6 Şub 2011

"OSMANLI" ÖZLEMİ

Kimlik arama-taramaları ve Osmanlı

En yakın zamanlarda yapılan tanımlardan birini veren Nuri Bilgin , böyle bir aidiyetin açıkça dünya görüşü çerçevesinde düşünülmesi gerektiği üstünde dururken şunları ifade ediyor:
"Kimlik sorununa verdiğimiz cevaplar, daha genel bir düzlemde evrenselcilik ve farkçılık arasında yaptığımız tercihlerle yakından ilişkilidir. İnsanın kendini, kendi gözünde ve diğerlerinin aynasında nasıl gördüğünü ifade eden kimlik, kendini sosyal bir çerçevede tanımlama ve konumlamayı içerir. Dolayısıyla bu sorun insanın dünya görüşünü ve diğerleriyle ilişkilerinin çerçevesini gündeme getirmektedir." (Kolektif Kimlik, Sistem Yayıncılık: İstanbul, 1995, s.183).

Yazımı kısa tutmak için Bozkurt Güvenç ve başka bilginlerin tanımlamaya çalıştıkları kimlik konusunu burada daha fazla irdeleme gereği duymadan ve bir bakıma bireyin yerel ve dünya ilişkileri çerçevesinde kendisini oturtmaya çalıştığı aidiyet sorununu deşmeden sorayım: AKP'nin gündemde tutmak istediği kimlik nedir? Görsel, yazılı ve sözlü mirası apaçık ortada bulunan "Osmanlı" dan neleri keşfetmek ve kimliğine başat yapmak istiyor?

Gerçekten, onların katında nedir kimlik, neyi ifade ediyor? "Batı" güçleriyle ve güçlüleriyle -şüphesiz meşruiyetini de kanıtlama pahasına- bağ kurmak, onların saflarında yer almak istediğini dört yıldır beyan edegelen ve demokrat olduğunu da savunan "muhafazakâr" bir iktidar Adalet ve Kalkınma Partisi tarafından gündemde tutulmak istenen nedir? Din kozunu her zaman oynamak isteyen, dinsel yapılanmayı toplumsal bünye içine yeniden oturtmaya çalışan, ama bu özelliğiyle -yani İslami referans içinde pek fazla yeri bulunmayan etnik (ırki) farklılıkları da öne sürerek, hatta "Türk ulusu" tanımının kapsadığı genişliği yok sayarak- Türkiye'de "altkültür" kavramını deşen (ama, bu arada, 17 Eylül'de toplanan Türk Kurultayı'nda, Mustafa Balbay 'ın iki gün sonra Cumhuriyet'te yorumladığı üzere, oy kaybı korkusuyla ağzından "Türk" sözcüğünü hiç eksik etmeyen) AKP lideri, ne tür bir çerçeve içinde kendini "kimlik" lendiriyor ve politik zorlamaların yol açtığı konuşmalarında ne kadar inandırıcı olabiliyor? AKP içinde, eminim ki, kimliğin tanımını yapanlar farklılıklar içermektedir ve bu farklılıkların bulunması da çok doğaldır. Ancak, iktidardaki partinin liderinin dudakları arasından çıkan sözcükler -parti programı ne olursa olsun- bu farklılıkları formülleştirmektedir, yeknesak hale getirmektedir ve partinin politikası olarak yansıtmaktadır. Son aylarda, son günlerde medyada yansıtılanlar ne olursa olsun, AKP'nin kimlik ya da aidiyet yansıtmasında "Osmanlı" bir referans olagelmiştir. Öyleyse, Osmanlı'nın ne ve kim olduğuna kısaca bakalım; tanımlanması çok zor olagelmiş bu kimlik/aidiyet/imge hakkında bazı tanınmış tarihçilerden açıklamalar da katarak göz önüne serelim.

Türkiye, Arap dünyası ve İran gibi ülke toplumlarının tarihleri üstüne çalışmaları bulunan Bernard Lewis'in Osmanlı kimliğini/kimliklerini tanımlaması şöyle:
Osmanlıların resmi dili genellikle Türkçe olarak açıklanır, ancak halk kendisine Türk dememiştir, ülkesini de Türkiye olarak görmemiştir. Türk ve Türkiye sözcükleri Avrupa'da en azından on ikinci yüzyıldan beri kullanılagelmiştir, ama Türkiye'de Türkler tarafından kullanılmamıştır. Onların yerine yönettikleri ülkelere, din terimleriyle Memalik-i İslam (İslam ülkeleri), hanedan deyimleriyle Âl-i Osman (Osmanlı hanedanı) ya da kesin bir bölgesel tanım gerektiğinde, miras aldıkları adla Memleket-i Rum (Roma İmparatorluğu'ndan kalan ülkeler) demişlerdir (The Multiple Identities of the Middle East, Londra, 1998, s. 11).


Metin Kunt ise şöyle bir soru soruyor, yanıt arıyor ve konunun ne denli çetrefilli olduğunu hatırlatıyor:
Osmanlı Devleti bir Türk devleti miydi? Soru sizi yadırgatmasın, cevabı "Tabii evet" denecek kadar kolay değil, "Evet ama bazı kısıtlamalarla" demek gerekir.... "Türkiye" ancak yüzyılımızda (yirminci yüzyılda) meydana çıkmış ve yerleşmiş bir terim... Osmanlılar "Rûm" diyordu kendi ülkelerine. (Osmanlı Devleti 1300-1600, ed. Sina Akşin , İstanbul, 1988, s. 103.)


Osmanlı tarihiyle herkesten fazla uğraşmış olan ünlü tarihçimiz Halil İnalcık ise Osmanlı için kullanılmış olan "Türk İmparatorluğu" tanımına itiraz ediyor, ona çok daha fazla nitelikler yükleme gereği duyuyor:
Osmanlı İmparatorluğu bir Türk imparatorluğu değildi. O çokdilli, çokdinli ve çokkültürlü bir politik sistemdi ve tarih boyunca var olmuş diğer imparatorluklarla kıyaslanmalıdır. Avrupalıların ısrarla Osmanlı İmparatorluğu'nu Türkiye ve Osmanlıları da Türk olarak tanımlamaları Avrupalıların düşünce kalıbını yansıtmaktadır; ancak bu saygıdeğer kullanış biçimi, Osmanlı gerçeğini ciddi olarak çarpıtan zorlayıcı bir zihni yapıya yol açmaktadır. ("The Meaning of Legacy: The Ottoman Case ", L.C.Brown (ed.), Imperial Legacy: The Ottoman Imprint on the Balkans and the Middle East, New York, 1999, s. 19.)


Osmanlı kaynaklarından bazı sözcükleri cımbızla çekip onlara dayanarak kimlik ya da aidiyet üretme teşebbüsünde bulunanlar olmuştur, özellikle Osmanlıların Türk'ü kötülemediği yönünde açıklamalar yapılmıştır. Aslında Osmanlı'nın Türk'ü (çoğul biçimiyle Etrâk'i) özellikle kötüleme, küçük düşürme gibi bir politikasının varlığını şiddetle savunmak doğru değildir; ancak emperyal düzeni içinde uyum göstermeyen her türlü ırk ve din mensubu, gereken tepki ve şiddet ile karşılaşmıştır; Türkmenler de bu yolda nasiplerini almışlardır; onlar kadar Araplar, Araplar kadar Acemler, Müslümanlar kadar Rafiziler ve İsa dininden olanlar; yani "emperyal ihtişam ve ihtiyaç" ın gereklerini yerine getirmeyen her bölge ve zümre rahatça cezalandırılabilmiştir. Askeri ya da başka hizmet dallarında sorumluluk ve itibar, İslamın öğretisine uyum, tam bir Sünni tavır, mutlak itaat, Osmanlı diline hâkimiyet: İşte merkezin üzerine titrediği özelliklerden bazıları. Mora'da yaşayan Ortodoks, Yemen'in yerlisi Müslüman Arap, Toros eteklerindeki Türkmen vb., Osmanlı görkeminin birer figüranıydılar. Avrupa yakasındaki Macar, Sırp, Hırvat, Boşnak, Arnavut, Roman, Bulgar, Yunan ve Türk; Asya ve Afrika'da Türk, Kürt, Yunan, Arap, Yahudi, Berberi, Laz, Ermeni, Gürcü ve başkaları: Osmanlı alaşımındaki öğeler. Söylemeye bile gerek yok; ona Türk damgası vuran Avrupalılar olmuştur; Osmanlı ise özünü İslama dayamıştır. Ancak bu farklı bir İslam olmuştur: Bizans ve sonra da Avrupa sınırlarında, Mekke Müslümanlığından farklı bir İslamiyetin, bir sınır kültürünün ve alaşımının genişletilmesiyle büyüyen, Bizans'tan aldığı pek çok kurumla değişen bir emperyal kültürün ürünü olmuştur.

Böyle bir İslamiyetin temsilcileri, Anadolu ve Rumeli fatihleri, Orta Asya'dan getirdiği Türkçe resmi diliyle (Türkî zebân ya da lisan-ı Rûm ile), Rûm (Roma İmparatorluğu'ndan devreden) ülkelerinde hükümranlık etmiş ihtişam sahipleri olan Âl-i Osman (hanedan), Devlet-i Âl-i Osman, Devlet-i Âliye (yüceler yücesi devlet), Devlet-i Eded-Müddet (sonsuzluğuna uzanan yönetim), Memalik-i Mahrûse (korunmuş ülkeler) sıfatlarında görkeme bürünmüş Osmanlı'yı, nasıl olur da -21.yüzyılda- "yedi düvel" deki fütuhat ve idaresinden yüzyıllar sonra, yaşadığımız ve "başkaları" nın yaşadıkları ülkelerde aranan, yokluğu hissedilen yeni bir tarih süreci olarak değerlendirebilirsiniz, onu zamanımızın "Memalik-i Mahrûse" si yapabilirsiniz?


Emperyal kültür, İslam ve Türk

Kimlik tartışmaları sürüyor, herhalde sürecek; geçen yüzyılın mirası bir konu bu. 1980'li ve 90'lı yıllarda politikacıların dilinde de dolaşıyordu, medyanın da işlemeye çalıştığı bir sorundu. Turgut Özal'ın yetkili ve etkili dönemlerinde içi doldurulmaya çalışıldı, eyalet sisteminin faziletinden bahsedildi. Günümüzde de Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın diskurlarında şekillendiriliyor; Türk, Kürt, Çerkez vb. ayrımlarla alt zemin hazırlanıyor, İslam "üst" te yapıştırıcı, kavrayıcı ve belirleyici görevlerle yüzyıl ve yüzyıllar önceki konumuna yerleştirilmek isteniyor.

Evet, Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin kuruluşundan yıllar, yüzyıllar öncesine giderek bir zemin hazırlamak istiyorum günümüzdeki tartışmalara. Şunu demek istiyorum: Osmanlı yönetimi -kimi tarihçiler aksini iddia etseler de- kendisini hiçbir zaman "Türk" e ait hissetmedi, saymadı. Müslümanlığı baş tacı yaptı, onun için savaştı; Hıristiyan ve Yahudi'den gereken vergiyi aldı, şarap üretimine izin verdi, ancak onu geleneksel olarak Müslümana haram ve yasak kıldı. Osmanoğulları hanedanlığı ile simgeleşti; Rûm (Roma) toprak ve denizlerinden devraldığı coğrafya içinde "Rûmî" liği benimsedi ve başkalarının toprak ve denizlerinde hesapsızca genişledi. Resmi dilinin Türkçe olması, Türklük için tek teselli gibiydi. Müslüman ve Orta Asya'daki Türk devletleri ona, şüphesiz Doğu Roma İmparatorluğu'na atfen "Rûm" dediler, padişahlarını da "Sultan-ı Rûm" diye unvanlandırdılar. Oysa Avrupa 12. yüzyıldan itibaren "Türkiye" deki andığım bölgeye; üzerinde yaşayanları da "Türk" olarak vasıflandırdı. Bir Hıristiyan'ın İslamiyeti kabul etmesi, Türk sayılması anlamına geldi.

Türkler Anadolu'yu fethetmeye başladıkları zamandan itibaren ve yüzyıllar süren bir süreçte oralardaki yerlilerin büyük bir çoğunluğu Müslüman oldular, Türkleştiler, kimileri de Hıristiyan olarak yaşamlarını sürdürdü. Daha önce yaşamış toplumların, eski çağ uygarlıklarının da mirası oradaydı. Zamanla Türkleşme süreci hız kazandı; daha 16. yüzyılda (en azından tapu ve tahrir defterlerinden çıkarılan sonuçlara göre) % 90'lara ulaşan bir kimlik ekseriyetiyle yapılanma belirginleşti. İlginç değil mi? Avrupa Osmanlı'ya "Türk", ülkelerine "Türkiye" demiş, Osmanlı merkezi ise kendini Müslüman ya da "Rûmî" olarak (Doğu Roma'ya atfen) kimliklendirmiştir. Ancak ve sadece Cumhuriyet rejimiyle Türkiye günümüzdeki adını benimsemiştir; onlarca etnik yapıdan oluşan halkını (ahalisini) çok kapsamlı bir tanım olagelmiş ve Osmanlı'nın pek dert etmediği, ama Türkiye'yi büyük bir çoğunlukla doldurmuş olan "Türk" ile üstkimliklendirmiştir. Cumhuriyet'in inşası, asırlardır kenara itilmiş ancak başat olan bir kimlikle ortaya çıkmıştır.

Günümüzde kimlik konusu -sayıları çok sınırlı kalan araştırıcıları saymazsak- tarihçi, toplumbilimci vb. bilginlerin ortaya koymaları gereken yeni araştırma yöntemleri içinde ele alınmıyor; onun yerine Başbakan Erdoğan'ın politik mülahazalarıyla partisi ve hükümeti adına yurtiçinden ve dünyanın bir ucundan tanımlanmaya çalışılıyor. Çeşitlendiriliyor, gerektiğinde bir sonraki gün tevil ediliyor, yeniden ama yeknesaklaştırılarak tersinden okunuyor. Bana, ünlü tarihçimiz Halil İnalcık'ın Osmanlı'nın ait olduğu ortamı yansıtan sözcüklerini anımsatıyor: Emperyal kültür ve İslam. Erdoğan, Osmanlı sultanı gibi sanki at üstünde karaların ve saltanat kadırgasının köşküne oturmuş denizlerin imparatoru (sultanü'l berreyn, hakanü'l-bahreyn) durumunda; İslam ise uğruna gaza ettiği ilke, Osmanlı'nın üstkimliği. Türkiye'deki son yüzyılı dolduran deneyim, bireysel kazanım, çağdaş ve laik devlet ve sorumlu toplum olma gayretleri, kenara itiliyor adeta. "Medya" fırsatçıları şehnamecilik yapıyor, yani şahın/sultanın söylemlerini kaydediyor, sırtını sıvazlıyor; başyöneticinin "sefer-i hümayun" larını, onun ve merkez yönetiminin isteği doğrultusunda eksiksiz ve ağyara dokunmadan yazıp ve telaffuz edip vakanüvisliğe soyunuyor, başka bir deyişle gelecek için tarih kaynağı hazırlıyor, AKP'nin görkemini yansıtarak. Eğer inanırsanız, bütün bunları demokrasi için yapıyor!

Tarihçi'nin mesleği, Başbakan'ın yorumu
Ben umutsuz değilim; Türk toplumu çağdaş değerlere bu denli sırt çevirecek "reaya" değildir; "kulluk" Osmanlı'da kaldı; ortaçağ geleneklerini fazlasıyla yaşamış ve yaşatmış Devlet-i Âl-i Osman'da. Onun yokluğuna üzülmek gibi bir tarih hatası yapmaz. Ancak Osmanlı eserlerinden zevk alabilir: Selimiye Camii'ni seyrederken, çini sanatını takdir ederken, güzel yazı örneklerini düşünürken ya da bürokratik yapısındaki ayrıntıları okurken, veyahut ona "barut imparatorluğu" vasfını yüklerken. Bizler Osmanlı'ya ait geçmişi çalışabiliriz, öğretebiliriz; hatta onu kimliklendirebiliriz, tarih bilinci oluşumuna katkı için; ancak o, yeniden içine girip yaşayabileceğimiz bir kimlik değildir.


"Sözünü ettiğim bu geç ortaçağ Türk/İslam imparatorluğuna ait olduklarını sanıp da "biz Osmanlıyız" diye haykıranlar bilmeliler ki, bu imparatorluk geçmişte çok farklı kültür öğelerini de benimsemiştir. Öyle diyenler bu öğelerden hangisini sahipleniyor? Devşirme devlet adamlarını mı, imparatorluğun merkez kültürünü yansıtmaya çalışan tarihçiyi ya da şairi mi, Mora Yarımadası'nda yaşamış Yunan kültürlü tabiyi mi ya da Yemen'de doğmuş Arap'ı mı, veyahut Anadolu yaylalarında serpilmiş Türkmen boylarını mı? Yoksa 'Âl-i Osman' imparatorluğunun görkemini mi? Türkiye Cumhuriyeti -başta Türk olmak üzere bütün bu çeşitli köklerden gelmiş olsa bile- bir değişimin sonucu olarak ortaya çıkmamış mıdır? Cumhuriyeti silip atarak 'Osmanlıyız' demek tarihsel mantığa ters düşmek değil midir?" (Salih Özbaran, Bir Osmanlı Kimliği, İstanbul, Kitap Yayınevi, 2004, s. 125)


Eğer bir başbakan ve kimi bakanlar, bir yüzyıllık sürecin oluşturduğu Türkiye Cumhuriyeti olgusunu atlayarak, Osmanlı özlemiyle yanıp tutuşan bir beklenti içine girerlerse, hem tarihçilerin deyimiyle "anakronik" bir hata yapmış olurlar, yani tarihsel kronolojiyi şaşırırlar, hem de bu Cumhuriyetin oluşturduğu Türk toplumunun çağdaş kazanımlarına yüz çevirmiş olurlar. Falcılık yapmadan şu kadarını ekleyerek bitireyim yazımı: Osmanlılar, son iki asırlık süreçlerinde yakalamaya çalıştıkları bazı Batı değerlerine karşın yok olmaktan kurtulamamıştır, "misakımilli" sınırları içinde emperyalist güçlere karşı verilen savaşların ardından geliştirilen Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve barış içinde yaşadığı vatanının sahipleri (çeşitli etnik kökenleri içeren ve kültür farklılıklarını kapsayan Türk toplumu), sağlam temeller üstüne yapılanmıştır. Başka türlüsünü pek düşünemediğim bir ulus inşa edilmiştir. Onun sahipleri, ne ABD'nin çıkarları doğrultusunda Ortadoğu'nun yapısına yönelik girişimlerinin ne de Başbakan'ın ve şeriklerinin Osmanlı özlemi çeken tutumlarının oyuncağı olacaktır. Tarihsel görüntü bana bunu söyletebilmektedir. Bir tarihçi olarak -üstelik bir Osmanlı tarihçisi olarak- mesajım budur.

Neredeyse bir yüzyıl önce Osmanlı İmparatorluğu yok oldu, başka imparatorluklar gibi veda etti dünyaya. Onun coğrafyasının çekirdek bölgesinde Türkiye Cumhuriyeti yaşamakta bugün. Avrupalıların 12. yüzyıldan beri Türkiye diye tanımladıkları ve oralardakilere Türk dedikleri, ancak Osmanlı yönetiminin adlandırmadığı bir coğrafya ve ulus. Atatürk ve arkadaşlarının ve nice atsız kişilerin kurduğu saygın olagelmiş bir ülke; etnik çeşitliliğin ve kültürün yarattığı vatan. Tarih, onun başat -ama ırkçı olmayan- Türk kimliğine aidiyeti yönünde tanıklığını sürdürüyor, dışarıdan gelen yönlendirmelere, içeridekilerin iktidar hesaplarına ve ellerine geçirdikleri "medya" olanaklarını sorumsuzca kullananların varlığına karşın; meşruiyetini Osmanlı geçmişinde aramaya kalkan kronoloji bilgisinden yoksun bir iktidara rağmen.

Hiç yorum yok: