"Devam etmeden, 'Atatürkçülere' de iki çift laf
etmeliyim. Buradaki argümanlarım sizlere de karşıdır. Ne geldiyse memleketin
başına şu 'devlet dini' olarak uyguladığınız zorba laiklik anlayışınızdan geldi
işte..."
Bu, cehaletin şahikalarında gezen satırların yazarının
adının hiç önemi yok, çünkü Türkiye'de bu görüşte olan safların, aymazların ve
madrabazların sayısı hiç de az değil. Bu nedenle, laikliğin ne olduğunu
anlatmak için tamirci çantamı bir kez daha açacağım:
***
İlkin Fransız laikliği ile Hıristiyan tarikatlarının kurduğu
ABD sekülerliğini birbirinden ayıracağız:
Fransız laikliği
= 1789'dan itibaren, burjuvazi önderliğinde halkın kilise ve aristokrasiye
karşı mücadelesi sonucu olarak ortaya çıktı.
ABD seküleriği =
Sömürge bağımsızlaşırken halkın kilise ile birleşip devlet otoritesini
sınırlandırma mücadelesi sonunda ortaya çıktı.
Türkiye laikliği yapısal ve toplumsal benzerlik dolayısıyla
kendine Fransız laikliğini örnek aldı; din ile devleti birbirinden ayırırken
din adamlarının (ulema ve ilmiye sınıfı) toplum üzerindeki kötü etkisine son
vermek için devrim yasalarını çıkardı.
Laiklik konusunda düşünmek, yazmak ve konuşmak isteyen her
kimse yukarıda yazdıklarımı ezberlemek ve anlamak zorundadır.
***
Kaç kez yazdım: İnsan beyni tükrük bezi ya da pankreas
benzeri bir organ değildir, yani salgı bezi değildir, bilgi ve düşünce
salgılamaz. İnsan beyni bir akümülatöre benzer, kullanmak için dolduracaksın.
Bilgi sağlayan okumalardan ve deneylerden yararlanacaksın. Bunun için de bir
Fransız filozof olan Henri Pena-Ruiz'in Laiklik Nedir? (Gendaş Kültür
Yayınları) adlı kitabını tavsiye etmişimdir.
"Çok farklı yapılarda dinsel görüşleri olan
bireyleri birleştirici rol oynayan ve herhangi bir kesime ayrıcalık tanımayan
laiklik, bu sayede şiddeti de içinde barındırmaz."(S.11)
"Kitap indirilen üç din de, egemenlik kurmak için
savaşlar ve acımasız işkenceler yapmıştır. Üç din de bütün insanlığa dayatılan
bir üstünlüğü ve şiddeti çeşitli nedenlerle desteklemiştir. Bu dinler,
dayatmayı başardıkları yerlerde bir baskı kaynağı, bastırıldıkları yerlerde
ise, kurban durumuna gelmişlerdir." (S.11)
"Laiklik ülküsünün altında yatan insan hakları ilkeleri
Batı'da, görmüş olduğumuz gibi karşı tutumları destekleyebilecek ya da haklı
çıkabilecek dini tercihlerden kendiliğinden doğmamış; kan ve gözyaşları ile
kazanılmıştır. Özgürlük ve eşitlik ruhunun söz konusu kazanımlarının başka
kültürlere de aktarılmış olduğunu düşünmemizi engelleyecek bir neden yoktur...
Türkiye'nin gelişmiş bölgelerinde, laiklik hiçbir şekilde
ülkenin kültürüne dışarıdan alınmış, yabancı bir kaynak olarak
düşünülmez."(S.122-123)
Çünkü İslam dini de dışarıdan alınmıştır!
***
Henri Pena-Ruiz, Cumhuriyet'in kuruluşundan ve devrim
yasalarının çıkartılmasından sonraki duruma tanıklık ediyor. Ama bunun öncesi
de var: İkinci meşrutiyetle birlikte Osmanlı devletinin gayri Müslim uyruklarının
Müslüman uyruklarla eşit haklara sahip duruma getirilmesi başta din adamları ve
medreseler olmak üzere Müslüman kesimleri isyan durumuna getirmiştir. Çünkü
egemen durumda olan Müslümanları ikinci sınıf uyruk durumunda olan Müslüman
olmayanlarla eşit durumuna getiriyordu. Ancak devlet ile dinin ayrışması için
bu adımın atılması gerekiyordu. Başbakan R.T.Erdoğan'ın "Biz neler
çektik" yakınmasının ilk kaynağı buradadır. Çünkü kendi inancı üstünlük ve
ayrıcalığını yitiriyordu.
***
"Hukuki açıdan, bir ulusta ya da bir siyasal toplulukta
yaşayan herkesi ilgilendiren her şey kamusaldır. Bir kişiyi da da dini cemaatte
olduğu gibi birkaç kişiyi ilgilendiren her şey özeldir. Dolayısıyla bir inancın
kolektif boyutu, ona, yalnızca evrensel olarak paylaşılan şeylere karşılık
gelebilecek kamusal bir statü kazandırmaz. Bu tür bir ayrım laiklik için temel
niteliktedir. Dini hukuki açıdan özel bir mesele haline getirmek, dinin
kolektif boyutunu azımsamak anlamına gelmez; kamusal alanı belli bir inanışa
devretmeyi reddetmek ve böylelikle kamusal alanın özgün bir biçimde herkese ait
olmasına olanak sağlayan dini yansızlığı korumak anlamına gelir. Rousseau gibi
konuşursak, bir dinin kamusal alanı ele geçirmesi gasp sayılır." (s.120)
***
İslamcı akım belediye yönetimlerini ele geçirdikten sonra
türbanın topluma siyasal simge olarak dayatılmasını kimi sözüm ona sosyologlar
ve onların yamağı yazıcılar, "Müslümanlar artık inançlarını özel alanda
yaşamak istemiyorlar, kamusal alana da çıkmak istiyorlar. Bu onların inanç
özgürlüğünü içeren insan haklarıdır" diye ahkâm kesip ukalalık yapıyorlar
ve cehaletin bağrında kabul görüyorlardı.
Oysa, İslamcıların türban vasıtasıyla kamusal alanı ele
geçirme girişimlerinin insan haklarıyla hiçbir ilişkisi yoktu, tam anlamıyla
onu gasp etmek girişimiydi. Cihad idi!
Cumhuriyet'in kamusal alanı savunmak için çıkardığı yasalar
ve yasaların uygulanması, bu nedenle, kimi aymazlar tarafından "Ne
geldiyse memleketin başına şu 'devlet dini' olarak uyguladığınız zorba laiklik
anlayışınızdan geldi işte..." şeklinde değerlendirilmiştir.
Bu değerlendirmenin , 31 Mart gericiliğinin "Şeriat
isteriz!" naralarından herhangi bir farkı bulunmamaktadır.
Kimilerinin "devlet dini" dediği şey,
Cumhuriyet'in kamusal alanı "nötrleştirme" ve onu imtiyaz(lı)lardan
arındırma iradesidir.
Bunu anlamamak için insanın ya kötü niyetli karşı devrimci
ya da laiklik konusunda kara cahil olması gerekir.
Türkiye Cumhuriyeti ve Fransa başta olmak üzere dünyanın
herhangi bir yerinde laikliğin, kuramsal ya da uygulama olarak, devlet dini
durumuna gelmiş olduğunu ancak cehalet ileri sürebilir. Doğal olarak, ülkemizin
Cumhuriyet ve laiklik karşıtı mürteci tayfası ve tarikat dünyası hariç. Öte
yandan, kilise, sinagog ve camileri kapatmış olan eski Sovyetler Birliği'nin
militan tanrısızlığının (ateizminin) laiklikle en küçük bir ilişkisi
bulunmamakdır. Laiklik anayasaya girmiş olsa bile hiçbir kiliseyi, camiyi,
sinagogu kapatmaz, kapatamaz. Dinin olmadığı, yasaklandığı yerde zaten laikliğe
de gereksinim yoktur.
***
Laikliği anayasasına koyan ilk ülke Meksika'dır. Sonra
Fransa ve Türkiye gelir. Bir de Afrika'ın bazı eski Fransız sömürgesi ülkeleri.
Başka var mı, bilmiyorum. Avrupa'da Kilise, çağa uyum sağlamak için,
kendiliğinden kamusal alandan çekilmemiştir. Bu, yasa zoruyla olmuştur. Ama bu
fiili duruma karşın kilise birçok Avrupa ülkesinde ayrıcalıklara sahiptir.
Katolik kilisenin egemen olduğu (İtalya, İspanya, Portekiz) gibi Protestan
ülkelerde de. Zaten epeyce ülkede Protestanlık resmi din durumundadır. Ama bu ülkeler
günümüz AKP iktidarından çok daha laiktir.
***
Değerli okurlar, laiklik konusunda yazmaktan, ülkenin
düşünürcülerini, akademisyencilerini, yazarcılarını bu konuda uyarmaktan
bıktım. Bu adamlarla aramda bir tek fark var: Ben laiklik konusunda toplam 600-700
sayfayı bulan üç-beş kitap okudum ama bu efendiler bu konuda hepten cahil.
Tanrı sözü (Allah Kelamı) olduğu için değişmez yasa olarak
kabul edilen din kurallarının toplum ve bireyin beynini ve yüreğini
taşlaştırdığını kabul etmeden laik olmak mümkün değildir. Böyle bir kutsal
kurallar toplamının geçerli olduğu toplumda zaten demokrasinin "D"si
bile hayat bulamaz.
Dinden çıkmanın, din değiştirmenin ölümle ya da başta türlü
cezalandırıldığı bir toplumda birey özgür olabilir mi? Bireylerin özgür olmadığı
toplum özgür olabilir mi?
***
Türkiye'de kurtuluş savaşı emperyalizme karşı yapıldı ve
kazanıldı. Cumhuriyet devrimleri ise, laik düzen kurmak için, her türlü
ilerlemenin karşısında duran mürteci medreseye ve tufeyli ve cahil ulema
sınıfına karşı yapıldı. Devrimlerin zulüm olduğunu ileri sürenler, medrese,
tekke ve zaviyelerin kapatılması, tarikatların yasaklanması ile bütün imtiyaz
ve çıkarlarını yitirmiş olan zümre ve mütegallibedir.
***
Değerli okurlar Türkiye Cumhuriyeti'nin laikliği büyük bir
oranda Fransa'ya benzese de temelde ona benzemez. Çünkü Fransa'da, bir ölçüde
reform geçirmiş Kilise'ye karşı laiklik, Türkiye'de ise 1400 yıldır
değişmesine, evrilmesine kesinlikle izin verilmeyen İslam dini söz konusudur.
İslam dininin kutsal kitabı Kuran'ın vahiy yoluyla indiği ve
Allah'ın kelamının hiç değişmediği, sadece bir iddiadır. Kuran, Hz.Muhammed'in
ölümünden yıllarca sonra derlenmiş ve kitaplaşmıştır. Bu süreçte her şey
mümkündür.
Hadislere gelince: Hangisi "sahih" hangisi değil
kavgası yapıldığına göre, güvenilirlikleri tartışmalıdır. Herkes kendi çıkarına
göre bir hadis uydurmuştur.
Şeyhler ve tefsirciler, Kutsal Kitap'ı kendi meşreplerine
yorumlamışlar ve en azından 1000 yıldır, yorum yolunu tıkamışlardır.
İşte bu üç nedenden dolayı Musevilik ve Hıristiyanlığın
laiklik karşısındaki durumu ile İslam'ın konumu aynı değildir. Günümüz
İslamcıları için Kuran, anayasa ve yasaların dayanağı olan bir hukuk (şeriat)
sistemidir. Bu nedenle insan yapımı anayasa ve yasalara gerek yoktur. İslam
dini bireylerin özel alanına ve kamusal alana egemendir.
Cumhuriyet devrimleri, bireylerin özel alanını dinin
egemenliğine bırakarak kamusal alandaki egemenliğine son vermek amacıyla
yapılmıştır. Bu nedenle batıdaki uygulamalar ile Türkiye Cumhuriyeti'nin
uygulamasını karşılaştırmak mümkün değildir.
***
Osmanlı devletinde kamusal alana din egemen olduğu için
bireyler arasında eşitlik mevcut değildi. Cumhuriyet bu düzeni devraldı. Laik
ve demokratik düzende bu düzenin devamı mümkün değildi. Bu nedenle Cumhuriyet,
batıda tarihsel, toplumsal, kültürel ve yasal süreç içinde oluşmuş olan Kamusal
Alan'ı oluşturmak için Devrim yasaları çıkardı.
Laiklik çevresi surlarla çevrili bir kaledir. Böyle olmak
zorundadır.
Özel alan ve alanlar surların dışında kalır. Bu özel dünya
halka açık bir dünya değildir. Özel alana birçok şey gibi din(ler) de egemen
olabilir, dinsizlik de.
Ama demokrasi ve laiklik için vazgeçilmez olan eşitliğin
sağlanması için, kamusal alanın NÖTR (Ne şu, ne bu) olması gerekir. Siyasal
İslam ve İslamcılar işte bu nötrlüğü kabul etmiyorlar. 1923'ten sonra işte bunu
kabul etmediler. Uygulamanın demokrasiye falan aykırı olduğunu ileri sürdüler.
Daha açık söylemek gerekirse: Müslümanların, Hıristiyanlarla, Musevilerle,
öteki dinlere inanlarla ve ateistlerle kamusal alanda eşit olmasını kabul
etmediler. Müslümanlar arasında da Sünnilerin Alevilerle, Şiilerle eşit
olmasını kabul etmediler. Bu insanlar o zamanlar demokrasiyi aradıklarını
söylüyorlardı, günümüzde de demokrasiyi ayrımcı ve ayrılıkçı bir anlayışla
paketliyorlar.
***
Bu karar, özel alanın kamusal alana saldırısına yol açmış ve
özel alanın kamusal alanı istilasına izin vermiştir. Türban serbestliği kararı
da böyle bir karardı.
Yargıtay, Anayasa'yı çiğnemiştir, onu ilga etmiştir; laiklik
ilkesi kurşuna dizilmiştir.
Laikliğin birinci amacı kamusal alanı bütün zararlılardan
korumaktır. Bunu sağlamak için her türlü engelleyici ve koruyucu ilacı
kullanır. Zararlılar, metafora göre, bütün saldırgan inançlar ve her türlü
dinsel zorbalık anlamına geliyor.
Kamusal alan elbette yol, sokak, alan anlamında değil.
Devlet daireleri ve okullar anlamında. Okullarda öğretmenlerin, devlet
dairelerinde memurların herhangi bir dinin simgesini taşıması, kamusal alanın
eşitlik ilkesini ortadan kaldırır.
Bu girişten sonra, bence laiklikle ilgili en yetkin
kitaplardan biri olan, Henri Pena-Ruiz'in Laiklik Nedir? (Gendaş Kültür.
Çeviren: Prof. Dr. Ümran Derkunt ) adlı kitabından alıntılar yapacağım.
***
"[Laik ülkede] Kültürel ya da dini farklılıkların inkâr
edilmediğini, ancak yalnızca ortak fayda ile yönetilen ve herkese açık bir
uzama olanak tanıyacak biçimde yaşandığını görüyoruz. Bu uzamı belirleyen,
insanları ayıran ya da bölen değil, birleştiren değerlerdir. Yurttaşlar
topluluğu olan cumhuriyetçi ulus, prensip olarak hiçbir dini referans, hiçbir
kültürel özellik, hiçbir zorunlu özel yaşam anlayışı üzerine temellenmez.
Cumhuriyet Hristiyan ya da Müslüman değildir; militan bir inancı ya da resmi
ateizmi benimsemesi yasaktır. Tam da bu nedenle, manevi tercihleri ne olursa
olsun bütün insanları aynı eşitlik düzeyinde kucaklar. Cumhuriyetin özünde,
dışlamayı haklı çıkaracak ya da mümkün kılacak hiçbir şey yoktur.
Elbette, insanların uyumlu bir biçimde bir arada
yaşayabilmeleri ve tekil tercihlerini geliştirirken çatışmaya savrulmamaları
gerekir. Laik cumhuriyette, ortak yasanın rolü bu birlikteliği mümkün kılmak,
düzenlemek ve herkese açık bir yurttaşlık uzamının teşkil ettiği ortak faydayı
korumaktır. Şu halde kişisel tercihlere saygı duyulmasının koşulu, bu
tercihlerin kamusal alana eklemlenme iddiasında olmamaları ve dinlere ya da
ateist maneviyatçılara tanınacak hukuksal ayrıcalıklar yoluyla ortak fayda
gözetimini tehlikeye atmamalarıdır. Bu anlayışa göre bireyler hukuk özneleridir
ve hiçbir grup öznelere herhangi bir şey dayatamaz.
Söz konusu olan, insanların farklılıklarını, sınırları kısa
zamanda çatışmalara sahne olan gettolara kendilerini kapatmaksızın ya da
kabuklarına çekilmeksizin geliştirmelerini sağlamaktır (...)
Dolayısıyla söz konusu olan belli bir eğilimi belli bir
eğilime dayatmak değil, hukuku her türlü eğilimin pençesinden kurtarmaktır.
Aynı şekilde, bir kültürün ya da 'uygarlığın' bir başkası üzerindeki
hegemonyasını güvence altına almak da söz konusu değildir. Söz konusu olan,
yasaları bütün halklar için iyi olan adalet gereklilikler üzerine
temellendirmektir. Şu halde Fransa'da devlet okullarına dini bir iletinin
dayatılması ... 1883 yasaları tarafından kaldırılmıştır. Özel alanda ailelerin
oynayacağı rol özgür kılınmıştır; çünkü aileler istedikleri takdirde, resmi bir
propaganda olmaksızın çocuklarına kendi seçtikleri dini ya da felsefi eğitimi
aldırabilecektir. Bu olanak, prensip olarak yalnızca evrensel olan değerleri
öğretebilen devlet okulu sınırları dışında kullanılmalıdır. Bir başka laikleşme
örneği, Hıristiyanlıktan esinlenmiş olan, geleneksel aile cüzdanı üzerine
yazılan maço 'aile reisi' kavramının hanenin kadın ve erkek tarafından birlikte
yönetilmesi lehine kaldırılmasıdır. Bu cinsiyet eşitliği hiçbir şekilde belli
bir kültürün kendiliğinden ortaya çıkan ürünü değildir; geleneksel Hıristiyan
kültürünün maço yanına karşı edinilmiş bir kazanımdır.
Bu tür kazanımlar kısmidir ve hukukun laikleşmesi ile halen
idealden uzak olan toplumun laikleşmesi sürecine dahil edilir. Öte yandan söz konusu
kazanımlar halihazırda göçmenlere yarar sağlayabilir; çünkü böylelikle
göçmenler kendini her türlü dini ya da kültürel tercihten uzak tutma kaygısı
taşıyan bir cumhuriyete gelmektedirler. Halen kiliselerin faydalanmakta olduğu
haksız ayrıcalıkların (devletin finanse ettiği özel okullar,
Alcase-Moselle'deki uzlaşmacı rejim) bütün dinlere tanınmasını istemek hata
olacaktır. Hukukun kesin olarak özgürleşmesi ve buna bağlı olarak tam eşitliğin
sağlanması yoluyla gerçekleşecektir.
Kısacası, laik cumhuriyet bir araya getirdiği kimselere,
'Kültürünüzden vazgeçip başka bir kültüre boyun eğin,' demez; 'laikliğin, size
dayatılmak istenen, dini ya da ateist her tür özel ideolojiye karşı mesafeli
durmaya çabaladığı bir ülkeye hoş geldiniz,' der. Şu halde nüfusun çoğunluğunu
oluşturan kişiler için, karşılayan ülkenin laikliği, güvencelerin en iyisidir.
Elbette bu güvencenin koşulu, istisnasız herkese dayatılan gerekliliktir:
Kamusal alana ve onu yaşatan yasalara - çünkü bu yasaların tek varlık nedeni
ortak faydadır - saygı duymak. Cumhuriyetçi model tam da bu nedenle
bütünleştirici niteliktedir. Bütünleşme ise hiçbir şekilde kültürel mirasın
silinmesine neden olmaz." (S.153-155)
***
Henri Pena-Ruiz'in kitabının "Laik Ülkede
'Farklılıklar'ın Statüsü" bölümünden aktardığımız,
cumhuriyet-demokrasi-laiklik ortamını betimleyen bu satırlar, bir-iki küçük
ayrıntı dışında aynen Türkiye Cumhuriyeti için de geçerlidir.
Türbanın tutucu toplumlarda kadını özgürleştirdiğini iddia
eden Nilüfer Göle'nin lafları, bu satırlar karşısında hemen gülünçleşiyor.
Çünkü demokrasi-cumhuriyet-laiklik üçlüsünün belirlediği uzamda, öğrenci, memur
ve öğretmen kadınların dinsel inanç özgürlüklerini kullanmak için türban
takmaları, nötr kamusal alana ve onun temsil ettiği bütün değerlere karşı girişilmiş
bir saldırıdır.
AKP tarikatı hükümeti bu saldırıyı örgütlemekte ve
yönetmektedir. Kamusal alanın nötrlüğünü yitirdiği bir ülkede ne cumhuriyet, ne
demokrasi, ne de laiklik kalır. R.T. Erdoğan hükümeti de bunu yapıyor zaten!
İslam dinini her işe karıştırmayın, maymuncuk olarak
kullanmayın, dokunulmaz olanı dokunulur hale getirirsiniz diye yıllarca yazdım.
Bu madrabazlara isyan eden insanlar bunlara süslüman,
pislüman demeye başladılar. Bu gidişle "İslam"ın da ya başına ya da
sonuna bir takı taktırır bunlar.
Utanmasalar, kendilerini bu hale laikliğin getirdiğini
söylerler. Kim bilir, belki de "devlet dini laiklik" yüzünden böyle
süslüman, pislüman, müsteathit, müsmatör olmuşlardır. Kendi düşen ağlamaz, biz
işimize bakalım ve Henri Pena-Ruiz okumayı sürdürelim:
Laik okul ve eğitim
"Devletin görevi, laik eğitim vermektir. Ailelerin
çocuklarına kendi tercih ettikleri dinin eğitimini istemeleri hakkı varsayımı,
devlet okullarında ateizm ve bilinmezcilik (agnostisizm) derslerinin de
olmasını gerektirir. İnançlı aileler, durumun tersini, yani bu defa
kendilerinin kurban olacağı, daha açık söylersek okul programlarında ateist
hümanizma dersinin koyulduğu ve kendilerine karşı çıkma olanağı verildiği bir
durumu düşünebiliyorlar mı? Eğitimin laikliği her türlü inanç propagandasını ve
yüceltilmesini ve hatta inancın dini biçimini dışladığı gibi, resmi ateizm
telkinini de dışlar. Dolayısıyla devlet okulunda hiçbir din ya da ateizm
dersinin yeri yoktur. Bütün yurttaşların eşitliği bu noktada vicdan özgürlüğü
ile buluşur." (Laiklik Nedir? s.94)
***
Laik bir cumhuriyetin okulu da laik olur. Bu nedenle
Türkiye'de okullarda din dersinin zorunlu olması, öğrencilerin türban takması
laiklik ilkesine aykırıdır. Bir kamusal alan olan okulda din öğretiminin
yapılması temel hak ve özgürlükleri zedeler niteliktedir. AKP iktidarında Sünni
görüş devlet dini haline getirilmiştir.
Kamusal alan
"Laik bir cumhuriyette farklı inançların mensuplarının,
ateistlerin ve inanç belli etmeyenlerin, kendilerine ayrılmış ve aynı hak ve
ödevleri beraberinde getiren aynı düzeyde yerleri vardır. Bir
"cemaatte", hatta dini resmi bir norm haline getiren bir ülkede ise
inanç mensuplarının, ateistlerin ve inançlarını gizleyenlerin yeri elbette aynı
değildir. Bunun nedeni, birlik ölçütünün basitçe aidiyet ve dışlama ölçütü
olmasıdır. Böyle bir bağlamda, örfi ya da dini niteliklerine göre grupların
öznesi olacağı özel hakların tanınması, son derece zararlı olan
"iletişimli tüpler" kanunu gereği bu grupları oluşturan bireylerin
haklarını ortadan kaldırır ya da tehlikeye atar. Türban takma zorunluluğu ya da
eşin dayatması örnekleri, bu nedenle, bireysel özgür iradeye karşıt saldırılar
haline gelme tehlikesi taşır.
Laiklik hiçbir şekilde özel bağlılıkların ifade edilmesiyle
uyumsuz değildir; aksine bu bağlılıkları eşitlik çerçevesinde olanaklı kılarken
aynı zamanda kamusal alanı bunların tahakkümünden korur. Bu kaygının keyfi bir
yanı yoktur. Hatta, söz konusu kamusal alanın herkesin eşitliğinde özgürlük
olanağının koşulu olduğu düşünülürse temel niteliktedir. Yapılması gereken,
farklı olma hakkını halkların farklılığına ve ortak referans alanın imhasına
yönelmeksizin güvece altına almaktır.
Özel bağlılıkların, hukuki açıdan göz ardı edilmesi onları
inkâr etmek değil; onların bundan böyle ortak olan bir norm yerine
geçemeyeceğini belirtmektir. Yalnızca çoklukları bile bunun bir çatışmayla
sonuçlanacağına işaret eder: Ateistlerin ve çeşitli din mensuplarının tamamı
ortak, kamusal normu kendi inançlarıyla imlemek isterse çatışma kaçınılmaz
olur. Dolayısıyla zorluk, bu özel bağlılıkların, her şeye rağmen,
yaşatılmalarına ve ifade edilmelerine olanak sağlamaktır. [...] Laik ve
cumhuriyetçi çözüm bu bağlılıkları, hukuki anlamıyla özel alana taşımaktır ki
bu, hiçbir şekilde bu bağlılıkların toplumsal boyutunun inkârı anlamına gelmez.
Şu halde toplum ile cemaat arasındaki alternatif farkı bir
anlam kazanabilir: Site olarak düzenlenmiş toplum ya da "yasal
topluluk/cemaat", belli bağlılıkları yüceltmeyi amaçlayan
"cemaatlerin" varlığıyla uyumsuz değildir; ancak bunun üç yönlü bir
koşulu vardır. Öncelikle, cemaatlerin gelecekteki üyelerinin cemaatleri
bağlanma ya da bağlanmama tam özgürlüğü ile bu cemaatlere verecekleri norm olma
niteliğinin düzeyini ve katılım derecelerini kendi başlarına belirleme
özgürlüğü olmalıdır. Hukukun öznesi yalnızca birey olmalıdır. İkinci koşul,
bütün manevi tercihlerin ya da bütün yaşam etiklerinin kesin eşitliğidir;
elbette bu tercihler örf ve âdet hukukuna uygun bilimde ifade edilmelidir. Son
koşul ise herkese ortak olan yasanın cemaat içi bir etkiden kaynaklanabilecek
her tür özel bağımlılık üzerindeki üstünlüğüdür. Görüldüğü gibi bu üç şart
ayrılmaz niteliktedir ve laik bir cumhuriyete karşılıklı olarak birbirlerini
gerekli kılar."(Age, s.175-176)
***
İslamcıların, AKP tarikatının, tarikatların, F tipi cemaatin
ve öteki cemaatlerin ve hatta dindarların çok büyük bir bölümünün bugün
okuduğunuz düşünceleri kabul edebileceklerini sanmıyorum. Sanmıyorum; çünkü
Tanzimat'tan, İkinci Meşrutiyet'ten ve Cumhuriyet'ten bu yana Müslüman
olmayanlarla, Aleviler, Şiilerle eşit konum ve düzeyde olmayı kabul etmediler.
Laik anayasanın ve Devrim Yasaları'nın zorlamasıyla yasanın üstünlüğünü, yaşam
etiklerinin eşitliğini ve bireysel özgürlüğü kabul etmek zorunda kaldılar (aslında
kabul edermiş gibi yaptılar); bütün suçu laikliğe yüklediler ve onu bir din
olarak gördüler.
Oysa laiklik , kendisi bir din ve inanç olmadığı gibi hiçbir
dinin ve inancın yanında ya da karşısında da değildir. Sadece, benim deyişimle,
birey ve toplumları dincilerin saldırısına karşı korur. AKP bunu da anlamadığı
için, iktidarda durmadan suç işlemektedir.
Dünkü yazım şöyle bitiyordu: "Oysa laiklik, kendisi bir
din ve inanç olmadığı gibi hiçbir dine ve inanca karşı değildir. Sadece, benim
deyişimle, birey ve toplumları dincilerin saldırısına karşı korur. AKP bunu da
anlamadığı için, iktidarda durmadan suç işlemektedir." Şimdi devam edelim:
Fransa laikliği ile Türkiye laikliğini birbirine
karıştırmayalım. Başlangıç olarak 1789 tarihini, sonuçlanma olarak 1905
yasasını kabul edersek, Fransız laikliği 119 yılın eseridir. 1789 öncesinin
çabalarını hesaba katarsak 200-250 yılı bulur. Fransız laikliği 200-250 yılın
birikimiyle ortaya çıkmıştır. Bir siyasal ve düşünsel iktidar mücadelesinin
sonucudur.
Ama gene de, 8 Ekim 2013 günü yayınlanan "Fransa'da
Okullarda Laiklik Yasası ve Türkiye" başlıklı yazımda değindiğim gibi
Fransa, İslamcılık karşısında kendini korumak için önlemler almak zorunda
kalmaktadır. Şimdi bir kez daha Henri Pena-Ruiz'e başvuralım:
***
"İslamcı cemaatçilik, çoğunlukla toplumsal durumun
alevlendirdiği radikallik nedeniyle saptırılarak bir simgesel, siyasal ve
hukuki talepler dizisi haline getirilmektedir. Bugün mesele, her yerde türban
takma zorunluluğunu elde etmektir. Yarın, düzenin devamı için tehlikeli sayılan
eğitim disiplinlerini sansüre uğratacaktır. Öbür gün, cemaat mensupları, zekice
bir hamleyle yeni sömürgeciliğin reddedilmesi olarak temalaştırılmış olan
kültürel kimlik adına, himaye altına almaya engel olan cumhuriyet yasalarına
istisna teşkil edecek bir özel statü yasası talep edecektir. Fransa'da, Fransa
İslami Örgütler Birliği'ne (UOIF) yakın duran kimi düşünürler, laikliğin
ilkelerinin hatırlatılmasını 'köktencilik' olarak etiketlemekten çekinmemekte
ve laikliğin anti-laik taleplere hak verecek biçimde reforme edilmesini
istemektedirler." (Laiklik Nedir? S.194)
***
Yani Fransa'daki İslamcılar amaçlarına kolayca ulaşmak için
laikliğin İslamcılığa uygun düşecek biçimde yeniden tanımlanmasını
istemektedir. Türkiye'de Cumhuriyet'in devrim yasalarını fiilen yürürlükten
kaldırarak imam-hatip okullarını temel eğitim kurumu haline getiren, türbanı
kamusal alana ve okula sokan AKP tarikatı hükümetinin, geleceği güvence altına
almak için anayasanın ilk dört maddesini değiştirmek istemesinin; laikliğin
kendine uygun bir tanımını dayatmasının gerçek nedeni anlaşılmıyor mu?
İslamcılık uluslararası emperyalist bir harekettir.
Türkiye'de okulların imam-hatipleşmesiyle, zorunlu din
dersleriyle, kamuda türbanın serbest bırakılmasıyla Cumhuriyet laiklik
niteliğini fiilen kaybetmiştir. Bu Cumhuriyet'e karşı yapılmış bir darbedir.
Darbe girişimi değil, adıyla sanıyla bir darbedir.
Demokrasi ve laikliği anlayıp içine sindirememiş olan
İslamcı topluluk, egemen konumunu bir ölçüde yitirmiş olduğu ve toplumun
tamamını baskı altına alamadığı için, inancını özgürce yaşayamadığı, mağdur
edildiği ve zulüm gördüğü yaygarası yapmaktadır. Yaptığı, bir seri katilin
cinayetlerine engel olan polisten şikayetçi olmasına benzer bir durum. Aslında,
onlara göre, "inancını özgürce yaşamak" şeriat hayatıdır. İktidara
sarılmaları ve saldırganlıkları buradan kaynaklanmaktadır.
1950 öncesinde yaşadıklarını söyledikleri zulüm, Osmanlı
dönemindeki imtiyazlarını yitirmiş olmakla özetlenebilir. Oysa Müslümanlar,
inançlarını tek parti iktidarında da özgürce yaşamışlar, sadece İkinci Dünya
savaşı döneminde ve mali bunalım dolayısıyla birkaç kez hacca gidememişlerdir.
O kadar.
O zamanlar, demokrasi ve laikliği anlamadıkları gibi,
ekonomi ve üretimden de anlamadıkları için, cumhuriyetin kendilerini
"masa" ve "kasa"dan özellikle uzak tuttuğunu sanıyorlardı.
Şimdi bürokrasi masasına oturdular, devlet kasasının anahtarı da ellerinde,
yozlaşma okyanusunda pupa yelken gidiyorlar.
On yıllık hal ve gidişleri, ruh ve kafa sağlıklarının hızla
bozulmakta olduğunu gösteriyor. Yoksa 500 kişinin yaşadığı dört camili köyde
neden beşinci cami istesinler ve Çamlıca'nın tepesine, Tanrı'nın yarattığı
güzelliği yok etmek pahasına, neden cami dikilsinler?
***
Devrim yasaları ve toplumunun öz malı olan 6 ok Cumhuriyetin
temellerini oluşturur. Postmodern ve küreselleşme meftunu naylon demokrat ve
ikinci cumhuriyetçilerin sandığı gibi ne devrim yasaları eskimiş ne de 6 ok
dogmalaşmış ve modası geçmiştir. Tam tersine küreselleşme batağa saplanmış,
postmodernizm ise farıyıp kullanım süresini doldurmuştur.
Sözünü ettiğim iki oluşturucu program (devrim yasaları ve 6
ok) devrimci cumhuriyetin baş ilkesi niteliğindedir. İsteyen bunlara geleceğin
kilidini açacak anahtar adını da verebilir.
Laiklik olmasa cemaatleşmiş toplum bütünleşmez, bütünleşmiş
toplum cemaatlere ayrılır ve İslam dünyasının yaşadığı kanlı kör döğüş başlar.
Bu nedenle, toplumun huzuru ve barış içince gelişme için dindarlar da laikliği
savunmak zorundadır. Laikleşmeden İslam dünyasının adam olması, saygınlık
kazanması, kendi kaderine, özgürlük, egemenlik ve zenginliklerine sahip olması
olanaksızdır. Laikleştiği ölçüde demokrasiyi de oluşturma olanaklarına kavuşur.
***
Ancak AKP tarikatı yönetiminde gidiş bunun tam tersi yöne ve
yolda. Amaçları, laikliği yürürlükten kaldırmak, gerçek dindarları militan
İslamcı kalıba sokmak ve bir Taliban rejimi kurmak. Bu da onların programı.
Bu nedenle devrimci laikliğinin değerini anlamamak, dahası,
daha da ileri giderek onu bir "din" olarak tanımlamak, tarih önünde,
insanlığa ihanet olur.
Victo Hugo, 1850 yılında, "Kiliseyi kendi yerinde, devleti kendi yerinde
görmek istiyorum" diyordu. Ve unutulmamalıdır ki, Victor Hugo ve
Jean Jaurès sosyal cumhuriyet ile laik özgürleştirmeyi aynı ülküde
birleştiriyordu.
Son söz: Başta kadınlar olmak üzere aklı olan herkes bu
ülküde birleşir!

Hiç yorum yok:
Yorum Gönder