27 Nis 2011

OSMANLI AMA HANGİ OSMANLI?


Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı’yı yenen devletler, şöyle bir bildiri yayımlamışlardı:
 Başlıca Müttefik Devletler Konseyi’nce 23 Haziran 1919’da uygun bulunan metin: “(…) Tarih boyunca hangi ülke Türklerin eline geçtiyse o ülke maddi ve kültürel geriliğe gömülmüş, hangi ülke Türklerin elinden kurtulduysa maddi ve kültürel bakımdan yükselmiştir. Tarih boyunca Türkler ellerine geçirdikleri ülkeleri geliştirmemiş, yıkmıştır; çünkü Türklerde geliştirme yetisi yoktur, yalnızca yıkmayı savaşmayı bilirler. (Bu nedenle ülkelerini parçalayacak ve Türkleri biz yöneteceğiz) (…) ”İmzalar: İngiltere, Fransa, İtalya, Amerika, Yunanistan,  Japonya, Sırbistan” Bu bildirinin altında diğer devletlerin yanı sıra Amerikanın da imzası bulunmaktaydı. Müslüman Türklerde yalnızca yakıp yıkarak savaşma yeteneği bulunduğu, bunun dışında bilim, düşünce, ekonomi, mimarlık, üretim bilimi ve sanat gibi uygarlık alanlarında hiçbir yeteneği bulunmadığı savına Mustafa Kemal’in 28 Aralık 1919’da verdiği yanıt şu olmuştur:

ATATÜRK’ÜN YANITI

“Sözde, ulusumuz, yetenekten yoksun bulunduğu için, bayındır bulunan yerlere girmiş ve oralarını yıkıntıya çevirmiş! Bu savlar kesinlikle gerçek değildir. Karaçalmadır. Düşününüz efendiler! Ulusumuz küçük bir aşiretten, anavatan da bağımsız bir devlet kurduktan başka, Batı dünyasına, düşman içine girdi ve orada büyük çabalarla bir imparatorluk kurdu. Ve bunu, bu imparatorluğu, 600 yıl büyük bir yetkinlikle sürdürdü. Bunu başaran bir ulus, yüksek bir yöneticilik yeteneğine ve yönetim örgütlenmesine sahiptir. Böyle bir durum yalnızca kılıç gücüyle gerçekleştirilemez. Tüm dünya bilir ki, Osmanlı Devleti, ordusunu çok geniş olan topraklarının bir ucundan diğer ucuna olağanüstü bir hızla, tepeden tırnağa donatılmış olarak ulaştırır ve bu orduyu aylarca, belki de yıllarca besler, yedirir, içirir, giydirir ve yönetirdi. Böylesi bir etkinlik, yalnızca ordu örgütünün değil, (cephe gerisinde) yönetim birimlerinin de olağanüstü kusursuz ve yetenekli olduğuna kanıttır”

ATATÜRK’ÜN İKTİSAT KONGRESİ’NDEKİ KONUŞMASINDA OSMANLI TARİHİ
Mustafa Kemal, Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı’yı yenen devletlerin ‘Osmanlı’da yalnızca savaşma yeteneği bulunduğu, uygar yeteneklerin bulunmadığı’ savını 1919’da verdiği bu yanıtla çürütmekle yetinmemiş, düşman ülke orduları topraklarımızdan kovulduktan hemen sonra 1923’te İzmir’de topladığı Türkiye İktisat Kongresi’nde ilk ‘Osmanlı Tarihi Dersi’ni verirken şöyle demiştir: “Efendiler!. Uzun gafletlerle ve derin umursamazlıkla geçen yüzyılların ekonomik yapımızda açtığı yaraları iyileştirmek ve çarelerini aramak, ülkeyi bayındırlaştırmak, ulusu bolluk ve mutluluğa ulaştıracak yolları bulmak için yapacağınız çalışmaların başarıyla sonuçlanmasını dilerim… Tarih, ulusumuzun yükseliş ve çöküş nedenlerini ararken birçok siyasi, askeri, toplumsal nedenler bulmakta ve saymaktadır. Kuşku yok ki bu nedenler toplumsal olaylarda etkilidir. Bir ulusun doğrudan doğruya yaşamıyla ilgili olan, o ulusun ekonomisidir....Gerçekte Türk tarihi araştırılacak olunursa yükselme, çöküş nedenlerinin ekonomik sorunlardan başka bir şey olmadığı anında anlaşılır.... Tarihimizi dolduran başarıların ya da çöküşlerin tümü ekonomik durumumuzla ilgilidir.. Efendiler! Kılıç kullanan kol yorulur; fakat saban kullanan kol her gün daha çok güçlenir ve her gün daha çok güce sahip olur. Eğer vatan kupkuru dağ ve taşlardan, viran köy, kasaba ve şehirlerden ibaret olsaydı, onun zindandan farkı olamazdı.”


ATÜTÜRK’ÜN YAZDIRDIĞI OSMANLI TARİHİ
27 Aralık 1919 Sevr karşıtı bildirisini okudu 
Mustafa  Kemal, Cumhuriyet döneminde kendi kurduğu Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti’nce yazılan ve 1931-1941 arası okullarda okutulan tarih kitabında, Osmanlı’nın Batı’ya askeri olarak üstün olduğu, yüzyıllar boyunca aynı zamanda ekonomik ve bilimsel olarak da üstün olduğu gerçeğini özellikle vurgulamış; çöküşün askeri alandan önce ekonomik, bilimsel ve teknolojik alanlarda başladığı açık ve kesin biçimde ortaya konularak, özetle şunlar öğretilmiştir :

(1299’da kuruluşundan 16 ve 17.yüzyıllara dek Osmanlı’da) “Halkın, hükümetin ve ordunun gereksindiği her şey ülke içinde hazırlanmakta ve üretilmekteydi. Bu yüzden dış ticaret dengesinde açık yoktu. Dahası, 19.yüzyılın ortalarına dek Osmanlı ülkesinin dış satımı (ihracat›), dış alımından (ithalatından) çoktu. Dış ticaret dengesindeki açık, bu tarihten sonradır.” (…) “Devletin gerileme devrine kadar halkı iyi idare etmiş oldukları görülüyor.” (…) “Türkler arazi işinde halkı koruyan bir usul takip ediyor.” “Balkanlardaki Hıristiyan köylüler, Türk idaresi altında, vasileus ve krallar zamanından çok daha mutlu ve müreffeh bir hayata kavuştular. Asla bağnaz olmayan ve çok iyi idare etmeyi bilen Türkler köylülerin arazisine dokunmadılar.” (…)

“ İstanbul ’un fethi üzerine, Türklerin ünü Avrupa’nın her tarafına yayıldı. Türklerin ellerine geçirdikleri memleketleri çok adalet ve merhametle idare ettikleri, fukarayı zenginlerin zulüm ve baskısından kurtardıkları yayılmıştı; Türk tebaası olan kavimlerin rahat ve mutluluğa erdikleri söyleniyordu. Bazı Almanlar, Türklerin Almanya’ya gelip memleketlerinde süregelen haksızlık ve adaletsizliğe engel olacakları ümidine bile düşmüşlerdi. Nürenbergli  Hans Rosenblut adlı bir yazar, “ Türkler Hakkında  ”başlığıyla yazdığı bir tiyatro kitabında Türk’lerin adaletini, aristokratları cezalandırarak halka refah verdiklerini gösteriyordu. Hatta Fatih’in hemen çağdaşı olan meşhur siyaset kuramcısı Makyavelli bile, Türk idaresinin o dönemde var olan idarelerin hepsinden daha iyi olduğunu yazıyordu.” (…)“Sultan Süleyman zamanın da Osmanlı devleti servet ve refahça da yüksek bir seviyeye gelmişti. İmparatorluğun tebaası, o dönemin her tür sanayisine vakıftı. İhtiyaçlar (yabancı ülkelerden alınmaz) memleket içinden yerli üretimle sağlanırdı.. 16. yüzyılda Doğu’nun sanayi ve ziraatı Batı’dan üstündü. İhracat ithalattan fazlaydı. Süleyman’ın son günlerine kadar genel olarak bütçe açığı yoktu. Süleyman’dan sonra genel olarak mali durumun bozulduğu anlaşılıyor.” (…) “Süleyman döneminde Alman rahibi Luther bile“Türkler gelip de Almanya’da adilane idarelerini acaba kurmazlar mı?” ümidini besliyordu. O zamanların Almanları, İstanbul’un fethi arifesindeki Rumlar gibi, Alman imparatorunun ve Alman feodal beylerinin zalimce idareleri altında bulunmaktansa, Türklerin yönetimi altına geçmek daha iyidir, diye düşünüyorlardı.” (…) “Kanuni Sultan Süleyman devrinden itibaren bozulma başlamıştı.” (…)
“1683’ ten sonra gerileme devri başlar.” (…) “Osmanlı toplumunun iktisadi alanda ilerleyememiş olduğu, 16. ve 17. yüzyıl başlarında görülen sanayi alanındaki gelişme derecesinin yükselmeyip aksine düşmesiyle anlaşılabilir.” (…) “Son devirlerde genel olarak memleket idaresindeki olumsuzlukların, Osmanlılarca bilim, sanayi ve iktisat alanlarında keşif ve yaratı gücü gösterilmeyerek, Osmanlıların Avrupa kavimlerinden her açıdan geri kalmış olmalarının, Osmanlı kara ve deniz kuvvetlerinin zayıflamasına büyük etkisi olduğu belirtilmiştir. Uygarlıkça 16. yüzyılda Batı’ya üstün olduklarından, 17. yüzyıldan itibaren uygarlıkta üstünlüğün Batı’ya geçtiğini kabul ve itiraf etmiyorlardı .”  (…)“Bunun içindir ki III. Selim tahta çıkınca, tebaasından devletin iyileştirilmesi hakkında fikir ve görüş sordu. Din adamlarından, devlet adamlarından ve kumandanlarından bazıları birer layiha sundular"
Osmanlı el tezgahı ile dokunmuş giysi
1848’den önce küçük sanayi daha çok olmakla birlikte, yavaş yavaş yerini büyük sanayiye bırakıyordu…” (…)“Sanayileşen Fransa, İngiltere, Avusturya, Prusya, buhardan yararlanmayı bilmeyen ve sanayice geri kalan geniş Osmanlı İmparatorluğu’nun kendilerine işlenmemiş ham madde sağlayan ve kendilerinden işlenmiş ürün satın alan bir ticaret alanı, bir sömürü bölgesi halinde yaşamasını çıkarlarına uygun buluyorlardı.” (…) “Buharın Doğu’da değil Batı’da icat edilip üretim ve ulaşıma uygulanması, Doğu’nun el sanayisiyle yelkenli ulaşım araçlarına tehlikeli bir darbe oldu. Çabuk, kolay ve ucuz üretilen buharlı fabrikaların ürünleri, Osmanlı memleketinin insan eliyle ağır ağır, az miktarda ve daha güç ve pahalıya çıkan ürünleri karşısında başarıyla rekabet ederek, Osmanlı çarşı ve pazarında yerli eşyanın yerini almaya başladı. Osmanlı devletinin gümrükleri istediği gibi düzenleyerek yerli sanayiyi korumasına kapitülasyonlar engel oluyordu… Kısacası, Avrupa zanaat ve sermayesi, yerli zanaat ve sermayeyi yutmaya başladı…  19. yüzyılın ortalarından sonra ticaret dengesinde gittikçe büyüyen açık, halkı ve devleti günden güne fakirleştirdi .”  (…)“1854’te ilk kez dışarıdan borç alındı…Bu borçlanmaların Osmanlı İmparatorluğu’nun başına ne büyük bir bela olduğu ileride görülecektir.”Mustafa Kemal döneminde, 1930’larda çocuklara okullarda verilen bu Osmanlı tarihi bilgisi, onların beyinlerine: “eğer bilim, sanayi ve teknoloji alanında üstünlük kuramazsak, askeri üstünlük de kuramayız” yargısını kazımaktaydı. Mustafa Kemal’in Tarih Kurumu’nun okullarda ders olarak okuttuğu bu 
Osmanlı Tarihi, bilimseldi. Öyle ki, günümüz araştırmacıları, bu saptamaların tümünü doğrulamaktadır.

Sennur Sezer’in 28-29 Haziran 2003’de sunduğu “Kadınımızın Emek Tarihine Kısa Bir Bakış” başlıklı bildiride bu gerçekler şöyle dile getirilmiştir: Osmanlı İmparatorluğu 14. yüzyıl'da maden çıkarmada, madeni eşya ve deri endüstrisinde ileri, dokuma endüstrisinde de hızla gelişen bir ülkeydi. 15. yüzyılda Ege ve Marmara Denizi'nin kıyıları, dokumacılığın geliştiği merkezlerin yoğunlaştığı yerlerdi. Denizli, Bergama, Akhisar ve Tarhala yöreleri pamuklu bez, Gelibolu'da yelken bezi, Biga Kızılcatuzla'da yeniçeri üniforma astarı olan nimte bezi dokunurdu. Selanik'te ve kuzeyinde çuha, aba, kebe, kilim gibi yün dokumacılığı yaygındı. Bursa, İstanbul, Amasya, Tokat ve Sakız adası ipek dokumanın uzmanlaşıldığı ünlü merkezlerdi: kemha, kadife tafta, vala dokunuyordu. Bu kumaşlar için gereken ipeğin büyük bölümü, özellikle Bursa'ya İran ve Uzak Doğu'dan getiriliyordu. (…) Dışarıdan ham madde alan Osmanlı endüstrisi dışarıya işlenmiş mal satıyordu. Lonca örgütlerinin denetiminde olan bu gelişkin endüstriler Batı'daki benzerlerince makineleşemediğinden, endüstriye para yatırmayı düşünecek toprak sahibi de olmadığından bir süre sonra duralayacaktır. Batı'daki kapitalist gelişim sonucu 17.Yüzyıl ortalarından başlayarak daha ucuz malların iç ve dış piyasayı kaplaması ile gerileyecek, daha önce işlediği ham maddeleri, örneğin Ankara keçisi yününü ihraç etmeyen ülke yavaş yavaş bir ham madde ülkesi kimliği kazanacaktır. (…) 19. Yüzyıl'dan başlayarak Osmanlı İmparatorluğu'nun dış satımında ön sırada olan(işlenmiş) dokuma ürünlerinin yerini dokuma ham maddesi alır. Bunun karşılığında dışarıdan alınan (işlenmiş)dokuma ürünlerinin miktarı artar. Bu durum ülkedeki dokumacılığı sarsacaktır. Rumeli'de 1812'de İşkodra'daki 600 tezgah 1821'de 40'a, Tırnova'daki 2000 tezgah 1830'da 200'e inecektir. Anadolu'daki merkezlerde de durum farklı değildir.”

Türk Tarih Tetkik Cemiyeti
OSMANLI 1700’LERE DEK BATI’DAN ÜSTÜNDÜ
Mustafa Kemal’in 1919’da Osmanlı’yı yalnızca savaşçı yıkıcı güç, Türk’ü savaşmaktan başka bir yeteneği bulunmayan ırk olarak suçlayan emperyalist devletlere; “savaş başarısı, Osmanlı Türk’ün Batı karşısında toplumsal ekonomik bilimsel siyasi üstünlüğünden kaynaklanmıştır, ”biçimindeki yanıtı, usa ve gerçeğe uygun olarak, Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti’nce yazılan ilk Atatürkçü Osmanlı Tarihi kitaplarında yer almıştı ve bu, Cumhuriyet’i kuranların Osmanlı’nın yükseliş dönemindeki gücünün ve gerileme dönemindeki güç yitiminin nereden kaynaklandığını çok doğru çözümlemiş; böylelikle Osmanlı’yı yıkıma sürükleyen yanlışları yinelemekten kaçınacak bilimsel öngörü ve tarih bilinciyle donanmış olduklarını gösteriyordu.

LUTHER VE OSMANLI
Peki Cumhuriyet döneminin bu ilk Atatürkçü Osmanlı Tarihi yalanmıydı, yanlış mıydı? Hayır. Ne yalandı, ne yanlış. Osmanlı Türkü, Osmanlı’nın yükseliş döneminde gerçekten de Batı’dan görece üstün bir bilim ve teknolojiye sahipti. Bugün nasıl insanlar kurtuluşlarını Batı’ya göç etmekte görüyorlarsa, o dönemde de Batılılar kendi kurtuluşlarını Osmanlı’ya göç etmekte buluyor ve Luther bu durumdan şöyle yakınıyordu: “Bizim halkımız, Almanlar, yabani, vahşi, yarı şeytan yarı insan bir halk olduğu için, pek çok kimse Türklere sığınıyor ve onlara katılıyor.”(…) “Ayrıca duyduğuma göre Alman ülkelerinden Alman hükümdarı ve Alman prenslerine bağlı olmaktansa, Türklere katılıp onlara sığınmak isteyen çok kişi var. Bu insanlarla Türklere karşı savaş verilmeli.”Luther’in bu sözlerini aktaran Margred Spohn, o dönemde Batı’lıların öbek öbek Osmanlı’ya katıldığını özgün kaynaklardan aktarırken şöyle diyor:“Osmanlı İmparatorlu¤u, (Avrupa’daki) çiftçilere, zanaatkarlara ve askerlere çok çekici geliyordu. (Avrupa’daki) çiftçilerin ümitsiz durumları, feodal toplumlarda onlardan acımasızca vergi alınması, 1520 yıllarında, 15. yüzyılda ve 16. yüzyılın başında pek çok çiftçinin Osmanlı ülkesine göç etmesine neden oldu. (Bkz: Delumeau, sf. 399) Orada zorunlu çalışma (angarya) yoktu, vergiler açıkça belirlenmişti, ekinler gelip geçen ordular tarafından harap edilmiyordu ve hepsinden önemlisi sosyal sınıf atlama olanağı vardı. (Bkz: Pfeffermann) Bir Paşa şöyle anlatsa: “Babam(Avrupa’da) bir domuz çobanı, günlük ücretle çalışan bir işçi, bir sığır çobanıydı. Benim erdemim, cesaretim, dürüstlüğüm, çalışkanlığım, aklım beni (Osmanlı’da) böyle şerefli makamlara (Paşalığa) getirdi.” Bu sözler o zamanın bir Alman çiftçisinin kulağına ne kadar hoş gelirdi. 1453 ile 1623 arasında Osmanlı İmparatorluğu’nda esir düşerek veya kendi ordularından kaçarak kendi dini inançlarını terk edip Müslüman olanların sayısı binlerceydi. Sürekli asker kaçağı salgınları (Avrupalı askerlerin kendi birliklerinden kaçıp Osmanlı’ya sığınmaları) subayları endişelendiriyordu… Osmanlı İmparatorluğu’nun sosyal bakımdan çekiciliği yalnızca Avrupa topraklarının alınması tehlikesini getirmiyor, aynı zamanda sosyal feodal düzeni de tehdit ediyordu.”İşte Türklerin vahşi, barbar, kan içici, yamyam” olduğu gibi yalanlar, o dönemde Avrupalı feodal beyler ve din adamlarınca, halkı Türklerden korkutup Osmanlı’ya sığınmaların önüne geçmek amacıyla uydurulmuştu.

ÇIKRIKLAR DURUNCA
Cumhuriyet Dönemi’nin ilk Atatürkçü Osmanlı Tarihi, çocuklara Osmanlı’nın başlangıçta Batı’ya her bakımdan üstün olduğu gerçeğini öğretiyordu. Öyle ki, Osmanlı’nın kuruluşunun üzerinden neredeyse 300 yıl geçmişken İngiltere 1583’te Türk dokumacılığının sırlarını çalmakla görevlendirdiği ajanlar gönderiyordu Osmanlı’ya.. Bu ilginç olayı Sadri Ertem’in Çıkrıklar Durunca adlı kitabının yeni basımına 2001’de yazdığım önsözde şöyle anlatmıştım
Osmanlı Türk Dokumacılığının Sırlarını Çalmakla Görevli İNGİLİZ AJANLARI(…)
Bir gün, evinde Metin Erksan’la konuşurken raflarda sırtında “Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Avrupa Topluluğu Üye Olmak Hakkı ve yazılı ince bir kitap takıldı gözüme şaşırdım. Kitabı raftan çekip aldım. Evet, bu Erksan’ın yazdığı bir kitaptı; kitapçılarda görmemiştim; baskısı tükenmiş olmalıydı. Okumak üzere ödünç aldım. Okurken bir belge çok dikkatimi çekmişti. Erksan, kitabın bir yerinde: “26 Şubat 1583 tarihinde Sir William Harborne tekrar İstanbul’a geldi. Bu kez Kraliçenin korumasında bir ticaret kuruluşunun temsilcisi olarak değil, tam yetkili bir İngiliz Elçisi olarak gelmişti. Kraliçe Elizabeth, politik faaliyetlerinin yanı sıra Elçi’nin Türkiye’de bazı ticari ve teknik olguları öğrenmesini ve İngiltere’ye getirmesini istiyordu. Bu konular ve işlevler şunlardı...”  diye başlıyor ve Kraliçe’nin bu İngiliz Elçisi’ni Osmanlı topraklarına bir kumaş, iplik, boyama ve dokuma sanayi casusu olarak gönderdiğini gösteren buyruklarını sıralıyordu:

1- Türkiye’de kumaşları maviye boyamakta kullanılan çivit otunun tohumu (anile) ve fidanı İngiltere’ye getirilecek.

2- Bunun nasıl hazırlandığı ve karıştırıldığı öğrenilecek.
3- Türkiye’de (kumaş) boyamakta kullanılan bütün otlar bulunup İngiltere’ye getirilecek.
4- Yaprakları, tohumları veya kabukları, yahut odunu boyacılıkta kullanılan bütün ağaçların tohumu veya fidanı İngiltere’ye getirilecek.
5- Bu işte kullanılan bütün bitkiler ve çalılar İngiltere’ye getirilecek.
6- Boyacılıkta kullanılan bütün topraklar, madenler, bunların bulunduğu yerde iyice incelenecek. İngiltere’de bu gibi yerlerin çabucak nasıl tanınacağı öğrenilecek.
7- Boyacılıkta kullanılan maddelerden başka, boyama sanatı da öğrenilecek.
8- Mısır’daki Muhaisira şehrinden İstanbul’a ve oradan da İngiltere’ye susam tohumu getirilecek. (Susam ticareti genellikle İskenderiye ile İstanbul arasında yapılır. Bunun için elde edilmesi kolaydır. Bu tohumdan yağı çıkarılır ve Muhaisire’da birçok fabrikalar bununla işler. Bu tohum İngiltere’de yetiştirilecek olursa kumaş ticaretimize sınırsız yararlar sağlar. Bu kasaba Nil nehri üzerindedir. Venedik’e ve daha birçok İtalyan şehirlerine, Anvers’e susam oradan gelir.)
9-Türkiye’deki her çeşit kumaş ve bu kumaşların bütün üretim aşamaları incelenecek.
10-İngiltere’nin çıkarı için, başka kumaşlardan çok, Türkiye’ye İngiliz malı çuha satışının arttırılmasına çalışılacak.
11- Yabancı boyaları ile boyanan kumaşlarımızdan çok, İngiliz boyalarıyla boyanan kumaşlarımızın satışına önem verilecek.
12-Cezayir ve Tunus için yapılan şapkalarımız için pazar aranacak. Çünkü halkımıza büyük kazanç sağlayabilir.
13-Norwich ipliğinden veya diğer ipliklerden dokunan çorapların satılmasına çalışılacak. Bu büyük bir ticaret halini alırsa yoksul halkımıza büyük kazanç sağlar. Bu yolla hem ürün, hem boya satışlarımız artar. Birçok kimse iş bulur.
14-Yoksul halkımızın yararı için, safran satışı arttırılacak, geniş ölçüde satış bulunursa birçok kimselere iş çıkar.

Metin Erksan’ın, adı geçen kitabında aktardığı 1583 tarihli bu belge, beni derinden etkilemişti. Batı’nın binyıl öncesine dek Doğu’nun çok gerisinde olduğunu; Doğu’dan aldıkları, aparttıkları, geliştirdikleriyle ilerlediklerini, kendi araştırmalarımdan biliyordum. Erksan’ın aktardığı bu belge ise, bu gerçeği tartışılmaz biçimde bir kez daha kanıtlıyordu. Bu belgenin gerçekliğini araştırdım. Erksan, kitabında bu belgeyi Hamit Dereli’nin1951’de yayımlanan “Kraliçe Elizabeth Devrinde Türkler Ve İngilizler” adlı kitabından aktarıyor ve bu bölümü tümüyle yayımlıyordu. Hamit Dereli bu belgeyi doğrudan o yıllarda yayımlanmış bir İngiliz kaynağından 1552 Londra doğumlu İngiliz coğrafyacı Richard Hakluyd’un1589’da yayımlamaya başladığı “ThPrincipall Navigations, Voiages and Discoveries of the English Nation”(İngiliz Ulusunun Belli Başlı Deniz Seferleri, Gezileri ve Keşifleri) adlı 8 ciltlik çalışmasından aktarıyor ve şöyle diyordu:

“Buna benzer diğer birçok belgelerden anlıyoruz ki, o dönemde Türkiye’de dokumacılık ve boyacılık sanatları pek ilerlemişti. Onaltıncı yüzyılda İngilizlerin bütün çabası kumaşlarını ve boyalarını ıslah etmek, satışlarını arttırmak kendi sanayi ürünleri için geniş pazarlar bulmak üzerine yoğunlaştırılmıştı. Bunun için Türkiye'nin ünlü yünlü kumaşlarından mostralar alıp İngiltere’ye götürülecek, Diers Hall (Boyacılar Çarşısı)’nda Türkiye'nin edilecek, İngiliz boyacılarının kendi becerilerine ilişkin besledikleri yanlış kanılar kafalarından silinecekti. Yine Türkiye’de bulunan İngiliz ticaret temsilcisinden “ipekli ve yünlü kumaşları boyamakta usta iki delikanlı” isteniyordu. Bu ustalar doğal yollardan sağlanamazsa, herhangi bir paşanın yardımı ile o da olmazsa İstanbul’da oturan Fransız elçisi yardımıyla sağlanacaktı. Bunun için temsilciye İstanbul’a varır varmaz Fransız elçisi ile tanışması ve dost olması öğütleniyor, bu amaca ulaşmak için her şeye başvurmaktan çekinmemesi söyleniyordu. Yine bu belgelerden birinde İngiliz ticaret temsilcisine Cezayir ve Tunus’da “Bonettos Colorados Rugios” (kırmızı renkli başlık) adı verilen kenarsız bir tür kırmızı iskoç başlığı için Türkiye’de pazar bulması buyruğu veriliyordu. Bundan şu soru akla geliyor: Acaba fes İngilizler tarafından mı Türk ülkelerine getirilmiştir? Fes kelimesinin sözcük kökeni bakımından Kuzey Afrika’daki Fez şehriyle ilgili olması, bunun böyle olduğu olasılığını güçlendirmektedir.”Kraliçe’nin Osmanlı’ya gönderdiği elçiye verdiği görevler arasında, Türk dokumacılık bilgi ve teknolojisinin çalınmasından başka, iki Türk kumaş boyama ustasının ne pahasına olursa olsun İngiltere’ye getirilmesi vardı... Demek ki, bu gün bilgi ve teknoloji üstünlüğüyle dünya devleri arasında yer alan İngiltere, bundan 400 küsur yıl önce Turkie’den bilgi ve teknoloji apartmaya muhtaç bir durumda bulunuyordu.”

İşte bu İngilizler, 1583 yılıında Kraliçe’nin gönderdiği Elçi’ye verdiği

‘Türklere “kenarsız kırmızı bir tür İskoç şapkası” = Fes giydirme buyruğunu 250 yıl boyunca unutmamışlar, sonunda 1832’de, II. Mahmut döneminde Türklere bunu giydirmeyi başarmışlardı. Yalçın Küçük, bunları bilmediğinden olsa gerek, bu konuda şöyle yazıyor:“Hüsrev Paşa’nın … Tunus’tan edindiği bir miktar fesi kalyoncu neferatına giydirerek selamlık resmine çıkarması Sultan Mahmut’un hoşuna gitmiş, bunun üzerine, hükümdar eski başlıkların yerine fesin kullanılmasını uygun görerek emir buyurmuştu.”Ortaya çıkıyor, Türkiye’nin ilk büyük şapka reformunun mebdei, başlangıç yeri Batı değil, Kuzey Afrika’dır. Hıristiyan değil, Müslüman bir yöre ve hariç değil, Osmanlı topraklarıdır...Tanzimat Avrupa’dan gelmedi, Kuzey Afrika’dan ve Mısır’dan geldi..”Yalçın Küçük, İngiltere Kraliçesinin 1583’te Osmanlı’ya gönderdiği elçisine verdiği buyruklar arasında Fes’i, İngiliz malı “kenarsız kırmızı iskoç başlığı” olarak tanımladığını, o tarihlerde Cezayir’e ve Tunus’a bu başlıkları İngilizlerin satmakta olduklarını, İngiliz malı feslerin satışının tüm Osmanlı topraklarına yayılmasının Kraliçe tarafından 250 yıl önce İngiliz Elçilerine verilen bir görev olduğunu bilseydi, fes ve Tanzimat konusundaki bütün bu yanlış yorumlarını değiştirdi.

1589’da yayımlamaya başladığı “ThePrincipall Navigations, Voiages and Discoveries of the English Nation”(İngiliz Ulusunun Belli Başlı Deniz Seferleri, Gezileri ve Keşifleri) adlı 8 ciltlik çalışmasından aktarıyor ve şöyle diyordu:“Buna benzer diğer birçok belgelerden anlıyoruz ki, o dönemde Türkiye’de dokumacılık ve boyacılık sanatları pek ilerlemişti. Onaltıncı yüzyılda İngilizlerin bütün çabası kumaşlarını ve boyalarını ıslah etmek, satışlarını arttırmak, kendi sanayi ürünleri için geniş pazarlar bulmak üzerine yoğunlaştırılmıştı. Bunun için Türkiye’nin ünlü yünlü kumaşlarından mostralar alıp İngiltere’ye götürülecek, Diers Hall (Boyacılar Çarşısı)’nda teşhir edilecek, İngiliz boyacılarının kendi becerilerine ilişkin besledikleri yanlış kanılar kafalarından silinecekti. Yine Türkiye’de bulunan İngiliz ticaret temsilcisinden “ipekli ve yünlü kumaşları boyamakta usta iki delikanlı” isteniyordu. Bu ustalar do¤al yollardan sağlanamazsa, herhangi bir paşanın yardımı ile, o da olmazsa İstanbul’da oturan Fransız elçisi yardımıyla sağlanacaktı. Bunun için temsilciye İstanbul’a varır varmaz Fransız elçisi ile tanışması ve dost olması öğütleniyor, bu amaca ulaşmak için her şeye başvurmaktan çekinmemesi söyleniyordu. Yine bu belgelerden birinde İngiliz ticaret temsilcisine Cezayir ve Tunus’da “Bonettos Colorados Rugios” (kırmızı renkli başlık) adı verilen kenarsız bir tür kırmızı iskoç başlığı için Türkiye’de pazar bulması buyruğu veriliyordu. Bundan şu soru akla geliyor:

Metin Erksan’ın kitabını okuduktan sonra, onunla bu konuyu yeniden irdelerken, bana, “İngilizlerin Türk kumaş dokuma ve boyama sırlarını çalma çabalarının 1583’te başlayıp kesintisizce 300 yıl sürdüğünü, 1800’lerde dünya tiftik yünü tekelini Türklerin elinden almak üzere, Türkiye’den damızlık tiftik keçileri kaçırıp Afrika’da çoğalttıklarını ve bu olayın Sadri Etem Ertem’in 1930 / 31’de yayımlanan “Çıkrıklar Durunca” adlı romanında işlendiğini, kendisinin geçmişte bu romanı filme çekmeyi bile düşündüğünü” söyledi...1994’te “Çıkrıklar Durunca’yı  Erksan’ın kitaplığında buldum ve kendisinin izniyle bir fotokopisini çektirip okudum...
Bursa Dokuma Tezgahları
1997’de, Marmara Üniversitesi Tekstil Ana Bilim Dalı Başkanı Ozanay Omur tarafından, Tekstil bölümü öğrencilerine bir konuşma yapmak üzere çağrıldığımda, onlara Osmanlı Türk dokumacılığının Batı’dan ileride olduğu yüzyıllara ilişkin yukarıdaki bilgileri aktardım. Öğrenciler ve öğretmenler, bu bilgiler karşısında oldukça şaşırdılar. Tekstil bölümünde görevli bir Alman profesör dalga geçmeye kalkınca, iki belge daha sundum ve o da bu gerçeği onaylayarak sustu. Türkiye üniversitelerinde tekstil bölümü öğrencileri, kendi atalarının 600 yıl boyunca 1800’lere dek dünyada tekstilin öncüsü ve doruğu olduğu gerçeğini bilmiyorlardı, çünkü bu gerçekler onlara hiç öğretilmemişti! Öğrenciler, biz bunları hiç duymadık bilmiyoruz, ne olur bunlar hangi kitaplarda yazılıysa söyleyin, okuyalım, dediler. Kitapların adlarını verdim, fakat kitapçılarda bulamayacaklarını da ekledim. Bu kitapların yeni baskılarının yapılmıyor oluşu üzücüydü. Bu tür unutulmuş, unutturulmuş, üstüne ölü toprağı ekilmeye çalışılmış çok önemli kitapların yayımlanabilmesi için bir yayınevi kurmaya karar verdim o gün. Evet, durum buydu. Cumhuriyet Dönemi’nde okutulan ilk Atatürkçü Osmanlı Tarihi’nde yer alan “Osmanlı Türk sanayisi 1299’dan 1683’lere dek her alanda Avrupa sanayisinden üstündü, Osmanlı’nın Avrupa’ya askeri üstünlüğü bilimsel ve teknolojik üstünlüğünden geliyordu” saptaması, 2000’li yıllarda üniversitelerimizde bile unutulmuş, daha doğrusu 1949’da Milli Eğitim’e egemen olan Amerikalı uzmanlar tarafından unutturulmuştu. Oysa, daha Selçuklu döneminden başlıyordu Türk’ün dokuduğu kumaşla Avrupa ekonomisini sarsması. Şerafettin Turan, “Türkiye İtalya İlişkileri” adlı kitabında:“Selçuklu topraklarında dokunan kumaşlar bütün Ortadoğu ülkeleriyle kimi Avrupa memleketlerinde arandığı gibi, komşu Bizans’ta da büyük rağbet görmekteydi. O döneme ilişkin kaynaklar, Türk kumaşlarının Bizanslı aileler arasında lüks ve pahalı bir mal olarak kabul edildiğini nakletmektedirler. Greogoras’ın kayıtlarına göre, İznik İmparatoru III. Ioannes Vatatzes, israfa engel olmak amacıyla 1243’teTürk kumaşlarının giyimini sınırlayan bir emirname bile yayınlamıştı. Bu derece her tarafa ün salan Türk kumaşları, büyük İtalyan düşünürü Dante Alighieri’nin ölümsüz eseri La Divina Commedia’ya (İlahi Komedi derken, bu ya’ya) bile yansımıştı,”gerçeği dile getiriyordu...

Söylenceye göre:Anadolu da tiftik üretimi 1220 y›llar›nda Moğol Ordularının Kayı boyunu, Süleyman Şah'ı ve halkını Türkmen topraklarından sürüp çıkarması ile başlamıştı. 70 yıl sonra Osmanlı Devletini kuracak olan Osman Bey, tiftik keçisini Anadolu’ya getiren Süleyman Şah’ın torunuydu. Süleyman Şah 1229’da ölünce oğullar› Kayseri'den Ankara'ya kadar uzanan bölgede tiftik keçisi sürüleriyle yayılıp yerleşmiş ve bu bölgeyi yurt edinmişlerdi. Ankara ve çevresinde halk tiftikten ipek gibi kumaşlar dokuyordu. Türklerin dokuduğu tiftik kumaşının ünü Ankara’dan tüm dünyaya yayıldı ve tiftik keçisi (Angora Ankara Keçisi Avrupa’da “Öteden Goat) adıyla anılmaya başladı. Avrupa beri Ortadoğu’da olduğu kadar ve İtalya pazarlarında aranan Türk
(Selçuklu kumaşları, bezleri ve halıları, döneminde) kazanmış oldukları ünü (Osmanlı döneminde de) koruyorlardı.Başta tiftikten dokunan moher (mucaiarri) ya da sof’larla bogasi denilen pamuklu dökümalar ve ipekli kadifeler 15. bunlar arasında yer alıyordu. yüzyılda  ‘ yeniçeri   çuhası’ diye adlandırılan kumaşlar da dış ülkelerde rağbet görüyordu. Bu nedenle kumaş ticaretiyle uğraşan Türkler de artık İtalyan şehirlerine yerleşecek derecede alım satım işlerini genişletmişler diyor Şerafettin Turan.
 Tıpkı ipek,”kumaş gibi, Osmanlı ekonomisinin bel kemiği ve en çok gelir getiren dış satım ürünüydü tiftik kumaşı. 1554’te bir çift Ankara keçisi bir "hanedan hediyesi" olarak Kutsal Roma İmparatorluğu'na gönderilmişti. Başta İngiltere ve Hollanda olmak üzere Avrupa'ya ve Arap ülkelerine satılan Osmanlı tiftik kumaşına Avrupa’da öyle büyük bir talep vardı ki, gün geldi Anadolu tiftik kumaşı üretimi, Avrupa'nın kumaş talebini karşılayamaz hale geldi. Avrupa “bize işlenmiş tiftik kumaşı satmak yerine işlenmemiş ham tiftik yünü verin, biz kendimiz dokuyalım yada bize damızlık Ankara Keçileri satın,” diyordu.

Osmanlı’nın dünyadaki Ankara tiftik keçisi ve tiftik kumaşı tekelini kırmaya yönelik bu çabalar karşısında Sultanlar, işlenmemiş ham tiftik dış satımına yasak koymuşlardı: Avrupa’ya yalnızca işlenmiş tiftik ürünleri, tiftik ipliği ve tiftik kumaşı satılacak; damızlık Ankara keçisi ve ham tiftik yünü kesinlikle yabancılara satılmayacaktı. Kalitesiyle rekabet edemediği Osmanlı tiftik kumaşı, Avrupa’lı kumaş üreticilerinin en büyük sorunu olmuş, Avrupalılar Osmanlı topraklarından damızlık Ankara keçisi kaçırma girişimlerine başlamışlardı. Evliya Çelebi 1640' larda Ankara"burası tiftik kumaşı (sof) yeri için; dir... Bu kumaş da Ankara’ya özgüdür. Yeryüzünde başka bir yerde üretme olanağı yoktur. Kadın ve erkek herkesin işi tiftik kumaşı dokumaktır. Fransızlar bu Ankara keçilerinden Fransa’ya götürüp yumuşak iplik eğirip tiftik kumaşı dokumak isterler de dokudukları şey sof olmaz. Hatta Ankara’dan eğrilmiş ipliği alıp, Fransa’ya götürerek tiftik kumaşı yapalım dediler fakat yine olmadı." der.

O tarihlerde başta Ankara olmak üzere; Zir, Çankırı, Beypazarı, Nallıhan ve Kalecik'te 1355 tiftik tezgahının bulunduğu ve her yıl 20.000 top kumaşın yurt dışına satıldığını bildiriyordu Tournfort. Avrupa dokumacılıkta kol gücünden makine gücüne geçmeyi yeni yeni deniyor, ama dokumacılar kendilerini işsiz bırakacak bu makinelere karşı ayaklanıp kullanılmasını yasaklatıyorlardı. Osmanlı’da ise böyle dokumacıları işsiz bırakmakla tehdit eden dokuma makinesi icad etme girişimleri görülmüyordu. 1711’de güneybatı Almanya'da Pfalz bölgesinde bir Ankarakeçisi çiftliği kurma girişimi keçilerin iklime uyumsuzluğu nedeniyle baflarısız olurken, 1740’ta Ankara keçisinin İsveç'e götürülme girişimi önlenmiş ve 1778’de Venedikliler Ankara keçisi besiciliğinde (yine iklim uyumsuzluğu nedeniyle) düş kırıklığına uğramışlardı. Osmanlı dünyanın en pahalı tiftik kumaşı tekelini kıskançlıkla koruyor, yabancıya işlenmemiş, hammadde ve damızlık keçi satmamakta diretiyordu.İngilizler Osmanlı tiftik tekelini kırmak için gizlice kaçırmayı planladıkları damızlık Ankara keçilerinin dünyada uyum sağlayabileceği iklimi araştırmış ve bu keçilerin Ankara’dan başka Güney Afrika’da yaşayabileceklerini saptamışlardı.

1830'larda, içinde 12 teke (erkek keçi) ve 1 anaç (dişi keçi) de bulunan bir kafile başka bir kıtaya, Afrika'ya varmak için açık denizlere yelken açmış, ancak bu 12 tekenin yolculuktan önce Osmanlılar tarafından kısırlaştırılmış olduklarının farkına varılamamıştı. Osmanlı çok kötü alay etmişti İngiliz damızlık avcılarıyla. Ancak, James Watt’ın 1765’te İngiltere’de icad ettiği buhar makinesinin 1785’te Edmond Cartwright ve1790’da Richard Arkwright tarafından buharlı dokuma tezgahına dönüştürülmesinden sonra, İngiltere’de ip eğirmeve kumaş üretiminde kol gücünün yerini buharlı makinelerin almaya başlaması, İngiliz malı ucuz fabrika işi kumaşların gümrük duvarlarına yığılarak yerli kumaş üretimini tehdit etmesi sorunuyla karşı karşıya bırakmıştı Osmanlıyı. İngilizler, sömürgeleri olan Hindistan’da Hintli dokumacıların ellerini, parmaklarını keserek el işi ip iğirmeve kumaş üretimine son vermiş, Hindistan’ın yerli dokumacılığını kanla, şiddetle yok etmiş ve İngiliz malı fabrika işi kumaşlarına Asya’da pazar
açmışlardı böylece.
BULUNMAZ HİNT KUMAŞI VE İNGİLİZ EMPERYALİZMİNİN VAHŞETİ


İlk Buhar Makinesi
“Bulunmaz Hint Kumaşı” deyimi dilimizde paha biçilmez değerde olup bulunması çok güç olan varlıkları anlatmakta kullanılır, “Kendini bulunmaz Hint kumaşı sanıyor” demek, kendisini Hint kumaşı kertesinde değerli görüyor, demektir. Bunca değerli Hint kumaşının “bulunmaz”olmasıysa   1700’ lerde gerçekleşmiştir. Friedrich Engels, “İngiltere’de İşçi Sınıfının Durumu” adlı kitabının ‘İngilizce Baskıya Önsöz” bölümünde; “Hindistan'daki milyonlarca elle çalışan dokuma tezgahı; İngiltere’de Lancashire'da enerjiyle çalışan dokuma tezgahları tarafından sonunda çökertildi,”der Engels’e göre İngiliz kumaşı makineyle üretildiği için ucuzdur, Hindistan kumaşı ise elle üretildiği için pahalıdır; eh, herkes ucuz olan İngiliz fabrika kumaşını almaya yönelince, pahalı olan Hindistan el dokuması kumaşlar müşteri bulamamış ve böylece Hint kumaşı üretimi de yok olmuştur. Gelgelelim Engels’in bu saptamaları gerçeğe uymamaktadır. Hindistan’da dokumacılık, hiç de öyle Engels’in anlattığı gibi İngiliz fabrika kumaşının ucuzluğu nedeniyle kendiliğinden batmamıştır. Hindistan’ı sömürgeleştiren İngilizler, orada var bulunan yerli el dokumacılığını yok etmedikleri sürece İngiliz fabrika kumaşlarına pazar açamayacaklarını anlayınca, Hindistan'daki, yerli kumaş üretimini yok etmek üzere Hindistan’lı dokumacıların baş parmaklarını keserek onları Hint kumaşı üretemez duruma düşürmüş böylelikle hem dünya pazarlarında Hindistan kumaşını yok edip İngiliz kumaşının egemenliğini yönelmiş, hem de Hindistan'ı İngiliz kumaşlarının tüketicisi, müşterisi durumuna düşürmüştür.

Hint dokumacılığını Engels’in dediği gibi İngiliz fabrika kumaşının ucuzluğu değil, İngiliz emperyalizminin vahşetidir.‘Hıristiyan Sömürgecilik Düzeni’konusunda uzman W. Howitt: "Hıristiyan denilen bu soyun, dünyanın dörtbir yanında boyundurukları altına alabildikleri halklara karşı gösterdikleri vahşet ve zulmün bir benzerine, hiçbir çağda, ne kadar yabanıl, ne kadar kaba ve ne kadar merhametsiz ve utanmaz olursa olsun, başka hiç bir soyda rastlanamaz," derken bu ve bu gibi durumları vurgulamaktaydı. İngiliz emperyalistlerin 1760’lı yıllarda gerçekleştirdikleri, dünya durdukça unutulmayacak olan Hintli dokumacıları üretemez duruma getirmek için başparmaklarını kesme vahşeti, Komünist Karl Marx tarafından “ilerici bir devrim”(!) olarak alkışlanmış ve Marx 10 Haziran 1853'te yazıp 25 Haziran 1853 günlü New York Daily Tribune gazetesinin 3804. sayısında yayımlattığı köşe yazısında, bu konuda İngiliz emperyalizminin vahşetine alkış tutarak şöyle demiştir:
Karl Marx
“İngiltere’nin Hindistan’da yerine getirmesi gereken ikili bir görevi vardır: biri yıkıcı, öteki yenileyici... İngilizler, yerli toplulukları parçalayarak,yerli sanayinin kökünü kazıyarak ve yerli toplumda büyük ve yüce olan ne varsa yerle bir ederek bu uygarlığı yıktılar.”(...) “Sorun, İngilizlerin Hindistan’ı fethetmeye hakları olup olmadığı değil, daha önce Türkler, Persler, Ruslar tarafından fethedilmiş Hindistan’ı, İngilizler tarafından fethedilmiş Hindistan’a yeğleyip yeğlemeyeceği mizdir.” “Bu, İngiliz sömürge yönetiminin ayırıcı özelliği değil, yalnızca Hollanda’nın kinin bir takli didir...” (...) “İngiltere, henüz herhangi bir onarım belirtisi göstermeksizin, Hindistan toplumunun tüm çerçevesini parçalamıştır..Yenisini kazan- maksızın kendi eski dünyasının böylece yitip gitmiş olması, Hindu’nun mevcut sefaletine özel türden bir kasvet getirmekte ve İngiltere tarafından yönetilmekte olan Hindistan’ı bütün eski geleneklerinden ve tüm geçmiş tarihinden ayırmaktadır.” (...)“Hintli eğirici ve dokumacının her ikisini birden yok eden İngiliz müdahalesi, bu küçük yarı barbar,yarı uygar toplulukların iktisadi temellerini dağıtmış ve böylece Asya da o zamana dek görülmüş en büyük ve doğruyu söylemek gerekirse biricik toplumsal devrimi yaratmıştır. (...)”Suçu ne olursa olsun bu bu devrimi getir mekle İngiltere, tarihin bilinçsiz (bilincinde olmaksızın devrimci bir işlev gören) aleti olmuştur. Öyleyse, eski bir dünyanın çöküşünün yarattığı korkunç manzara bize nedenli acı gelirse gelsin, tarih açısından Goethe ile birlikte şöyle haykırmaya hakkımız vardır: “Daha büyük haz veriyor diye, bu acı bizi yiyip bitirmeli midir? Timur yönetimi altında değilmidir ki, ruhlar ölçüsüzce telef edilmiştir."
1849’da İngiltere'ye yerleşen ve ölene dek İngiltere’de yaşayan komünist önder Karl Marx’ın 1853’te İngiliz gazetelerinde yayımlanmış  İngiliz kapitalist emperyalizminin vahşetlerini, “uygarlaştırıcı, ilerici, devrimci işlev görüyor” gerekçesiyle onayladığı bu köşe yazısı, günümüzde Amerika'nın Irak işgaline alkış tuttuğu için dönek solcu liboş dediğimiz bir takım köşe yazarlarının aslında dönmüş olmayıp, belki de Marx’ın izinden gittiklerini göstermesi bakımından ilginç olduğu gibi, vahşet uygulamasının şu ya da bu amaçla sosyalizm adına hoş görülebiliyor olduğunu göstermesi bakımından da anlamlıdır.
 Marx’ın ilericilik ve komünizm adına onayladığı bu vahşeti, gerici ve kapitalist olduğu halde onaylamayan William Bolts, Hindistanlı dokuma işçilerinin salt el tezgahlarında yerli kumaş üretemesinler de fabrika işi İngiliz kumaşlarına pazar açılsın diye parmaklarının kesilmesine isyan ederek, bu vahşeti yapan İngiliz Doğu Hindistan şirketinden ayrılmıştır. Hindistan’da Doğu Hindistan şirketinin yönetim kurulu üyeliğini yapan William Bolts, Hintli dokumacılara uygulanan vahşete dayanamayıp şirketten ayrıldıktan sonra,İngilizlerin Hindistan’da yerli dokumacılığı öldürmek için yaptıkları her şeyi ilk basımı 1772’de Londra’da yayımlanan “Considerations on India Affairs” adlı kitabında belgeleriyle anlatmıştır. "İngiliz Emperyalistlerinin fabrika ürünü kumaşları ucuz olduğu için  pahalı el üretimi Hint kumaşının yerini almıştır” diyen Marxizmin ikinci önderi Engels, kendisi dokuma fabrikatörü bir İngiliz emperyalist kapitalisti olduğu için İngilizlerin Hindistan’da yerli kumaş üretimini üreticilerin başparmaklarını keserek yok ettikleri gerçeğini yok saymıştır. Ne denli William Bolts’un parmak kesme vahşetini anlattığı kitabı 1772,1773, 1775 yıllarında yayımlandıktan sonra İngiltere Milli Kütüphanesi British Library’de bir tane bile bulunmayacak biçimde ortadan kaldırıldıysada, Marks ve Engels’in yaşadıkları yıllarda,1832’de Londra’da yayımlanan bir başka kitap, Simon Ansley Ferrall’in “Amerika Birleşik Devlet leri’nde 6000 MillikGezi” (A Ramble Of SixThousand Miles Through TheUnited States Of Amerika)  adlı kitabı Bolts’un “yok edilen” o kitabından alıntılar aktarıyor ve İngilizlerin Hindistan’da yerli halka uyguladığı vahşeti, Amerika’da beyazların gerçekleştirdiği karaderili ve Kızılderili soykıyımlarıyla ve köle ticaretiyle karşılaştırarak ödeştiriyordu.




 Amerikalıların İngilizleri Bolts’u 1772’de yayımlanan kitabına dayanarak Hindistan’da soykırımclık ile suçlamalarına karşılık, İngilizler de Ferrall’ın kitabıyla Amerikalıları kızılderili soykırımcılığıyla suçlayarak kendi suçlarının üzerini örtmeye çalışıyordu. Komünizmin iki önderi Marx ve Engels’in, bir yandan İngiliz emperyalizminin Hindistan’daki vahşetini ilericilik adına kutsarken, öte yandan Amerikalıların yerli Iroquois Kızılderililere ve karaderililere yönelik soykırımını uygarlık adına lanetlemelerindeki  tutarsızlık; ilginç bir durumdur.Kapitalist emperyalizmin kendi fabrika ürünlerini el dokumasının yerine koymak için dokumacılarının düğüm atmasını önlemek üzere baş parmaklarını kesmeye dek varan vahşeti, eğer Osmanlı İngilizlere gümrük duvarını indirip pazarı sonuna dek açmamış olsaydı, belki Osmanlı’da gerçekleşecekti.
OSMANLI DOKUMACILIĞININ SONU

Navarin Savaşı
1800’ lerin başında yerli iplik ve kumaş üretimi tıpkı Hindistan’da olduğu gibi vahşi İngilizlerin fabrika ürünleri tarafından tehdit edilirken, bir de1789 Fransız Devriminden kaynaklanan etnik ayrılıkçı akımlarla başı derde giriyordu Osmanlı'nın. 1821'de Yunanlıların Mora'da çıkardıkları ayrılıkçı ayaklanmaya koşut  olarak Girit'te de  yeni  bir ayaklanma başlamış, bu ayaklanmalar1825 yılında bastırılmış; 1827’de Rus-İngiliz ve Fransız  donanmaları Yunanistan'a bağımsızlık verilmesi istemiyle, savaş bile ilan etmeden, ani bir baskınla, Navarin'de Türk donanmasına saldırıp 57 Türk gemisini batırarak 8000 askerimizi şehit etmişler, ardından 8 Mayıs 1828'de Rusya, Osmanlılara savaş ilan etmiş, savaş sonunda 1830 yılında imzalanan Londra Protokolü ile İngiltere,Rusya ve Fransa’nın koruması altında bağımsız Yunanistan kurulmuş ve ardından Osmanlı’ya sadık olan Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa da çeşitli uyuşmazlıklar nedeniyle Fransızlarla işbirliği yaparak ordusuyla Osmanlı’nın üzerine yürümüş, tüm Mısır, Suriye, Irak ve Anadolu topraklarını ele geçirmiş; İzmit’e dek dayanmıştı.

 Osmanlı İmparatorluğu dış kışkırtmalarla örgütlenen iç ayaklanmalarla sarsılmış yıkılma noktasına gelmişken, 1835' lerde Ankara'ya gelen İngiliz gezgin Hamilton burada tiftik kumaşı üreten 1000'den çok tezgahın bulunduğunu yazıyordu. Osmanlı’nın ayrılıkçı iç ayaklanmalarla ve Mehmet Ali Paşa İsyanıyla bunaldığı 1837’de, 18 yaşında tahta çıkan İngiltere Kraliçesi Victoria, Fransızlarla işbirliği yapıp İngiliz mallarının Mısır ve Suriye’de satılmasını yasaklayan Mehmet Ali Paşa’ya karşı Osmanlı Padiflahı II. Mahmud’la1838 Balta Limanı Antlaşması imzalayarak, Osmanlı tahtının Mehmet Ali Pafla eline geçmesini önlemek karşılığında, İngiliz mallarına uygulanan gümrüğü kaldırtmış ve böylece bir yandan Osmanlı pazarını ucuz İngiliz fabrika kumaşlarıyla doldurarak Türkyerli dokuma sanayisini yok etmeye yönelirken, bir yandan da ham tiftik ve damızlık tiftik keçisinin yabancılara satışını önleyen yasakları delmişti.



Ankara Tiftik Borsası
Osmanlı’nın sanayisini, ticaretini, dirliğini, düzenliğini bir daha hiç düzelmeyecek denli baltalayan 1838 Balta Limanı Antlaşmasından sonra, İngiliz Albay Handerson Ankara’dan seçtiği damızlık tiftik keçilerini Güney Afrika’da özel olarak kurulan ; İngiliz çiftliklerine götürmüş, çoğaltmış ve böylelikle 1856’ya gelindiğinde İngiltere, Osmanlı’nın 1838’e dek kıskançlıkla koruduğu tiftik kumaşı tekeline son vermişti.
İşte 2001’de yeniden basımını gerçekleştirdiğim Sadri Ertem’in “Çıkrıklar Durunca” adlı romanı, Ankara, Bolu, Adapazarı çevresinde Ankara tiftik keçisi besiciliği ve tiftik dokumacılığıyla geçimlerini sürdüren Türkmenlerin, padişah fermanıyla İngilizlere damızlık tiftik keçisi verilmesine karşı canlarını ortaya koyarak ayaklanmalarını anlatıyordu. Kendisini Padişah’a Müslüman olmaya çok yakın bir Hıristiyan din adamı olarak tanıtıp, Anadoluyu dolaşma ve dilediği her şeyi satın alıp yurt dışına çıkartma izni almıştır. İngiliz sanayi casusu. Gerçek amacı, bir çift damızlık tiftik keçisi alıp, Güney Afrika’da önceden hazırlanmış İngiliz çiftliğine götürmektir.
"GAVURA DAMIZLIK VERMEK UĞURSUZLUKTUR"
İşte böyle der Türkmenler ve direnirler vermemek için. İngiliz Misyoner’in elinde Padişah
fermanı vardır. Osmanlı zabitleriyle birlikte zorla almaya kalkar damızlıkları. Türkmenler padişah fermanına ve zabitlere karşı çıkıp damızlık tiftik keçisi vermemek için silaha sarılırlar.Haber duyulur ve damızlık keçileri İngilizlere vermemek için silahlanan Türkmenlerin sayısı onbinlere varır.Osmanlı İngiliz’e damızlık vermeyen Türkmenlerin üzerine ordu gönderir.Üç yıl süren direniş kanla bastırılır ve İngiliz’e istediği damızlık Ankara keçileri verilir. İngiliz, isyancıların dinmeyen öfkesinden korunmak için tiftik keçilerini siyaha boyayarak kaçırır o topraklardan ve limana ulaşıp Güney Afrika’ya doğru yola çıkar.


ANKARA KEÇİSİNE İNGİLİZ DAMGASI



Böylece, 1220’lerde Osman Bey’in dedesi Süleyman Şah’ın Türkistan’dan Anadolu’ya getirdiği tiftik keçileriyle, Osmanlı Türk Tiftik Kumaş tekeli üzerinde yükselen Osmanlı İmparatorluğu, 1838’de bu tekeli İngilizlere kaptırıp elinden kaçırmakla, kendi sonunu da belirlemiş oluyor ve Ankara Keçisi’ne İngiliz damgası vuruluyordu:Ankara keçisinin bin yıllık öyküsü gösteriyor ki; Osmanlı, savaş alanlarında askeri ve siyasi yenilgilere uğramadan önce, bilimsel, teknolojik alanda geri kalarak ekonomik, siyasi çöküntüye ve askeri yenilgilere uğratılmış, üretimde buhar gücünden yararlanamayan Osmanlı sanayisi, ucuz yabancı fabrika ürünlerinin karşısına, el yapımı yerli pahalı ürünlerle dikilemediği içindir ki, yerli çıkrıklar durmuş ve 600 yıl Batı’ya ekonomik olarak da üstün olan Osmanlı çökmüştü.



İlk yayımlanışının üzerinden 70 yıl geçtikten sonra yeni basımını yaptığım “Çıkrıklar Durunca”ya yazdığı sunumda, Attila İlhan da bu gerçeği belirterek şöyle diyordu: ‘Batı’nın Deli Gömleğinden aktardığım, hayli eski bir söyleşime, şöyle bir göz atar mıydınız? Tesadüf, Çıkrıklar Durunca'nın üzerinde geliştiği fabrika malı satanlarla dokumacılar arasındaki mücadeleyi irdelemiştim. Hüseyin Avni Bey yazıyor: “ (…) 1800 ve 1820 yıllarında İstanbul’da kumaş esnafının 2.750 ve Kemahçı (havsız kadife) esnafının da 350 tezgahı vardı. Bütün bu tezgahlarda 5 binden fazla insan çalışıyordu, 1868 yılında yerli sanayiin ıslahı için hazırlanan bir inceleme raporunda, bu kumaş tezgahlarından ancak 25 (evet,yanlış okumadınız beyler hanımlar, yirmi beş) tane kaldığı esefle kaydedilmektedir. Bu raporun yazıldığı devrede, Avrupa sanayiinin dokuma eşyası bol bol ve ucuza gümrük kapılarından giriyor ve yerli imalathaneleri tazyik ediyordu. Zamanla imalathaneler kapanıyor, bunların yerine Avrupa malı satan mağazalar açılıyordu...” (Bkz:‘Yarı Müstemleke Oluş Tarihi’.)“... gerçekte, o dönemde, bu anlamda“asrîlik”, düpedüz ‘ihanet’ idi...
‘Çıkrıklar Durunca...’ daha 1930’lu yıllarda bu ‘yakıcı’ gerçeği ‘kavramış’, sayfalarına dökmüştü:(…) ‘Çıkrıklar Durunca...’nın yeni basımı için yetmiş yıl beklemiş olmamız, ayrı ve havsalanın alamayacağı bir utanç değimi? (Atilla İlhan, 24 Ocak 2000, Maçka - İstanbul)
Meşrutiyet’in ilanından sonra Anadolu’yu dolaşarak her gittiği yerde gazetesine ileten Anadolu’da Tanin gazetesi yazarı Ahmet Şerif, 28 Kasım 1909’da şunları yazıyordu Ankara’dan:“Tiftik ticaretinin Ankara vilayetinin hayatı demek olduğu hükumet tarafından bilinen bir şeydir. Bu sırada her nasılsa elli tiftik keçisi ve yavrularının Avusturya’ya götürülmesine izin verilmesi haberinin  yayılması, halka kötü bir etki yapmıştır. Diyorlar ki: “Evvelce İngiltere bu 
keçileri Ümit Burnu’na götürdü, gerçi bunlar cinsiyetlerini kaybettilerse de her halde bugün tiftik fiatının düşmesine sebep oldular. Bu meydanda iken yine Avusturya’ya götürülmesine izin verilmesi pek garip oluyor.”Halk haklıdır. Fakat hükümeti bunu kabule sevkeden sebepler bilinmiyorki. Ben yalnız bunu işaret etmekle yetinebileceğim.”Osmanlı Tarihi’ni çocuklarımıza Amerika’lıların, Batılı emperyalistlerin istediği gibi meydan muharebeleri tarihi olarak değil de Atatürk döneminde yapıldığı gibi gerçek yönüyle öğretmeye başladığımız an, kölelik zincirini kırmak, Yeni Osmanlı Tuzağı’ndan kurtulmak için en önemli adımlardanbirini atmış olacağız. Çocuklarımız Osmanlı’nın yükseliş dönemindeki bilimsel, siyasal, ekonomik başarılarını bilmeli, yerli üretimi koruyup gelifltirmenin önemi kavramalı, “gavura damızlık vermenin uğursuzluk getireceği” beyinlerine kazınmalı, Osmanlı'nın çöküş nedenlerini askeri yenilgiler dışında tüm çıplaklığıyla görmelidir ki Türkiye Cumhuriyeti’ni çöküşten koruyabilsinler.
Bilmem, anlatabiliyor muyum?.. •

Hiç yorum yok: