
kaynağı bulunmuyor. Günümüzün güya dini bütün hatunlarının taktığı türde
türbanın tarif edildiği ve emir buyurulduğu tek bir âyet yok Kuran'da.
Türban konusunda yazdıklarımı Demokrasisiz Demokrasi
(Cumhuriyet Kitap) adlı kitabımın "Din ve İman Manzaraları" bölümünde
(S.15-171) ve imam-hatip konusunda yazdıklarımı ise Direnen Cumhuriyet (Destek
Yayınları) adlı kitabımda okuyabilirsiniz.
Bugün bu yazıda türban konusuna değineceğim:
***
Kuran âyetleri, kadını baskı altında tutmak için tefsirciler
tarafından bile bile yanlış tefsir edilmiştir. Yanlış tercüme ve tefsir edilen
âyetlerin başında Nur Suresi 31. âyet (24:31) gelir.
Bilinen Kuran tercümelerinin en eskisi olan, Muhammed Bin
Hamza'nın XV.yüzyıl başlarında yaptığı çeviride Nur Suresi 31. âyet şöyle ifade
edilmiş:
"Dakı eyit mu'mine avratlara: Örtsünler gözlerinin bir
nicesin, dakı saklasunlar ferçlerini. Dakı göstermesünler bezeklerini, illâ anı
kim görindi andan ya'nî taş ton. Dakı bıraksunlar derinceklerini, göncükleri
üzerine..." (Kültür Bakanlığı Yayınları,1976)
Bu tercümenin günümüz dilinde çevirisi:
"İnanan kadınlara da söyle: Gözlerini (harama
bakmaktan) sakınsınlar, cinsel organlarını da saklasınlar. Ancak, dış
giysilerinden görünenlerin dışında göstermesinler süslerini. Başörtülerini de
yakaları üzerine bıraksınlar..."
***
Muhammed Bin Hamza'nın çevirisinde dikkat edilmesi üç nokta
var:
1.Ferç: Kadın cinsel organının sözlükteki karşılığıdır.
Demek ki kadın cinsel organı sözlük adıyla geçmektedir.
2.Süs: Bu sözcük, yapay süsten çok, bedensel güzellikle
ilgili olmalı.
3.Yaka: Bu sözcük de giysi yakasıyla ilgili değil. Bedenin
göğüs bölgesini işaret ediyor.
***
Eski Diyanet İşleri Başkanlarından Süleyman Ateş 19.12.2010
tarihli Vatan gazetesinde yayınlanan yazısında adımı anmadan yazılarımın
çarpıtma olduğunu ileri sürdü.
Şimdi kendisinin çevirisini aktaralım:
"İnanan kadınlara da söyle: Bazı bakışlarını kıssınlar,
ırzlarını korusunlar. Süslerini göstermesinler; ancak kendiliğinden görünenler
hariç. Baş örtülerini (göğüs) yırtmaçlarının üstüne koysunlar..." (Hayat
Yayınları, 2012)
Kuran "Cinsel organlarını göstermesinler" diyor,
Süleyman Ateş "namuslarını korusunlar" diye çeviriyor. Ayeti çarpıtan
bizzat kendisi.
O dönemde Arap yarımdasında yaşayan erkek-kadın bütün
insanlar (Museviler, Hıristiyanlar, Putatapanlar) çöl güneşine ve kumlarına
karşı kendilerini korumak için "hımar" (örtü) takıyorlardı. Demek
oluyor ki hımar dinsel değil, geleneksel bir takıdır ve âyetin baş örtmekle ilgisi
yoktur. Ayet, kadınlara, vücudunuzun, dış giysilerinizin açıkta bıraktığı
bölgeleri (göğüsleri) kapatmak için örtülerinizin sarkan ucunu kullanın diyor.
Açıkcası "memelerinizi de hımarla örtün" diyor.
Peki, günümüz türbaniyecileri göğüslerini neden türbanlarının
ucuyla kapatmıyorlar? Kapatmayarak âyete karşı gelmiyorlar mı? Gelmiyorlar,
çünkü artık sutyenleri var, giysileri göğüslerini kapatacak şekilde kesimli.
Artık, başlarını güneş ve kuma karşı korumaları gerektiği zaman onlarca olanağa
sahipler.
Yaninin yanisi: Türban dinsel bir emir ve zorunluluk değil!
Siyasal bir simge. Siyasal islamın simgesi. O halde bir kez daha Anayasaya,
yasalara, Anayasa Mahkemesi kararlarına, Danıştay kararlarına, yönetmeliklere
aykırı. Dolayısıyla AKP tarikatı iktidarının demirkıratlaştırma paketinin
ilgili maddesi yasadışı.
***
Gene Süleyman Ateş, Vatan gazetesinde (13.10.2010) din
bilgini ve filozof Yaşar Nuri Öztürk'ü eleştirirken, Nur suresi 31. âyetin
türbanla ilişkisini kanıtlayamayınca, bu kez, Azhap suresi 59. âyete baş
vurmakta ve "Demek ki aslında emrin amacı dini değil, toplum düzenini
korumaktır" demektedir. Koskoca Süleyman Ateş, türbanın Kuran buyruğu
olduğunu kanıtlayacak tek bir âyet gösterememektedir.
Beni eleştirdiği yazıda ise "Kur'ân uzmanları , 1400 yıldan
beri tefsirlerde böyle açıklıyor" diyor. Demek ki kadınları ezmek ve
kıskanç erkekleri tatmin etmek için kutsal kitabı bile bile yanlış
yorumlamışlar. Günah işlemişler. "Ardından şöyle diyor: "Gerçekte baş
örtüsü İslâmın getirdiği bir şey değildir... İslâmdan önceki Arap toplumunda da
hür kadınların simgesiydi."
Demek ki Türkiye'de türban takmayan kadınlar özgür kadın
değil, köle!...
***
Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nın AKP tarikatı hükümetinin
kâbusu olan ve cumhuriyetin niteliklerini saptayan ikinci maddesini anımsayalım
isterseniz:
"Türkiye Cumhuriyeti ... demokratik, lâik ve sosyal bir
hukuk devletidir."
Maddenin cümle kuruluşu Türkiye Cumhuriyeti'nin ilkin bir
hukuk devleti olduğunu belirttikten sonra, bu hukuk devletinin temel
niteliklerini sayıyor: Demokratik, lâik ve sosyal.
Anayasanın bu maddesi ile değiştirilemeyecek maddelerle
ilgili dördüncü maddesi olmasaydı, AKP tarikatı hükümeti bu anayasayı sonsuza
kadar kullanırdı.
***
R.T. Erdoğan, parti grubunun yeni yasama yılının ilk
toplantısında, zembilden çıkardıkları demokratikleştirme paketini savunuyor:
"(1) Devlet vatandaşına yaşam tarzı, inanç, mezhep,
değer dayatamaz. //
(2) Çocukluktan başlayarak format atamaz. Tek tip, standart
vatandaş yetiştirmek için vatandaşlarına zulmedemez."
Ele aldığı konuları, kullandığı sözcük ve kavramları, ne
yazık ki yeterince bilmeden konuşan ve bu nedenle de bir çelişkiden ötekine
düşen Başbakan, gene aynı şeyi yapıyor. Birinci cümlede anayasanın ikinci
maddesinde ifade edilen laikliğin bir tanımını yapıyor ama ardından laikliğin
uygulamasına karşı çıkıyor. Karşı çıkıyor olsa neyse, olguyu yanlış yorumluyor.
Konuşmanın başında "(2)" bulunan bölümünde, Laik
Cumhuriyet'in temelini oluşturan Devrim Yasaları'na karşı çıkıyor. Anayasasında
laiklik ilkesi bulunan bir cumhuriyetin bütün yasalarının, yönetmeliklerinin,
tüzüklerinin bu ilkeye uymak, yani laik olmak zorunda olduğunu bir türlü kabul
edemiyor. Ve uygulamayı formatlamak sayıyor.
Türkiye Cumhuriyeti, 1923-1950 döneminde, başta ulusal
eğitim ve yargı olmak üzere devlet kurum ve kuruluşlarında, vatandaşına yaşam
tarzı, inanç, mezhep, değer dayatılmasına son vermek için, dinin ve din
adamlarının toplumu ve bireyi baskı altına almasını engelleyecek bütün yasal
önlemleri aldı. Bu yasal önlemler Devrim Yasaları olarak ortaya çıktı. Başbakan
ve konuşmasında sözünü ettiği "dava arkadaşları" ve bunların
öncülleri laik devletin "dini olmayan bir devlet olduğu" gerçeğini
bir türlü kabul edemediler. "Dini olmayan devlet" ile "dinsiz
devleti" birbirine karıştırdılar. Türkiye Cumhuriyeti Müslüman, Hıristiyan
ve Musevi bir devlet olmadığı gibi ateist bir devlet de değildi. Laik devlette,
bireylerin ve toplumun Allahı, peygamberi ve kutsal kitabı vardır; ama devletin
yoktur: Karşıdevrimci akım bu gerçeği, devletin kendisini bu ilkeye göre
örgütlemesini bir türlü kabul edemedi.
Laik okulda elbette halkın çoğunluğunun dini öğretilemezdi,
peygamberinin hayatı öğretilemezdi, laik okulda mescit bulunamazdı. Çünkü laik
devlet kamusal alanları nötralize etmek zorundaydı; toplumsal hayatın gerek ve
zorunluluklarını laiklik ilkesine göre düzenlemek zorundaydı.
Başbakan ve dava arkadaşları ve bunların öncülleri işte bunu
kabul etmediler ve edemiyorlar.
Laik devletin uygulamalarını işte bu nedenle
"zulüm" olarak niteliyorlar. Kendi İslam anlayışlarını başkalarına
zorla kabul ettirmelerinin engellenmesini "zulüm" olarak
adlandırıyorlar. Türbanı dinsel simge halinde getirmemiş olsalardı, türban
sorunu diye bir şey olmazdı bu ülkede. Kadınların geleneksel bir süslenme tarzı
olarak kabul görürdü. Ama bile isteye ve bir komplo olarak türbanı bir dinsel
simge ve inanç özgürlüğü sorunu haline getirdiler; anayasa ve yasaları
çiğneyerek zorla kamusal alana girdiler.
***
R.T. Erdoğan, Cumhuriyet'in okulları ve kamusal alanı
dinsellikten arındırarak nötralize etmesini çocuğa format atmak olarak sunuyor.
Doğrudur, devlet okullarda cumhuriyetin ve laik eğitimin ilkelerini uygulayarak
çocukları gerçekten formatlamaya çalışmıştır. R.T. Erdoğan ve dava arkadaşları
gibi imalat hataları bulunduğuna göre bu konuda başarılı olduğu da söylenemez.
Ancak, bilinmesi gereken şu ki, her devlet, anayasasında yazan ideolojiye göre
öğrenci çocuklarını formatlar. Suudi Arabistan'ın formatı İslamidir, asla laik
ya da bir başka din olamaz. Türkiye Cumhuriyeti de laik bir devlet olduğuna
göre eğitimin formatı da laik olacaktır.
Başbakan R.T. Erdoğan'ın ne yazık ki "devlet
hikmeti"nden yani "Raison d'Etat"dan, devletin "hikmet-i
vücut"undan yani "Raison d'être"inden haberi yok. Haberi olsaydı
demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk devleti'nde dindar bir nesil yetiştirmeye
kalkışmazdı.
Başbakan R.T. Erdoğan, ne yazık ki, demokrasi ile otokrasiyi,
despotizmi birbirine karıştırıyor. Laik ve demokratik bir rejimde, okulların
dinlerden arındırılmış bir program uygulaması yasal ve meşrudur. Ama, laik ve
demokratik bir rejimde okulların dindar (ve kindar) bir nesil yetiştirmesi
yasadışı ve gayri meşrudur; dolayısıyla hem anayasal hem de yasal çok ağır bir
suçtur!
Başbakan ve dava arkadaşları bu suçun hesabını statüleri
gereği bir gün Yüce Divan'da vermek zorunda kalacak ve Demokratikleşme Paketi
bu davada kanıt olacaktır.
***
Milli Eğitim Bakanlığı'nın verilerine göre: AKP'nin iktidara
geldiği 2002 yılında ülkede 450 imam-hatip okulu varmış. Öğrenci sayısı 71 bin
imiş. 2013 yılında imam-hatip sayısı 2074 ve öğrenci sayısı 450 bin 969.
Laik bir cumhuriyette böyle bir sayı mümkün değildir. Bu
sayı laik demokrasiyi değil, teokratik despotizmi işaret eder.
On yıl içinde 450 imam-hatip okulunun 2074'e, 71 bin
öğrencinin 450 bin 969'a yükselmesi yasal ve anayasal bir suçtur. Laik ve
demokratik rejim karşıtı teokratik bir darbedir!
Osmanlı devletinin nasıl yıkıldığını merak edip öğrenmek
isteyenler günümüz AKP tarikatı hükümetinin on yıllık iktidar döneminde
yaptıklarını izlesinler. İzleme örnek konularından sonuncusu
"Demokratikleşme Paketi"dir.
AKP tarikatı hükümetinin hazırladığı Demokratikleşme Paketi'nin
10. maddesinde şöyle yazıyor:
"Anadil özel okulda: İsteyenler anadilde eğitim ve
öğretim yapan özel okullar açabilecek. Hangi dillerin kullanılabileceğini
Bakanlar kurulu belirleyecek. Belli dersler Türkçe okutulacak."
Bu konuda bulabildiğim en eski yazım 3 Şubat 2002 tarihli
Hürriyet gazetesinde yayımlanmış. Konuya hazırlık olmak üzere söz konusu yazımı
görüşünüze sunuyorum:
***
"Kürtçe eğitim"
("Tarihten ve geleneksel yönetim tarzından kaynaklanan
nedenlerden dolayı birden fazla resmî dili olan ülkeler (Belçika, İsviçre gibi)
de vardır.
Ama birkaçı dışında, dünyanın her ülkesinde eğitim
(anaokuldan üniversitenin sonuna kadar) o ülkenin resmî dilinde (dili ile)
yapılır. Ancak, Belçika tek resmî dilin kaynaştırıcı erdeminden yoksun olduğu
için, iki halkı özgür bıraksanız Vallonlar Fransa ile Flamanlar da Hollanda ile
birleşmek isterler. Belçika yok olur.
Şuraya varmak istiyorum: Türkiye Cumhuriyeti Anayasa'nın
'Türkçeden başka hiçbir dil, eğitim ve öğretim kurumlarında Türk vatandaşlarına
ana dilleri olarak okutulmaz' diyen 42. maddesine göre Türkiye'de Türkçeden
başka bir dilde (bir dil ile) eğitim yapmak olanaksızdır. Çünkü ardından resmî
yazışmaların, yargının dili gelir. Durup dururken Belçikalaşırsınız.
***
Köşe sahibi olmuş, birtakım fetvacı gazete yazarının
'Anadilde Eğitim' deyişini elleri titremeden kullanmalarını, Türkçe bilincinden
yoksun olmalarına bağlamamız gerekiyor. Belki kabalaştım, ama ülkenin huzuru
söz konusu olunca 'kibarlık'ı bir yana bırakmak da kaçınılmaz oluyor.
Bu konuda onlarca sayfa yazı yazmama karşın derdimi anlatmak
konusunda yeteneksiz olduğuma inanmak üzereydim ki Milli Eğitim Bakanı Metin
Bostancıoğlu imdadıma yetişti. Talim ve Terbiye Kurulu'nda Anadolu liselerinde
yapılacak reformla ilgili çalışmaların sürdürüldüğüne dikkat çeken Bakan
yapılan çalışmaları şöyle özetliyor: 'Yabancı dille eğitim yerine, daha yoğun
bir şekilde yabancı dil eğitimi yapılacak.' İşte sonunda Türkçeyi doğru konuşan
bir insanoğlu! Bakan şunu demek istiyor: Artık Anadolu liselerinde dersler
yabancı dille (dilde) değil, Türkçe okutulacak, ama yabancı dil öğretimine de
ciddi ağırlık verilecek.
***
Avrupa Birliği'nin 'Türkiye İçin Katılım Ortaklığı' metnini
devlet de, hükümet de, vatandaş hazretleri de çok iyi anlamak zorundadır. Ne
diyor söz konusu belge?
'Kültürel çeşitliliğin sağlanması ve kökenlerine
bakılmaksızın tüm vatandaşların kültürel haklarının güvence altına alınması. Bu
hakların kullanılmasını engelleyen her türlü yasal hüküm - eğitim alanındakiler
de dahil olmak üzere - kaldırılmalıdır.' ('Ensure cultural diversity and
guarantee cultural rights for all citizens irrespective of their origin. Any
legal provisions preventing the enjoyment of these rights should be abolished,
including in field of education.')
Görüldüğü gibi Avrupa Birliği, anayasanın 42. maddesinin
kaldırılarak Kürtçenin eğitim-öğretim dili olmasını istemiyor. Böyle olsaydı,
kısa vadeli hedefler arasında yer alan 'Türk vatandaşlarının kendi
anadillerinde televizyon ve radyo yayını yapmalarını yasaklayan her türlü yasal
hükmün kaldırılması' maddesinde olduğu gibi bunu açıkca yazardı. Yazmadığına
göre, ne istiyor Avrupa Birliği?
Avrupa Birliği, vatandaşların kültürel haklarının devlet
tarafından güvence altına alınmasını istiyor. Vatandaşların, devletin resmî
dili olmayan anadillerini öğrenme talepleri bu güvencenin kapsamına girmez mi?
Galiba giriyor. Ama Kürtçenin Türkiye Cumhuriyeti okullarında eğitim ve öğretim
dili olması bu güvencenin kapsamı dışında. Zaten hükümet de 'Kürtçenin eğitim
ve öğretim dili olması şöyle dursun seçmeli ders bile olamaz!' diyor. Buna
karşılık, kışkırtılmış öğrenciler de Kürtçenin eğitim-öğretim dili ya da
seçmeli ders olması için dilekçe veriyorlar.
***
Bu son derece tehlikeli kör döğüşte, Avrupa Birliği (bu
konuda) ne istediğini kesin bir dille açıklamalıdır. Devlet, anadillerini
öğrenmek isteyenlere ne yapmaları gerektiğini açıklamalı ve bununla ilgili yasa
çıkarmalıdır. Anadillerini öğrenmek isteyenler de Avrupa Birliği-Türkiye
görüşmeleri başlayana kadar bekleyemezler mi? Bu sabırsızlık neden?
Gazete yazarlarına gelince: 'Anadilde eğitim' ile 'Anadilin
öğrenilmesi' aynı şey değildir. Bu ayrım konusunda son derece bilinçli ve
dikkatli olmaları gerekiyor. Yoksa çıkacak kargaşanın baş sorumlusu
olurlar!")
***
Kargaşa hiç kuşkusuz çıktı. "Anadilde eğitim" ile
"Anadilin özgürce öğrenilmesi" arasındaki farkı medyacılara ve
siyasetçilere öğretmem tamı tamına 10 yıl sürdü. PKK'nın anadilin öğrenilmesini
değil de ilkokuldan üniversiteyi bitirinceye kadar anadilde eğitim-öğretim
istediğini açıklaması üzerine durumun vaziyeti anlaşıldı.
Bunun üzerine bir başka sorun çıktı: Bir üniter devlette
eğitim-öğretim o devletin okullarında devletin resmi dilinde yapılabilirdi.
Türkiye'de belli bölgelerde ve okullarda Kürtçe eğitim-öğretim yapılmanın
mümkün olmadığı, böyle bir şeyin ancak Türkiye'de Kürtlere özgü özerk bölgeler
bulunması durumunda ya da Türkiye Cumhuriyeti toprakları üzerinde bir Türk-Kürt
federasyonunun kurulması halinde olabileceğini yazdım.
Bunun üzerine Kürt nüfusu temsil ettiğini ileri süren
kişiler ve kesimler "Vallah biz Türkiye'nin bölünmesinden yana değiliz,
üniter devletten yanayız" dediler.
Ama bunun nasıl olabileceğini tek bir Allah'ın kulu anlatmadı,
anlatamadı.
Gerçekten bu iş nasıl olacak?
Sezar'ın hakkı Sezar'a yazarın hakkı da yazara. Şimdiye
kadar hep eleştirdiğim Taha Akyol, Hürriyet gazetesinde (27.09.2013)
"Anadilde Eğitim" konusunda yol gösterici ve uygulanması mümkün bir
yazı yayınladı.
Hukuki bir sakıncası olmadığı ve yararlı olacağını
düşündüğüm için, söz konusu yazıyı aynen aktarıyorum:
***
"Anadilde eğitim"
Genel kavramlar konusunda hemen lehte veya aleyhte keskin
tavır almayı doğru bulmam, çünkü genel oldukları için ayrıntıları belirsizdir,
halbuki ayrıntılar bazen 'genel'den daha önemlidir.
Onun için tartışmaların konusu "anadilde eğitim"
gibi genel bir kavram değil, içerik ve müfredat olmalıdır.
Yaşanmış tecrübelere baktığımızda şöyle iki prensip ortaya
çıkıyor:
-Belli bir nüfusa sahip, yerleşik bir halkın dilini
yasaklamakla sorun çözülmüyor, aksine bastırılmışlık duygusu tepki birikimi
yaratıyor, ayrılıkçı duyguları besliyor.
-Anadilde eğitimden kasıt "ayrı okul" demekse bu,
uzun vadede iç barışı sağlamıyor, aksine çatışmayı körükleyen sonuçlar
doğuruyor.
Çözüm ararken bu iki uçtan sakınmak gerektiği açık.
Şimdi bu alanda yaşanmış deneyimlere bakalım.
Mesela Kuzey İrlanda
İrlandalı Katolikler de, 'İngiliz' diyebileceğimiz
Protestanlar da yakın zamana kadar çok kan döktüler. Bugün kan akmıyor ama tam
da barışmış değiller. Niye bu kadar köklü bir ayrışma hali var?
Anthony Birch'e göre, sebep, "ayrı okullar"dır!
Geleneksel olarak okulları kilise cemaatleri kurmuştu. Çocuklar böylece ayrı
okullarda "birbirlerine karşı sosyalleşmişler" ve iki tarafta da
"ayırımcılık ve çatışma" duygusu kökleşmiştir. Birch 1989'da
yayınladığı kitabında, bunun sakıncalarının görüldüğünü, "entegre
eğitim"in geliştirilmeye çalışıldığını yazıyor. (Nationalism and National
Integration, s. 111)
Osmanlı tecrübesi
Tarihçi Anastasia Karakasidou, Osmanlı Makedonyası'nda Yunan
ve Bulgar komita örgütlerinin militanlarını bu okullardan devşirdiğini,
öğretmenlerin çoğunun da zaten görevli olduğunu anlatır. Balkan Harbi'nden
hemen sonra bölgeye araştırma komisyonu gönderen Amerikan Carnegie Vakfı'nın
1914'te yayınladığı raporda da Balkanlar'daki etnik boğazlaşmayla ayrı
okullaşma arasındaki ilişki çok net olarak ortaya konulmuştu.
Bu konuda benim "Rumeli'ye Elveda" adlı kitabımda
ayrıntılı bilgi ve istatistiksel veriler mevcuttur.
Kürtçe dersler
Kürtçenin yasaklanmasının toplumsal barışa nasıl zarar
verdiği ortada... Hele de günümüzde dil yasakları ve büyük bir nüfusun dilinin
okul sisteminde yok sayılması çağımızın insan hakları anlayışıyla da bağdaşmaz.
Mesele "inkârcı" olmadan ve "ayrı okul" tuzağına da
düşmeden okul sistemi içinde Kürtçenin nasıl yer alacağıdır.
Seçimlik derslerde Kürtçe derslerin sayısını makul düzeye
ulaştırmak ya da statüsü belirlenmiş özel okullar gibi ılımlı formüller de
düşünülebilir. Ayrıntılar hayati derecede önemlidir.
Tabii ortak dil olarak Türkçe, bütün okullarda iyi
öğretilecektir.
Elbette dil, sadece okul meselesi değildir, iktisadi hayatın
gerekleri de dile yönelişi önemli ölçüde etkiler; ayrı bir yazı konusu...
Eğitim sisteminde dil meselesi hem demokrasinin hem birlikte
yaşamanın gerekleri açısından dikkatle düşünülmelidir. Kürt milliyetçileri
"ayrı okul" demek olan formüllerde ısrar ederse, bunun anlamı, Türk
ve Kürt çocuklarının okul arkadaşlığını, dostluğunu, birbirlerine âşık
olmalarını engellemektir. Bunu insani duygularla savunmak mümkün değildir."]
***
Taha Akyol'un yazısını okudunuz. Bu konuda onlarca yazı
yazdım. Kürt liderlerin belirsiz dilini eleştirdim. PKK'ın yöneticilerinden
Murat Karayılan, AKP'nin Demokratikleşme Paketi'ni değerlendirirken ilk kez
açık seçik konuşuyor:
"Bundan sonra hükümet çözüm için yasal ve anayasal
adımlar atmalı. Kürt sorunu ayaküstü oluşturulmuş paketlerle tek taraflı
çözülemez. Bu şekilde olan paketler boştur. Kürt sorununda devlet yasaları
değiştirmeli ve anayasal bir çözüm getirmeli. Anadilde eğitim hakkı olmazsa ve
devlet iki dilli olmazsa nasıl çözüm olacak? Eğer Kürt dili üzerindeki yasaklar
devam ederse nasıl çözüm olur ki? Öcalan başta olmak üzere, soykırıma karşı
direnen, insanlık mücadelesini yürüten herkes özgür olmazsa çözüm nasıl
gelişecek? Eğer Kürt halkı kendi kendini yönetmezse, şehirlerini kendisi
yönetmezse nasıl çözüm olacak?" diyor.
***
Her şey açık artık: Karayılan sorularıyla en azından
federasyon istediklerini dünyaya ilan ediyor. "Anadilde eğitim
hakkı"nın siyaset dilinde karşılığı da bu zaten!
Dünkü yazım şöyle bitiyordu: "PKK'ın yöneticilerinden
Murat Karayılan, AKP'nin Demokratikleşme Paketi'ni değerlendirirken ilk kez
açık seçik konuşuyor:
"Bundan sonra hükümet çözüm için yasal ve anayasal
adımlar atmalı. Kürt sorunu ayaküstü oluşturulmuş paketlerle tek taraflı
çözülemez. Bu şekilde olan paketler boştur. Kürt sorununda devlet yasaları
değiştirmeli ve anayasal bir çözüm getirmeli. Anadilde eğitim hakkı olmazsa ve
devlet iki dilli olmazsa nasıl çözüm olacak? Eğer Kürt dili üzerindeki yasaklar
devam ederse nasıl çözüm olur ki? Öcalan başta olmak üzere, soykırıma karşı
direnen, insanlık mücadelesini yürüten herkes özgür olmazsa çözüm nasıl
gelişecek? Eğer Kürt halkı kendi kendini yönetmezse, şehirlerini kendisi
yönetmezse nasıl çözüm olacak?" diyor. (Oda Tv, 07.10.13)
Her şey açık artık: Karayılan sorularıyla en azından
federasyon istediklerini dünyaya ilan ediyor. "Anadilde eğitim
hakkı"nın siyaset dilinde karşılığı da bu zaten!
***
Karayılan'ın açıklamasından sonra Sözcü gazetesinde
(11.10.13) bu konuda bir başka demeç okudum:
"KCK; hükümetin Apo'yla başlattığı çözüm sürecinin
devamı için atılması gereken adımlara ilişkin bir deklarasyon açıkladı.
Deklarasyonda AKP iktidarına ültimatom niteliğinde sözler dikkati çekti.
Kandil, taleplerini 'Kürtlerin anayasal ve yasal güvenceye alınması, demokratik
özerkliğin kabulü ve anadilde eğitim' olarak sıraladı."
***
Türkmenistan dönüşü uçakta gazetecilerin sorularını
yanıtlarken demokratikleşme paketi"nin anadilde eğitim ve genel affı
içermediğini" (SoL, 17.08.13) söyleyen Başbakan Erdoğan, iki ay sonra
"Tek vatan, tek devlet diyoruz. Ama tek dil hayır. Resmi dilde tek dil.
Bunun dışında herkesin diline saygı duyacağız. Ne dil ne din dayatması
yapabiliriz. Bizi bütünleştiren unsurlar var. Resmi dil tek. Anadilde eğitim.
Kur kendi özel okulunu orada anadilini ver, ama devletin okulunda bunu
yapamayız. Demokrasi paketinde bunları açıkca ortaya koyduk" diyor.
(Aydınlık, 13.10.13)
***
Murat Karayılan'ın temsil ettiği PKK ile KCK isteyen taraf,
AKP tarikatı hükümetinin reisi R.T. Erdoğan verecek olan taraf.
Ancak iki taraf da "Anadilde eğitim"in siyasal ve
kültürel olarak ne anlama geldiğini, uygulanması durumunda ne sonuçlar
vereceğini bilmiyor.
Kürtleri temsil ettiğini iddia eden tarafın üç temel talebi
(dayatması) var:
1.Kürt varlığının anayasal ve yasal güvenceye alınması;
2.Demokratik özerklik;
3.Anadilde eğitim.
Başbakan Erdoğan 1 ve 2. maddeleri es geçip, anayasal ve
yasal engellerini aklına bile getirmeden "Kur kendi okulunu öğret
dilini!" diyor. Adamlar Kürtçe öğrenmek-öğretmek değil Kürtçe eğitim
yapmak istiyorlar. Diyelim ki kurdular, eğitimi Kürtçe yaptılar ve mezunlarına
lise diploması verdiler. Bu mezunlar Türkçe eğitim-öğretim yapılan
üniversitelerde nasıl okuyacaklar? O zaman Kürtçe üniversite mi açacaklar?
Hükümet, Kürtlerin varlığını anayasal ve yasal güvenceye
nasıl alacak? Cumhuriyet bütün vatandaşlarının varlığını anayasal ve yasal
güvenceye almıyor mu ki? İstenen özel güvencenin uluslararası hukuk açısından
özel bir anlamı var mı?
Örneğin, Kürtlerin varlığının anayasal ve yasal güvence
altına alınması talebi, Kürt halkının anayasaya ikinci "Kurucu Halk"
olarak yazılması gerektiğini işaret etmektedir. Gerekçe olarak da Malazgirt ile
Kurtuluş Savaşı gösterilmektedir. Kürtlerin Malazgirt katkısı epeyce masala,
Kurtuluş Savaşı katkısı ise epeyce tevatüre dayanmaktadır. "Cumhuriyeti
birlikte kurduk" iddiasının ise ciddi bir dayanağı bulunmamaktadır. Bu
konuda bilimsel bilgi edinmek isteyenlere Prof. Dr. Oktay Uygun'un Federal
Devlet (XII Levha Yayınları) adlı kitabının "Kürtler Kurucu Halk mı?"
bölümünü (s.314-318) okumalarını tavsiye ederim. Oktay Uygun, kuruculuk için
aktarılacak entelektüel birikimden söz etmektedir ki 1920'lerde Kürtlerde böyle
bir birikim bulunmamaktadır. Oktay Uygun nüfus sayısını da yeterli bulmamakta,
feodal yapıyı engel olarak görmektedir.
Özerklik ve federasyon isteyen bir "taraf"ın,
anayasaya kurucu halk olarak geçmek istemesinin tutarsızlığı da (PKK ve BDP'nin
sevdiği sözcükle söyleyecek olursak) "süreç"in tekerine taş koymaktadır.
***
Kürtlere istenen demokratik özerklik ne demek, ne anlama
geliyor?
Bildiğim kadarıyla, varlığı anayasa ve yasalarda özel olarak
güvence altına alınan ve demokratik özerklikle yönetilen bir toplum zaten
eğitim ve öğretimi kendi dilinde yapar.
Eğitim ve öğretimi kendi dilinde yapan bir toplum ya
bağımsız devlettir, ya bir federasyonun federe devletlerinden biridir ya da
yönetimi özerktir.
Bu işin şakaya gelir yanı yok: Biri ne istediğini bilmiyor
ya da istediklerini açıkca dile getiremiyor. Öteki ise isteyenin ne istediğini
ve karşılık olarak ne verebileceğini bilmiyor. Tam anlamıyla bir laubalilik
ortamı. Konuşulanları duydukça, insan, bunca kan bu zırvalar için mi aktı,
binlerce hayat pisi pisine mi söndü, diye düşünüyor.
AKP ve PKK olarak iki taraf da amaçlarına ulaşmak için
"gibi" yapıyor. Ama aralarında, üçüncü taraf olan Cumhuriyet'in henüz
bilmediği zımni (üstü kapalı) anlaşma var.
***
Bu zimni anlaşmanın kaynağında 1908 İkinci Meşrutiyet
Devrimi, bu devrimin hazırlayıcısı Jön Türkler (Jeunes Turcs) ve devrimin
yapımcısı İttihat ve Terakki bulunmaktadır. AKP ve PKK olarak iki tarafın da bu
olguyu hayırla andıklarını hiç duydunuz mu? İki taraf da sıkıştıkları zaman
İttihat ve Terakki ile Kemalizme saldırırlar.
Bilindiği gibi 1908 devrimi Cumhuriyet'le sonuçlanır. İki
taraf (AKP & PKK) da Cumhuriyet'ten nefret ederler.
Bu yazı dizisini burada bitmek istiyorum. İstiyorum ama en
kısa zamanda 10 yazıda değindiğim konulara (sorunlara) geri dönmek zorunda
kalacağımı da biliyorum. Bitirmeden bir özet cümle yazacağım:
PKK hareketi ile AKP tarikatının ortak eylemleri
Cumhuriyet'e karşı bir 31 Mart girişimidir.


Hiç yorum yok:
Yorum Gönder