31 Ağu 2011

İRAN'A ŞERİAT NASIL GELDİ!

Bahman Nirumand
Üzerinden zaman geçince bazı durumların daha iyi anlaşıldığı doğrudur. Bilgimiz artar, olayların gizli, saklı yönleri ortaya çıkar, niyetler, strateji ve taktikler gözle görünür hale gelir, ama bu arada da zaman geçip gider ve bir de bakarsınız, olup bitmiştir her şey. Bize de şu şarkıyı söylemek düşer.

“dönülmez akşamın ufkundayız, vakit çok geç; bu son fasıldır ey ömrüm, nasıl geçersen geç” şarkısı mı söylenecek?
Soner Yalçın, 23 Eylül 2007' tarihinde Hürriyet Gazetesi'nde "İRANA ŞERİAT 'DEMOKRASİ ve ÖZGÜRLÜK' VAADLERİYLE GELDİ" başlığıyla şöyle yazıyordu.
AKP'nin Anayasa tasarısı hazırlıkları, Türkiye'nin bir saklı gündeminin doğmasına neden oldu:
"Darbe mi şeriatmı"
İşte Türkiyenin gizli gündemi bu soru. Herkes bunu tartışıyor. Ne rastlantı: Yıllar önce, İslam devriminden önce benzer soru İran'ında gündemindeydi.İranlı solcular, İranlı demokratlar, liberaller ve milliyetçiler bu soruyu tartışıyordu, darbeye karşı çıkıyorlardı.
Gelin İran'ın  İslam devrimi öncesi ve sonrası günlerine gidelim. Bir de "mahalle baskısı" varmıymış görelim. 
MERHABA, Benim adım Bahman Nirumand. İranlı bir gazeteci yazarım.Şahın devrilmesinde aktif rol oyayanlardanım. Ve aynı zamanda mollaların, Demokrasi ve özgürlük getirceğine inanan milyonlarca solcu, demokrat, liberal ve milliyetçi insandan biriyim.
Evet Humeyni yeryüzünde cenneti vaat etti bize. Demokrasi gelecek, kimse fikirleri ve siyasi görüşleri yüzünden tutuklanmayacak, işkence yapılmayacak, kadınlara eşit haklar verilecek, giyim serbest olacaktı.
Şah'ı devirdikten sonra mollaların camiye geri döneceklerinden emindik. Devleti yönetecek durumda olduklarına inanmıyorduk.
Yanıldık, Kitaplardan ezberlediğimiz cümleleri, içi boş kavramları söyleyip duruyorduk.
ÜZERİNDE DURMADIK
Her şey 14 Ocak 1979 tarihinde değişti. Şah, İran'ı terk etti. Ardından İran tarihinin en büyük yürüyüşü Tahran'da yapıldı. Sansür, yasak yoktu, istediğimiz gibi bağırıyorduk.
Fakat mitingde ilk dikkatimi çeken, kim liberal Musaddık ya da solcu şehitlerin resimlerini taşıyor ise mollalarca dövülüyordu. Pek üzerinde durmadık bu olayın. "Hele bir kurtlarını döksünler, sonra sakinleşirler" diye düşündük.
Ertesi gün gazetede, bir hırsızın genç mollalar tarafından yakalanıp, adına "İslam Mahkemesi" denilen bir mahalli heyet tarafından 35 kamçı cezasına çarptırıldığı haberini okuduk. Haberi ciddiye almadık; "üç beş sapsızın işi" dedik.
Bu arada bira şarap fabrikalarının yakılması, sinemaların tahrip edilip filmlerin sokaklara atılması gibi olayların üzerinde hiç durmadık. "Ufak tefek şeylerin" Toplumun demokrasi ve ulusal bağımsızlık yolundaki çabaları etkilemesini istemiyorduk.
Biz bunları söylerken, mollalar tarafından, kadın ve erkeklerin yanyana yürüyemeyecekleri; okullarda aynı sınıflarda olamayacakları; birlikte spor yapamayacakları gibi gerici kararlar ardı ardına alınmaya başlandı.
"Müsüman kadınların yanında orospuların yeri yoktur" denilerek kadınlara örtünme zorunluluğu getirildi. Özelikle üniversitelerde bu yüzden çatışmalar çıktı.
Bu çatışmalardan rahatsız olduk;kadın sorununun güncelleşip bu plana geçmesini istemiyorduk "Asıl mücadele Emperyalizme ve kapitalizme verilmelidir" diyorduk. kadın sorunu bir yan çelişkiydi, ana çelişki sömürüydü. kadının giyim sorunu, Emperyalizme karşı verilen mücadeleyi baltalamamalıydı!
Peçesiz başörtüsüz sokağa çıkan kadınlar artık açıkça, gözümüzün önünde dövülüyordu. Bu kadınların yüzüne kezzap atılıyordu.
Biz ise hala büyük laflar ediyorduk;bu tür olayları devrimin kaçınılmaz sancıları olarak görüp umursamıyorduk!  "İttifak" "eylem birliği" gibi terimleri peşinden koşup duruyorduk.
GEÇİŞ SANCILARI SANDIK
Humeyni, "Bütün sorunlarımızın sebebi, cemiyetimizdeki ahlaksızlıklardır. Bunların kökünü kazımalıyız" diyor; genç mollalar terör estiriyordu. Kitabevleri yağmalanıyor; gazete bayileri ateşe veriliyordu.
Şiraz'da "İslam Mahkemesi" eşcinsel fahişe olduğu gerekçesiyle  dört kişiyi idam ediyordu. benzer olay Tahran da da gerçekleşiyor, üç fahişe ve üç eşcinsel kurşuna diziliyordu.
Sesleri ve görüntüleri nedeniyle erkekleri tahrik ettikleri için kadın spikerler televizyondan kovuluyor,uyuşturucu olarak görülen müzik yasaklanıyordu. Alkol içen kırbaç cezasına çarptırılıyordu.
Şimdi, düşünüyorum da, insan zamanla her türlü aşağılanmaya alışıyor galiba. Hiçbirini görmüyorduk; basmakalıp analizlerimizin doğru olduğuna o kadar inanıyorduk ki..
Oysa toplum hızla dincileştiriliyordu. Alınan her kararda "Tamam bu  sonuncusu" diyorduk. Ama akası hep geliyordu.
Kızların evlenme yaşı 18'den 13'e düşürüldü. parfüm, ruj, saç boyası,mücevher gibi kadın malzemelerinin yurda girişi yasaklanıyordu. Kadın çamaşırı satan mağazaların vitrinlerine sütyen, kombinezon vs. konmasına bile izin yoktu.
Kamu dairelerinde kadın memurlara tesettüre girme emri çıkarıldı.
Aslında bir çok aydın kadının üye olduğu kadın dernekleri vardı. Onlar kendi küçük çevrelerinde "hamilelik tatilinin uzatılması" "eşit işe eşit ücret" gibi talepleri tartışıyorlardı. Biz aydınlar hep aynı düşüncedeydik: Demokrasi ve özgürlüğe giriş sancılarıydı bu tür vakalar! Abartmaya gerek yoktu. Hepimiz ana çelişki üzerinde duruyorduk.
REFERANDUM OYUNU
Üç ay önce Humeyni, Paris'te koministlerde dahil olmak üzere her görüşün rahatça örgütlenebileceği bir Demokrasiden, özgürlükten bahsederken, şimdi solcu milliyetçi ve liberalleri İslam düşmanı ilan etmişti.
Bu sözler üzerine ilk protestomuzu yaptık. Mitingimize bir milyonu aşkın insan geldi.
Mollaların en iyi siyasi stratejileriydi; işlerine gelmediği zaman hemen gündemi değiştiriyorlardı. Referandum meselesini gündeme getirdiler. Halka soracaklardı: "İslam Cumhuriyetini istiyormusunuz yoksa istemiyormusunuz?"  Kuşkusuz bu bir oyundu;halkın yüzde 65'inin okuryazar olmadığı bir ülkede kim ne anlardı cumhuriyetten.Yapılan propaganda belliydi: dediler ki "İslam'a evet mi hayır mı diyorsunuz?"
Biz bu oyunu biliyorduk ama şöyle düşünüyorduk: "Önemli olan cumhuriyettir; serbest seçimlerdir; Demokratik haklardır;özgürlüklerdir. İslam Cumhuriyeti bunu sağlayacaksa neden karşı çıkalım?"
Ancak bazı küçük kesimler bu oyuna gelmemek için referandumu boykot ettiler.Sonuçta evet diyen 20 milyon hayır diyen ise sadece 140 bindi.
Mollalar bu referandum sonucunu çok iyi kullandılar. Güya tüm ülke yaptıklarını onaylıyordu. Artık televizyondan sonra basında ellerine geçmişti. Sanki tüm muhaliflerin  sayısı 140 bin kişi gibi gösterdiler. Halbuki 20 milyon içinde bizim de oyumuz da vardı. Ama artık bizim sesimizin çıkmasına izin verilmiyordu.
HALKI ANLAYAMADIK
Mollalar güçlendikçe saldırganlaştılar. Örneğin trajı bir milyon olan lberal Ayendegan gazetesini kapattırdılar. Sıra sonra Keyhan gazetesi' ne geldi; muhalif yazarların işten çıkarılmasını sağladılar.
Tüm bu olanları protesto etmek için mitingler düzenlemeye başladık. Ama iş işten geçmişti artık; insanlar yılmıştı, korkuyordu. Özgürlük, demokrasi ve bağımsızlık için ayaklanan halkın, bu kadar kısa sürede değişeceğini düşünememiştik.
Sanmıştık ki, mollaların gerici yasalarına/kurallarına halk karşı çıkacak. Halbuki tersi oldu; mollalar yask sansür getirdikçe arkalarından gidenlerin sayısı arttı.
Örtünmek moda oldu! Tüm bunlara "gelip geçici fırtına" diye bakmak ne büyük yanılgıydı.
 Koministlerden, solculardan, demokratlardan, milliyetçilerden sonra Liberal İslamcılar da zamanla mollaların hedefi oldu.Şah döneminden daha çok insan cezaevlerine konuldu; idam edildi. Milyonlarca insan canını kurtarmak için yurtdışına kaçtı. Kaçanlardan biri de bendim. Umarım bizim hatalarımızdan birileri ders çıkarır.
Türkiye’nin İran benzerliği çok şaşırtıcı

Antiemperyalist Musaddık
ÖNCE bir tespit yapalım:
Diyorlar ki, "Türkiye, İran’a benzemez!" Yanılıyorlar.
Bu nedenle gelin önce kısa bir tarih yolculuğu yapalım:
19. yüzyılda İngiltere’nin Osmanlı Devleti gibi İran üzerinde de nüfuzu vardı.İki ülke de tarım ülkesiydi. 20. yüzyıl başında, -İran 1906; Osmanlı 1908- askerlerin bastırmasıyla iki ülkede de meşrutiyet ilan edildi. Her iki ülke 1920’lerde yeni liderleriyle yönetildi: İran’da subay Rıza Han (Pehlevi), "ormancılar ayaklanmasını" bastırıp yönetimi devirerek kendini "Şah" ilan etti.Türkiye’nin lideri ise iç ve dış düşmanları yenen Mustafa Kemal Atatürk’tü.
Her iki lider de ülkelerinin tarihlerinde görülmedik boyutlarda, modernleşme ve reform politikalarını uygulamaya koydu. Ülkelerini eğitim sisteminden hukuk sistemine kadar laikleştirmeye çalıştılar. Kılıf kıyafet devrimi yaptılar.
Bu reformlara her iki ülkede de karşı çıkan pek olmadı; sayıları az olmakla birlikte muhalif olanlar da çok ağır cezalara çaptırıldı.
İran 1940’ta, Türkiye 1946 yılında parlamenter demokrasiye geçti. İran’da 1951’de, Türkiye’de 1960’ta "milliyetçi/ulusalcı solcu" askerler darbe yaptı. İran’da başta petrol olmak üzere millileştirmeler yaşanırken, Türkiye de dışa açıldı, yabancı sermayeyi kabul etti.
CIA, İran’dak darbeci Musaddık’ı yıktı. Yerine tekrar Şah Rıza Pehlevi’yi getirdi. Şah bütün partileri kapattı, liderlerini hapsetti. Türkiye, 1961’de demokrasiye döndü, seçimler yapıldı. 1960’lı yıllar, her iki ülkede de sol, milliyetçi ve İslamcı hareketin ivme kazandığı dönem oldu.
Aynı dönemde her iki ülkenin siyasi ve iktisadi olarak dışa bağımlılığı arttı. ABD "abi" rolündeydi. Düşman ise komünizmdi. Her iki ülke de solcularını ezmek, yok etmek için her yola başvurdu. Devlet güçleri, sola karşı diğer güçlerle ittifak yaptı. Sol muhalefetin ezildiği dönemde İslamcı hareketler güçlendi.
YEŞİL KUŞAK PROJESİ
                                                                                                                 
Burada meseleye daha geniş açıdan bakıp, 1970’li yılların son dönemini bir hatırlayalım. Sovyetler Birliği, Afganistan’a girmişti. ABD’nin kontrolündeki Şah, İran’ı terk etmişti. Türkiye’de büyük bir sol dalga vardı. Soğuk Savaş döneminde siz ABD’nin yerinde olsanız ne yaparsınız? İran’da Sovyetler Birliği yanlısı solculara karşı mollaları desteklediler.
Türkiye’de 12 Eylül 1980 askeri darbesini yaptırıp, İslamcıları kuvvetlendirerek solu ezdirdiler. ABD, Şah’tan umudunu kesince mollaları destekledi. İran’da mollaları yok etmek isteyen askerlerin elini kolunu bağladı.
Şah Rıza Pehlevi, ölmeden birkaç hafta önce, "Amerika ve İngiltere yerine muhalefeti yok etmek isteyen askerleri dinleseydim, ülkeyi terk etmek zorunda kalmazdım" diye açıklama yaptı. ABD, Sovyetler Birliği’ni İslam ülkeleriyle kuşatıp içindeki İslamcı halkları ayaklandırarak yıkacağını hesaplıyordu. Bu nedenle İranlı subaylara hep engel oldu.
Örneğin: Şah gittikten sonra, ülkenin başında kalan sosyal demokrat Başbakan Bahtiyar "İslam Cumhuriyeti’ne izin vermeyeceğim" diyordu. Genelkurmay Başkanı Karabagi, Bahtiyar’ı destekliyordu. Bahtiyar, ABD ve İngiltere’ye danıştı. Tabii ki destek alamadı. Mollalar şanslıydı; dünya siyasal konjonktürü onların lehineydi.
Sonunda Humeyni, Tahran’a geldi. Yerleştiği "Refah Okulu"nda, liberal-İslamcı Mehdi Bazargan’ı Başbakan ilan ettiğini açıkladı. ABD ve Avrupa bu "ılımlı İslamcı" atamadan mutlu oldu.
Ancak mollalar güçlendikçe iktidara yerleşti. Son hedefleri, halkın oylarıyla Cumhurbaşkanı olan liberal Müslüman Beni Sadr idi. Askerler bu kez Beni Sadr’ın imdadına yetiştiler; darbe yapabileceklerini söylediler. Sadr darbe istemedi ve yurtdışına kaçmak zorunda kaldı. Mollalar iktidara yerleşti. "Ilımlı İslam" istemiyorlardı!
DESTEK ESNAFTAN
İran tarihine bakıldığında, mollaların devlete karşı ayaklandığı görülmemişti. Sadece 1963’te Şah, mali kaynaklarını yok ettiği için ilk protesto eylemini gerçekleştirmişlerdi. Bu nedenle Humeyni, Türkiye’ye sürgüne gönderilmişti.
Durum aslında bizim Nakşibendiler’e benziyor, onlar da hep devletin yanında olmuşlardı. Neyse...
Türkiye’deki İslami hareketler ile İran’daki mollaları destekleyen güçler arasında benzerlikler var mıydı?
Yapısal farklılıklar olsa da taban aynıydı:
Mollaların ülke içinde en büyük destekçisi, iç ticaretin üçte ikisini, ihracatın üçte birini elinde tutan ve geleneksel değerlerin savunucusu Bazar esnafıydı.
Mollalar ayrıca liberal-burjuva çevrelerinden de destek gördü. Bunun sebebi, özerklik için harekete geçen Azeri, Kürt, Beluciler gibi etnik unsurların başlarının hemen ezilmesi talebiydi.
Ve tabii, din adamlarının siyasal örgütlenme gücünün en büyük dayanağı ise, cami komiteleriyle girdikleri yoksul mahallelerdi. Camiler cihat birliklerinin hücre evleriydi. Kısa bir süre öncesinin solcu varoş mahallelerinin yoksulları akın akın mollaların arkasından yürüyordu artık.

Şimdi tekrar başa dönüp soralım: Türkiye, İran’a benziyor mu?


http://www.youtube.com/watch?v=c99jZorRjG8 (İzlenebilir)

Hiç yorum yok: