31 Ağu 2011

İRAN'A ŞERİAT NASIL GELDİ!

Bahman Nirumand
Üzerinden zaman geçince bazı durumların daha iyi anlaşıldığı doğrudur. Bilgimiz artar, olayların gizli, saklı yönleri ortaya çıkar, niyetler, strateji ve taktikler gözle görünür hale gelir, ama bu arada da zaman geçip gider ve bir de bakarsınız, olup bitmiştir her şey. Bize de şu şarkıyı söylemek düşer.

“dönülmez akşamın ufkundayız, vakit çok geç; bu son fasıldır ey ömrüm, nasıl geçersen geç” şarkısı mı söylenecek?
Soner Yalçın, 23 Eylül 2007' tarihinde Hürriyet Gazetesi'nde "İRANA ŞERİAT 'DEMOKRASİ ve ÖZGÜRLÜK' VAADLERİYLE GELDİ" başlığıyla şöyle yazıyordu.
AKP'nin Anayasa tasarısı hazırlıkları, Türkiye'nin bir saklı gündeminin doğmasına neden oldu:
"Darbe mi şeriatmı"
İşte Türkiyenin gizli gündemi bu soru. Herkes bunu tartışıyor. Ne rastlantı: Yıllar önce, İslam devriminden önce benzer soru İran'ında gündemindeydi.İranlı solcular, İranlı demokratlar, liberaller ve milliyetçiler bu soruyu tartışıyordu, darbeye karşı çıkıyorlardı.
Gelin İran'ın  İslam devrimi öncesi ve sonrası günlerine gidelim. Bir de "mahalle baskısı" varmıymış görelim. 
MERHABA, Benim adım Bahman Nirumand. İranlı bir gazeteci yazarım.Şahın devrilmesinde aktif rol oyayanlardanım. Ve aynı zamanda mollaların, Demokrasi ve özgürlük getirceğine inanan milyonlarca solcu, demokrat, liberal ve milliyetçi insandan biriyim.
Evet Humeyni yeryüzünde cenneti vaat etti bize. Demokrasi gelecek, kimse fikirleri ve siyasi görüşleri yüzünden tutuklanmayacak, işkence yapılmayacak, kadınlara eşit haklar verilecek, giyim serbest olacaktı.
Şah'ı devirdikten sonra mollaların camiye geri döneceklerinden emindik. Devleti yönetecek durumda olduklarına inanmıyorduk.
Yanıldık, Kitaplardan ezberlediğimiz cümleleri, içi boş kavramları söyleyip duruyorduk.
ÜZERİNDE DURMADIK
Her şey 14 Ocak 1979 tarihinde değişti. Şah, İran'ı terk etti. Ardından İran tarihinin en büyük yürüyüşü Tahran'da yapıldı. Sansür, yasak yoktu, istediğimiz gibi bağırıyorduk.
Fakat mitingde ilk dikkatimi çeken, kim liberal Musaddık ya da solcu şehitlerin resimlerini taşıyor ise mollalarca dövülüyordu. Pek üzerinde durmadık bu olayın. "Hele bir kurtlarını döksünler, sonra sakinleşirler" diye düşündük.
Ertesi gün gazetede, bir hırsızın genç mollalar tarafından yakalanıp, adına "İslam Mahkemesi" denilen bir mahalli heyet tarafından 35 kamçı cezasına çarptırıldığı haberini okuduk. Haberi ciddiye almadık; "üç beş sapsızın işi" dedik.
Bu arada bira şarap fabrikalarının yakılması, sinemaların tahrip edilip filmlerin sokaklara atılması gibi olayların üzerinde hiç durmadık. "Ufak tefek şeylerin" Toplumun demokrasi ve ulusal bağımsızlık yolundaki çabaları etkilemesini istemiyorduk.
Biz bunları söylerken, mollalar tarafından, kadın ve erkeklerin yanyana yürüyemeyecekleri; okullarda aynı sınıflarda olamayacakları; birlikte spor yapamayacakları gibi gerici kararlar ardı ardına alınmaya başlandı.
"Müsüman kadınların yanında orospuların yeri yoktur" denilerek kadınlara örtünme zorunluluğu getirildi. Özelikle üniversitelerde bu yüzden çatışmalar çıktı.
Bu çatışmalardan rahatsız olduk;kadın sorununun güncelleşip bu plana geçmesini istemiyorduk "Asıl mücadele Emperyalizme ve kapitalizme verilmelidir" diyorduk. kadın sorunu bir yan çelişkiydi, ana çelişki sömürüydü. kadının giyim sorunu, Emperyalizme karşı verilen mücadeleyi baltalamamalıydı!
Peçesiz başörtüsüz sokağa çıkan kadınlar artık açıkça, gözümüzün önünde dövülüyordu. Bu kadınların yüzüne kezzap atılıyordu.
Biz ise hala büyük laflar ediyorduk;bu tür olayları devrimin kaçınılmaz sancıları olarak görüp umursamıyorduk!  "İttifak" "eylem birliği" gibi terimleri peşinden koşup duruyorduk.
GEÇİŞ SANCILARI SANDIK
Humeyni, "Bütün sorunlarımızın sebebi, cemiyetimizdeki ahlaksızlıklardır. Bunların kökünü kazımalıyız" diyor; genç mollalar terör estiriyordu. Kitabevleri yağmalanıyor; gazete bayileri ateşe veriliyordu.
Şiraz'da "İslam Mahkemesi" eşcinsel fahişe olduğu gerekçesiyle  dört kişiyi idam ediyordu. benzer olay Tahran da da gerçekleşiyor, üç fahişe ve üç eşcinsel kurşuna diziliyordu.
Sesleri ve görüntüleri nedeniyle erkekleri tahrik ettikleri için kadın spikerler televizyondan kovuluyor,uyuşturucu olarak görülen müzik yasaklanıyordu. Alkol içen kırbaç cezasına çarptırılıyordu.
Şimdi, düşünüyorum da, insan zamanla her türlü aşağılanmaya alışıyor galiba. Hiçbirini görmüyorduk; basmakalıp analizlerimizin doğru olduğuna o kadar inanıyorduk ki..
Oysa toplum hızla dincileştiriliyordu. Alınan her kararda "Tamam bu  sonuncusu" diyorduk. Ama akası hep geliyordu.
Kızların evlenme yaşı 18'den 13'e düşürüldü. parfüm, ruj, saç boyası,mücevher gibi kadın malzemelerinin yurda girişi yasaklanıyordu. Kadın çamaşırı satan mağazaların vitrinlerine sütyen, kombinezon vs. konmasına bile izin yoktu.
Kamu dairelerinde kadın memurlara tesettüre girme emri çıkarıldı.
Aslında bir çok aydın kadının üye olduğu kadın dernekleri vardı. Onlar kendi küçük çevrelerinde "hamilelik tatilinin uzatılması" "eşit işe eşit ücret" gibi talepleri tartışıyorlardı. Biz aydınlar hep aynı düşüncedeydik: Demokrasi ve özgürlüğe giriş sancılarıydı bu tür vakalar! Abartmaya gerek yoktu. Hepimiz ana çelişki üzerinde duruyorduk.
REFERANDUM OYUNU
Üç ay önce Humeyni, Paris'te koministlerde dahil olmak üzere her görüşün rahatça örgütlenebileceği bir Demokrasiden, özgürlükten bahsederken, şimdi solcu milliyetçi ve liberalleri İslam düşmanı ilan etmişti.
Bu sözler üzerine ilk protestomuzu yaptık. Mitingimize bir milyonu aşkın insan geldi.
Mollaların en iyi siyasi stratejileriydi; işlerine gelmediği zaman hemen gündemi değiştiriyorlardı. Referandum meselesini gündeme getirdiler. Halka soracaklardı: "İslam Cumhuriyetini istiyormusunuz yoksa istemiyormusunuz?"  Kuşkusuz bu bir oyundu;halkın yüzde 65'inin okuryazar olmadığı bir ülkede kim ne anlardı cumhuriyetten.Yapılan propaganda belliydi: dediler ki "İslam'a evet mi hayır mı diyorsunuz?"
Biz bu oyunu biliyorduk ama şöyle düşünüyorduk: "Önemli olan cumhuriyettir; serbest seçimlerdir; Demokratik haklardır;özgürlüklerdir. İslam Cumhuriyeti bunu sağlayacaksa neden karşı çıkalım?"
Ancak bazı küçük kesimler bu oyuna gelmemek için referandumu boykot ettiler.Sonuçta evet diyen 20 milyon hayır diyen ise sadece 140 bindi.
Mollalar bu referandum sonucunu çok iyi kullandılar. Güya tüm ülke yaptıklarını onaylıyordu. Artık televizyondan sonra basında ellerine geçmişti. Sanki tüm muhaliflerin  sayısı 140 bin kişi gibi gösterdiler. Halbuki 20 milyon içinde bizim de oyumuz da vardı. Ama artık bizim sesimizin çıkmasına izin verilmiyordu.
HALKI ANLAYAMADIK
Mollalar güçlendikçe saldırganlaştılar. Örneğin trajı bir milyon olan lberal Ayendegan gazetesini kapattırdılar. Sıra sonra Keyhan gazetesi' ne geldi; muhalif yazarların işten çıkarılmasını sağladılar.
Tüm bu olanları protesto etmek için mitingler düzenlemeye başladık. Ama iş işten geçmişti artık; insanlar yılmıştı, korkuyordu. Özgürlük, demokrasi ve bağımsızlık için ayaklanan halkın, bu kadar kısa sürede değişeceğini düşünememiştik.
Sanmıştık ki, mollaların gerici yasalarına/kurallarına halk karşı çıkacak. Halbuki tersi oldu; mollalar yask sansür getirdikçe arkalarından gidenlerin sayısı arttı.
Örtünmek moda oldu! Tüm bunlara "gelip geçici fırtına" diye bakmak ne büyük yanılgıydı.
 Koministlerden, solculardan, demokratlardan, milliyetçilerden sonra Liberal İslamcılar da zamanla mollaların hedefi oldu.Şah döneminden daha çok insan cezaevlerine konuldu; idam edildi. Milyonlarca insan canını kurtarmak için yurtdışına kaçtı. Kaçanlardan biri de bendim. Umarım bizim hatalarımızdan birileri ders çıkarır.
Türkiye’nin İran benzerliği çok şaşırtıcı

Antiemperyalist Musaddık
ÖNCE bir tespit yapalım:
Diyorlar ki, "Türkiye, İran’a benzemez!" Yanılıyorlar.
Bu nedenle gelin önce kısa bir tarih yolculuğu yapalım:
19. yüzyılda İngiltere’nin Osmanlı Devleti gibi İran üzerinde de nüfuzu vardı.İki ülke de tarım ülkesiydi. 20. yüzyıl başında, -İran 1906; Osmanlı 1908- askerlerin bastırmasıyla iki ülkede de meşrutiyet ilan edildi. Her iki ülke 1920’lerde yeni liderleriyle yönetildi: İran’da subay Rıza Han (Pehlevi), "ormancılar ayaklanmasını" bastırıp yönetimi devirerek kendini "Şah" ilan etti.Türkiye’nin lideri ise iç ve dış düşmanları yenen Mustafa Kemal Atatürk’tü.
Her iki lider de ülkelerinin tarihlerinde görülmedik boyutlarda, modernleşme ve reform politikalarını uygulamaya koydu. Ülkelerini eğitim sisteminden hukuk sistemine kadar laikleştirmeye çalıştılar. Kılıf kıyafet devrimi yaptılar.
Bu reformlara her iki ülkede de karşı çıkan pek olmadı; sayıları az olmakla birlikte muhalif olanlar da çok ağır cezalara çaptırıldı.
İran 1940’ta, Türkiye 1946 yılında parlamenter demokrasiye geçti. İran’da 1951’de, Türkiye’de 1960’ta "milliyetçi/ulusalcı solcu" askerler darbe yaptı. İran’da başta petrol olmak üzere millileştirmeler yaşanırken, Türkiye de dışa açıldı, yabancı sermayeyi kabul etti.
CIA, İran’dak darbeci Musaddık’ı yıktı. Yerine tekrar Şah Rıza Pehlevi’yi getirdi. Şah bütün partileri kapattı, liderlerini hapsetti. Türkiye, 1961’de demokrasiye döndü, seçimler yapıldı. 1960’lı yıllar, her iki ülkede de sol, milliyetçi ve İslamcı hareketin ivme kazandığı dönem oldu.
Aynı dönemde her iki ülkenin siyasi ve iktisadi olarak dışa bağımlılığı arttı. ABD "abi" rolündeydi. Düşman ise komünizmdi. Her iki ülke de solcularını ezmek, yok etmek için her yola başvurdu. Devlet güçleri, sola karşı diğer güçlerle ittifak yaptı. Sol muhalefetin ezildiği dönemde İslamcı hareketler güçlendi.
YEŞİL KUŞAK PROJESİ
                                                                                                                 
Burada meseleye daha geniş açıdan bakıp, 1970’li yılların son dönemini bir hatırlayalım. Sovyetler Birliği, Afganistan’a girmişti. ABD’nin kontrolündeki Şah, İran’ı terk etmişti. Türkiye’de büyük bir sol dalga vardı. Soğuk Savaş döneminde siz ABD’nin yerinde olsanız ne yaparsınız? İran’da Sovyetler Birliği yanlısı solculara karşı mollaları desteklediler.
Türkiye’de 12 Eylül 1980 askeri darbesini yaptırıp, İslamcıları kuvvetlendirerek solu ezdirdiler. ABD, Şah’tan umudunu kesince mollaları destekledi. İran’da mollaları yok etmek isteyen askerlerin elini kolunu bağladı.
Şah Rıza Pehlevi, ölmeden birkaç hafta önce, "Amerika ve İngiltere yerine muhalefeti yok etmek isteyen askerleri dinleseydim, ülkeyi terk etmek zorunda kalmazdım" diye açıklama yaptı. ABD, Sovyetler Birliği’ni İslam ülkeleriyle kuşatıp içindeki İslamcı halkları ayaklandırarak yıkacağını hesaplıyordu. Bu nedenle İranlı subaylara hep engel oldu.
Örneğin: Şah gittikten sonra, ülkenin başında kalan sosyal demokrat Başbakan Bahtiyar "İslam Cumhuriyeti’ne izin vermeyeceğim" diyordu. Genelkurmay Başkanı Karabagi, Bahtiyar’ı destekliyordu. Bahtiyar, ABD ve İngiltere’ye danıştı. Tabii ki destek alamadı. Mollalar şanslıydı; dünya siyasal konjonktürü onların lehineydi.
Sonunda Humeyni, Tahran’a geldi. Yerleştiği "Refah Okulu"nda, liberal-İslamcı Mehdi Bazargan’ı Başbakan ilan ettiğini açıkladı. ABD ve Avrupa bu "ılımlı İslamcı" atamadan mutlu oldu.
Ancak mollalar güçlendikçe iktidara yerleşti. Son hedefleri, halkın oylarıyla Cumhurbaşkanı olan liberal Müslüman Beni Sadr idi. Askerler bu kez Beni Sadr’ın imdadına yetiştiler; darbe yapabileceklerini söylediler. Sadr darbe istemedi ve yurtdışına kaçmak zorunda kaldı. Mollalar iktidara yerleşti. "Ilımlı İslam" istemiyorlardı!
DESTEK ESNAFTAN
İran tarihine bakıldığında, mollaların devlete karşı ayaklandığı görülmemişti. Sadece 1963’te Şah, mali kaynaklarını yok ettiği için ilk protesto eylemini gerçekleştirmişlerdi. Bu nedenle Humeyni, Türkiye’ye sürgüne gönderilmişti.
Durum aslında bizim Nakşibendiler’e benziyor, onlar da hep devletin yanında olmuşlardı. Neyse...
Türkiye’deki İslami hareketler ile İran’daki mollaları destekleyen güçler arasında benzerlikler var mıydı?
Yapısal farklılıklar olsa da taban aynıydı:
Mollaların ülke içinde en büyük destekçisi, iç ticaretin üçte ikisini, ihracatın üçte birini elinde tutan ve geleneksel değerlerin savunucusu Bazar esnafıydı.
Mollalar ayrıca liberal-burjuva çevrelerinden de destek gördü. Bunun sebebi, özerklik için harekete geçen Azeri, Kürt, Beluciler gibi etnik unsurların başlarının hemen ezilmesi talebiydi.
Ve tabii, din adamlarının siyasal örgütlenme gücünün en büyük dayanağı ise, cami komiteleriyle girdikleri yoksul mahallelerdi. Camiler cihat birliklerinin hücre evleriydi. Kısa bir süre öncesinin solcu varoş mahallelerinin yoksulları akın akın mollaların arkasından yürüyordu artık.

Şimdi tekrar başa dönüp soralım: Türkiye, İran’a benziyor mu?


http://www.youtube.com/watch?v=c99jZorRjG8 (İzlenebilir)

28 Ağu 2011

Esad'a Mektup


Dergi 21.08.2011


SELÇUK EREZ
Bir Mektup
Azizim,
Bana haber yollamışsın, “şiddetten uzak dursun”, “kentlere tank salmasın”, “halkın isteklerine kulak versin” filan demişsin..
Aramızda teklif mi var ki kendin geleceğine başkalarını yolluyorsun ? Evet, önce telefon ettin ama ben sana kaç kere “telefon etme, sizin orada telefonlar dinleniyor,” demedim mi ?
Sonra böyle mesajlar yollamadan önce bir kez düşün: Ben sana hiç karışıyor muyum ? “Mesela “Basına baskıdan vazgeçilsin”, “Adaletten eller çekilsin..”, “Basılmamış kitaplar toplanmasın”, “Gizli tanıklar yüzünden insanlar yıllarca hapislerde tutulmasın” filan diyor muyum ? Her aslanın bir şubiyet yiyişi vardır: Sen öyle yersin, ben de böyle..
El âlemin kışkırtmalarına uyup sakın üstüme varma.. “Demokrat değilmişim”, “halkı ezermişim” dediklerine inanma... Allahını seversen bir araştır, sor da öğren, burada hangi çocuk bedava tahsil istedi diye hapse atıldı? Hangi üniversiteli, kuzulara yumurta attı diye kovuşturuldu? Ben hangi heykeli yıktırmışım bugüne kadar ? Bu diyarda kim deniz feneri paraları topladı?
Laf aramızda, bana nasihat edeceğine sen de oralarda bir parça demokratlaşmaya başlasana... Bu yönde birkaç ufak adım at, sonra ay sonunda sınıra gel de beraber künefe yiyip bayramlaşalım, hasret giderelim..
Kardeşin Esad l

PKK Hakkında Sorular


Cumhuriyet 28.08.2011

YORUM
Öztin Akgüc
Yanıt Bekleyen Sorular
“Kürt sorunu”, PKK saldırıları, alınan önlemler, çözüm önerileri konusunda, açık oturumlarda “güvenlik uzmanlarını”, “strateji uzmanlarını”, öğretim üyelerini, yazarları dinlemeye, bu konulardaki köşe yazılarını, yorumları okumaya, anlamaya çalışıyorum. Benim gibi algılaması geç ve sınırlı olan başka vatandaşlar da olabilir. İsteğim, benim gibi vatandaşların da anlamalarını kolaylaştıracak şekilde bazı soruların yanıtlanması. Kafamda oluşan, net olarak anlayamadığım konuları, sorularla açıklamaya çalışayım.
***
- Kürt sorunu nedir? Sayın CumhurbaşkanıAbdullah Gül’ün “Türkiye’nin en önemli sorunu Kürt sorunudur” tanısından sonra “Kürt sorunu” ifadesi genel kabul gördü ama ben sorunu, nedenlerini, kaynaklarını ve niçin en önemli olduğunu kavrayamadım.
Bu soru üzerine biraz daha ışık tutulsa, belki ben de benim gibiler de anlayabilir.
- PKK ile “Kürt sorunu” arasındaki ilişki nedir? PKK’nin amacı nedir? Boşuna adam öldürmek için kanlı eylemler, terör yapılmaz.
- PKK, bağımsız Kürdistan amacının silahlı militan örgütü mü, gerilla grubu mu, bağımsızlık savaşçısı mıdır? Yoksa uluslararası bir terör örgütü müdür? Emperyal güçlerin Ortadoğu’da önemli taşeronlarından biri midir? PKK nedir?
- PKK, kampları ile Kuzey Irak’ta yerleşik olduğuna ve Kuzey Irak da ABD kontrolünde olduğuna göre, ABD denetiminde bir bölgede PKK varlığını nasıl korumakta, faaliyetini sürdürebilmektedir?
- ABD’nin daha sonraları, Genişletilmiş Ortadoğu Projesi (GOP) diye anılan Büyük Ortadoğu Projesi’nin (BOP) 1970’li yıllarda hazırlanmaya başlandığı bilindiğine göre, 80’li yılların başlarında gündeme gelen PKK eylemleri ve “Kürt sorunu” ile ABD’nin BOP uygulaması arasında bir ilişki, organik bağ var mıdır?
***
- Kuzey Irak’ta yerleşik PKK, lojistik desteği nasıl, nereden, kimlerden almaktadır?
- Kuzey Irak’ta silah sanayisi gelişmediğine, Kandil Dağı da bir silah üretim merkezi olmadığına göre, PKK’ye silahları kim vermekte veya satmaktadır?
- Silahlı güç beslemek, eğitmek, donatmak finansman gerektirir. PKK’nin finansmanı nasıl sağlanıyor? Sakın uyuşturucu trafiğinden yanıtını vermeyin, iyice komik duruma düşmeyin.
- PKK konusunda Türkiye ile ABD bilgi, istihbarat paylaşımı yaptığı halde, neden hep bizim gençlerimiz pusuya düşürülmektedir?
- PKK, uluslararası bir niteliğe sahip ise içlerinde Iraklı, Suriyeli, İranlı hatta Ermeni asıllı öğeler bulunuyorsa, Güneydoğu’da alınacak ekonomik ve toplumsal önlemler, proje, program uygulaması ile sorun nasıl çözülebilecektir?
Konu tartışılırken, bunlar ve benzeri sorular genellikle oturumu yönetenler tarafından gündeme getirilmiyor, konunun uzmanları (!), strateji uzmanları (!) tarafından açılım, demokratikleşme, barış, Güneydoğu’da toplumsal amaçlı projeler, kan dursun sözleri, genel ifadeleri altında somut, nesnel tanılar yapılmadan konular, sorular geçiştiriliyor.
***
Ortada bir sorun varsa, önce nedenleri konusunda doğru tanı koymak gerekir. Eğer karşınızda çokuluslu emperyal güçler tarafından desteklenen bir örgüt, emperyal güçlerin tahriklerine kapılmış kitleler varsa, anayasa değişikliği, açılım, Güneydoğu kalkınma projeleriyle olayları önleyemeyiz. Dış destekli taşeron bir örgüt olay çıkarmayı sürdürür. Silah gücü ile bir şeyler koparmaya çalışan, bunu bir yöntem olarak benimsemiş bir örgüte karşı, benzer yollarla sorun çözülür önerisi, ödün vermek, ilk aşamada özerklik, ikinci aşamada emperyal güçler denetiminde bir devleti kabul etmek yolunu açar.
Genel lafları bırakıp, olaya doğru teşhis koymak, karşı tarafın ne amaçladığını bilmek, kullandığı yöntemlerle karşılık vermek gerekir. Açık oturumlarda uzmanların (!) strateji geliştirenlerin (!) genel laflar yerine, bizim gibi sade vatandaşların da kafalarında çöreklenen sorulara yanıt aramaları yararlı olur.

26 Ağu 2011

Tutuklu Tümamiral Ali Semih Çetin

Beşiktas sorgulamasını  nasıl anlatıyor: 15 yıl önce Türkiye ile Yunanistanı savaş eşiğine getiren bir kriz döneminde, gemimizle Kardak bölgesinde görev yaparken, çok yakınımıza sokulan Yunan gemilerindeki subayların gözlerinde gördüğüm nefreti hiç unutamamıştım. Ama bu olaydan yıllarca sonra soğuk bir şubat gecesi, Beşiktaş Adliyesindeki gözlerde, bundan daha çok nefret göreceğimi, doğrusu hiç aklıma getirmemiştim!

25 Ağu 2011

Demokrasi, Laiklik ve ‘Tahammül Etmek’ Üzerine


Cumhuriyet 16.08.2011
AYDINLANMA
Emre Kongar

Son günlerde laiklik tartışmaları neden acaba yeniden alevlendi?
Neden eskiden kendileri içindemokrasi” isteyen siyasal İslamcılar, şimdi demokrasiye (ve tabii onun önkoşulu olan laikliğe) tahammül ediyoruz” aşamasına geldi?
Bu sorunun yanıtı galiba çok basit:
Yeterince güçlendiklerini düşünüyorlar da ondan!
Artık demokrasi onlar için güçlenme aracı değil, tam tersine totaliter ideolojilerini dayatmanın önünde bir engel!
Nitekim tahammül etme” söyleminin arkasında, şartların müsait olmadığıgerekçesi açıkça söyleniyor.
Peki şartlar müsait olunca” ne olacak?
Demokrasiye Paydos” mu denilecek?
***
Ayrıca tahammül etme” davranışı niçin sadece tek bir gruba ait olsun?
Ya o gruba tahammül etmekdurumunda olanlar?
***
Aslında demokrasinin hak ve özgürlüklerinden yararlanarak güçlenmek isteyen totaliter ideoloji sahiplerinin çıkmazı ve açmazıdır bu:
Demokrasiyi, laikliği, hukuk devletini sadece kendi hakları, kendileri için isterler.
Biraz güçlendikten sonra da artık ne demokrasi, ne laiklik ne de hukuk devleti umurlarında olur.
Oysa bu tutum ve davranış bir kısırdöngüdür:
Hiçbir sorunu çözmediği gibi hiçbir gruba, hiçbir topluma da mutluluk getirmez
Sadece kin ve nefreti körükler!
Ne zulmü ortadan kaldırır ne mazlumiyeti
Sadece zalimlerle mazlumların yer değiştirmesine yol açar!
***
Bu konudaki çelişkileri Ahmet Hakan iyi yakalamış
Bakın Hürriyet Pazar Gazetesindeki yazısında Tahammüle Reddiye başlığı altında neler diyor:
Bir zamanlar Bir arada barış içinde yaşamak’ nutukları atan dindar öncüler, şimdi tahammül’ nutukları atıyorlar.
Keşke zayıf oldukları günlerde de, Biz kendi dışımızdakilere ancak tahammül ederiz, ona göre’ demiş olsalardı.
Hiç olmazsa dürüst davranmış olurlardı.
Ama demediler.
Güç ellerine geçince dillerinin altındaki baklayı çıkardılar.
Şimdi, Biz ancak tahammül edenlerden olabiliriz’ diyorlar
Bu zamana kadar hep hoşgörü diniolarak anlattıkları dini, artık birtahammül dini’ haline getireceklermiş.
Farklıdan nefret edecekler, farklıyı beğenmeyecekler, farklıyla bir arada yaşamak istemeyecekler ama el mecbur katlanacaklarmış.
Ta ki farklıyla bir arada yaşama mecburiyeti ortadan kalkana kadar...
Ahmet Hakan daha sonra, tahammül etmenin karşılıklı olduğunu belirtiyor ve farklı grupların birbirine kin ve nefret duyarak tahammül etmesinin arkasında yatan tehlikeye işaret ediyor:
Şartların olgunlaştığını düşünen, tahammül mülkünü yıkmaya hazır olacak.
***
Sevgili okurlarım, demokrasinin ve onun önkoşulu olan laikliğin gereği birbirine tahammül etmek de değil, hoşgörü göstermek de değildir
Demokrasinin, laikliğin anlamı, herkesin birbirinin dinine, imanına, inancına, inançsızlığına, yaşam biçimine, kendisine istediği saygıyı göstermesi ve devletin de bunu hukuk aracılığıyla korumasıdır.
***
Demokrasinin gereği, hoşgörü ya da tahammül değil, anayasayla ve yasalarla da desteklenen saygıdır, saygı
Kendine istediğin saygı!

Sorunlu Bir Laiklik Anlayışı


Cumhuriyet 13.08.2011


AYDINLANMA
Emre Kongar


Sevgili okurlarım, son günlerde tırmanan, laiklik ve demokrasi ile İslamın ne denli uyuştuğu tartışmasının odağında, hem Erzurum’da ve İstanbul’da yaşanan müdahale olayları hem de Fıkıh Profesörü, Yeni Şafakyazarı Hayrettin Karaman’ın yazıları var.
Prof. Karaman 7 Ağustos 2001 tarihli pazar günkü yazısında şöyle diyordu:
“Bir Müslüman imkânlar ve şartlar elverdiği takdirde İslam ahkâm, ahlak ve âdâbının hâkim olduğu, kimsenin aleni olarak bunları çiğneyemediği bir toplumda yaşamak ister. Yine imkân bulduğunda, şartlar müsait olduğunda, düzelteyim derken bozma ihtimali bulunmadığında, daha büyük sakınca doğurmadığında her Müslüman, aleni (açıkça, kamuya açık yerde) dine, ahlaka, âdâba aykırı bir davranışa -engellemek veya ıslah etmek maksadıyla- müdahale etmekle yükümlüdür.”
Ahmet Hakan’ın 9 Ağustos’taki yazısında “süper tehlikeli” dediği olay“müdahale etmekle” ve müdahalenin koşulları ile ilgili satırlardı.
Karaman, hemen arkasından şöyle devam ediyordu:
“İslama inanmayanlar kendi inançlarını serbestçe uygulayabilirler; ama bu uygulama Müslümanların hayat, ahlak ve dindarlıklarını, nesillerin eğitimini olumsuz etkileyecekse -İslam toplumunda- ‘onların aykırı fiilleri için özel mekânlar ihdas edilmek gibi’tedbirlere başvurulur.”
Ertuğrul Özkök’ün 10 Ağustos’taki yazısında takıldığı satırlar da “özel mekânlar ihdas edilmek” biçimindeki ifadeydi.
Özkök burada, “getto” tehlikesine işaret ediyordu.
Karaman 11 Ağustos 2011 Perşembe günü şöyle başlayan bir yanıt yazısı yazdı:
“Sonhaber.com adresli bir site benim pazar günü çıkan yazımı polemik konusu yapmış. Her konu bilenler tarafından tartışılabilir; buna bir diyeceğimiz olmaz. Ama iki şeye itirazım var: 1. Ağzı olan herkesin bilir bilmez konuşması, tartışması ve ahkâm kesmesi. 2. Bir kimsenin söylediğini olduğu gibi vererek değerlendirmek ve tartışmak yerine çarpıtmak, değiştirmek, işine geldiği gibi şekillendirmek. Bu site işte bu ikincisini yapmış. Bakın benim yazımı nasıl değiştirerek, çarpıtarak veriyor:
“Bizden olmayanlara gettolar yapılsın. Yeni Şafak gazetesi yazarı Prof. Dr. Hayrettin Karaman’ın dün yazdığı‘Tahammül mü hoş görmek mi’ başlıklı yazısı İslami kesim tarafından eleştirilmişti. Karaman, yazısında‘Müslüman gibi yaşamayanlar için özel bölgeler yapılmasından’ söz etti.”
Okuduğunu anlamayacak kadar cahil isen önce öğren sonra konuş. Anladığın halde saptırıyorsan, değiştiriyorsan senin ahlakla ilgili problemin var demektir.
Ben yazımda ne ‘gettolar yapılsın’dedim, ne de ‘Müslüman gibi yaşamayanlar için özel bölgeler yapılmasından’ söz ettim. ‘İslam toplumunda -ki, İslamî devleti kastediyorum- bu, ahlaka ve dine aykırı fiiller için ayrı mekânlar ihdas edilebilir’dedim. Bunun demokrasilerdeki örneği, ayrılmış yerlerdeki genelevlerdir.”
***
Karaman’ın “genelev” benzetmesinin isabetsizliği üzerinde durmak bile istemiyorum; o zaman tartışmanın çıtası seviye açısından çok çok aşağılara düşebilir.
Bu konuda önemli olan, Karaman’ın“özel mekânlar ihdası” önerisinin Osmanlı döneminde Müslüman olmayanlar, özellikle de Yahudiler için yapılan uygulamaları anımsatmasıdır.
Ama asıl sorun, Karaman’ın benim sorularıma 16 Haziran’da verdiği yanıttaki şu cümlede yatmaktadır:
“Müslümanlara mahsus bir çeşit demokrasi olabilir ama sıra laikliğe gelince hiçbir Müslüman ‘Ben biraz Allah’a, biraz da O’nu tanımayan, O’nun hâkimiyetini bölen ‘rakiplerine’itaat ederim’ diyemez.”
Görüldüğü gibi, Karaman laikliği “Allah’ı tanımayan, onun hâkimiyetini bölen rakip” olarak tanımlıyor.
Sorun da tam burada yatıyor.
Çünkü laiklik, Allah’ı inkâr eden, ona rakip olan değil, tam tersine bütün müminleri (ve tabii bu arada başka din mensuplarını ve inanmayanları da) koruyan, onlara eşit vatandaş muamelesi yapan bir siyasal rejimin adıdır.
Not: Bugün Kuşadası D&R’da saat 18’de, başta “İçimizdeki Zalim” olmak üzere, kitaplarımı imzalayacağım.

Basit Sorulara Karmaşık Yanıtlar


Cumhuriyet 11.08.2011


AYDINLANMA
Emre Kongar


3 Mart 2011 Perşembe günü bu sütunda Siyasal İslam ve Demokrasi İçin Üç Basit Soru başlıklı bir yazım yayımlandı.
Yazıda, Siyasal İslam’ın, İran, Suudi Arabistan, Malezya gibi dünyanın çeşitli ülkelerindeki farklı uygulamalarına dikkati çekerek kendimize üç basit soru soruyordum:
1) Bir insan hem Müslüman hem de demokrat ve laik olabilir mi?
2) Siyasal İslam için, demokrasi ve laiklik sadece bir sandık mekanizması mıdır, yoksa devamlı bir yaşam biçimi olarak da kabul edilebilir mi?
3) Kendini Müslüman olarak tanımlayan bir kadın başını açmakta, tesettüre girmemekte özgür müdür?
Bu sorularıma pek çok yanıt geldi.
Yeni Şafak yazarı değerli fıkıh âlimiHayrettin Karaman da gazetesinde 12 Haziran’da bu sorularıma yanıt vereceğini bildirdi ve genel bazı saptamalarını aktardı.
Bir sonraki 16 Haziran 2011 tarihli yazısında da biraz aşağıda bazı alıntılar yapacağım yanıtlarını sıraladı.
Sayın Karaman 7 Ağustos 2011 tarihliTahammül mü Hoş Görmek mi?başlıklı yazısıyla birdenbire gündeme hâkim oldu ama bu yazının ipuçları bana verdiği yanıtlarda vardı zaten.
9 Ağustos’ta Ahmet Hakan, 10 Ağustos’ta da Ertuğrul Özkök,Karaman’ın son yazısı üzerine yorumlarını aktardılar ve birtakım çok ciddi tehlikelere işaret ettiler.
Ben de doğrusu Karaman’ın bu son yazısı üzerinde, otobüste şortlu bir sporcu kızın dudağını patlatmak, sokakta sigara içen bir genç kadına saldırmak gibi somut olaylara atıf yaparak bazı yorumlarda bulunmak istiyordum ama doğrudan benim sorularıma yanıt olarak yazdığı yazıyı belirtmeden bunu yapmayı uygun görmedim.
Sayın Karaman sıradan bir kişi değil; saygın ve önemli bir fıkıh âlimi.
Görüşleri pek çok kişi tarafından fetva gibi algılanır.
Bu yüzden yazdıkları, söyledikleri çok önemlidir.
Bakın benim sorularıma özetle ne yanıt veriyor:
“…Birinci soru ‘Bir insan hem Müslüman hem de demokrat ve laik olabilir mi?’şeklinde idi.
Türkiye şartlarında bana göre doğru soru şudur: ‘Türkiye’de Müslümanların, laik düşünceye sahip insanlarla bir arada, barış içinde, hak ve özgürlüklere saygı göstererek yaşamaya ve demokrasiye rızaları var mıdır?’
‘Bir Müslüman aynı zamanda laik olabilir mi?’ sorusu dayatmacı, kıstırıcı bir sorudur ve akide (inanç) ile ilgilidir. Müslümanlara mahsus bir çeşit demokrasi olabilir, ama sıra laikliğe gelince hiçbir Müslüman ‘Ben biraz Allah’a, biraz da O’nu tanımayan, Onun hâkimiyetini bölen rakiplerine’ itaat ederim’ diyemez. Bir önceki yazımda ifade ettiğim gibi İslam yalnızca iman, ibadet ve ahlaktan ibaret değildir, vahiy aynı zamanda hayatın diğer alanları ile ilgili talimatı da ihtiva etmektedir. Bir siyasi rejim/sistem hayatın belli alanlarında dini dışlıyor, işe karıştırmıyorsa müminler, inanç olarak onu benimseyemezler.
Benim isabetli bulduğum soru ise sosyal ve siyasi hayatla ilgilidir. İnancı ve ideolojisi farklı olan fertler ve gruplar -başka türlüsü mümkün olmadığında- inançlarını, dünya görüşlerini muhafaza ederek farklı olanlarla ortak alanı düzenleyen bir sözleşme (mesela anayasa) çerçevesinde birlikte yaşayabilirler, bir ülkenin vatandaşları olabilirler...
Görüldüğü gibi Karaman biraz karmaşık bir yoldan da olsa, Müslümanların laik, veya çok daha tehlikeli sonuçlar doğuracak bir biçimde, laiklerin Müslüman olamayacağını vurguluyor…
Ama, başka türlüsü mümkün olmadığında, birlikte yaşayabileceklerini söylüyor.
Karaman’ın yazısı daha uzun ve kapsamlı.
Ben buraya sadece laiklik ve Müslümanlıkla ilgili olan bölümü aldım.
Şimdi esas sorun şurada:
Herhangi bir Müslüman, Hıristiyan, Yahudi veya ateist laikliği reddedebilir, hatta demokrasiye de karşı olabilir.
Bu onun inancıdır, kamu düzenini bozmadığı, başkalarının temel hak ve özgürlüklerine tecavüz etmediği sürece kimsenin itirazı da olamaz.
Ama aynı biçimde laikliğe, yani devletin bütün dinlere, mezheplere ve dinsizlere karşı aynı uzaklıkta bulunması ve hepsinin hakkını birbirine karşı da koruması gerektiğine inanan bir kişi de, yani bir laik de, Müslüman, Hıristiyan, Yahudi veya ateist olabilir.
Kimsenin buna da itirazı olmaması gerekir.
Çünkü günümüzde, bir kişinin veya bir makamın, insanlara, kendilerini ait gördükleri bir din ve mezhep adına kimlik yakıştırma, Sen Müslümansın, sen değilsin” deme hakkı olduğunu sanmıyorum.
Ayrıca Sayın Karaman’ın yaklaşımı, Türkiye’de yıllardır yaşayan, kendini hem laik hem de Müslüman sayan milyonlarca insanı nereye koyuyor?..
Gerçeklerle ne derece bağdaşıyor?
***
Bana verdiği yanıtlarda izlerini gördüğümüz, Ahmet Hakan’ın Süper tehlikeli” dediği, Ertuğrul Özkök’ünGettoculukla” suçladığı son yazısındaki görüşleri ise çok daha tehlikeli bir başka konu!

Mutlu Türk Vatandaşı!


Cumhuriyet 08.08.2011

2000'Lİ YILLARDA
Erdal Atabek

Sevgili Dostum; CHP İzmir Milletvekili Mustafa Balbayın yeni yaşını İzmirde geçirmesini diliyorum.
2011 Türkiye Değerler Araştırması açıklandı.
54 ilden tesadüfle seçilen 1605 denekle yüz yüze görüşülerek yapılan araştırma önemli sonuçlara ulaştı.
KENDİNİ MUTLU HİSSEDENLER YÜZDE 77 bulundu.
Bu mutlu vatandaşların aynı orandaki yanıtları da şöyle:
İŞİNİ KAYBEDİP YENİ İŞ BULAMAMAKTAN ENDİŞE DUYANLAR YÜZDE 68
Vatandaş işini kaybetmekten korkuyor.
Yeni iş bulacağından umutsuz.
Ama MUTLU.
ÇOCUKLARINA İYİ BİR EĞİTİM SAĞLAYAMAYACAĞINDAN ENDİŞE DUYANLAR YÜZDE 76
İşini kaybetmekten korkan, çocuklarına iyi eğitim veremeyeceğinden kaygı duyan vatandaş MUTLU.
Pek anlaşılır gibi görünmüyor ama olsun.
Vatandaş mutlu olsun da nasıl olursa olsun.
Önemli bir soru, önemli bir yanıt da şöyle:
BİLİM İLE DİN ÇATIŞIRSA HER ZAMAN DİN DOĞRUDUR GÖRÜŞÜNE KATILANLAR YÜZDE 77
Bu yanıt acaba nasıl yorumlanmalı?
Bilim ile din hiçbir konuda çatışmaz mı demeli?
Din dışında bilim yoktur diye mi anlamalı?
Bilim nedir, din nedir? açıklamalarına mı girmeli?
İnanmak her zaman huzur verir diye mi düşünmeli?
Belki de mutluluğun asıl nedeni budur.
İnan ve kuşku duyma.
İnan ve rahat ol.
İnan ve tartışma.
İnan ve kurcalama.
ORDUYA GÜVENENLER YÜZDE 75
POLİSE GÜVENENLER YÜZDE 75
Orduya güvenenlerin oranında düşme var.
Buna şaşılmaz.
Polise güvenenlerin aynı oranda olması önemli.
Polise elbette güvenmek gerekiyor.
Ama biraz da güvenmiyorum demenin riski hesaba katılmalı. Kimin ne zaman işinin düşeceği belli olmaz.
TELEFONLARININ DİNLENİP E-POSTALARININ OKUNMASINDAN ENDİŞE DUYANLAR YÜZDE 52
Demek ki vatandaşların yarısı dinlendiğinden kaygı duyuyor.
Olsun, gene de MUTLU.
CEHENNEME İNANANLARIN ORANI YÜZDE 97
Neredeyse vatandaşlarımın tamamına yakını cehenneme inanıyor.
Yaşadıklarına bakılırsa buna şaşmamalı.
Cennete inananları soru listesinde göremedim.
İLK KEZ TANIŞTIĞI İNSANA GÜVENENLER YÜZDE 24
Demek ki, ilk kez gördüğü insana dört vatandaşımdan üçü güvenmiyor.
İlk gördüğüne güvenip güvenmemek, bir toplumdaki güvenin ölçüsü.
İlk gördüğüne güvenmemek, ne anlama geliyor?
Bu kişi, yalancı, sahtekâr, dolandırıcı, beni kandırabilir, bana kötülük yapabilir, beni kendi çıkarına kullanabilir diye düşünmek anlamına geliyor.
Bu da köklü bir güvensizlik önyargısı demek.
Vatandaşım demek ki kimseye güvenmiyor.
Ama MUTLU.
***
Araştırmanın ortaya koyduğu gerçekler düşündürücüdür.
Vatandaşım MUTLU.
Ama işini kaybetmektem KORKUYOR.
Yeni iş bulmaktan UMUTSUZ.
Yeni tanıştığı kimseye GÜVENMİYOR.
Çocuğunu iyi okutamamaktan KAYGILI.
Ama MUTLU.
Ya benim vatandaşım MUTLULUĞUN ANLAMINI bilmiyor.
Ya da HER KOŞULDA MUTLU OLMANIN SIRRINI BULMUŞ olmalı.
Belki de TESELLİYİ İNANÇ DÜNYASINDA buluyor.
İleriyi geriyi düşünmemek.
Kafayı gereksiz şeylere takmamak.
İşine gidip gelmek.
İndirim kampanyalarına koşuşmak.
Etliye sütlüye karışmamak.
Ve MUTLU OLMAK.
***
Belki bizim yanlışımız da
bu mutlu vatandaşlardan birisi olamamaktır.
Ne dersin sevgili Oktay Akbal?