12 Eyl 2011

12 EYLÜL

BAŞLARKEN

30 yılı aşan dostluğumuz muhabir-haber kaynağı ilişkisi ile başlamıştı. Ben Cumhuriyet gazetesinin polis-adliye muhabiriydim, İsmail Sami Çakmak da gencecik bir ceza avukatı. Adliye koridorlarında karşılaşırdık sık sık. Cüppesi içinde ipince, koşturur dururdu. Yalın, para kazanılan bir mesleği yürütür gibi hiç değildi, o ve yanındakiler. Kutsal bir görev, sorumluluk, işlev, yükümlülük gibiydi uğraşıları. Yanında avukat Halit Çelenk olurdu, Zeki Tavşancıl olurdu, Emin Değer olurdu, Mehdi Bektaş olurdu, Nezahat Gündoğmuş olurdu, İbrahim Tezan olurdu, Nevzat Helvacı olurdu, Veli Devecioğlu olurdu, Şenal Sarıhan olurdu, Uğur Uzer olurdu, Erşen Şansal olurdu.
12 Eylül’ü, öncesi ve, sonrasıyla birlikte yaşadık.
Tank paletlerinin sokağa çıkışına dek ezilen insanlık onurunu, kurşuna dizilen gençliği, birbirine kırdırılan halkı, sürek avında tavşan kılınan aydınları gördük. Pusuda bile bile bekleyen, olayları kışkırtan, katilleri besleyen, kan pıhtısı boğaza geldiğinde de vatan kurtaran Şabanlara tanık olduk.
İsmail Sami Çakmak, 12 Eylül’ü avukatlığı, sanıklığı, işkencesi, haksız gözaltısı, öldü diye götürülüp dağa atılmasıyla ta içinde yaşadı. İnsanları kurtardı, hak aradı, yaralandı, kanatıldı, direndi, çoğunlukla yitirdi, ama geldi insanlığın can evine sığındı hep.
Bugün, 12 Eylül’den kalma yadigârını da yanında taşıyor. Bir kulağı neredeyse hiç duymuyor, kendisinin deyimiyle öbür kulağıyla idare etmeye çalışıyor. Kulaktozuna vurmuşlar, ne gam... Geride çocuk yaşta asılanlar, 20 yaşında merdivenden atılanlar, pencereden düşürülenler kalmış. Onlara yanıyor...
Onlarca tozlu belgeyi birlikte inceledik, saatler sürdü söyleşilerimiz. Arda kalan tortu, işkence çığlığında donan hukuktu, bir ceza avukatının 12 Eylül anılarıydı. Bu dizide o anıları okuyacaksınız.
‘KENDİNİ Mİ OĞLUMUZU MU SAVUNACAK?’

Avukat dövülür de onun savunduğu tutuklu dövülmez mi hiç! Hem de gözlerimin önünde dövüldü. Mart 1984’te Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı’na verdiğim dilekçeden okuyalım:
“2 Mart 1984 günü saat 15.25’te müvekkilim Hamdullah Erbil ile görüşmek üzere Mamak Askeri Cezaevi A. Blok 3 No’lu görüş kabinine geldim. Müvekkilim de ayakta zor duracak bir halde getirildi. Görüşmeye başlar başlamaz, aynı kabinde ve tutuklunun yanında bulunan‘dinlemeci’ onbaşı tarafından dövülerek götürüldü ve görüşmemiz engellendi.
Bir onbaşının kendiliğinden böyle bir eyleme geçemeyeceği bilinen bir gerçektir ve askerlik disiplini gereğidir. Yukarısında bulunan bazı amir ve komutanlarının göz yumması olmadan ve bu yolda bir emir almamış olmadan, değil adam dövmek ters ters bakma gibi bir eylem içerisine bile girebilmesi mümkün olmayan bir onbaşının, kamu görevi yapan bir avukatın gözü önünde adam dövmesini hiçbir anlayışla bağdaştıramamaktayım.”
Kız kardeşim ile eşim, Mamak Askeri Cezaevi’nde gözetim altında olduğumu öğrenmişler, binbir zorlukla izin alıp görüşe geldiler. Eşim, yaşadıkları karşısında şaşkına dönmüş, allak bullak olmuştu. Beni görür görmez, “Neredesin günlerdir? Niye eve gelmiyorsun?” demez mi?.. Başladım gülmeye, “keyfimden gelmiyorum” dedim. Baktım, kız kardeşim de kıkır kıkır gülüyor. Meğer o da görüşte yanımda anne ve babası ile konuşan genç bir tutuklu müvekkilimin “Anne, baba bakın, bu benim avukatım İsmail Ağabey. Beni savunuyor” demesi üzerine anne ve babanın “Cezaevindeki bu avukat, kendini mi, oğlumuzu mu savunacak?” gibisinden hayretle açılan gözlerine gülermiş...

Avukat İsmail Sami Çakmak anlatıyor:
İşkence çığlığında donan hukuk
12 Eylül döneminde savunma avukatı olarak, gerek işkence ile ya da gözetim altında ölmüş ya da işkence gördüğü apaçık ortada olan insanların, gerekse de soruşturmaya uğramış devrimcilerin haklarını savunmaya çalıştım.
İşkence altında alınan ifadeler iddianamelere dayanak yapılıyordu. Yargılama makamlarının bu duruma bakış açısı da genellikle “İnsan bilmediği bir şeyi işkence altında söylemez. Biliyordu ya da yaptı ki, işkence altında da olsa kabul etti” yönünde oluyordu.
İzlediğim işkence davalarıyla ilgili başıma çeşitli olaylar geldi.
Bunlardan biri, gözetim altına alınan Remziye Petek’in durumunu öğrenmek istemem üzerine Ankara Emniyet Müdürlüğü’nde Mart 1982’de gözaltına alınışımdır.
Remziye Petek gözaltına alındıktan sonra nerede olduğu belli değildi. Emniyette dönemin yetkili Müdür Muavini Orhan Taşanlar’a telefonda durumu sordum, aramızda tartışma çıktı. Az sonra avukatlık büromdan alındım ve kendimi Emniyet’in nezaretinde buldum. 3 gün, 3 gece aç, susuz tutulduğum nezarethanede bir de dövüldüm üstelik. Üç gün sonra Emniyet’ten, gözetim yeri olarak da kullanılan Mamak Cezaevi’ne gönderildim. 17 gün tutulduğum Mamak Askeri Cezaevi’nde demir kafeslerle çevrili olan giriş işlemlerinin yapıldığı yerin az ilerisinde, İbrahim Eski’nin emniyet müdürlüğünde işkence ile öldürülmesi davasında sanık olarak tanıdığım polis Hamdi Akdı beni görür görmez açtı ağzını yumdu gözünü:
“Ya avukat bey, bizi mahkûm ettirmek için .ötünü yırttın. Bize ne oldu? Hiçbir şey. ..cık biti gibi her davada karşımıza çıktın. Ulan siz devletin içine sızmışsınız. Sen sanıyor musun ki yaptıklarınız yanınıza kalacak. Siz, o Nurettin (Askeri Savcı Nurettin Soyer) denen ..neye güveniyorsunuz. Aha onun da suyu ısınıyor. Seni karşısına alıp vangır vangır konuşturan vatan hainlerinden hesap sorulmayacak mı? Ulan mahkemede bizi hazır olda durduruyorsunuz. Haydi senin sahiplerin şimdi de gelip sahip çıksalar ya. Sen buradan çıkar çıkmaz seni kapının önünde alıp da t.ş.klarını cebime koymazsam, seni öldürmezsem aha bu bıyıkları kazıyacağım. Oğlum öyle günler geliyor ki, bu günleri hepinize aratacağız.”
Bu tehditlere çevredeki askerler de tanık oldu. Yasal işlem başlatacaklarına cezaevinde biri çavuş, diğeri er, iki asker tarafından dövüldüm. Suç duyurularında bulundum. Sonuç? Kanıt yetersizliğinden kovuşturmaya yer olmadığına karar verildi.


Öttürürüz seni
Tehditler hiç sonlanmadı zaten. Sözde demokrasiye geçildiğinde bile 12 Eylül sürüyordu. Seçimler olmuş, ANAP iktidara gelmişti. Değerli insan, insancıl hukuk adamı Niyazi Ağırnaslının bürosunu birlikte kullanıyoruz. 1985 yılının başında Ankara Barosu Başkanlığına başvuru yapmışım. Baro da konuyu İçişleri Bakanlığına iletmiş. O başvuru dilekçesinden bir bölüm okuyalım:
Ankara Emniyet Müdürlüğü 1. Şube mensubu olduğunu söyleyen değişik kimseler sık sık büroya gelerek Niyazi Ağırnaslının nerede ve hangi adreste olduğunu benden sormakta, bilmediğimi söyleyince ‘Emniyete götürmekle, beni oraya götürdüklerinde öttürmekle, benim kaşınmakta olduğumu’ söylemekle beni tehdit etmektedirler.

Anımsamak bile çok acı
SELDA GÜNEYSU
ANKARA Şekibe Çelenk, kendi deyimiyle, sadece Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının avukatı Halit Çelenkin eşi değil... O, 12 Mart ve 12 Eylül askeri darbesi sürecinde, öncesinde, sonrasında yaşanan tüm acıların da tanığı... Bu nedenle askeri darbelerde ne kadar işkence gören, acı çeken varsa, herkesin ablası”. Halit Çelenkin eşi olmakla birlikte dava arkadaşı”...Çelenk, Ben dün de bugün de pek çok kişinin ablasıyım. Ablası olmaya da devam edeceğim... Deniz, bana ablam diye seslenirdi, bugünkü gençler de onun gibi ablam diyorlar... Ben de onlara, Çocuklar bir daha o acı günleri hiç ama hiç yaşamayın, yaşamayalım diyorum. Çünkü o dönemleri anımsamak bile çok acı” diyor ve ekliyor: Halit Ağabey’inizi çok özlüyorum.
İkinci Dünya Savaşı yıllarında, İstanbul Hukuk Fakültesi öğrencisiyken tanışmış, 1970’li yıllarda Deniz Gezmiş ve arkadaşlarıYusuf Aslan, Hüseyin İnanın; 12 Eylül döneminde de Barış, TÖB-DER, DEV-GENÇ davalarının avukatı Halit Çelenkle Şekibe Çelenk. Son sınıf öğrencisiyken de evlenmişler.
‘Deniz, neden ablam demiş!..’
Çelenke, 12 Eylül döneminin Türkiyesini anlatır mısınız? diye sorduğumuzda, salt 12 Eylülün değil, öncesinin de konuşulması gerektiğini belirtiyor. Halit Çelenkle sadece eş değil, aynı zamanda dava arkadaşları olduklarına da dikkat çekiyor.
Denizlerle ilgili olarak aklından hiç çıkmayan bir anısını da şöyle anlatıyor Çelenk:
Denizlerin davası devam ediyordu. Çocuklar haber gönderdiler o zaman, Avukat olarak Halit Ağabeyden başkasını istemiyoruz. Bizi o savunsun’. Halit mahkemede savunma yaparken, biz de çocukların babalarıyla birlikte -tabii babaları o zaman hayattaydışimdi hepsi öldü- duruşmaları izliyorduk. Zaten Halitin her duruşmasını izlerdim ben.
Duruşma uzun sürdü, 40 dakika... Mahkeme başkanı 10 dakika ara verdi. Biz de dışarıya çıkıyoruz. O arada, dar bir yol var, sağlı sollu. Bir yanda çocuklar, Deniz, Yusuf, Hüseyin; diğer yanda da duruşmayı izleyenler oturuyor. O yoldan yürürken, Deniz -çok hareketli bir çocuktu- ablam diye bağırdı. Ben de ona gülümsedim.
Onu gören bir asker, silahının kabzasıyla sırtıma yürü’ diyerek bir vurdu, 15 gün geçmedi o kabzanın sırtımda oluşturduğu morluk. Neymiş, Deniz bana neden ablam’ demiş... Pisi pisine gitti bu çocuklar... En ufak suçları yoktu... Bugünkü gençler de bana o dönemin gençleri gibi, Denizler gibi, ablam diyorlar... Ben de onlara, Çocuklar bir daha o acı günleri hiç ama hiç yaşamayın, yaşamayalım diyorum.
‘Baştürk’ü o gün gözaltına aldılar...’
Çelenk, Yusuf Aslan ile ilgili anılarını anlatırken de, evin salonunda bulunan mavi renkli koltukları işaret ediyor. Çelenk,Çocuklar hep bu koltukta otururlardı. Deniz o aralar İstanbuldaydı. Sürekli telefonla konuşurlardı benimle. Yusuf ve Hüseyin ise Ankarada... Yusuf sürekli bizimle birlikte yemek yerdi. Babası, Yusufa çok düşkündü. Yiyecek ve para gönderirdi Yusuf için, onları ben ulaştırırdım...” diyor.
Sonra, Denizlerle ilgili olarak, dönemin Adalet Partisi Genel Başkanı Süleyman Demirelin, Denizlerin TBMMde idamları görüşülürken “3’e 3” şeklinde bağırmasını da hiç unutmadığını anlatıyor Çelenk: Zannedersiniz ki Adnan Menderesi Denizler asmıştı...”
Çelenk, bu olaylardan kısa bir süre sonra da Türkiyede başka acıların çekildiği 12 Eylül döneminin yaşandığını anlatıyor...
İlhan Erdost öldürüldü cezaevinde işkenceyle... Erdal Erenin yaşı büyültülerek idam edildi... Halit, salt Denizlerin değil, 80 sonrası bütün davaların da, Barış, TÖB-DER, DEV-GENÇ gibi, avukatıydı. 12 Eylül günü Halit, Örendeydi. SendikacıAbdullah Baştürkün aynı gün gözaltına alındığı haberi geldi. Bunun üzerine hemen Ankaraya döndük.
Hey gidi günler hey... Ne çok acı yaşadık Halit Ağabeyinizle... Ne çok işkenceye, acıya tanık olduk... O dönemleri anımsamak bile çok acı veriyor. Halit Ağabey’inizin yaşamı mücadeleyle geçti. Birlikte mücadele ettik 12 Mart, 12 Eylül darbelerinde, mahkemelerde... Biz onunla sadece eş değil, dava arkadaşıydık da... Şimdi, Halit Ağabey’inizi çok özlüyorum...
‘İşkence altında alınan ifadelerin hukuksal değerinin olmadığını söyledik, vay sen misin söyleyen...’
‘Kâğıt parçası’ demek de suç
Yaptığımız savunmalar yüzünden de davalara uğradık 12 Eylül sürecinde. Bir örnek:1981’de Konya Sıkıyönetim Mahkemesi’nde yargılanan ve birkaç arkadaşla birlikte savunduğumuz çocuklar emniyette işkence görmüşlerdi. Duruşmada, müvekkillerimizin işkence gördüklerini, işkence altında alınan bu ifadelerin hukuksal değeri olmadığını söyledik. Vay sen misin söyleyen, hakkımızda dava açıldı. Neymiş? “Hukuk ve insanlık dışı yöntemlerle alınmış olan ve birer utanç belgesi niteliği taşıyan poliste imzalattırılmış kâğıtların dosyadan çıkarılması”nı istememiz ve “bu kâğıt parçalarının ve eklerinin vicdani kanaate esas olamayacağı”nı söylememiz sonucu “devletin emniyeti muhafaza kuvvetlerini tahkir ve tezyif” etmişiz. Sıkıyönetim savcısı tarafından açılan bu dava yıllarca sürdü. Sonunda beraat ettik.
BAŞÇAVUŞ DAVASI
Savunmanın önünde o denli engel vardı ki... Bir örnek daha: 6 Ağustos 1982. Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı 2 No’lu Mahkemesi’nde toplu bir dava görülüyor. Sabahki duruşmada, hukuk ustalarımızdan Avukat Halit Çelenk, yargılanmakta olan bir müvekkiline, savunmasına ilişkin birkaç sayfa fotokopi vermek için mahkemeden izin istedi. Daha henüz mahkeme bir karar vermeden, salonda güvenliği sağlamakla görevli başçavuş, mahkeme heyetine dönerek, “Bu belgeleri siz veremezsiniz. Cezaevine biz böyle bir şey sokmuyoruz. Verilse bile, ben onları burada yırtarım” diye bağırdı. Başta mahkeme heyeti olmak üzere hepimiz donduk kaldık. Mahkeme bir karar alamadı, dolayısıyla Halit Ağabey de fotokopiyi müvekkiline veremedi.
Akşam oldu. Sanıkların sorguları yapıldı, bitti, sıra avukatların istemlerine geldi. Herkes, kendi müvekkili için tahliye istiyordu. Sıra bana geldi, ben elimle bir talebim olmadığını işaret ettim. Duruşma yargıcı, diğer avukatlara döndü, onların da istemlerini aldıktan sonra en son bana bir kez daha sordu:
- İsmail Bey, sizin niye bir talebiniz yok?
Önce bir yutkundum. Sonra dedim ki, “Sayın yargıç, tutum ve davranışınızı taraflı gördüğüm için hiçbir talepte bulunmuyorum. Bir fotokopiyi veremediniz, tahliye kararı mı vereceksiniz?”Ortalık buz kesmişti. Devam ettim:
- Mahkeme kararlarına bir başçavuş ne hakla karışabiliyor? Mahkeme bağımsız olup mahkemenin vereceği kararlar hiçbir gecikme olmaksızın yerine getirilmesi zorunlu kararlardandır. Ayrıca ben Mamak Askeri Cezaevi’ndeki işkencenin Nazi kamplarını aratacak boyutlara vardığını ve burada bulunan tutuklulara baskı yapıldığını daha önceki duruşmalarda dile getirmiştim. Hatta o celselerde askeri savcı, cezaevini himaye eder şekilde konuşmuştu.
Ortalık karıştı. Askeri savcı söz aldı:
- Bazı sanıklar vekili İsmail Sami Çakmak, özellikle cezaevi idaresine karşı ve salonda görev alan sanıkları bugün duruşmaya getirmiş olan bir astsubayı kastederek adeta Türk Silahlı Kuvvetleri’nin önemli unsurlarından biri olan astsubay sınıfına mensup kıdemli başçavuş rütbesindeki görevliyi ‘bir başçavuş’ biçiminde tanımlayıp cezaevi idaresinin temsilcisi durumunda olan bir astsubayın mahkemeyi adeta yönetme durumunda bırakıldığını söylemiştir. Cezaevine yönelik beyanlarını sürdürdüğü sırada ‘Cezaevi idaresi Nazi kamplarını aratacak biçimde baskılar uygulamaktadır’ demiştir. İsmail Sami Çakmak önce mahkeme heyetine, özellikle duruşma hâkimine, cezaevi görevlisine ve askeri savcılığa uygun olmayan söz ve davranışlarda bulunmuş, bu davranışları sırasında hakaret derecesine varan sözler sarfetmiştir. Bu nedenlerle hakkında komutanlığa suç duyurusunda bulunulmasını talep ederiz.”
Mahkeme, suç duyurusu istemini kabul etti ve ben “başçavuşa başçavuş” demek suçundan yargılanmaya başladım. Bu dava da yıllarca sürdü. Sonunda beraat ettim, 1985 yılındaki şu hükümle: “Sanığın duruşma sırasında hâkimlere, askeri savcıya ve görevli astsubaya hakaret ettiğine dair yeterli delil bulunamadığından Mamak Askeri Ceza ve Tutukevi’ndeki uygulamalarla ilgili sözleri de savunma hududu dahilinde görüldüğünden sanığın atılı tüm suçlardan beraatine...”
Aranan cinayet sanığı
Böylesi bir dava savunma hakkına karşı ağır bir baskıydı. Bu tür uygulamalar 12 Eylül döneminde haklı olarak birçok avukatı ürkütüyordu. O yüzden birçok avukat sıkıyönetim mahkemelerinde dava almıyordu. Hele de işkence davası olunca çok daha temkinli davranıyorlardı. Aynı süreçte yaşadığım kimi olaylar, işkence davalarının önünü kesmek için ne gibi kirli yollara başvurulduğunu da gösterdi. Adana’da başıma gelenler, bunlardan yalnızca biridir:
24 yaşındaki işçi Cafer Dağdoğan, Aralık 1980’de gözaltına alınıp Adana Emniyet Müdürlüğü’ne götürülüyor. Alındığı gün emniyet müdürlüğünde ölüyor ve ailesine haber bile verilmeden gizlice gömülüyor. Polislerin savunması “kendisini merdivenlerden yuvarlayarak intihar ettiği”yolunda. Bu yönde tutanak da tutulmuş. Konuyla ilgili olarak Adana Emniyet Müdürlüğü 1. Şube’de (siyasi şube) görevli başkomiser, komiser muavini ve polis memurları hakkında suç duyurusunda bulundum. Dava açıldı. Duruşmalar sürerken konuyla hiç ilgisi bulunmayan bir dosyada, bir belgeye ulaştım. Belge, dönemin Adana Emniyet Müdürü Gültekin Demir’in imzasını taşıyordu ve Adana Sıkıyönetim Komutanlığı’na yazılmıştı. Konu bir cinayetle ilgiliydi. Sözüm ona, birisi o cinayetle ilgili ifade vermiş ve benim de cinayete karıştığımı söylemişti. Belgede deniyordu ki:
“Ankara Barosu avukatlarından İsmail Sami Çakmak ve yine ifadede isimleri geçen diğer sanıkların Ankara ilinde bulunduklarından yakalanmaları mümkün olmamıştır.
Davacıya ait dilekçeyle, alınan ifadesiyle olarak Avukat İsmail Sami Çakmak’a ait bir adet azilname ilişik olarak gönderilmiştir. Suç yeri itibarıyla şikâyete konu cinayet olayının Ankara Siyasi Şube Sorgulama Amirliği’nce yürütülerek neticeden bilgi verilmesi...”
Adana ve Ankara emniyetindeki polisler hakkında işkence gerekçesiyle açılan davayı izlediğim için arkamdan komplo kuruyorlardı. Ya cinayetten yakalayıp soruşturacaklar ya da “Aranıyordu, kaçtı, kaçarken vuruldu. Tıpkı haklarını aradığım işkence mağdurları gibi merdivenden düştü, öldü” denecekti. Yaşamım tehlikedeydi açıkçası. Belgeyi bulur bulmaz Ankara Sıkıyönetim Askeri Savcısı Albay Nurettin Soyer’e çıktım. “Sayın savcım”dedim, “Durum böyle böyle. Benim arkamdan iş çeviriyorlar. Beni öldürebilirler de. Gereğini lütfen yapınız.”
Askeri Savcı Albay Nurettin Soyer, hemen yanımdan Adana’yı arattı, Emniyet Müdürü Gültekin Demir’i buldurdu ve kendisine“Avukat İsmail Sami Çakmak’ın topuğuna bir zarar gelirse bunu sizden bilirim” dedi ve telefonu kapadı. Nurettin Soyer, uygar bir hukuk adamıydı.

Emniyette cinayetler birbirini izliyor
Ankara’da da izlediğim işkence davaları vardı:1956 doğumlu fizik mühendisliği son sınıf öğrencisi Hasan Asker Özmen, 12 Eylül’den hemen sonra 5 Kasım 1980’de Ankara Emniyet Müdürlüğü nezarethanesinde ölmüştü. Konuyla ilgili açılmış olan davayı işkence ile öldürülenin ailesinin vekili olarak izlemiştim. İşkence yaptıkları sabit görülerek 1 yıl ağır hapis cezası ile cezalandırılan komiser muavini Enver Göktürk, ifadesinde sorgulamada dönemin Ankara Emniyet Müdürü Ünal Erkan (daha sonra Emniyet Genel Müdürü), Emniyet Müdür YardımcısıAli Akan, 1. Şube Müdürü Azmi Derin ve Operasyon Gruplar Amiri Kemal Yazıcıoğlu’nun (daha sonra Ordu Valisi) da hazır bulunduğunu söylemişti. Bunun üzerine bu kişiler hakkında da, işkenceyle adam öldürdükleri ve seyirci kaldıkları, yetki gaspında bulunarak mahkemelerin ve savcılığın yetkilerini gaspettikleri konusunda güçlü belirti ve yeterli kanıt olduğu gerekçesiyle dönemin Devlet Başkanı Kenan Evren’e, konsey üyelerine, Başbakan’a, İçişleri ve Adalet bakanlarına, Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı’na ve Ankara Sıkıyönetim Askeri Savcılığı’na suç duyurusunda bulunmuş, ancak hiçbir yanıt alamamıştım.
Satılmış Şahin Dokucu da, 18 Mart 1981’de Ankara Emniyet Müdürlüğü’nde öldü. Suç duyurusunda bulunduk. Savcılık, Dokucu’nun, Ankara Emniyet Müdürlüğü’nün 6. katında gözetim yerinin dışarıya açılan penceresinden atlayarak intihar ettiği gerekçesini kabul ederek, soruşturmayı takipsizlikle sonuçlandırdı.
1959 doğumlu Öğretmen Zeynel Abidin Ceylan da, 12 Eylül darbesinden hemen sonra Eylül 1980 sonunda Ankara Emniyet Müdürlüğü 1. Şube nezarethanesinde ölmüştü. Dava açıldı. Ankara Emniyet Müdürlüğü 1. Şube’de görevli Komiser Muavini Mustafa Haskırış, 13 yıl 14 ay 20 gün ağır hapis cezasına çarptırıldı. Haskırış, ceza alacağı duruşma öncesinde tahliye edildi. Bir süre kaçak yaşadı. Daha sonra İstanbul’da bir başkomiser ve bir polis memuruyla birlikte soygun yapmaktan tutuklandı.
1957 doğumlu Ankara Yıldırım Beyazıt Lisesi öğrencisi İbrahim Eski, 11 Eylül 1980’de, gözetim altında iken Ankara Emniyet Müdürlüğü’nden Ankara Numune Hastanesi’ne kaldırılmış ve burada ölmüştü. 12 emniyet görevlisi hakkında dava açılmıştı. Sonradan beraat ettiler

Öldü diye...
İşkence soruşturmalarını ve davalarını izlerken Ankara Emniyeti’ndeki yöneticiler ve polisler bana diş biliyorlardı. 1981’in Mayıs ayıydı. Bir gece İçaydınlıkevler’deki evime geldim. Anahtarı kilide sokacağım sırada kapı kendiliğinden açıldı. Birkaç kişi birden üstüme çullandı. Meğer, polisler evimde karakol kurmuşlar. Bir giriştiler bana. Tekme, tokat, diz... Kafama, gözüme, göğsüme vuruyorlar. Karga tulumba Ford marka, gri, plakasız bir minibüse attılar beni. Birileri vururken, bir diğeri kafamı öne doğru eğiyordu. Boynumda kulunç birikmiş olmalı ki, bir ara ensemden “kart” diye bir ses geldi. Kulaklarım da uğulduyordu. Kendimi bıraktım, yere yığıldım. Polislerin “Öldü i.ne, boynu kuruldu i.nenin” dediklerini duyuyordum. Hiç ses çıkarmadan, gözlerim kapalı yattım. Minibüs ilerliyordu. Tekerlekten gelen çakır çukur seslerden taşlı, topraklı bir yola girdiğimizi anladım. Neden sonra kapıyı açıp arabadan itelediler. Ben yerde yuvarlanırken birkaç el de silah sesi duydum. Araba çekti gitti. Yerde bir süre yattıktan sonra gözlerimi açtım. Karanlıktı ve gökyüzü tam tepemdeydi. Her tarafım uyuşmuştu, kulaklarım uğulduyor, dahası çok ağrıyordu. Kolumu çektim, geldi. Sevindim. Diğer kolumu çektim, geldi. Biraz daha sevindim. Ayağımı çektim geldi, dünyalar benim oldu. Oturabiliyor muyum diye denedim, oturdum. Baktım, Ankara aşağıda; ışıl ışıl. Anladım ki, Hüseyin Gazi tepesinin yamaçlarında bir yerdeyim. Ayağa kalktım, yürüdüm, yürüdüm, yürüdüm. Tuzluçayır’da avukat arkadaşım Mehdi Bektaş’ın evini biliyorum, birçok geceler orada kalmışım, vardım oraya. Üstüm toz toprak. Saat gece üç filan. Annesi babası uyandılar, açtılar kapıyı. Mehdi çok derin uyuyordu, uyandırmadık. Aldı beni bir ağlama... Ağla ağla, durmuyor. Baktım Mehdi’nin annesi, babası da benimle birlikte ağlıyor. Mehdi’nin küçük kardeşi de Mamak’ta idamla yargılanıyordu o zaman.
Ertesi sabah, doktor raporuyla birlikte şikâyette bulundum. Dava açıldı, yargılama sürecinde teşhis ettiğim kişiler, o gece değişik yerlerde görevde olduklarına ilişkin sözde belgeler getirdiler. Kanıt yetersizliğinden beraat ettiler sonuçta. Bunun üzerine, kendim hakkında suç duyurusunda bulundum. “Madem bu polisler beraat etti, demek ki ben bunlara iftira atmışım” diyerek. O da takipsizlikle sonuçlandı, işleme bile konulmadı.
Aksoy’dan dilekçe
Dövülüp dağa atıldığımla kalmıştım. Bir de elimdeki dönemin Ankara Baro BaşkanıMuammer Aksoy’un 13 Mayıs 1981’de Emniyet Genel Müdürlüğü’ne yazdığı dilekçe ile: “Savunma hakkının ne denli kutsal bir temel hak olduğunu takdir buyurursunuz. Müdafiin (avukatın) bu görevi rahatça ve kalp huzuruyla yerine getiremediği bir toplumda, bütün vatandaşların güvenlikleri tehlikeye girer. Avukat arkadaşlarımızın gördüğü hizmetin bir kamu hizmeti olduğu yasada da açıkça belirtilmiştir. Bir şahıs hangi suçla itham edilirse edilsin, bunu bir avukat savunacağı gibi, herhangi bir haksızlığa uğrayan kişi de, bu haksızlık kimin tarafından yapılırsa yapılsın, yine bir avukatın yardımıyla hakkını arayacaktır.
Çok üzülerek öğrenmiş bulunuyoruz ki, baromuzda kayıtlı Avukat İsmail Sami Çakmak, ilişik dilekçelerinden ve hekim raporlarından da anlaşılacağı üzere, mesleksel görevini yerine getirmesinden ötürü, aklın alamıyacağı bir saldırıya uğramıştır.
Saldırganların saptanmasında göstereceğiniz çabadan dolayı, baromuz ve tüm Türk avukatları ve onların yardımıyla kişisel güvenliklerini teminat altına alan Türk vatandaşları size minnettar kalacaktır.
Yakın ilginizi istirham eder, saygılarımı sunarım.”
Bu dilekçeye de yanıt verilmedi, doğal olarak. Yaklaşık 10 yıl sonra da o dilekçede imzası olan Muammer Aksoy öldürüldü.

ERDAL EREN’İN İDAMINA TANIKLIK ETTİM
O gece asılacaktı
Hiç kuşkusuz, 12 Eylül’ün en büyük haksızlıklarının başında idamlar vardı. Ben de daha küçücük bir çocuk olan Erdal Eren’in idamına tanıklık ettim.
Erdal Eren’in, inzibat eri Zekeriya Önge’yi öldürdüğü savıyla yargılanmasına 13 Şubat 1980’de başlandı.
Olay 2 Şubat 1980 tarihinde olmuş, Erdal 4 Şubat 1980 tarihinde tutuklanmış, 5 Şubat 1980’de askeri savcı idam isteyen iddianamesiyle dava açmış ve duruşmalardan sonra 19 Mart 1980’de, sanığın ölüm cezasıyla cezalandırılmasına karar verilmişti.
Anlayacağınız, yargılama yalnızca 1 ay 6 gün sürdü.
Temyiz incelemesi 24 Haziran 1980 tarihinde yapıldı. Yargıtay’da Erdal Eren’i benim dışında Ankara Barosu’ndan Niyazi Ağırnaslı, Nihat Toktay, İbrahim Tezan, Zeki Tavşancıl, Tuğrul Çakın, İstanbul Barosu’ndan Sadık Akıncılar, Halil Eraltuğ, Mehmet Ali Özpolat, Fahrettin Elmas, Taşkın Tanman ve Yusuf Demir savundular.
Sıkıyönetim Askeri Mahkemesi’nde Erdal’ın savunmasını Nihat Toktay üstlenmiş ve yapmıştı. Avukat Nihat Toktay, daha sonra bu savunmasından ötürü 6 ay hapis cezasına çarptırıldı ve cezası Kızılcahamam Cezaevi’nde infaz edildi.
Yargıtay 3. Dairesi kararı, yasal ve hukuka uygun gerekçelerle bozdu. Bu bozma üzerine başsavcılık itiraz ederek Daireler Kurulu’nda bu bozma kararının kaldırılmasını sağladı. Yeniden inceleme yapan daire, bu kez Türk Ceza Yasası’nın ceza indirimi maddesinin uygulanması gerektiğinden kararı bozdu. Bu da başsavcılıkça itiraz yoluyla Daireler Kurulu’na gönderildi. Bu itirazdan sonra dairenin bu yoldaki bozması da kaldırıldı.
Bundan sonra biz avukatlar için yapacak pek bir şey kalmamış olmakla birlikte, Yargıtay’a kararın düzeltilmesi yolunda bir başvuru daha yapıldı. Bu başvuru da reddedildi.
21 Kasım 1980 günü Nihat Toktay ile birlikte infaz savcılığına, infazda hazır bulunmayı isteyen dilekçemizi verdik. Erdal, özellikle infazda bulunmamızı istemişti bizden.
12 Aralık 1980 günü Nihat Toktay’a ve bana“dilekçelerinde belirttikleri adresten ayrılmamamız” iletildi. Bildirim üzerine arkadaşım Nihat ile birbirimizin gözlerinin içine bakakaldık. Demek ki, o gece infaz yapılacak ve Erdal asılacaktı. Bir süre hiçbir şey söyleyemeden kalakaldık.
Neden sonra infazın durdurulması istem ve gerekçelerimizi içeren dilekçemizi hazırlamaya koyuldum. Nihat, avukat arkadaşlara haber verdi. Akşam üzeri Avukat Mehdi Bektaş büromuza geldi. Nihat, Mehdi ve ben hazırladığım dilekçeyi defalarca gözden geçirerek en son biçimini verdik.
Daha başından beri hiçbirimiz bu kararın doğruluğuna inanamamıştık. Deneyimli-düşünebilen hiçbir hukukçu bu karara inanamamıştı. Sıkıyönetimde avukatlık yapan meslektaşlarımızın büyük bir kısmı şaşkınlık ve isyan içerisindeydi. Hazırladığımız dilekçenin hiçbir şeyi değiştirmeyeceğini bilmekle birlikte ümidimizi de yitirmek istemiyorduk.
Bir arkadaş, çay içsinler diye ocak, demlik, çay, şeker getirmiş; sanki çay içebilecek halimiz varmış gibi. Ama bolca sigara getirmişti. O işe yaradı.
Saatler ilerledikçe anlatılması zor bir tedirginlik yaşıyorduk. Birbirimizle bir şey de konuşamıyorduk. Bir kulağımız telefonda, bir kulağımız işhanı giriş kapısında, ha geldiler ha gelecekler tedirginliği içerisindeydik. Sokağa çıkma yasağı olduğu için çevrede hiçbir hareket veya ses yoktu. Ara sıra askeri araçların sesleri geliyordu. Bekliyorduk. Mehdi daha önce Necdet Adalı’nın infazında bulunduğu için bize birtakım şeyler anlatmaya, gözlemlerini aktarmaya yönelik bazı laflar ediyor, yol gösteriyordu. Ama anlayabilecek hal kimde vardı ki?
Saat 02.00 sıralarında büroya gelen sivillerle birlikte Ankara Kapalı Cezaevi’ne doğru yola çıktık. Her 15-20 metrede bir tam teçhizatlı nöbetçi asker vardı. Yolun iki tarafı da aynıydı. Cezaevine yaklaştıkça askeri araçlar da çoğalıyordu.Yollardaki nöbetçilerin dışında askeri araçlar da askerlerle doluydu. Sokağa çıkma yasağı var ve askerler dışında hiçbir canlı görünmüyordu ortalıkta. Pis ve soğuk bir hava içimize işliyordu.

Apış arasındaki anne mektubu
Cezaevinin yan tarafında bir askeri kantine alındık. Üzerimiz defalarca ve çok işgüzar bir biçimde arandı. Bir köşeye oturtulmuş ve etrafı onlarca silahlı asker tarafından sarılı olarak, epeyce bekletildikten sonra, yeniden inceden inceye kimlik kontrolü yapılarak ve üzerimiz aranarak Ulucanlar Kapalı Cezaevi’nin müdür odasına alındık.
Giriş kısmındaki küçük meydanda darağacı kurulmuştu.
Müdürün odasında kararı veren askeri hâkimlerden Binbaşı İlhami Uğur Yılmaz, Ankara savcısı, infaz savcısı, cezaevi savcısı, biri general olmak üzere subaylar, güvenlik görevlisi subaylar ve askerler, cezaevi müdürü, gardiyanlar ve biz iki avukat varız.
Bu arada, infazın durdurulmasına ilişkin dilekçemizi infaz savcısı her nedense bir türlü almak istemedi. Gecenin üçünde “Götürün bu dilekçeyi konseye verin... Bizi ilgilendirmez... Yetkimiz yok...” diyerek geri çevirdi.
“Bizi konsey ile görüştür. Bu dilekçemizi ulaştırmamızı sağla ve bu işlemleri yapıncaya kadar da infazı erteleyiniz” yanıtım karşısında dilekçeyi almakla yetindi.
Erdal’ı getirdiler. “Avukatımla özel görüşmek istiyorum” dedi. İnfaz savcısı bunun mümkün olamayacağını söyledi. Halbuki idam mahkûmunun son isteği, yerleşmiş bir uygulama ile kabul edilir, edilmedi.
Erdal’a yeniden bir isteğinin olup olmadığı soruldu. Annesi ve babasına mektup yazdığını, avukatlarına vermek istediğini söyledi. Çocuk, tıpkı canını olduğu gibi onu da elinden alırlar diye apış arasına saklamıştı. Utana sıkıla arkasını döndü, apış arasından mektubu çıkardı. İnfaz savcısı, mektubu “Biz ailene veririz” diyerek aldı. Babasına hitaben yazılmış bir mektuptu.
Erdal, sigara istedi. Verdim. Yaktım. Son derece sakin bir şekilde mektup yazmak istediğini söyledi. İzin verildi. Oturdu, sigarası bitinceye kadar bir mektup daha yazdı. Yetkililer onu da aldılar. Daha sonra ailesine teslim edilecek özel eşya ve paralarını vermek istedi. Onları da “Biz veririz” diyerek yetkililer aldılar. Erdal’ın, o an, “Gerçekten verir misiniz?” diye savcıya bir soruşu vardı ki, unutabilmek olası değil.
Gerekli formalitelere başlandı. Karar özeti okundu. İdam gömleği giydirildi. Karar özeti göğsüne asıldı. Elleri bağlanacağı sırada“Ellerimi bağlamayın, vücuduma değmeyin”diye itiraz etti. Bağlama konusunda ısrarlı olununca avukatlarına dönerek “Usul böyle mi?” diye sordu. Bu arada doktor, benim kulağıma, Erdal’ın ellerinin bağlanmaması halinde ipte çok acı çekeceğini fısıldamıştı. Erdal’a, “Ellerinin bağlanması gerekiyormuş”dedim. “Öyle mi?” dedi ve ellerini bağlattı.

Merdiven altında ağlayan yüzbaşı
Hiçbir heyecan, korku, ikircik göstermeden sehpaya yürüdü. Durdu. “Kahrolsun faşist diktatörlük - Yaşasın Türkiye Devrimci Komünist Partisi!” diyerek tok bir sesle bağırdı.
İp kolayca geçsin diye boynunu ipe kendisi uzattı ve bir anda bastığı tabureyi tekmeledi.“Kırt” diye bir ses duydum...
Biraz önce yiğitçe haykıran vücut boş bir torba gibi sallanmaya başladı.
Ve kararı veren mahkemenin hâkimi ortada yoktu. Nihat, “Nerede hâkim?” diye haykırdı. Koştuk. İleride, başını iki eli arasına almış düşünen yargıcı “Gel... Gel de seyret...” ve şimdi anımsayamadığım kimi sözler de söyleyerek adeta sürüklercesine sehpanın önüne getirdik. Seyretti! İnfaz sırasında yüzünde pişmanlık olmayan tek kişi, sanırım cellattı. Soruşturma, yargılama, karar gibi sürecin hiçbirinde dahli yoktu çünkü.Merdiven altında ağlayan iriyarı bir yüzbaşı da kolay kolay unutulacak gibi değildi. “Bunun hesabını nasıl verecek bu yönetim?” diye söyleniyordu çevredekilerin de işitebileceği yüksek bir sesle. Ben duydum. Nihat da duymuş.
Sonradan öğrendik. Erdal’ı idama getirirken dövmüşlerdi. Erdal, infaz öncesi kendisine“dini telkin-imam” isteyip istemediği sorulduğunda, son derece vakur; “Halkımın dini inançlarına son derece saygılıyım. Ancak imam ve dini telkin istemiyorum” demişti.
03.00’e yedi dakika kala ip boynuna geçmişti. 03.00’ü 10 geçe dışarı çıkarılıp yeniden aynı taksiye bindirilerek büromuza doğru yola çıktık. Gelirken Nihat ile sadece bakışmış ve birbirimize hiçbir söz söyleyememiştik. Dönerken de öyle oldu.

12 EYLÜL MAĞDURU KAPLAN:
‘Bir mahkûmu tüple yaktılar’
BEKİR ŞAHİN
GAZİANTEP - 12 Eylül 1980 askeri darbesini yaşayanlar, o günlerin izlerini hayatlarından silemiyor. Darbe döneminde 8 yıl hapis yatan Mustafa Kaplan, Bir mahkûmu eşini getirip tecavüz etmekle tehdit ettiler, diğerini tüple yaktılar. Yaşadıklarımı, gördüklerimi unutmam mümkün değil. İnanıyorum ki 12 Eylülün bütün uygulayıcıları bugün vicdan azabı çekiyordur dedi. Eyüp Alaparmak ise Acılar ve zorluklar yaşamış olsam da idealimiz vardı; halkların özgürlüğü, ülkenin bağımsızlığı uğruna mücadele verdik. Bunlar uğruna pişmanlık değil, ancak onur duyarımdedi. Bolu Üniversitesi İdare Bilimler Fakültesi mezunu Mustafa Kaplan, 1979da tutuklanarak 8 yıl hapis yattı. Sorgu sürecinde her türlü işkenceyi yaşadıklarını belirten Kaplan, “Sol kolum halen o günkü işkencelerden dolayı özürlü. Partizan Davasının ileri gelenlerinden Gâvur Ali lakaplı mahkûma, Konuşmazsan karını getirip gözünün önünde tecavüz ederiztehdidinde bulundular. Nizipli sabun işçisi, PKKden alınan Sait Ateş isimli mahkûmu da aynı şekilde tehdit ettiler. O da karısına sahip bile çıkmayarak Bu benim karım değil’ dedi. Piknik tüpünün üzerine kafasını koyup yakarak öldürdüler. Bunları nasıl unutabiliriz?dedi.

Şu anda fiziki işkence dışında o dönemi aratır hukuksuzluklar diz boyu
12 Eylül sürüyor
12 Eylül bitti mi? Hayır bitmedi. Şu anda fiziki işkence dışında, 12 Eylül’ü aratır hukuksuzluklar diz boyu.
12 Eylül döneminde hukuk yoktu, ama kanun vardı hiç olmazsa. Şimdi o da yok. 12 Eylül’de en azından dava devam etmekteyken hasmı değiştiren kanun çıkartılmadı. Örnek mi istersin?
Silivri’de görülmekte olan Ergenekon davasının iddianamesinde Atatürk’e hakaret edildiği savıyla ilgili savcılar hakkında davalar açtım. Bu davalar görülürken, “savcılar hakkında dava açılamayacağına”ilişkin kanun çıkarıldı.
Biz avukatlar, 12 Eylül’de sıkıyönetim altında askeri savcılıklarda müvekkilimizin ifadelerini okuyabiliyorduk. O günlerde de hazırlık soruşturması gizliydi. Ama birtakım belgelerin, savunma açısından avukat tarafından incelenmesine kesinlikle engel olunmazdı. Askeriye savcıya gider, müvekkilimizin poliste, savcıda verdiği ifadeleri ve ilgili bir kısım evrakı inceleyebilirdik...
Ya şimdi?
Ergenekon davası ile ilgili olarak bir süre tutuklu kalan rahmetli dostum, hukukçu Engin Aydın’ın savcılık ifadesini, savunma avukatı olmama karşın vermedi o dönemin savcısı Zekeriya Öz. Niyeymiş? Gizlilik kararı varmış. Müvekkilimin ne ifade vermiş olduğunu bilmek zorunda olduğumu söyledim kendisine, bunun engellenemeyeceğini söyledim. “Engelliyorum işte, git bildiğin yere” diyerek çıktı işin içinden.
Doğrudur, 12 Eylül, askeri mahkemelerle yargılama yaptı. Var olan mahkemelere sivillerden atama yaptı, askeri yargıda görevlendirdi. Ama, Yüksek Hâkimler Kurulu’na ehliyeti, liyakatı, atanma biçimi tartışılır üyeler getirmedi. 12 Eylül yönetimi, Yargıtay’ın yapısıyla oynamadı. Ehliyeti, liyakatı, kıdemi tartışılır kişileri Yargıtay üyeliklerine, Danıştay üyeliklerine topluca atamadı.
Kenan Evren’in “Asmayalım da besleyelim mi?”gibisinden yargıya baskıları oldu, bazı hâkimler de durumdan vazife çıkararak bu görüşler doğrultusunda yanlı kararlar verdi belki ama, 12 Eylül’de bile “Sen ne biçim karar veriyorsun, sen ne biçim soruşturma yürütüyorsun” diyerek hâkimleri ve savcıları doğrudan görevden almalar olmadı. 12 Eylül’de sürpriz tahliyeler olduğunda, o tahliye kararlarını veren yargıçlara doğrudan müdahale edilmedi, o yargıçlar iki gün sonra görevinden alınmadı.
Hatta hiç beklenmedik uygulamalara bile tanık olduk.
Örneğin, yönetim baskısı ile işkenceler konusunda birçok yargıç ve savcı işi yokuşa sürerken YargıçKeskin Kaylan gibi yargıçlar da görev yapabildi o dönemde. Keskin Kaylan, işkencelerin yoğun bir biçimde gerçekleştirildiği Ankara Emniyet Müdürlüğü DAL (Derin Araştırma Laboratuvarı) bölümüne ilişkin yapılan başvuruları ciddi buldu ve bunu mahkeme kararına yansıttı. Keskin Kaylan’ın, Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı 3 No’lu Askeri Mahkemesi’nin 29 Nisan 1981 günlü oturumunda verdiği ve o günün koşullarında çok anlamlı ve cesur bir uygulama olan ara kararı, duruşma tutanaklarına göre şöyledir:
“...sanıkların duruşmadaki savunmalarının fotokopilerinin onaylı örneklerinin eklenerek kendilerinin emniyet sarayından gözleri bağlı olarak Yusuf Kahraman Polis Okulu olduğunu söyledikleri yapıda garaj gibi bir yere götürüldüklerini, burada hücre ve işkence odaları bulunduğunu, kendilerine çeşitli işkenceler yapıldığını, işkence yapanların birbirlerine askeri rütbe ve adlarla hitap ettiklerini, zaman yer ve kişi de bildirmek suretiyle belirttiklerinden, işkenceye karşı olduklarını, bunu benimsemediklerini açık ve kesin olarak açıklamış olan Milli Güvenlik Konseyi yönetim ve Türk Silahlı Kuvvetleri’ne beslenen güven ve saygıyla, adalete gölge düşmemesi için gereğinin takdiri için Sıkıyönetim Komutanı’na duyurulmasına...”
Sivil yargıç Keskin Kaylan’a, böyle bir karar verdiği için 12 Eylül’de bile kimse “Sen şuradan kalk, şuraya otur” demedi.
Bir de bugüne bakın...
Yargıçlar, savcılar oradan alınıp oraya veriliyor... 12 Eylül’den daha fazla baskı altındalar...
Dedim ya, ayyuka çıkan insanlık dışı fiziki işkenceleri dışında 12 Eylül koşulları halen devam ediyor, hem de artarak devam ediyor. Yasalarla, kanun hükmünde kararnamelerle kalıcılaştırılarak devam ediyor. Şimdiki siyasi içerikli soruşturmalarla ilgili olarak gözaltına alınanlar ve tutuklananların fiziki işkence görmemeleri de statülerinden kaynaklanıyor, o kadar...

Hiç yorum yok: