Suriye adı ilk kez Yunancada karşımıza çıkıyor. Bu adın resmi olarak tüm dünyaca kullanılması için 19. yüzyılın ikinci yarısını bekleyeceğiz
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın “bu bizim iç meselemiz” demesine karşın o“meseleler”in ne olduğu ortaya konmuş değil. Batı ile ABD’nin “yeni Ortadoğu” için Suriye’de rejim değişikliği istemesinin nedenleri belli. Peki Türkiye, Suriye’de bir rejim değişikliğinde neden bu kadar ısrarlı?
Dünyanın en eski medeniyetlerine ev sahipliği yapmış olan Suriye bugün insan hakları ihlali yaptığı gerekçesiyle Batı’nın hedefi durumunda. Oysa 80’li yıllarda Filistinli katliamı yaptığında Batılı emperyal devletlerin aklına “sivil ölümleri” gerçekleştirildiği ya da “insan hakları ihlali” yapıldığı gelmemişti.
Düne kadar Fransa’nın, Almanya’nın güçlü ticari ortağı olan Suriye, yeniden biçimlendirilmek istenen Ortadoğu coğrafyasında kabileler devletine dönüştürülecek.
Hepsi bu.Adı konusunda bile uzun süre kafa karışıklığı yaşandı Suriye’nin. Bulunduğu coğrafyanın en önemli siyasi merkezlerinden biri olan bu ülkenin “başkalarınca” belirlenen kaderinde önemlidir bu. Ortaçağ insanı, özellikle bugün “Avrupa” diye adlandırdığımız o büyük alanın bireyleri, dünyanın en güzel meyvelerini Suriye sayesinde tattı. Bu meyvelerle hazırlanan Şam reçeli dünya çapında ün kazanmış muhteşem bir lezzettir. Ünlü şekeri yüzünden son derece ırkçı anlamlar taşıyan, bir Türk “buluşu” olduğu da herkesin malumu olan“Ne Şam’ın şekeri, ne Arap’ın yüzü” cümlesi bile şekerinin ününü anlatmaya yeter. Osmanlı bireyinin de Suriye’den haberdar oluşu, Kanuni Sultan Süleyman zamanında Halep ile Şam’dan gelmiş iki girişimcinin Osmanlı topraklarına soktuğu kahve sayesindedir.
Suriye sadece baba-oğul Esad’lardan ibaret sanılırsa, böyle olması da doğaldır. Bunun böyle olmasında, ülkenin başına çöreklenmiş Esad klanının etkisi elbette var ama uzun bir filmin son sahnelerine takılıp kalmış olmak da herhalde akıllıca bir tutum değil. Oysa Suriye, bugün de, rejiminin tüm sertliğine rağmen, Türkiye’den bile daha fazla “hoşgörü”lü bir toplum. Kilise ile camiyi yan yana görmek burada daha gerçekçi bir temele oturuyor. Çünkü arka planında bir kültürler ortaklığı var.
Hep ilgi odağı
Adı Suriye midir gerçekten, bir bilgimiz de yok. Olanlar da kesin değil. Bernard Lewis, Heredot’un bu kelimenin Asuriye’nin kısaltılmışı olduğunu yazdığını belirtiyor. Suriye adı da ilk kez Yunancada karşımıza çıkıyor. Bu adın resmi olarak tüm dünyaca kullanılması için 19. yüzyılın ikinci yarısını bekleyeceğiz. Günümüz Lübnan’ının sembolü olan sedir ağacının yanı sıra altın, gümüş açısından da zengin olması, Suriye’nin tarih boyunca göz konulan bir bölge olması için yeterliydi. İslamın etkisi altına girmesiyle ilk kez bir devlete sahip olması da önemlidir. Bugün bile büyük kültürel etkileri görülen Emevi Devleti burada kuruldu. Bu Yunan, Roma kültürleri ile Arap kültürünün muazzam sentezi anlamına da gelir. Caminin kiliseyle yan yana olması o günlerden bugüne bir “hoşgörü” dekoru olarak değil, medeniyetlerin ortak değerler oluşturmasının sahici sonuçlarındandır.
Emperyalizmin maruf böl/yönet politikası, elbette en doğal hakkı olan Osmanlı’dan bağımsız olma sürecinde uzun süre Suriye’nin de, içinde yer aldığı bölgenin de başını ağrıttı. İşbirlikçi Faysal’ın 1920 yılında “Kral” yapılması siyasi komedi açısından incelenmesi gereken önemdedir. 1941’de Fransız nüfuzunda “bağımsız” bir Suriye görüyoruz.
Etnik yapı: Parçalama unsuru
Ülkenin çok parçalı yapısı emperyalizmin, özellikle Fransa’nın dilediği gibi at koşturmasına yol açmıştır. Ülkenin önemli etnik kesimlerinden Maruniler Fransa’nın en iyi manipüle aracıdır. Nusayriler, Dürziler, Hıristiyanlar ise ardından gelir. Sonuç: 1920’li yıllarda dört özerk devlettir. Şam ile Halep’in Suriye adını alarak devletleşmesi daha sonradır. Aleviler de Dürziler de bu devletin dışındadırlar.
Geçmişinde kargaşa, bulanıklık, düzensizlik olan Suriye’yi, tüm Arap coğrafyasını etkileyen Arap milliyetçiliği dalgasının -elbette zekâsının, entrikacılığının da yardımıyla- iktidara getirdiği Hafız Esad’la bambaşka bir ülke olarak görüyoruz. Ülke nüfusunun sadece yüzde 11’ini oluşturan Nusayri topluluğunun bu kurnaz çocuğu, sonradan kendisini Alevi olarak tanımlayacak, bir yandan da tüm laik olma iddiasının tersine işler yapmayı politika haline getirecektir. 80’li yıllarda hemen hemen tüm konuşmalarına“Allahüekber” diye başlayacak, Kuran’dan ayetler okuyacaktır. Yeterli çabalar değildir bunlar yine de. Çünkü ülkenin çoğunluğunu oluşturan Sünniler gözünde ne kendisi ne de Alevilik “İslam”dır. Baba Esad’ın bu kendisini de “İslam içi” kabul ettirme çabası oğlunda da sürecektir. Eşi Esma Sünni bir ailedendir örneğin. Şu birkaç aydır dünya medyasını işgal eden, devletin neredeyse tüm elit kadrolarının içinden geldiği, Nusayrilerin çoğunlukta olduğu Lazkiye kentini, oğul Esad’ın denizden savaş gemileriyle bombalattığı iddiası, kendi toplumunu neden bombalatsın sorusuyla birlikte değerlendirmeye muhtaç bir garipliktir. Suriye kurulmadan önce en yoksul kentlerden biri olan bugünün zengin Lazkiye’si, Beşşar Esad’ın hedefi olabilir mi gerçekten? Düşünmeye değer.
Hafız’ın Kürt kartı
Ülkede nüfusun büyük çoğunluğunu oluşturan Kürtlere karşı katliamlar yapmaktan çekinmemiş olan Hafız Esad’ın, Kürtlere uzun süre iyi davrandığının söylenmesi garip gelebilir ama doğrudur bu. Kendi ülkesindeki Kürtler aracılığıyla, aralarında Türkiye’nin de bulunduğu komşu ülkere karşı “Kürt kartı”nı oynamaktan çekinmemiştir. Şimdinin Irak “Cumhurbaşkanı” Celal Talabani, örgütü Kürdistan Yurtseverler Birliği’ni Esad’ın gözetiminde kurmuştur. PKK’yi de uzun süre koruyup kolladığı bilinmez değildir.
Soğuk Savaş dönemi boyunca baba Esad’ın Ortadoğu coğrafyasında kendisini avantajlı duruma getiren Sovyetler Birliği ile müttefik olduğunu görüyoruz. Bu dostluğun da verdiği cesaretle Golan Tepeleri’ni işgal eden baba Esad, Sovyetler Birliği’nin yıkılmasından sonra bir türlü kabul edilmediği Batılı güçlerle, Kuveyt’i işgal eden Irak karşıtı koalisyonda yer almaktan çekinmeyecektir. Bunda Irak’la Suriye arasındaki tarihsel düşmanlığın da etkisi var elbette.
Baba Esad’ın, tüm İsrail karşıtlığına rağmen, İsrail’in Filistin karşıtı politikalarına destek verdiği, en azından Filistinlilere İsrail’in bile yapamadığını yaptığını unutmak mümkün değil. Hafız Esad’ın desteklediği Lübnan’daki Şii Emel örgütü militanları, 1985 yılında Beyrut’ta bir Filistin mülteci kampına saldıracak, büyük bir Filistinli mülteci kıyımı gerçekleştirecektir. Emel örgütü ile Filistinlilerin savaşı üç yıl sürecektir. Tam üç bin Filistinlinin hayatına mal olmuş bir “kirli savaş”tır bu. Uzun süre kuşatılmış olan kamplardaki Filistinlilerin açlıktan kedileri, köpekleri bile yediği bilinir. Bu uğursuz saldırının arkasındaki güç olduğu bilinmesine rağmen, Batılılar, şimdi yaptıkları gibi“insan hakları ihlali” ya da “sivil ölümleri” gerekçesiyle Esad’a yüklenmeyeceklerdir. Bu kavramlar, Batı’nın istediği zaman diline doladığı kavramlardır. Suriye’nin Filistinlilere yönelik bu saldırgan tutumu İsrail ile Batılı dostlarını pek memnun edecektir.
Aldığı Batılı eğitimle, yumuşak tavırlarıyla, babasından sonra devlet başkanlığı koltuğuna oturan Beşşar Esad, kelimenin tam anlamıyla zoraki bir başkan. Baba Esad’ın başkanlık için düşündüğü oğlu Binbaşı Basil, gerçekten de bu göreve uzun yıllar boyunca hazırlanmıştı. 1994 yılında hâlâ aydınlatılamayan bir trafik kazasında ölünce, siyasi hiçbir deneyimi olmayan Beşşar göreve geldi.
Beşşar’ın ilk yılları Batı’nın da desteğini almış liberalleşme dönemidir. Ancak özellikle ABD’nin her zaman olduğu gibi ikiyüzlü bir politikası olmuştur bu dönemde de. Bir yandan Beşşar Esad’ı, öte yandan da muhalif grupları desteklemeyi sürdürmüştür. Esad’ın bölgede sorun çıkarmayan, sorun yaşamak istemeyen bir devlet olma arzusunu sık sık dile getirdiği dönemlerdir bu ilk yılları. Ama, babasından miras bir tavırla, alternatif güç olarak Çin’e yakınlaşmayı da ihmal etmemiştir.
Güçsüz Suriye güçsüz İran demekEsad’ın niyeti ya da vaatleri ne olursa olsun ülkesinin Batı tarafından pazar olarak görülmesi gerçeği değişmedi. Örneğin Fransa için hâlâ önemli bir ülke Suriye. Bu ülkenin Suriye’deki yatırımı 1 milyar Avro’yu geçmişti. Almanya’nınki de az sayılmaz.
- Suriye, Lübnan’daki en büyük silahlı güçlerden biri olan, İsrail’in korkulu rüyası Hizbullah’a destek vermeseydi yine hedef olur muydu? İran’la bu kadar yakın olmasaydı, Batı’nın aklına bu ülkedeki insan hakları ihlalleri gelir miydi?
- Esad kalırsa Suriye’nin parçalanmasından, dolayısıyla bir Kürdistan doğmasından korkan Türkiye, Esad sonrası ‘bütün’ bir Suriye olacağına mı inanıyor?
Batı’nın son zamanlarda gittikçe artan Suriye karşıtlığının önemli nedenlerinden birini, bu ülkenin Lübnan’da çok etkin bir güç olan Hizbullah’a destek vermesi oluşturuyor. Diğer bir neden ise Suriye’nin İran ile son yıllarda gittikçe artan yakınlığı. ABD Dışişleri BakanıHillary Clinton, bu yakınlıktan endişe duyduğunu dile getirmişti daha önce.
Baba Esad’ın Ortadoğu’da Sovyetler’in desteğini de alarak Suriye’yi bölgenin en önemli aktörlerinden biri haline getirdiği doğrudur. Suriye’nin Sovyetler’in yıkılmasından sonra da İran’la birlikte 70’li yıllarda başlayan İslamcı yükseliş karşısında korunması gereken “laik” bir ülke olarak, ABD’nin teröre destek veren ülkeler listesinde olmasına karşın, Batı’nın doğrudan tepkisini çekmediği biliniyor. Irak’ın Kuveyt’i işgali sırasında işgale karşı olan Batılı bloka destek verdiği de unutulmamalı Suriye’nin.
Ancak, Irak’ın istendiği gibi“tasarlanmış” olması, bölgede İran’a karşı başını Suudi Arabistan’ın çektiği bir ittifak oluşturulması dengeleri Suriye aleyhine değiştirdi. Bölgede Şii yayılmacılığından çekinen Vahhabi Suudi Arabistan’ın, son zamanlarda özellikle artan Suriye-İran yakınlaşmasından rahatsız olduğu bilinmedik değil. Bu yakınlık bölgede İran etkisini yok etmeye, en azından azaltmaya kararlı Batı ile ABD’nin de rahatsızlığına yol açmış durumda. Her iki ülkenin ittifakı hem Vahhabi etkisinin hem de ABD ile Batı’nın “bölgeyi”düzenleme politikasının zararına.
Batı, Ortadoğu zenginliklerini İsrail ile birlikte, işbirlikçi Arap rejimlerinin de desteğiyle kontrol etme politikasını hiç saklamadı. Mısır’da Nasır, İran’da Musaddık, Irak’ta Ahmet el Bekir ulusalcılıklarına, bu adların ülke kaynaklarını millileştirme politikalarından ötürü nasıl düşmanlık beslediği kayıtlıdır. (Petrol odaklı çıkar ilişkileri, ABD ile Batılı tekellerin Ortadoğu’da neler karıştırdıkları, son derece Amerikan yanlısı olmakla beraber en ayrıntılı biçimde Daniel Yergin’in Petrol adlı kitabından okunabilir).
Fark edilmeyen(!) Müslüman Kardeşler
Suriye’deki Şii ağırlıklı yönetimden hoşnut olmayan Suudi Arabistan’ın, bu ülkede ciddi terör eylemleri gerçekleştiren Müslüman Kardeşler örgütünü finanse ettiği sır değildir. Bu esasen Suudi rejimi için “milli” de bir politikadır. Bugün Bahreyn’deki Sünni yönetime karşı başlayan ayaklanmaların bastırılması için bu ülkeye asker göndermiştir. Suudi Arabistan Şii karşıtlığının olduğu her yerde bu karşıtlığı destekleyici tutumuyla, mutlaka vardır. Müslüman Kardeşler’in uyguladığı millileştirme politikasıyla Batı ile ABD’nin tepkisini çeken Mısır’ın Arap milliyetçisi lideriCemal Abdül Nasır’a suikast girişiminde bulunduğu, Mısır Devlet Başkanı Enver Sedat’ı öldürdüğü bilinmektedir. Batı ülkeleri bu örgütün Suriye içinde de yıllardır yaptığı “terörist” eylemlere göz yummaktadır. Bunun nedenleri Suriye’de yaratılacak olan kargaşa ortamının Batı ile ABD tarafından istenen durum olması; Sünni Müslüman Kardeşler’in Şii İran’a karşı desteklenmesi.
Hariri suikastının zamanlaması
Suriye’nin Lübnan’da çok etkili bir biçimde faaliyet gösteren, son Lübnan hükümetlerinde bakanlık kazanmış olan Hizbullah örgütüne verdiği destek de İsrail ile birlikte Batı ile ABD’nin tepkisini çekmekte. Hizbullah’ın 40 bine yakın silahlı militanı olduğu belirtiliyor ki bu neredeyse bir ordu demek. Elinde füze dahil, onlarca ağır silah olduğu da biliniyor. Suriye, Hizbullah aracılığıyla gerçekten de Lübnan’da söz sahibi bir ülke. Oradaki varlığı İsrail’in Lübnan’daki etkisini azaltmakta. Bugün Suriye’de Batı yanlısı bir rejim değişikliği, Hizbullah’a olan Suriye desteğini keseceği için en çok İsrail’in işine yarayacak.
Lübnan’daki etkisi kırılmak istenen Suriye’ye karşı ABD ile Fransa öncülüğünde BM Güvenlik Konseyi’nden 2004 yılında geçirilen 1559 sayılı kararda Lübnan’dan tüm yabancı güçlerin çıkması istendi.“Yabancı güçten” kasıt Suriye’dir. Kararın üzerinden çok zaman geçmeden, 2005 yılında Lübnan eski başbakanlarından Refik Hariri’nin öldürüldüğünü görüyoruz. Suikasttan Suriye sorumlu tutuldu ama hiç kimse, Lübnan’dan askeri güçlerini çekmesi için zaten yoğun baskı altında olan Suriye’nin, Lübnan’da kendisini zor durumda bırakacak bu tür bir suikastı neden gerçekleştirmiş olabileceğini sormadı. Suriye, Hariri suikastından sonra Lübnan’dan askeri güçlerini çekti.
Peki ne oldu da Beşşar, Batı’nın gözünde iktidardan uzaklaşması istenen kişi oldu? Türkiye, neden onu devirmek için bu kadar ısrarlı?
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın “bu bizim iç meselemiz” demesine karşın o“meseleler”in ne olduğu ortaya konmuş değil. Batı ile ABD’nin “yeni Ortadoğu” için Suriye’de rejim değişikliği istemesinin nedenleri belli. Peki Türkiye, Suriye’de bir rejim değişikliğinde neden bu kadar ısrarlı?
Su savaşları yalanı
Eğer, “meseleler”den mevcut Suriye rejimi ile Türkiye arasında çıkacağı tahmin edilen su kaynaklı anlaşmazlık vurgulanmak isteniyorsa, bu çok da ikna edici bir neden değil. Çünkü Türkiye sanıldığı gibi ya da iddia edildiği gibi bir “su zengini” ülke olmadı hiçbir zaman. 2004 yılında hazırlanan BM Su Raporu’nda bu açıkça belirtiliyor.
Söz konusu rapora göre, 2025 yılında ciddi su sıkıntısı da çekeceğiz. Yani, Türkiye’nin Suriye ile komşularını su ile tehdit edecek gücü yok. Bu nedenle bir savaş çıkması da mümkün değil. Yani Suriye Türkiye’ye kendisine su vermediği için savaş açmayacak.
Bayan Mitterand’ın 2005 yılında yaptığı basın toplantısında özellikle koruyup kolladığı ülke hangisiydi peki? Şimdi defteri dürülmek istenen oğul Esad yönetimindeki Suriye. Emperyal güçlerin, Türkiye ile komşuları arasında sorun çıkarma gayretinin hız kesmediği görülüyor.Ama, eski Fransa Cumhurbaşkanlarından François Mitterand’ın eşi Danielle Mitterand’a sorarsanız, Türkiye komşularını susuzluğa mahkûm ediyor.
Türkiye, Beşşar Esad rejimi sürerken ülkenin parçalanması halinde, Suriye’den özerk bir Kürdistan çıkacağından endişe ettiği için, buna meydan vermeden Esad’ın gitmesini istiyorsa, Esad sonrası rejimden pek umutlu demektir. Esad’ın devrilmesiyle birlikte tek bir Suriye’nin kalacağına inanmak zor. Ufukta küçük kabileler“devlet”ine dönüşecek bir Suriye mevcut. Bir tür Irak ya da Kuveyt. Türkiye, bilerek ya da bilmeyerek Suriye’de yaratılan mezhep çatışmasında da taraf oluyor. Suriye’deki Şii azınlık yönetimine karşı aldığı tavırla bu çatışmanın körüklenmesinin yardımcısı durumunda üstelik. Oysa mezhep çatışmasının tüm Ortadoğu’ya sıçraması htimali var. Bunun gerçekleşmesi halinde bölge tamamen İsrail ile ABD’nin şimdikinden daha da rahat at koşturacağı bir coğrafya olacak.
Mesele Beşşar Esad’ın devrilmesi isteğinden ibaret değil. Demokrasi de Batı ya da ABD’nin önceliği olmadı hiçbir zaman. Sorun güçsüzleştirilecek bir Suriye ile güçsüzleşmesi hızlandırılacak bir İran yaratmak. Suriye’ye Esad’a fırsat verilerek yapacağı reformlarla demokrasi gelmesi sağlansa bile, İran’la işbirliği yapan, İsrail için tehdit olmaya devam eden bir Suriye asla tercih edilmeyecek.
Esad’a “reformları gerçekleştir” diye baskı yapan değil, “hemen çekil” diyen bir emperyal ittifak olduğu nasıl görülmez?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder