6 Kas 2013

"Devlet dini" olarak laiklik?

Şimdiye kadar İslamcıların, muhafazakarların, bütün sağcıların, karşı devrimcilerin ve geriye kalan bütün madrabazların kullandığı formülü artık solcular da kullanmaya başlamış da haberimiz yokmuş. Nihayet bunu da gördük:
"Devam etmeden, 'Atatürkçülere' de iki çift laf etmeliyim. Buradaki argümanlarım sizlere de karşıdır. Ne geldiyse memleketin başına şu 'devlet dini' olarak uyguladığınız zorba laiklik anlayışınızdan geldi işte..."
Bu, cehaletin şahikalarında gezen satırların yazarının adının hiç önemi yok, çünkü Türkiye'de bu görüşte olan safların, aymazların ve madrabazların sayısı hiç de az değil. Bu nedenle, laikliğin ne olduğunu anlatmak için tamirci çantamı bir kez daha açacağım:
***
İlkin Fransız laikliği ile Hıristiyan tarikatlarının kurduğu ABD sekülerliğini birbirinden ayıracağız:
Fransız laikliği = 1789'dan itibaren, burjuvazi önderliğinde halkın kilise ve aristokrasiye karşı mücadelesi sonucu olarak ortaya çıktı.
ABD seküleriği = Sömürge bağımsızlaşırken halkın kilise ile birleşip devlet otoritesini sınırlandırma mücadelesi sonunda ortaya çıktı.
Türkiye laikliği yapısal ve toplumsal benzerlik dolayısıyla kendine Fransız laikliğini örnek aldı; din ile devleti birbirinden ayırırken din adamlarının (ulema ve ilmiye sınıfı) toplum üzerindeki kötü etkisine son vermek için devrim yasalarını çıkardı.
Laiklik konusunda düşünmek, yazmak ve konuşmak isteyen her kimse yukarıda yazdıklarımı ezberlemek ve anlamak zorundadır.
***
Kaç kez yazdım: İnsan beyni tükrük bezi ya da pankreas benzeri bir organ değildir, yani salgı bezi değildir, bilgi ve düşünce salgılamaz. İnsan beyni bir akümülatöre benzer, kullanmak için dolduracaksın. Bilgi sağlayan okumalardan ve deneylerden yararlanacaksın. Bunun için de bir Fransız filozof olan Henri Pena-Ruiz'in Laiklik Nedir? (Gendaş Kültür Yayınları) adlı kitabını tavsiye etmişimdir.
"Çok farklı yapılarda dinsel görüşleri olan bireyleri birleştirici rol oynayan ve herhangi bir kesime ayrıcalık tanımayan laiklik, bu sayede şiddeti de içinde barındırmaz."(S.11)
"Kitap indirilen üç din de, egemenlik kurmak için savaşlar ve acımasız işkenceler yapmıştır. Üç din de bütün insanlığa dayatılan bir üstünlüğü ve şiddeti çeşitli nedenlerle desteklemiştir. Bu dinler, dayatmayı başardıkları yerlerde bir baskı kaynağı, bastırıldıkları yerlerde ise, kurban durumuna gelmişlerdir." (S.11)
"Laiklik ülküsünün altında yatan insan hakları ilkeleri Batı'da, görmüş olduğumuz gibi karşı tutumları destekleyebilecek ya da haklı çıkabilecek dini tercihlerden kendiliğinden doğmamış; kan ve gözyaşları ile kazanılmıştır. Özgürlük ve eşitlik ruhunun söz konusu kazanımlarının başka kültürlere de aktarılmış olduğunu düşünmemizi engelleyecek bir neden yoktur...
Türkiye'nin gelişmiş bölgelerinde, laiklik hiçbir şekilde ülkenin kültürüne dışarıdan alınmış, yabancı bir kaynak olarak düşünülmez."(S.122-123)
Çünkü İslam dini de dışarıdan alınmıştır!
***
Henri Pena-Ruiz, Cumhuriyet'in kuruluşundan ve devrim yasalarının çıkartılmasından sonraki duruma tanıklık ediyor. Ama bunun öncesi de var: İkinci meşrutiyetle birlikte Osmanlı devletinin gayri Müslim uyruklarının Müslüman uyruklarla eşit haklara sahip duruma getirilmesi başta din adamları ve medreseler olmak üzere Müslüman kesimleri isyan durumuna getirmiştir. Çünkü egemen durumda olan Müslümanları ikinci sınıf uyruk durumunda olan Müslüman olmayanlarla eşit durumuna getiriyordu. Ancak devlet ile dinin ayrışması için bu adımın atılması gerekiyordu. Başbakan R.T.Erdoğan'ın "Biz neler çektik" yakınmasının ilk kaynağı buradadır. Çünkü kendi inancı üstünlük ve ayrıcalığını yitiriyordu.
***
"Hukuki açıdan, bir ulusta ya da bir siyasal toplulukta yaşayan herkesi ilgilendiren her şey kamusaldır. Bir kişiyi da da dini cemaatte olduğu gibi birkaç kişiyi ilgilendiren her şey özeldir. Dolayısıyla bir inancın kolektif boyutu, ona, yalnızca evrensel olarak paylaşılan şeylere karşılık gelebilecek kamusal bir statü kazandırmaz. Bu tür bir ayrım laiklik için temel niteliktedir. Dini hukuki açıdan özel bir mesele haline getirmek, dinin kolektif boyutunu azımsamak anlamına gelmez; kamusal alanı belli bir inanışa devretmeyi reddetmek ve böylelikle kamusal alanın özgün bir biçimde herkese ait olmasına olanak sağlayan dini yansızlığı korumak anlamına gelir. Rousseau gibi konuşursak, bir dinin kamusal alanı ele geçirmesi gasp sayılır." (s.120)
***
İslamcı akım belediye yönetimlerini ele geçirdikten sonra türbanın topluma siyasal simge olarak dayatılmasını kimi sözüm ona sosyologlar ve onların yamağı yazıcılar, "Müslümanlar artık inançlarını özel alanda yaşamak istemiyorlar, kamusal alana da çıkmak istiyorlar. Bu onların inanç özgürlüğünü içeren insan haklarıdır" diye ahkâm kesip ukalalık yapıyorlar ve cehaletin bağrında kabul görüyorlardı.
Oysa, İslamcıların türban vasıtasıyla kamusal alanı ele geçirme girişimlerinin insan haklarıyla hiçbir ilişkisi yoktu, tam anlamıyla onu gasp etmek girişimiydi. Cihad idi!
Cumhuriyet'in kamusal alanı savunmak için çıkardığı yasalar ve yasaların uygulanması, bu nedenle, kimi aymazlar tarafından "Ne geldiyse memleketin başına şu 'devlet dini' olarak uyguladığınız zorba laiklik anlayışınızdan geldi işte..." şeklinde değerlendirilmiştir.
Bu değerlendirmenin , 31 Mart gericiliğinin "Şeriat isteriz!" naralarından herhangi bir farkı bulunmamaktadır.
Kimilerinin "devlet dini" dediği şey, Cumhuriyet'in kamusal alanı "nötrleştirme" ve onu imtiyaz(lı)lardan arındırma iradesidir.
Bunu anlamamak için insanın ya kötü niyetli karşı devrimci ya da laiklik konusunda kara cahil olması gerekir. 
Türkiye Cumhuriyeti ve Fransa başta olmak üzere dünyanın herhangi bir yerinde laikliğin, kuramsal ya da uygulama olarak, devlet dini durumuna gelmiş olduğunu ancak cehalet ileri sürebilir. Doğal olarak, ülkemizin Cumhuriyet ve laiklik karşıtı mürteci tayfası ve tarikat dünyası hariç. Öte yandan, kilise, sinagog ve camileri kapatmış olan eski Sovyetler Birliği'nin militan tanrısızlığının (ateizminin) laiklikle en küçük bir ilişkisi bulunmamakdır. Laiklik anayasaya girmiş olsa bile hiçbir kiliseyi, camiyi, sinagogu kapatmaz, kapatamaz. Dinin olmadığı, yasaklandığı yerde zaten laikliğe de gereksinim yoktur.
***
Laikliği anayasasına koyan ilk ülke Meksika'dır. Sonra Fransa ve Türkiye gelir. Bir de Afrika'ın bazı eski Fransız sömürgesi ülkeleri. Başka var mı, bilmiyorum. Avrupa'da Kilise, çağa uyum sağlamak için, kendiliğinden kamusal alandan çekilmemiştir. Bu, yasa zoruyla olmuştur. Ama bu fiili duruma karşın kilise birçok Avrupa ülkesinde ayrıcalıklara sahiptir. Katolik kilisenin egemen olduğu (İtalya, İspanya, Portekiz) gibi Protestan ülkelerde de. Zaten epeyce ülkede Protestanlık resmi din durumundadır. Ama bu ülkeler günümüz AKP iktidarından çok daha laiktir.
***
Değerli okurlar, laiklik konusunda yazmaktan, ülkenin düşünürcülerini, akademisyencilerini, yazarcılarını bu konuda uyarmaktan bıktım. Bu adamlarla aramda bir tek fark var: Ben laiklik konusunda toplam 600-700 sayfayı bulan üç-beş kitap okudum ama bu efendiler bu konuda hepten cahil.
Tanrı sözü (Allah Kelamı) olduğu için değişmez yasa olarak kabul edilen din kurallarının toplum ve bireyin beynini ve yüreğini taşlaştırdığını kabul etmeden laik olmak mümkün değildir. Böyle bir kutsal kurallar toplamının geçerli olduğu toplumda zaten demokrasinin "D"si bile hayat bulamaz.
Dinden çıkmanın, din değiştirmenin ölümle ya da başta türlü cezalandırıldığı bir toplumda birey özgür olabilir mi? Bireylerin özgür olmadığı toplum özgür olabilir mi?
***
Türkiye'de kurtuluş savaşı emperyalizme karşı yapıldı ve kazanıldı. Cumhuriyet devrimleri ise, laik düzen kurmak için, her türlü ilerlemenin karşısında duran mürteci medreseye ve tufeyli ve cahil ulema sınıfına karşı yapıldı. Devrimlerin zulüm olduğunu ileri sürenler, medrese, tekke ve zaviyelerin kapatılması, tarikatların yasaklanması ile bütün imtiyaz ve çıkarlarını yitirmiş olan zümre ve mütegallibedir.
***
Değerli okurlar Türkiye Cumhuriyeti'nin laikliği büyük bir oranda Fransa'ya benzese de temelde ona benzemez. Çünkü Fransa'da, bir ölçüde reform geçirmiş Kilise'ye karşı laiklik, Türkiye'de ise 1400 yıldır değişmesine, evrilmesine kesinlikle izin verilmeyen İslam dini söz konusudur.
İslam dininin kutsal kitabı Kuran'ın vahiy yoluyla indiği ve Allah'ın kelamının hiç değişmediği, sadece bir iddiadır. Kuran, Hz.Muhammed'in ölümünden yıllarca sonra derlenmiş ve kitaplaşmıştır. Bu süreçte her şey mümkündür.
Hadislere gelince: Hangisi "sahih" hangisi değil kavgası yapıldığına göre, güvenilirlikleri tartışmalıdır. Herkes kendi çıkarına göre bir hadis uydurmuştur.
Şeyhler ve tefsirciler, Kutsal Kitap'ı kendi meşreplerine yorumlamışlar ve en azından 1000 yıldır, yorum yolunu tıkamışlardır.
İşte bu üç nedenden dolayı Musevilik ve Hıristiyanlığın laiklik karşısındaki durumu ile İslam'ın konumu aynı değildir. Günümüz İslamcıları için Kuran, anayasa ve yasaların dayanağı olan bir hukuk (şeriat) sistemidir. Bu nedenle insan yapımı anayasa ve yasalara gerek yoktur. İslam dini bireylerin özel alanına ve kamusal alana egemendir.
Cumhuriyet devrimleri, bireylerin özel alanını dinin egemenliğine bırakarak kamusal alandaki egemenliğine son vermek amacıyla yapılmıştır. Bu nedenle batıdaki uygulamalar ile Türkiye Cumhuriyeti'nin uygulamasını karşılaştırmak mümkün değildir.
***
Osmanlı devletinde kamusal alana din egemen olduğu için bireyler arasında eşitlik mevcut değildi. Cumhuriyet bu düzeni devraldı. Laik ve demokratik düzende bu düzenin devamı mümkün değildi. Bu nedenle Cumhuriyet, batıda tarihsel, toplumsal, kültürel ve yasal süreç içinde oluşmuş olan Kamusal Alan'ı oluşturmak için Devrim yasaları çıkardı.
Laiklik çevresi surlarla çevrili bir kaledir. Böyle olmak zorundadır.
Özel alan ve alanlar surların dışında kalır. Bu özel dünya halka açık bir dünya değildir. Özel alana birçok şey gibi din(ler) de egemen olabilir, dinsizlik de.
Ama demokrasi ve laiklik için vazgeçilmez olan eşitliğin sağlanması için, kamusal alanın NÖTR (Ne şu, ne bu) olması gerekir. Siyasal İslam ve İslamcılar işte bu nötrlüğü kabul etmiyorlar. 1923'ten sonra işte bunu kabul etmediler. Uygulamanın demokrasiye falan aykırı olduğunu ileri sürdüler. Daha açık söylemek gerekirse: Müslümanların, Hıristiyanlarla, Musevilerle, öteki dinlere inanlarla ve ateistlerle kamusal alanda eşit olmasını kabul etmediler. Müslümanlar arasında da Sünnilerin Alevilerle, Şiilerle eşit olmasını kabul etmediler. Bu insanlar o zamanlar demokrasiyi aradıklarını söylüyorlardı, günümüzde de demokrasiyi ayrımcı ve ayrılıkçı bir anlayışla paketliyorlar.
***
17 Ekim 2013 tarihli Yurt gazetesinde okudum: Yargıtay, çalışanlara Cuma namazı izni vermiş. Özel bir şirkette çalışan bir mühendis yıllardır Cuma namazı kılmak için iş yerinden izinsiz ayrılıyormuş. İşverenler bu nedenle adamı işten çıkarmış. İş mahkemelik olmuş. Sonunda Yargıtay Cuma namazına giden mühendis lehinde karar vermiş.
Bu karar, özel alanın kamusal alana saldırısına yol açmış ve özel alanın kamusal alanı istilasına izin vermiştir. Türban serbestliği kararı da böyle bir karardı.
Yargıtay, Anayasa'yı çiğnemiştir, onu ilga etmiştir; laiklik ilkesi kurşuna dizilmiştir. 
Laikliğin birinci amacı kamusal alanı bütün zararlılardan korumaktır. Bunu sağlamak için her türlü engelleyici ve koruyucu ilacı kullanır. Zararlılar, metafora göre, bütün saldırgan inançlar ve her türlü dinsel zorbalık anlamına geliyor.
Kamusal alan elbette yol, sokak, alan anlamında değil. Devlet daireleri ve okullar anlamında. Okullarda öğretmenlerin, devlet dairelerinde memurların herhangi bir dinin simgesini taşıması, kamusal alanın eşitlik ilkesini ortadan kaldırır.
Bu girişten sonra, bence laiklikle ilgili en yetkin kitaplardan biri olan, Henri Pena-Ruiz'in Laiklik Nedir? (Gendaş Kültür. Çeviren: Prof. Dr. Ümran Derkunt ) adlı kitabından alıntılar yapacağım.
***
"[Laik ülkede] Kültürel ya da dini farklılıkların inkâr edilmediğini, ancak yalnızca ortak fayda ile yönetilen ve herkese açık bir uzama olanak tanıyacak biçimde yaşandığını görüyoruz. Bu uzamı belirleyen, insanları ayıran ya da bölen değil, birleştiren değerlerdir. Yurttaşlar topluluğu olan cumhuriyetçi ulus, prensip olarak hiçbir dini referans, hiçbir kültürel özellik, hiçbir zorunlu özel yaşam anlayışı üzerine temellenmez. Cumhuriyet Hristiyan ya da Müslüman değildir; militan bir inancı ya da resmi ateizmi benimsemesi yasaktır. Tam da bu nedenle, manevi tercihleri ne olursa olsun bütün insanları aynı eşitlik düzeyinde kucaklar. Cumhuriyetin özünde, dışlamayı haklı çıkaracak ya da mümkün kılacak hiçbir şey yoktur.
Elbette, insanların uyumlu bir biçimde bir arada yaşayabilmeleri ve tekil tercihlerini geliştirirken çatışmaya savrulmamaları gerekir. Laik cumhuriyette, ortak yasanın rolü bu birlikteliği mümkün kılmak, düzenlemek ve herkese açık bir yurttaşlık uzamının teşkil ettiği ortak faydayı korumaktır. Şu halde kişisel tercihlere saygı duyulmasının koşulu, bu tercihlerin kamusal alana eklemlenme iddiasında olmamaları ve dinlere ya da ateist maneviyatçılara tanınacak hukuksal ayrıcalıklar yoluyla ortak fayda gözetimini tehlikeye atmamalarıdır. Bu anlayışa göre bireyler hukuk özneleridir ve hiçbir grup öznelere herhangi bir şey dayatamaz.
Söz konusu olan, insanların farklılıklarını, sınırları kısa zamanda çatışmalara sahne olan gettolara kendilerini kapatmaksızın ya da kabuklarına çekilmeksizin geliştirmelerini sağlamaktır (...)
Dolayısıyla söz konusu olan belli bir eğilimi belli bir eğilime dayatmak değil, hukuku her türlü eğilimin pençesinden kurtarmaktır. Aynı şekilde, bir kültürün ya da 'uygarlığın' bir başkası üzerindeki hegemonyasını güvence altına almak da söz konusu değildir. Söz konusu olan, yasaları bütün halklar için iyi olan adalet gereklilikler üzerine temellendirmektir. Şu halde Fransa'da devlet okullarına dini bir iletinin dayatılması ... 1883 yasaları tarafından kaldırılmıştır. Özel alanda ailelerin oynayacağı rol özgür kılınmıştır; çünkü aileler istedikleri takdirde, resmi bir propaganda olmaksızın çocuklarına kendi seçtikleri dini ya da felsefi eğitimi aldırabilecektir. Bu olanak, prensip olarak yalnızca evrensel olan değerleri öğretebilen devlet okulu sınırları dışında kullanılmalıdır. Bir başka laikleşme örneği, Hıristiyanlıktan esinlenmiş olan, geleneksel aile cüzdanı üzerine yazılan maço 'aile reisi' kavramının hanenin kadın ve erkek tarafından birlikte yönetilmesi lehine kaldırılmasıdır. Bu cinsiyet eşitliği hiçbir şekilde belli bir kültürün kendiliğinden ortaya çıkan ürünü değildir; geleneksel Hıristiyan kültürünün maço yanına karşı edinilmiş bir kazanımdır.
Bu tür kazanımlar kısmidir ve hukukun laikleşmesi ile halen idealden uzak olan toplumun laikleşmesi sürecine dahil edilir. Öte yandan söz konusu kazanımlar halihazırda göçmenlere yarar sağlayabilir; çünkü böylelikle göçmenler kendini her türlü dini ya da kültürel tercihten uzak tutma kaygısı taşıyan bir cumhuriyete gelmektedirler. Halen kiliselerin faydalanmakta olduğu haksız ayrıcalıkların (devletin finanse ettiği özel okullar, Alcase-Moselle'deki uzlaşmacı rejim) bütün dinlere tanınmasını istemek hata olacaktır. Hukukun kesin olarak özgürleşmesi ve buna bağlı olarak tam eşitliğin sağlanması yoluyla gerçekleşecektir.
Kısacası, laik cumhuriyet bir araya getirdiği kimselere, 'Kültürünüzden vazgeçip başka bir kültüre boyun eğin,' demez; 'laikliğin, size dayatılmak istenen, dini ya da ateist her tür özel ideolojiye karşı mesafeli durmaya çabaladığı bir ülkeye hoş geldiniz,' der. Şu halde nüfusun çoğunluğunu oluşturan kişiler için, karşılayan ülkenin laikliği, güvencelerin en iyisidir. Elbette bu güvencenin koşulu, istisnasız herkese dayatılan gerekliliktir: Kamusal alana ve onu yaşatan yasalara - çünkü bu yasaların tek varlık nedeni ortak faydadır - saygı duymak. Cumhuriyetçi model tam da bu nedenle bütünleştirici niteliktedir. Bütünleşme ise hiçbir şekilde kültürel mirasın silinmesine neden olmaz." (S.153-155)
***
Henri Pena-Ruiz'in kitabının "Laik Ülkede 'Farklılıklar'ın Statüsü" bölümünden aktardığımız, cumhuriyet-demokrasi-laiklik ortamını betimleyen bu satırlar, bir-iki küçük ayrıntı dışında aynen Türkiye Cumhuriyeti için de geçerlidir.
Türbanın tutucu toplumlarda kadını özgürleştirdiğini iddia eden Nilüfer Göle'nin lafları, bu satırlar karşısında hemen gülünçleşiyor. Çünkü demokrasi-cumhuriyet-laiklik üçlüsünün belirlediği uzamda, öğrenci, memur ve öğretmen kadınların dinsel inanç özgürlüklerini kullanmak için türban takmaları, nötr kamusal alana ve onun temsil ettiği bütün değerlere karşı girişilmiş bir saldırıdır.
AKP tarikatı hükümeti bu saldırıyı örgütlemekte ve yönetmektedir. Kamusal alanın nötrlüğünü yitirdiği bir ülkede ne cumhuriyet, ne demokrasi, ne de laiklik kalır. R.T. Erdoğan hükümeti de bunu yapıyor zaten!
İslam dinini her işe karıştırmayın, maymuncuk olarak kullanmayın, dokunulmaz olanı dokunulur hale getirirsiniz diye yıllarca yazdım.
Bu madrabazlara isyan eden insanlar bunlara süslüman, pislüman demeye başladılar. Bu gidişle "İslam"ın da ya başına ya da sonuna bir takı taktırır bunlar.
Utanmasalar, kendilerini bu hale laikliğin getirdiğini söylerler. Kim bilir, belki de "devlet dini laiklik" yüzünden böyle süslüman, pislüman, müsteathit, müsmatör olmuşlardır. Kendi düşen ağlamaz, biz işimize bakalım ve Henri Pena-Ruiz okumayı sürdürelim:
Laik okul ve eğitim
"Devletin görevi, laik eğitim vermektir. Ailelerin çocuklarına kendi tercih ettikleri dinin eğitimini istemeleri hakkı varsayımı, devlet okullarında ateizm ve bilinmezcilik (agnostisizm) derslerinin de olmasını gerektirir. İnançlı aileler, durumun tersini, yani bu defa kendilerinin kurban olacağı, daha açık söylersek okul programlarında ateist hümanizma dersinin koyulduğu ve kendilerine karşı çıkma olanağı verildiği bir durumu düşünebiliyorlar mı? Eğitimin laikliği her türlü inanç propagandasını ve yüceltilmesini ve hatta inancın dini biçimini dışladığı gibi, resmi ateizm telkinini de dışlar. Dolayısıyla devlet okulunda hiçbir din ya da ateizm dersinin yeri yoktur. Bütün yurttaşların eşitliği bu noktada vicdan özgürlüğü ile buluşur." (Laiklik Nedir? s.94)
***
Laik bir cumhuriyetin okulu da laik olur. Bu nedenle Türkiye'de okullarda din dersinin zorunlu olması, öğrencilerin türban takması laiklik ilkesine aykırıdır. Bir kamusal alan olan okulda din öğretiminin yapılması temel hak ve özgürlükleri zedeler niteliktedir. AKP iktidarında Sünni görüş devlet dini haline getirilmiştir.
Kamusal alan
"Laik bir cumhuriyette farklı inançların mensuplarının, ateistlerin ve inanç belli etmeyenlerin, kendilerine ayrılmış ve aynı hak ve ödevleri beraberinde getiren aynı düzeyde yerleri vardır. Bir "cemaatte", hatta dini resmi bir norm haline getiren bir ülkede ise inanç mensuplarının, ateistlerin ve inançlarını gizleyenlerin yeri elbette aynı değildir. Bunun nedeni, birlik ölçütünün basitçe aidiyet ve dışlama ölçütü olmasıdır. Böyle bir bağlamda, örfi ya da dini niteliklerine göre grupların öznesi olacağı özel hakların tanınması, son derece zararlı olan "iletişimli tüpler" kanunu gereği bu grupları oluşturan bireylerin haklarını ortadan kaldırır ya da tehlikeye atar. Türban takma zorunluluğu ya da eşin dayatması örnekleri, bu nedenle, bireysel özgür iradeye karşıt saldırılar haline gelme tehlikesi taşır.
Laiklik hiçbir şekilde özel bağlılıkların ifade edilmesiyle uyumsuz değildir; aksine bu bağlılıkları eşitlik çerçevesinde olanaklı kılarken aynı zamanda kamusal alanı bunların tahakkümünden korur. Bu kaygının keyfi bir yanı yoktur. Hatta, söz konusu kamusal alanın herkesin eşitliğinde özgürlük olanağının koşulu olduğu düşünülürse temel niteliktedir. Yapılması gereken, farklı olma hakkını halkların farklılığına ve ortak referans alanın imhasına yönelmeksizin güvece altına almaktır.
Özel bağlılıkların, hukuki açıdan göz ardı edilmesi onları inkâr etmek değil; onların bundan böyle ortak olan bir norm yerine geçemeyeceğini belirtmektir. Yalnızca çoklukları bile bunun bir çatışmayla sonuçlanacağına işaret eder: Ateistlerin ve çeşitli din mensuplarının tamamı ortak, kamusal normu kendi inançlarıyla imlemek isterse çatışma kaçınılmaz olur. Dolayısıyla zorluk, bu özel bağlılıkların, her şeye rağmen, yaşatılmalarına ve ifade edilmelerine olanak sağlamaktır. [...] Laik ve cumhuriyetçi çözüm bu bağlılıkları, hukuki anlamıyla özel alana taşımaktır ki bu, hiçbir şekilde bu bağlılıkların toplumsal boyutunun inkârı anlamına gelmez.
Şu halde toplum ile cemaat arasındaki alternatif farkı bir anlam kazanabilir: Site olarak düzenlenmiş toplum ya da "yasal topluluk/cemaat", belli bağlılıkları yüceltmeyi amaçlayan "cemaatlerin" varlığıyla uyumsuz değildir; ancak bunun üç yönlü bir koşulu vardır. Öncelikle, cemaatlerin gelecekteki üyelerinin cemaatleri bağlanma ya da bağlanmama tam özgürlüğü ile bu cemaatlere verecekleri norm olma niteliğinin düzeyini ve katılım derecelerini kendi başlarına belirleme özgürlüğü olmalıdır. Hukukun öznesi yalnızca birey olmalıdır. İkinci koşul, bütün manevi tercihlerin ya da bütün yaşam etiklerinin kesin eşitliğidir; elbette bu tercihler örf ve âdet hukukuna uygun bilimde ifade edilmelidir. Son koşul ise herkese ortak olan yasanın cemaat içi bir etkiden kaynaklanabilecek her tür özel bağımlılık üzerindeki üstünlüğüdür. Görüldüğü gibi bu üç şart ayrılmaz niteliktedir ve laik bir cumhuriyete karşılıklı olarak birbirlerini gerekli kılar."(Age, s.175-176)
***
İslamcıların, AKP tarikatının, tarikatların, F tipi cemaatin ve öteki cemaatlerin ve hatta dindarların çok büyük bir bölümünün bugün okuduğunuz düşünceleri kabul edebileceklerini sanmıyorum. Sanmıyorum; çünkü Tanzimat'tan, İkinci Meşrutiyet'ten ve Cumhuriyet'ten bu yana Müslüman olmayanlarla, Aleviler, Şiilerle eşit konum ve düzeyde olmayı kabul etmediler. Laik anayasanın ve Devrim Yasaları'nın zorlamasıyla yasanın üstünlüğünü, yaşam etiklerinin eşitliğini ve bireysel özgürlüğü kabul etmek zorunda kaldılar (aslında kabul edermiş gibi yaptılar); bütün suçu laikliğe yüklediler ve onu bir din olarak gördüler.
Oysa laiklik , kendisi bir din ve inanç olmadığı gibi hiçbir dinin ve inancın yanında ya da karşısında da değildir. Sadece, benim deyişimle, birey ve toplumları dincilerin saldırısına karşı korur. AKP bunu da anlamadığı için, iktidarda durmadan suç işlemektedir. 
Dünkü yazım şöyle bitiyordu: "Oysa laiklik, kendisi bir din ve inanç olmadığı gibi hiçbir dine ve inanca karşı değildir. Sadece, benim deyişimle, birey ve toplumları dincilerin saldırısına karşı korur. AKP bunu da anlamadığı için, iktidarda durmadan suç işlemektedir." Şimdi devam edelim:
Fransa laikliği ile Türkiye laikliğini birbirine karıştırmayalım. Başlangıç olarak 1789 tarihini, sonuçlanma olarak 1905 yasasını kabul edersek, Fransız laikliği 119 yılın eseridir. 1789 öncesinin çabalarını hesaba katarsak 200-250 yılı bulur. Fransız laikliği 200-250 yılın birikimiyle ortaya çıkmıştır. Bir siyasal ve düşünsel iktidar mücadelesinin sonucudur.
Ama gene de, 8 Ekim 2013 günü yayınlanan "Fransa'da Okullarda Laiklik Yasası ve Türkiye" başlıklı yazımda değindiğim gibi Fransa, İslamcılık karşısında kendini korumak için önlemler almak zorunda kalmaktadır. Şimdi bir kez daha Henri Pena-Ruiz'e başvuralım:
***
"İslamcı cemaatçilik, çoğunlukla toplumsal durumun alevlendirdiği radikallik nedeniyle saptırılarak bir simgesel, siyasal ve hukuki talepler dizisi haline getirilmektedir. Bugün mesele, her yerde türban takma zorunluluğunu elde etmektir. Yarın, düzenin devamı için tehlikeli sayılan eğitim disiplinlerini sansüre uğratacaktır. Öbür gün, cemaat mensupları, zekice bir hamleyle yeni sömürgeciliğin reddedilmesi olarak temalaştırılmış olan kültürel kimlik adına, himaye altına almaya engel olan cumhuriyet yasalarına istisna teşkil edecek bir özel statü yasası talep edecektir. Fransa'da, Fransa İslami Örgütler Birliği'ne (UOIF) yakın duran kimi düşünürler, laikliğin ilkelerinin hatırlatılmasını 'köktencilik' olarak etiketlemekten çekinmemekte ve laikliğin anti-laik taleplere hak verecek biçimde reforme edilmesini istemektedirler." (Laiklik Nedir? S.194)
***
Yani Fransa'daki İslamcılar amaçlarına kolayca ulaşmak için laikliğin İslamcılığa uygun düşecek biçimde yeniden tanımlanmasını istemektedir. Türkiye'de Cumhuriyet'in devrim yasalarını fiilen yürürlükten kaldırarak imam-hatip okullarını temel eğitim kurumu haline getiren, türbanı kamusal alana ve okula sokan AKP tarikatı hükümetinin, geleceği güvence altına almak için anayasanın ilk dört maddesini değiştirmek istemesinin; laikliğin kendine uygun bir tanımını dayatmasının gerçek nedeni anlaşılmıyor mu?
İslamcılık uluslararası emperyalist bir harekettir.
Türkiye'de okulların imam-hatipleşmesiyle, zorunlu din dersleriyle, kamuda türbanın serbest bırakılmasıyla Cumhuriyet laiklik niteliğini fiilen kaybetmiştir. Bu Cumhuriyet'e karşı yapılmış bir darbedir. Darbe girişimi değil, adıyla sanıyla bir darbedir.
***
Demokrasi ve laikliği anlayıp içine sindirememiş olan İslamcı topluluk, egemen konumunu bir ölçüde yitirmiş olduğu ve toplumun tamamını baskı altına alamadığı için, inancını özgürce yaşayamadığı, mağdur edildiği ve zulüm gördüğü yaygarası yapmaktadır. Yaptığı, bir seri katilin cinayetlerine engel olan polisten şikayetçi olmasına benzer bir durum. Aslında, onlara göre, "inancını özgürce yaşamak" şeriat hayatıdır. İktidara sarılmaları ve saldırganlıkları buradan kaynaklanmaktadır.
1950 öncesinde yaşadıklarını söyledikleri zulüm, Osmanlı dönemindeki imtiyazlarını yitirmiş olmakla özetlenebilir. Oysa Müslümanlar, inançlarını tek parti iktidarında da özgürce yaşamışlar, sadece İkinci Dünya savaşı döneminde ve mali bunalım dolayısıyla birkaç kez hacca gidememişlerdir. O kadar.
O zamanlar, demokrasi ve laikliği anlamadıkları gibi, ekonomi ve üretimden de anlamadıkları için, cumhuriyetin kendilerini "masa" ve "kasa"dan özellikle uzak tuttuğunu sanıyorlardı. Şimdi bürokrasi masasına oturdular, devlet kasasının anahtarı da ellerinde, yozlaşma okyanusunda pupa yelken gidiyorlar.
On yıllık hal ve gidişleri, ruh ve kafa sağlıklarının hızla bozulmakta olduğunu gösteriyor. Yoksa 500 kişinin yaşadığı dört camili köyde neden beşinci cami istesinler ve Çamlıca'nın tepesine, Tanrı'nın yarattığı güzelliği yok etmek pahasına, neden cami dikilsinler?
***
Devrim yasaları ve toplumunun öz malı olan 6 ok Cumhuriyetin temellerini oluşturur. Postmodern ve küreselleşme meftunu naylon demokrat ve ikinci cumhuriyetçilerin sandığı gibi ne devrim yasaları eskimiş ne de 6 ok dogmalaşmış ve modası geçmiştir. Tam tersine küreselleşme batağa saplanmış, postmodernizm ise farıyıp kullanım süresini doldurmuştur.
Sözünü ettiğim iki oluşturucu program (devrim yasaları ve 6 ok) devrimci cumhuriyetin baş ilkesi niteliğindedir. İsteyen bunlara geleceğin kilidini açacak anahtar adını da verebilir.
Laiklik olmasa cemaatleşmiş toplum bütünleşmez, bütünleşmiş toplum cemaatlere ayrılır ve İslam dünyasının yaşadığı kanlı kör döğüş başlar. Bu nedenle, toplumun huzuru ve barış içince gelişme için dindarlar da laikliği savunmak zorundadır. Laikleşmeden İslam dünyasının adam olması, saygınlık kazanması, kendi kaderine, özgürlük, egemenlik ve zenginliklerine sahip olması olanaksızdır. Laikleştiği ölçüde demokrasiyi de oluşturma olanaklarına kavuşur.
***
Ancak AKP tarikatı yönetiminde gidiş bunun tam tersi yöne ve yolda. Amaçları, laikliği yürürlükten kaldırmak, gerçek dindarları militan İslamcı kalıba sokmak ve bir Taliban rejimi kurmak. Bu da onların programı.
Bu nedenle devrimci laikliğinin değerini anlamamak, dahası, daha da ileri giderek onu bir "din" olarak tanımlamak, tarih önünde, insanlığa ihanet olur.
Victo Hugo, 1850 yılında, "Kiliseyi kendi yerinde, devleti kendi yerinde görmek istiyorum" diyordu. Ve unutulmamalıdır ki, Victor Hugo ve Jean Jaurès sosyal cumhuriyet ile laik özgürleştirmeyi aynı ülküde birleştiriyordu.

Son söz: Başta kadınlar olmak üzere aklı olan herkes bu ülküde birleşir!

Hiç yorum yok: