1.Bölüm: Diyarbakır Cezaevi
‘Diyarbakır Cezaevi’nde Allah yok!’
Diyarbakır Cezaevi’nde 29 ay tutuklu kalan Şebap Karadeniz ilk girişte yaşadıklarını anlatıyor: “Hücrenin tuvaleti yoktu. Topuklara kadar boka batıyorduk. Aynı yerde sekiz kişiydik. Gardiyan gitmeden önce ellerime copla vurup şişirdi. Bu hoşgeldin dayağıymış. Duvarlara yaslanmak yasaktı. Devamlı esas duruşta bekliyorduk. Bazı yaşlı kişiler dayak yedikçe yalvarıyordu. Gardiyanlar, ‘Allah yok peygamber izine çıktı’ ediyorlardı. Koğuşa biran önce gitmek isityorsanız, ‘şu şu marşları ezberleyeceksiniz’ dediler.”
Aydınlık ve “2000’e Doğru” ciltleri adeta Türkiye’nin belleği. Bunlardan birisi de Diyarbakır Cezaevi’nde 12 Eylül yönetiminin yaptığı ağır işkenceler! Geçtiğimiz aylarda ‘Kürt açılımı’ çerçevesinde gündeme getirilen konuyu, Aydınlıkçıların 2000‘e Doğru dergisi 12 Temmmuz 1987 sayısında şu kapakla duyurdu: ‘’Diyarbakır Cezaevi’nde ‘Allah Yok!’ Haberimiz büyük yankı uyandırdı ve işkenceciler panikledi.
2000’e Doğru’nun sunuşu şu ifadelerle başlıyordu: “Bu yazı, ne Hitler Almanyası’nın Nazi kamplarından bir öyküdür, ne de Henri Charriere’nin Kelebek romanından bir bölüm. Burası Diyarbakır Askeri Cezaevi’dir. İnsanların işkenceyle katledildiği, kendilerini yakarak ölümü tercih ettikleri Diyarbakır Cezaevi. Yaşananlara ‘işkence’ demek hafif kalıyor. Cezaevi yöneticilerinin ifadesiyle, burada ‘Allah yoktur.’ İşte yedi yıllık vahşet tablosunun kısa, çok kısa bir özeti.”
Haberde işkenceden ölenlere ve ağır işkencelerden geçenlerin görüşlerine de yer verilmişti. 23 Ağusutos 1987 tarihli sayımızda da işkenceci gardiyanlardan ‘Gestapo Adnan’la görüşülmüş ve onun itiraflarına yer verilmişti.
Kendini yakanlar
Derginin haberinde Mehmet Özgül’ün 18 Mayıs 1982 günü yaşadığı olaya geniş yer verilir. Özgül, Ferhat Kuntay, Mahmut Zengin, Eşref Anyık ve Necmi Öner’in kendilerini yakmasına şahit olmuştur ve o anı şöyle anlatır: “Hem yanıyor, hem de bağırıyorlardı. Artık Diyarbakır’da ölmek gerekir. Yaşamak için gerekçelere sığınmanın zamanı değil.”
Bir başka tutuklu da şunları anlatıyor: “Eylemciler ‘Biz bu cezaevindeki insanlar için kendimizi feda ediyoruz, cezaevinde insanca yaşam koşulları gelsin diye kendimizi yakıyoruz, bu böyle bilinsin’ diye kısa bir konuşma yapmış, üstündeki battaniye ve kendi yağları bitince çökmüş, dirseklerinin üzerinde emekleyerek biraz ilerde kalmış olan küçük ateş parçalarıyla kafasını tutuşturmuş.”
Günlük yaşamın tutuklular için işkenceye dönüştürülen Diyarbakır Cezaevin’de, resmi rakamlara göre 34 kişi intihar ya da işkenceden hayatını kaybeder. Yaşayanlar ise, rakamların bunun çok üzerinde olduğunu söylerler. Ölümlerin resmi açıklaması ise “Ranzadan düşerek kafasanı çarpma” şeklinde olur. Verilen nice dilekçe ve şikayetlere rağmen olayın üzerine gidilmez. İşkencecilerin isimleri ve rütbeleri verildiği halde. 1981 yılında Cezaevi İç Güvenlik Amirliğine getirilen Yüzbaşı Esat Oktay Yıldıran’ın uygulamaları hâlâ hafızalardadır. Adeta ismi Cezaeviyle özdeşleşmişti.
‘İşkencede eşitlik vardı’
1981 yılında koğuş dışına çıkarılarak dövülen ve ölüme terkedilenlerden birisi de Ali Sarıbal’dı. İşkenceden ölen Remzi Aktürk için cezaevi idaresi “intihar” dedi. Morg doktoru ise “Oğlunuzun intiharı söz konusu değil, kafa travması sonucu ölmüştür” der. Yasağa rağmen babası oğlunun cesedine yakından bakabilir. Kafası paramparçadır, boynunda da ip yoktur.
Cezaevinde yatanlardan birisi de eski Mardin Milletvekili Nurettin Yılmaz’dı. Yılmaz “İşkencede eşitlik vardı” diye anlatıyor. Avukat Mustafa Özer, şunları anlatır: “Bu insanların avukatı olarak yakınlarıyla karşı karşıyaydık ve onlara birşey söyleyememenin ezikliğini ömrüm boyunca taşıyacağım.”
‘Yargılama değil, aklama operasyonu’
12 Eylül iddianamesini Aydınlık’a değerlendiren “Devrimci 78’liler Federasyonu” Başkanı Hüseyin Esentürk ve Yeniçağ Gazetesi Köşe Yazarı Arslan Bulut, bir ABD projesi olduğunu belirttikleri AKP’nin 12 Eylül darbecilerini ve arkalarındaki güçleri yargılamak bir tarafa, bölgede oynanan yeni emperyalist oyunları perdelemeye çalışan politik bir araç olduğu görüşündeler. 12 Eylül darbesine methiyeler dizen Gülen Cemaati’nin Aksiyon Dergisi’nde, “Şartlar henüz olgunlaşmamış netekim” başlıklı darbecilerin arkasındaki güçleri yok sayan yazının da yer verildiği iddianameye ilişkin Esentürk, Yalçıner ve Bulut sorularımızı yanıtladı.
‘Hesaplaşma halk devrimiyle mümkün’
Sizce bu iddianameyle sonuç alınabilir mi?
Hüseyin Esentürk: Çok zor, 12 yıldır bu davanın açılması, ciddi bir hesaplaşmanın başlaması için çalıştık. 80 sayfalık bu iddianame çok yetersiz, çok sığ ve yüzeysel. Yine de bir adım atıldı ve bir sayfa aralandı. Federasyon olarak 12. Ağır Ceza Mahkemesi’ne başvurarak davaya müdahil olma talebimizi ilettik. Yargılama sürecinde yeni tanıklık ve delilleri dosyaya koyacağız.
Yargılamanın seyri hakkında ne gibi kuşkulanırınız var?
Çok ciddi endişelerimiz var, iddianamenin bu kadar sığ oluşu bu endişelerimizi arttırdı. AKP daha önce bunu siyasi malzeme yaptı, buna bir kez daha izin vermeyeceğiz. İddianame kadar verdikleri fotoğrafda samimiyetsiz. Evren Çankaya’da ağırlandı. Gül ile Erdoğan’ın boy boy fotoğrafları var.
Pinoche’nin yargılanmasını hatırlaksak Şili halkı, işkencecilerinin ABD ve NATO bağlantılarını ortaya çıkarmıştı...
Bu ölçekte bir hesaplaşma için Türkiye’de bir halk devriminin olması lazım. Ne yapılıyor; Muhalif kim varsa içeri tıkıyorlar. Yakın tarihte olduğu iddia edilen suçlamalar için kamyonlar dolusu üretilmiş belge, bilgi taşıyorlar. Yetmedi yenilerini hazırlıyorlar. Buna karşılık kocaman bir 12 Eylül cehennemini 80 sayfaya sığdırmışlar. Zevahiri kurtarmak, yargılıyoruz görüntüsü vermek için ellerinden geleni yapacaklar. Bizde bu oyunları bozmak için uğraşacağız.
12 darbesine alkış tutan Gülen cemaatinin Aksiyon Dergisi’nde 12 Eylül’de ABD ve NATO etkisini yok sayarak kaleme alınan, “Şartlar oluşmamış, netekim” başlıklı bir yazı delil klasörüne konulmuş...
Çok doğru söylüyorsunuz, o da mümkün. Yargının, yürütmenin üzerinde şu anda kimlerin etkisinin olduğu malum. O anlamda bir yerlerden bağımsız değildir. Bu nedenledir ki 12 Eylül darbesinin ABD’den, NATO’dan bağımsız yapılmadığını, Türkiye’ye biçilen rolü ve arkasındaki güçleri açığa çıkarmak zorundayız.
‘Operasyonlara perde’
Arslan Bulut: Tıpkı bu günlerde olduğu gibi o dönemde de bu coğrafyaya yeni bir şekil verilmek, Türkiye’yi ABD çıkarlarına uygun bir zemine taşımak isteniyordu. Bunun için de İslam dini kullanıldı. Cemaatler, tarikatlar bu amaçlar için yönlendirildi, kullanıldı. Darbenin dış tesiri araştırılmadan yapılacak bir yargılama bu millete hiçbir fayda sağlamaz. ABD’nin kurdurduğu, dayanağını, felsefesini oradan alan bir parti ABD çıkarları için yapılan 12 Eylül’ün hesabını soramaz. Olsa olsa, “hesap soruyoruz” görüntüsü vererek Türkiye üzerinde planlanan yeni oyunları perdelemek olabilir.
2. Bölüm: Mamak Cezaevi... İŞKENCE TALİMATLA YAPILIR
Okurlarımıza çağrı: İddianame yazımına katılmanızı bekliyoruz
İşte Evren’in işkencecilere güç veren konuşmalarından biri: Şimdi ben, bunları yakaladıktan sonra mahkemeye vereceğim ve ondan sonra da idam etmeyeceğim, ömür boyu ona bakacağım. Bu vatan için kanını akıtan bu Mehmetçiklere silah çeken o haini ben senelerce besleyeceğim. Buna siz razı olur musunuz?
Aydınlıkçıların 1987’de çıkarmaya başladığı ‘2000’e Doğru’ dergisi 12 Eylül’ün işkence merkezlerini ve yaşananları kamuoyuna duyurdu. Hem de 12 Eylül koşullarında. Amerikancı faşist darbenin yaptıklarını bir bir teşhir etti ve hesap sorulması için mücadele etti. Aslında 12 Eylül’ün ve cuntacıların suç dosyasını o günlerde tutmaya başladı. Mamak Cezaevi de Diyarbakır Cezaevi gibi namlı bir işkence merkeziydi!
12 Eylül dönemini anlamak için şu rakamları mutlaka göz önünde tutmak gerekiyor:
650 bin kişi gözaltına alındı,
1 milyon 683 bin kişi fişlendi,
açılan 210 bin davada 230 bin kişi yargılandı,
7 bin kişi için idam cezası istendi,
517 kişiye idam cezası verildi,
50 kişi infaz edildi,
idamı istenen 259 kişinin idam kararı TBMM’ye gönderildi,
71 bin kişi TCK’nın 141, 142 ve 163. maddelerinden yargılandı.
98 bin 404 kişi ‘örgüt üyesi olmak’ suçundan yargılandı,
388 bin kişiye pasaport verilmedi,
171 kişinin işkenceden öldüğü belgelendi,
300 kişi kuşkulu şekilde öldü,
cezaevlerinde 299 kişi yaşamını yitirdi,
14 kişi açlık grevinde öldü,
16 kişi ‘kaçarken’ vuruldu,
95 kişi ‘çatışmada’ öldürüldü,
73 kişiye ‘doğal ölüm’ raporu verildi,
43 kişinin ‘intihar ettiği’ açıklandı,
937 film sakıncalı bulunduğu için yasaklandı,
14 bin kişi vatandaşlıktan çıkarıldı,
30 bin kişi yurt dışına çıkmak zorunda kaldı,
23 bin 677 derneğin faaliyeti durduruldu,
3 bin 854 öğretmen,
üniversitede görevli, 120 öğretim üyesi ve 47 hâkimin işine son verildi,
400 gazeteci için 4 bin yıl hapis cezası istendi,
31 gazeteci cezaevine girdi,
300 gazeteci saldırıya uğradı,
3 gazeteci silahla öldürüldü...
‘Asmayalım da besleyelim mi?’
Kenan Evren’in yurt gezileri meşhurdu. Her gittiği yerde yapılacaklara ilişkin açıklamalar yapardı. Bunlardan birisi de 3 Ekim 1984 günü Muş gezisi sırasında yaptığı “Şimdi ben, bunu yakaladıktan sonra mahkemeye vereceğim ve ondan sonra da idam etmeyeceğim, ömür boyu ona bakacağım. Bu vatan için kanını akıtan bu Mehmetçiklere silah çeken o haini ben senelerce besleyeceğim. Buna siz razı olur musunuz?” şeklindeki tarihi konuşmaydı.... Evren’in bu ve buna benzer açıklamaları işkencecilere güç verdi. İşte bundan cesaret alanlar Mamak ve Diyarbakır’da daha bir cesaretle işlerini görüyorlardı! Bunun tipik örneği de Mamak’ta yaşandı...
Mamak Cezaevi’nde ünlü siyasetçi ve isimler de kalmıştı. Bunlar Doğu Perinçek, Yaşar Okuyan, Taha Akyol, idam edilen Erdal Eren ve daha nice isimler... Buranın da Gestapo cezaevlerinden farkı yoktu. Erinden gardiyanına kadar herkesin davranışında koyu bir askeri disiplin ve uygulamalar gözlenirdi. Tutuklular cezaevinde görevli erlere bile selam durmak, ‘komutanım’ demek zorundaydı. Bunu da talimatla belirlemişlerdi. Cezaevinde 3,5 ay askerlik yapan gazeteci Namık Koçak o günleri 2000’e Doğru muhabiri Feyza Perinçek’e şöyle anlatır: “Dayak konusunda tavır şuydu: Bir suçun olursa, örneğin, sayımda sırayı şaşırırsa; dayak. Karşısındakinin yüzüne bakmayacak, bakarsa dayak. Kafeste konuşursa dayak. Görüşte dayak. Ezberini yapmamışsa (İstiklâl Marşı ve tarih bilgileri) dayak. Ama en kötüsü İstiklâl Marşı’nı söylememesiydi. (...) Bir de tutuklular çok dikkat ederlerdi, dayak yememek için. Bir olaya tanık olmuştum, erlerden biri tutukluyu, sayım sırasında dövmeye başladı. O gün nöbette olan yüzbaşı, ‘ne dövüyorsun’ diye askere çıkıştı. ‘Komutanım, güldü’ dedi. O da ‘Evladım, bu şartlar içinde gülüyorsa, ne iyi’ dedi. Ayrıldıktan sonra da, dayağın bir hüküm olarak, suçun karşılığı olarak atılabileceğini söyledi.” Gazeteci Koçak, 17 yaşında idam edilen Erdal Eren’i de tanıyanlardandır. O gece kardeşinin düğünü için izinlidir ancak sık sık kâbus görmüştür: “Sürekli tekrarladığı şey ‘Ben vurmadım komutanım’dı. Sabahtan akşama kadar hücresinde otururdu. Zaman zaman çay verilirdi, sigara da içmezdi. İçe kapanık bir yapısı vardı.”
2002 yılında kaybettiğimiz Aydınlık yazarı ve İP Genel Başkan Yardımcısı Hasan Yalçın, Mamak Cezaevi’nin iki dönem müdavimiydi. 12 Mart döneminde yattığı cezaevinde, komutan Albay Mustafa Kemal Saldıraner’i tanımıştı. Hatta onunla kişisel sohbetlere de girmişti. Onun uygulamalarının kişiliğinin ötesinde, dönem yöneticilerinin sistematik yöntemlerinin uygulayıcısı olmasından kaynaklandığını söylüyor ve o dönemde, 12 Eylül dönemindeki kadar işkence ve kötü muamele yapılamadığını ekliyor. 12 Eylül dönemine ilişkin olarak da şunları anlatır: “Kocaman Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin bir Albayın hayalindeki cezaevini yaratmak için çırpınacağını düşünmek saflıktır zaten. Denenmiş, başarısı görülmüş bir sistem olmasaydı, buna sadık kalınarak uygulanamazdı. Sorgulamada CIA’nın yöntemlerinden alabildiğine yararlandığımıza göre, cezaevi uygulamalarında, niçin Japonlardan öğrenmeyelim. Albay Saldıraner, kara kaplı kitabını dolduran hayallerinin gerçek olduğunu görmeden öldü. Ama bir nesil onun hayallerini yaşadı, acısını çekti. Japon milletinden istirham ediyorum, bana bir tane ‘Japon Esir Kampları Talimatnamesi’ gönderebilirse çok sevinirim. Mamak Talimatı’yla karşılaştımak için.”
Dev- Yol davası sanığı Mehmet Öz’ü 22 Eylül 1980 günü Mamak’a getirirler ve onu da kafeslere koyarlar. İşkence başlar: “Duvara yapıştırıp dövdüler, duvardaki kanları gösterdiler. ‘Senden de fışkırtırız’ dediler. Hiçbir şey yokken ortada, sorgulamaya başladılar. ‘Söyle kaç kişiydiniz, sen mi öldürdün’ diye sormaya başladılar. Oysa ölüm filan yok bizim olayda. Mahkemede beraat etmiştim. Orada asker yeniden sorgulamaya başlıyor... 4. koğuşa indirdiler. Can derdine düştük. Bizi kurşuna dizecekler diye düşündük. “Dev-Yol davası sanıklarından Zeki Mertay ise Mamak’a Temmuz 1981’de girer. “Herşey dayak için bahaneydi” diye sözlerine başlar ve devam eder: “Gider gitmez kafese aldılar. Kafeste birtakım yaptırımlar var. Dövüyorlar, sigara içemiyorsun ve en enteresanı da şu, Mamak’a giren bütün siyasi tutuklulara uygulanmak istenen bir metod: ‘Kafanı yerden kaydırmayacaksın’ diyorlar. Bu iki amaca hizmet ediyor. Bir, askeri tanıtmamak. iki, sen vatanı sattın, sen vatan hainisin, bunu vurgulamak.”
‘Mamak’ta yer yoktu’
Siyasilerden MSP Gençlik Kolları Başkanı Ahmet Oğuz’u Mamak’a getirdiklerinde ‘kafes’ gibi yerlerde tutarlar. “18 günde 9 kilo vermiştim” diyerek o günleri anlatmaya başlar: “Sonra hazırlanın gidiyoruz dediler. Nereye gideceğimiz belli değil tabi. D Blok’a götürdüler. O kadar adam var ki, yer kalmadı Mamak’ta, bir yatağa iki kişi yerleştirmeye başladılar. Yeni gelenleri de dövüyorlardı. Ellerinde yara bere görüyorduk. Zannedersem TİKP’den ve MHP’den de birer kişiyi dövdüler o şekilde.”
Mamak’ta işkencenin ve kötü muamelenin talimatı bile vardır. 2000’e Doğru dergisi 11 Ocak 1987 tarihli sayısında bunu yayımlar. Talimatlarda dikkat çeken emirlerden bazıları şöyledir: “... Esas duruşta durulacak, ilk hitap edildiğinde ‘emret komutanım’ diye cevap vermeye mecburdurlar, tutuklu ve hükümlüler günlük talimatlara göre hareket edeceklerdir...” ‘Hükümlü-tutuklu ve gözaltı talimatı’ o kadar ayrıntılıdır ki, neredeyse nasıl nefes alacakları bile yazılmıştır!
Perinçek de Mamak’ta yattı
Mamak’taki işkencelere şahit olanlardan birisi de İP Genel Başkanı Doğu Perinçek’tir. Perinçek ve 170 arkadaşı Türkiye İşçi Köylü Partisi (TİKP) davasından 2,5 yıla yakın bir süre burada yatar. Yaşadıklarını ve şahit oldukları işkenceleri anında dilekçelerle Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı’na ve üst düzey yöneticilere iletirler ve takipçisi olurlar. Sessiz kalmazlar...
İP Genel Başkanı Dr. Doğu Perinçek, Erdal Eren’le komşu koğuşlarda kalırlar. Havalandırmada göz göze gelirler ancak bir defa konuşma nasip olur. O da izinle. Perinçek onu yıllar sonra şu ifadelerle anlatır: “Havalandırmada göz göze geldiğimizde gördüğüm temiz çocuk yüzü de gözlerimde hâlâ.” Erdal Eren ölümü güleç yüzüyle bekler havalandırmada. Bu aslında mesajdır. “İdam kararı, Askeri Yargıtay’da onaylanınca, bizim hücreler bölümünden alıp götürdüler Erdal’ı. Lambası dışarda karanlık bir hücreye koydular. Gazeteci Savaş Ay orada onun fotoğraflarını çekti. (...) Erdal Eren’le göz göze gelmek, ona gülerek de olsa bir merhaba demek; işte o anların tarif edilmez mutluluğu da buydu. Bir insana gülümsemek, her zaman güzeldir. Ama hücre penceresindeki Erdal’a gülümsemek kadar güzelini yaşamadım.” (2000’e Doğru, 20 Eylül 1987)
4. Bölüm: 12 Eylül İdeolojisi, Türk-İslam Sentezi
Okurlarımıza çağrı: İddianame yazımına katılmanızı bekliyoruz.. E-posta adresimiz: aydinlik@aydinlikgazete.com
27 Mayıs İhtilalinin yarattığı özgürlükçü ortamla serpilen ve gelişen Kemalist-Sosyalist gençlik hareketi, 12 Mart muhtıracılarının “Sosyal gelişme, ekonomik gelişmeyi aştı” sözüyle tırpanlanmaya çalışıldı. Kontrgerillacılar tarafından ‘Balyoz’ hareketleriyle öncüler, bireysel teröre itildi ve kırıldı. Bununla da yatinmeyen 12 Martçılar, kısıtlı da olsa Anayasa değişikliği ve yasalardaki kısıtlamalarla gelişmenin önüne geçmeye çalıştı. Ancak gelişmeyi önleyemediler ve toplumsal uyanış giderek arttı. Öyle ki, Bülent Ecevit’in CHP’si 1977 seçimlerinde yüzde 41 oy aldı. Bu oya rağmen Ecevit, hükümet kuramaz oldu. 1977 sonrası Türkiye, tertiplerle 12 Eylül 1980 darbesine sürüklendi. Ecevit-Demirel çekişmeleri de onların işine yaradı. 12 Eylül’ün amacı Türkiye’yi, ABD ve Avrupa’nın isteği doğrultusunda yapı değişikliğine götürmekti. Ekonomisi bugüne göre ‘aşırı devletçi’ olan Türkiye’nin, iç piyasasını 24 Ocak kararlarıyla küresel piyasalara açacaklar ve Kemalist ideoloji yerine de -ABD’nin uzun süredir Sovyetlere karşı uygulamaya çalıştığı ‘Yeşil Kuşak Projesi’ çerçevesinde- ‘Ilımlı İslâm’ olan ‘Türk-İslâm Sentezi’ni koyacaklardı. Bu paket pragramı uygulamak için de ‘sopa’ lazımdı. O ‘sopa’ da Kenan Evrenler üzerinden, darbe ortamında toplumun kafasına uygulamalarla bir bir indi!
12 Eylül sonrası devlet içinde büyük çaplı tasfiyelerle bürokrasi sindirildi. 3 bin 854 öğretmen, üniversite görevlisi, 120 öğretim üyesi, 47 hâkimin işine son verildi. TSK’dan da bin 500 subay ihraç edildi. Bunlar Kemalist ve vatansever parlak genç kadroydu. Aslında en büyük darbeyi Ordu kendi içine vurdu. Tıpkı 12 Mart’ta olduğu gibi... Sol kesimin ve gençliğin üzerinden ise silindir gibi geçildi. 230 bin kişinin yargılandığını, 14 bin kişinin vatandaşlıktan çıkarıldığını, 30 bin kişinin de yurt dışına çıkmak zorunda kaldığını hatırlatırsak sanırız tablo anlaşılır! İşte bu tabloda ‘Türk-İslâm Sentezi’ topluma dayatıldı. O dönemde görevden alınanlar arasında muhtardan sınıf başkanlarına kadar geniş bir kesim vardı. Yerlerine getirilenler ise ‘seçme’ydi...
12 Eylül’ü Fethullah Gülen büyük sevinçle karşıladı. Sızıntı dergisinin ilk sayısında yayımladığı övgü sözleri çok şeyi ifade eder. ‘Son karakol’ yazısında Gülen şu ifadeleri kullanır: “Karakol sükûnetin, huzurun ve emniyetin remzidir. Orada düzen, orada huzur ve onda gözlerin uyanık oluşu, umumi emniyet ve muvazenenin en büyük teminatıdır. Orada kargaşa ve bunalımlar ise arkasındaki topluluklar için en büyük felakettir. Ve, işte şimdi, binbir ümit ve sevinç içinde asırlık bekleyişin tuluû suydığımız, bu son dirilişi, son karakolun varlık ve bekasına alamet sayıyor; ümidimizin tükendiği yerde, hızır gibi imdadımıza yetişen Mehmetçiğe bir kere daha selam duruyoruz.”
Kenan Evren’in uyguladığı politikalar Fethullah Gülen hareketini yarattı. Başta Polis olmak üzere birçok kuruma sızmasına ve ‘resmi kabul’ görmesine neden oldu. Bu, durumdan ‘yararlanma’ değil politikanın ta kendisiydi. Kenan Evren’in, devrimle kurulan Türkiye Cumhuriyeti’ni her tarafa donattığı heykellerle, ‘laiklik’ çağrısı yapan ayetlerle, Arabistan’a yapılan toplu Hacc ziyaretleriyle dönüştürmesi; Kemalizm adına Kenanizm yapması 12 Eylül’ün felsefesi gereğiydi. Bunu da ABD önüne koymuştu. O da karşılığında ABD’ye milli meselelerde verdiği ödünlerle ödedi! Türkiye ise canıyla, kanıyla ve kimliğiyle...
Atatürk’ün Kurumu’nda Türk-İslamcılık!
12 Eylülcüler, Atatürk’ün mirasını yok ederek ‘Atatürkçülük’ yaptı. Türk Dil Kurumu ve Türk Tarih Kurumu’nu yok etti. Oysa Atatürk’ün kurumları ‘dernek’ statüsündeydi. Vasiyet gereği de İş Bankası gelirinden pay ayrılmıştı... Yerine ise 11 Ağustos 1983 günü çıkarılan kanunla Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurumu kuruldu. Orası da ‘Türk -İslâm Sentezi’nin merkezi oldu. Kurum’un merkezinde 20 Haziran 1986 günü Cumhurbaşkanı Kenan Evren’in başkanlığında yapılan toplantıya Başbakan Turgut Özal, Genelkurmay Başkanı Org. Necedet Uruğ, Milli Eğitim Bakanı Metin Emiroğlu, Devlet Bakanı Mesut Yılmaz, MGK Başkanı, Yök Başkanı, Atatürk Yüksek Kurumu Başkanı emekli Korgeneral Suat İlhan ve çok sayıda Prof. katıldı. Toplantının gündemi masaya konulan “Milli kültür unsurlarının ve kültür politikasının tespitinde uygulanacak yöntem ve sorumlulaklar” başlıklı dosyaydı. Kurul toplantısına katılanların çocu 37 sayfalık raporu okumamıştı bile... Raporda ‘Türk milleti için topyekûn bir milli kültür planlaması’ hazırlanmıştı! Bunun Türkçesi de “Türk-İslâm Sentezi”ydi!
Milli Güvenlik Konseyi’nin çıkardığı Kurum yasası gereği hazırlanan politika, Meclis’e sunulacak ve orada bu politika yasallaşacaktı. Yasallaştı da... Meclis’in bile üstünde bir görev! DPT ekonomiyi AYK ise milletin kültürel hayatını planlayacaktı. Kurum Başkanı Suat İlhan 26 Ocak 1983 günü yaptığı toplantıda “Bütün kültür unsurlarının nabzı elimizde olmalıdır” demişti. Bir yazısında ise şunları vurgulamıştı: “Türk milleti, dört asır önce asrına ismini vermiş bir büyüklükten gelmektedir. Asya bozkır medeniyetinin temsilcisidir; İslâm medeniyetinin gelişmesine büyük katkıları bulunmuştur. Türk İslam medeniyetlerinin sentezini gerçekleştirmiş ve bu sentez medeniyete dayalı dünyanın en uzun ömürlü ve en büyük imparatorluklarından birisinin kurucusu olmuştur. Bu imparatorluğun devlet düzeninin ve medeni yapısının üstünlüğü, büyüklüğü her yeni incelemede biraz daha gün yüzüne çıkmaktadır. Türk milleti 200’e yakın devlet kurmuştur.”
Atatürk’ü halktan gizlediler
Türk- İslam Sentezi’nin Atatürk Yüksek Kurumu’nda devlet politikası olarak benimsenmesine ilişkin bigi ve belgeleri ilk olarak kamuoyuna 2000’e Doğru dergisi, 25 Ocaık 1986 tarihli sayısında duyurdu. Asker kökenli Suat İlhan’ın ‘gizli’ damgalı talimat ve raporlarının bilim çevresinde çektiği tepkilere de yer verdi. Sentezin önemli bir amacı da Güneydoğulu vatandaşlarımızı ‘Türklük’ etrafında değil; ‘İslâm’ siyaseti etrafında toplama politikasıydı. Bunu da Kenan Evren gittiği illerde ayetli örneklerle konuşmalar yaparak uyguluyordu. Kurum, yurt dışı temsilciliklerinden de, başka ülkelerin kültür politikalarını araştırmasını istiyordu. Anadolu’yu adeta yeniden ‘Türkleştirme’ ve ‘İslâmlaştırma’ seferine çıkılıyordu. Bu politikalar, Atatürkçülüğün ruhuna ‘fatiha’ okurken, Türkiye’yi bugünlere getirdi. O günlerde Atatürk’ün dine ilişkin görüşlerini ve yazılarını yüreklice yayımlayan Aydınlıkçılara ise beklenmedik tepkiler gösteriliyor; ardarda davalar açılıyordu. Kurum bu belgelerin dışarıya sızmaması için de tedbirler alıyordu. Bir anlamda ‘Atatürk’ü halktan gizliyordu!’ Aynı Kurum, 19 Mayıs 1986 günü ‘Atatürk Barış Ödülü’nü, NATO Genel Sekreteri Joseph Luns’a Kenan Evren’in elinden verdirerek tarihe geçti.
Bugün de süren toplu Hacc ve Umre ziyaretlerinin ‘resmileşmesini’ Kenan Evren en tepeden yaptı. Türkiye Cumhuriyeti tarihinde Atatürk, İnönü, Bayar Gürsel, Koruturk, Menderes, Demirel ve Ecevit Hacc’ca gitmediler. Padişahların bile gitmediği Hacc‘ca gitmeyi ilk başlatan Cevdet Sunay ve Kenan Evren’ oldu. Bunu Başbakan Ulusu ve Özal sürdürdü. Bugün ise adeta ‘resmi’ uygulama oldu. Neredeyse gitmeyen kalmadı... O dönemde sadece devlet erkânı Hacc’ca gitmedi. Halk arasında da rekor kırıldı. Kampanya ve haberlerle teşvik edildi. Bir de gazetelerde ‘Müslümanlığı seçen yabancılar’ haberleri bolca yeraldı. Kenan Evren’in 1984 yılında Suudi Arabistan gezisi sırasında yapılan ziyareti, 2000’e Dogru dergisi 29 Mart 1987 tarihli sayısından ‘12 Eylül’de Laikliğe elveda’ başlığıyla verdi. Bir de Evren’in ihramlı resmini bastı. 17 Mayıs 1987 tarihli sayıda başlık ise şöyleydi: ‘Padişahlar gitmemişti Cumhuriyet’te Hac modası.’ Evren‘i kızdıran bu haber basında da geniş yer buldu.
Evren döneminde laikliğin canına okuyan önemli bir uygulama da, amacını uluslararası alanda İslâmı yaymak olarak açıklayan ‘İslâm Kültür Merkezi’nin kurulmasıydı. Türkiye’de 1982 yılında Evren, Bülent Ulusu ve Özal’ın imzaladığı bir anlaşma ile kuruldu. İslam Kültür Merkezi, Rabıta, Hizbullah, İslama Davet gibi şeriatçı örgütlerle işbirliği içinde olduğunu yayınlarında açıkça belirtiyordu. Böylece 12 Eylül yönetimi, uluslararası şeriatçı örgütlere, Kur’an hükümlerine dayalı bir devlet ve toplum düzeni uğruna faaliyette bulunmaları için kucak açıyordu. 12 Eylül döneminde öğretimin birliği parçalanmış, resmi istikamet Türk İslam Sentezi olarak belirlenmişti. Suudi Arabistan merkezli Rabıta örgütünden para alınarak, Diyanet İşleri Başkanlığı görevlilerinin maaşlarının verilmesi ortaya çıktığında büyük tepki çekti. 1987 yılı Mart’ında ortaya çıkan skandalı üzerine, Dergimiz ve Cumhuriyet’ten gazeteci Uğur Mumcu gitti. Dergimiz, Kenan Evren’i ‘istifaya’ çağırdı.
12 Eylül yönetimi liselerde din dersini seçmeli hale getirdi. Sıralarda namaz kılma o günlerde başladı. Öğrenciler ilk günler garipsedi ancak zamanla alıştılar. Öyle ki bu uygulama okullardan kışlalara, oradan da cezaevlerine kadar; hatta köy- kasaba meydanlarına kadar sürdü. Bazı kasabaların pazarlarında sabahları belediye veya cami hopörlörlerinden ‘Pazar duası’ okunmaya başlandı. Yaz tatillerinde en laik köy ve kasabalarda bile çocuklar Kur’an kurslarına götürülmeye başlandı. Diyarbakır Cezaevi’nde Atatürk’ün resmi önünde ders veren, ünlü şeriatçı hava korsanı Yılmaz Yalçıner’di. Askeri cezaevinin Komutanı onu sübyan koğuşunun başına getirmişti. Koğuş, müminler, münafıklar ve kâfirler olarak üçe bölündü. Namaz kılmak zorunluydu ve Ramazan’da oruç tutmayanlara dayak atılırdı. Sübyan koğuşunda şeriat devleti kurulmuştu. 1982 yılında ceaevini ziyaret eden gazetecilere Yalçıner gururla gösteriliyordu. Bunun da fotoğrafını dergimiz 13 Eylül 1987 günlü sayısında yayımladı.
Kışlalar Cami doldu
O dönemde kışlalar da bundan nasibini aldı. Çok sayıda kışlada camiler yapılmaya başlandı. Adeta kışlalar cami doldu. Bunu da 2000’e Doğru dergisi 2 Ekim 1988 tarihli sayısında gündeme getirdi. Haberde dersliklerin, laboratuvarların mescide çevrilmesinin hikayelerine yer verildi. Haberde şunlar belirtiliyordu: “Atatürk, Heybeli Deniz Harp Okulu’ndaki camiyi yıktırmıştı. Oysa bugün Genelkurmay’da mescit, Kara Harp Okulu ve Tuzla Piyade Okulu’nda cami var. Askeri okul ve birliklerdeki cami listesi oldukça uzun. Cami furyası özellikle 1980’den sonra arttı. Kara Harp Okulu’nda cami yapılmadan önce, dersliklerin altı ve yemekhanenin bitişiği mescit olarak kullanılıyormuş. 1982 yılında dinciliği okul ve bölüm komutanlarına şikayet eden öğrenciler daha sonra tasfiye edilmişler.” Dergiye açıklamada bulunan 27 Mayıs’ın önderlerinden emekli Kurmay Albay Suphi Karaman “Topçu Okulu’na cami yaptıran generalin hesabını ihtilalde görmüştük” sözleri ile iki dönem arasındaki farkı ortaya koyar...
5.Bölüm: Evren’in daireleri
Evren’in kızlarına Paşa kıyağı
Kenan Paşa’nın üç kızı da kira fiyatına Boğaz manzaralı lüks daire sahibi oldu. 1978 yılında oyuncak fiyatına daireler, tapu kayıtlarıyla ispatlandı. Ancak olayı belgeleriyle sunanlar hapis cezasına çarptırıldı
Kenan Evren, 12 Eylül döneminde sadece işkenceler, baskılar, sürgünler ve vecizlik açıklamalarıyla gündeme gelmedi. O özel yaşamıyla da gündemdeydi. 2000’e Doğru Dergisi, 18 Ocak 1987 tarihli sayısında bir tabuyu daha yıkarak, Kenan Evren’in kızlarına -o günün bir dairenin kira fiyatına- alınan iki daireyi gündeme getirdi. Daireler tapu kayıtlarında 2 milyon lira gösterilmişti. Olay kamuoyunda büyük ilgi gördü ve tepkilere rağmen aksi ispatlanamadı.
Etiler’de sudan ucuz süper lüks daire
Tapu kayıtlarına göre Cumhurbaşkanı Kenan Evren’in kızları Şenay Gürvit, Miray Göksu ve Gülay Alpaslan ile Mehmet Ali Alpaslan, 2 yıl önce İstanbul Etiler- Ulus semtinde müteahhit Tekin Günver’den Boğaz manzaralı, 2 süper lüks daireyi 750 bin ve 1 milyon 350 bin lira karşılığı, toplam 2 milyon 100 bin liraya müteahhit Tekin Günver’den satın aldı. Satış 30 Kasım 1984 tarihinde yapıldı. Emlâkçılar, aynı semtte benzer dairelerin o gün için değerinin 400 milyon liraya satıldığını belirtiyor. Aylık kira ise 2 milyona kadar yükseliyor. Daireler 1983 yılında kaçak inşaat tanımına giriyordu.
Tapu kayıtlarıyla belgelendi
Konuyu araştıran 2000’e Doğru dairenin tapu kayıtlarına da ulaştı. Daireler kız ve damatların üzerine müşterek tapu kaydıyla tescillenmiş. Ayrıca yandaki 38. parselde de kayıtları gözüküyor. Aydınlıkçılar dairelerin son durumunu da şöyle verdi: “Perdeler takılmış kullanıma hazır!” Komşuların bildirdiğine göre Kenan Evren bir kaç defa da gelip daireleri görmüş. Dergiye konuşan emlakçılar bu semtte bu fiyata ancak daire kiralanabileceğini söyler. Yine o tarihte 2 milyon liraya bir oyuncak ya da soba alabilirsiniz. Müteahhit Tekin Günver ve Damat Erkan Gürvit daha sonra yaptıkları açıklamada haberden sonra dairelerin her birinin 30’ar milyon liraya satıldıklarını belirtti. Ancak belge sunamadı. Dergi, 15 Şubat tarihli sayısında, konunun çelişkilerini sorularla kamuoyuna sundu.
Civaoğlu ‘Evren’in sadeliğini’ anlatıyor
Gazeteci Güneri Civaoğlu 4 Ocak 1987 günlü yazısında ‘Evren’in sadeliği’ başlıklı yazısında , Evren’in İstanbul’da ev sahibi oluşunun öyküsünü kendi ağzından şu ifadelerle aktarır: “İstanbul’da bir ev aldım. Ama laf olur diye benimle soyadı aynı olmayan bir dostumu, bir yakınımı araya soktum. Evi kendisi alacakmış gibi fiyat istedi. Pazarlık yaptı. Ödeme şartalarında anlaştılar. Ondan sonra ev sahibini çağırttım. Durumu anlattım. Cumhurbaşkanına göre fiyat biçmesi, tenzilat yapmaması için böyle yaptığımı, aslında evi benim alacağımı söyledim. Adamcağız şaşırdı. Yani evi bir vatandaş nasıl alabilirse öyle aldım.” Ancak kızları Evren’le aynı hassasiyeti göstermemişti.
Haber üzerine dava açıldı
Haberimiz üzerine İstanbul Basın Savcılığı tarafından “Cumhurbaşkanına ima yoluyla hakarette bulunulduğu” ileri sürülerek Şubat 1987’de soruşturma açıldı. Dergimizin emektar Yazıişleri Müdürü Fatma Yazıcı 26 Şubat 1987 günü savcılığa çağrılarak ifade verdi. Yazıcı, konunun açıklığa kavuşması için dava açılmasını istediğini belirtti ve “Tabuları olmayan, demokratik ve açık bir toplumdan yanayız”dedi. Davanın ilk duruşması 28 Nisan 1987 günü İstanbul 2. Asliye Ceza Mahkemesi’nde başladı. Yazıcı ve avukatları davanın genişletilmesi isteminde bulundu. Ayrıca bazı isteklerine de ‘hayır’ denildi. Bunun üzerine tarafsızlığından şüpheye düştüğü hakim hakkında reddi hakim talebi de istendi. Dava ileri bir tarihe ertelendi. Daha sonra verilen bir kararla reddi hakim isteği yerinde bulunmadı ve dava 3 Haziran 1987 gününe ertelendi.
Evren basın toplantısı düzenliyor
Cumhurbaşkanı Kenan Evren 28 Mart 1987 günü Kalender Orduevi’nde basın toplantısı düzenledi. Ağırlıklı olarak ev meselesi ve 2000’e Doğru Dergisi’nden çıkan çeşitli haberlere ilişkin görüşlerini açıkladı. Evren bir hayli de sinirlidir. Konuya da özülmüştü. Açıklamalarına göre daireler 5 milyon lira peşin geri kalanı taksitle olmak üzere 30 milyon liraya 1984 yılında alınmış ve bunlar 1986 yılına kadar taksitlerle ödenmiş. Ödemelerin belgeleri de duruyormuş. Evren 2 yıldır maaşını ve emekli aylığını buraya harcamış! Evren toplantıda, Ankara ve İzmir’de iki ayrı dairesi olduğunu ve bunların kiralarının da buraya harcandığını anlatır. Evren ‘bir dergi’ diyerek sözlerini sürdürür ve şunları ekler: “Dergi madem tapuyu görmüştü, tapudaki diğer dairelerin fiyatlarına da baksaydı ya, o daireler de aynı fiyatla satılmıştı.” Kenan Evren’in ilginç bir iddiası da Basın Danışmanı Ali Baransel’in telefonla ulaştığı 2000’e Doğru Dergisi için aynı toplantıda “Bunların idarehaneleri belli değil, arayıp sorsan nerede olduklar belli değildir” sözleri. Meraklı okurlarımıza hatırlatalım. O günkü yerimiz Cağaloğlu’ndaki meşhur Talas Han’daydı... Basın toplantısının en iyi başlığını İzmir Demokrat Gazetesi atmıştı:
“Evren’i kızdıran dergi!” Yazıişleri müdürü cezaya çarptırıldı
Kenan Evren’in kızlarının daire haberinin davası 9 Temmuz 1987 günkü karar duruşmasıyla son buldu.Yazıişleri Müdürümüz Fatma Yazıcı’ya, ‘Evren’e ima yoluyla hakaret’ gerekçesiyle bir yıl dört ay ceza verildi. Yazıcı savunmasında şunları belirtmişti: “Yayınımızı doğrulayan belgeleri görmezden gelen savcılık suçlamada bulunabilmek için dergi kapağındaki puntoların büyüklüğü, fotoğraflar kullanılıdığı noktasından da bahsetmektedir. Bu tutumu ile savcılık gazeteciliğin özel alanlarına müdahale ederek basını fonsksiyonsuz hale getirmeye çalışmaktadır. Bunlar ne savılığı ne mahkemeyi ilgilendirir.”
Mahkemenin gerekçeli kararında şunlar belirtilir: “Bu haksız görüntü ile toplumun bir değer yargısı da yıpratılacaktır. Bu değer yargısı; Cumhurbaşkanı’nın 12 Eylül’le bütünleşen ve terörü silerek halkın takdir ve beğenisini kazanan kişiliği ile ilgilidir. Bu görüntüsü gölgelenebilirse sonuç alınabilecektir. Belli ki 12 Eylül mağduru odakların hesaplaşma ve karalama niyetleri şekillenmektedir.” Duruşma sonunda kararın bir örneğini almak için başvuran gazetecilere Savcı Akören Kandur, parmağını sallayarak “Gene yanlış haber yazmayın, bu defa da yanlış haber yazmaktan basın kanununa muhalefet edip tekrar karşımıza gelirisinz” uyarısında bulunuyordu. Savunmasında mahkemenin tarafsızlığından kuşku duyduğunu belirten arkadaşımız Yazıcı, basın görevi yaptığını belirtmişti. Avukatların da yazılı olarak verdikleri savunmada “80 yıl önce Osmanlı mülkünde ‘burun’ , ‘yıldız’, ‘Allah muradını versin’, gibi sözler sebebiyle yapılan ceza yargılamalarının yerini ‘Cumhurbaşkanı’nın kızı’, ‘Cumhurbaşkanı’nın damadı’ gibi lafların almadığını umarız.” demişlerdi. Yazıcı’nın avukatları kararı temyiz etti.
Üçüncü daire Gürvit’in oldu
Aydınlıkçılar konunun peşini bırakmadı. Evren’in kızı Şenay Gürvit’e sudan ucuz bir daire daha satıldığını 4 Mart 1990 tarihli sayıda kamuoyuna açıkladılar. Tapu sicil kaydına göre 30 Temmuz 1987 günü İstanbul Beşiktaş Ortaköy’de dubleks süper lüks bir daire, 1 milyon 800 bin liraya satılır. Müteahhidi ise yine Tekin Günver’dir. Hürriyet’in 1 Mart 1990 tarihli haberine göre ise daire 130 milyon liraya satılır. Tekin dolandırıcılıktan tutuklanınca gerçek ortaya çıkar...
Evren rejiminin yaptığı gizli anlaşmaya göre; ABD deniz piyadeleri İncirlik Hava Üssü’nde konuşlandırılacak ve Türk Hükümeti’nden izin almaksızın Lübnan’a gidebilecekti. Muş ve Batman Üsleri, F-16 projesinin araştırma geliştirme masrafları karşılığında NATO çevresine sokuldu ve ABD’nin ortak kullanımına açıldı!
12 Eylül rejimi Türkiye’de sadece demokratik yaşamı sekteye uğratmadı. İlk iş olarak ABD’ye kaybettiklerini de kazandırdı. Bunun da ötesinde bugünlere gelen tek taraflı Türkiye’nin aleyhine işleyen ilişkilerin yolunu açtı. 1974 Kıbrıs Barış Harekatı sonrası ambargolar üzerine 1975 yılında kapatılan ABD üsleri bir bir açılmaya başlandı. İkili anlaşmalarla ABD’ye büyük tavizler verildi. Askeri anlaşmalarda sömürge ruhunun izleri yeraldı. En önemlisi de Yunanistan tekrar NATO’nun askeri kanadına alındı. Buna Türkiye itirazsız ‘evvet’ dedi. Hem de ne zaman biliyor musunuz? Darbeden 1,5 ay sonra 20 Ekim 1980 günü... Böylece çok önemli bir üstünlük elden çıkmış oldu. Kenan Evren’in ‘Evet’ demesinin nedeni ise ABD’lilerin verdiği “Asker sözü”ydü... ABD’liler 2 ülke arasındaki ihtilafların ortadan kaldırılacağına ilişkin söz vermişlerdi. Oysa 12 Eylül’cüler şunu iyi bilirler ki ‘ABD’nin sözü değil, çıkarı önemlidir!’ En çok da Cola ve adam satar!
İkinci Dünya Savaşı sonrası yüksek seyre giren Türk-ABD ilişkileri, Türkiye’nin 1950’de çok partili hayata geçmesiyle daha da gelişti. Demokrat Parti iktidarı ilk iş olarak 1950 yılında başlayan Kore Savaşı’na TBMM izni olmadan Bakanlar Kurulu kararıyla asker gönderme kararı aldı. Bunun karşılığında da 1952 yılında Türkiye NATO’ya alındı. Artık ilişkiler askeri ittifak boyutuna geldi. Türkiye, ABD- Sovyetler çekişmesinde önemli bir ‘kanat’ oldu. Siyaset olarak da ‘Anti Komünizm’i daha bir benimsedi ve iç siyasetini de buna göre şekillendirmeye başladı. ABD desteğini alan DP iktidarı Türkiye’yi ‘Küçük Amerika’ yapacağım derken borç batağına sapladı ve kendi sonunu da hazırladı. Ekonomik gidişin bozulması ve bunun da içeriye siyasi yansıması sonucu Türkiye iç savaşa sürükleniyordu. Buna da 27 Mayıs İhtilali ‘dur’ dedi. ABD, Menderes’in idamına bile ‘dur’ diyemedi...
‘Türkiye hizadan çıktı’
27 Mayıs’ın yarattığı özgürlükçü ortamdan Kemalist ve Sosyalist gençlik kesimi ve işçi sınıfı gelişmeye başladı. Bunların istekleri rahatsızlık yarattı. 12 Mart müdahalesi ve ardından da 12 Eylül bu koşullarda geldi. ABD’yi darbe kararı aldıran önemli bir olay da 1973 yılında iktidara gelen Ecevit-Erbakan hükümetinin, ABD’nin ‘haşhaş ekimi’ yasaklama isteğine ‘hayır’ demesi oldu. Bunun ardından 15 Temmuz 1974 günü Kıbrıs’ta EOKA darbesi gerçekleşti. Bu darbe girişimi aslında Ecevit’e bir yanıttı. ABD, Türkiye’nin 1964 yılındaki gibi Ada’ya müdahale edemeyeceğini ve geri dönerek Ecevit’in prestijinin kaybolacağını hesaplamıştı. Ancak Ecevit hükümetinin kararlığı, bu oyunu bozdu. Türkiye dünyayı şaşırtan bir başarıyla Ada’ya kuvvet çıkardı ve 10 yıldır süren kanlı olaylara ‘dur’ dedi. Ardından da KKTC’yi kurdu. Batının gözünde bu girişim ‘Türkiye hizadan çıktı’ durumuydu. 1975 yılında ASALA terör saldırıları ve 1977 yılında da Gladyo tertipleriyle Türkiye hızla siyasal istikrarsızlığa ve sol- sağ çatışmasına itildi. Bu kaos ortamından da Evren yönetimi ortaya çıktı. Bu hareket, Türkiye tarihinde en önemli ‘kırılma’yı yarattı! Türkiye bundan sonra adım adım yapı değişikliğine uğradı. İşte bu durumda en çok ABD yararlandı. Hem ekonomik hem de bölgesel politikalar açısından... O günlerde önemli bir gelişme İran’da Şubat 1979’da ABD’ci Şah yönetimi devrilmiş ve Sovyetler de Aralık 1979’da Afganistan’a müdahale etmişti. Bu ortamda Türkiye’nin stratejik önemi artmıştı. İşte Türkiye’deki darbenin önemi, ABD’lilerin şifreli ‘Bizim oğlanlar başardı’ sevincinde gizliydi...
Gizli anlaşmaları Aydınlıkçılar ortaya çıkardı
Aydınlıkçılar bu tavizleri ve kayıpları daha Kenan Evren Cumhurbaşkanı iken yazmaya ve hesap sormaya başladı. 2000’e Doğru Dergisi’nin 8 Mayıs 1988 tarihli sayısının kapak haberi “Evren rejimi ABD’ye neler sattı! şeklindeydi. İlk kez yayımlanan belgelerde gizli anlaşmalar kamuoyuna açıklanıyordu. Gizli anlaşmaya göre, ABD deniz piyadeleri İncirlik Hava Üssü’nde konuşlandırılacak ve Türk Hükümeti’nden izin almaksızın Lübnan’a gidebilecek! Muş ve Batman Üsleri, F-16 projesinin araştırma geliştirme masrafları karşılığında NATO çevresine sokuldu ve ABD’nin ortak kullanımına açıldı! Daha neler neler verilmiş! Bir Milli Savunma Bakanlığı yetkilisi, “Bu bir sömürge anlaşması” dedi.
İlk kez yayımlanan belgede neler vardı
Dergimizin o tarihteki sayısında Hasan Bögün imzalı haberde şu belgelere yer verilmişti: 1- ABD eski Savunuma Bakanı Casper Weinberger’in 12 Eylül’ün Milli Savunma Bakanı Ümit Haluk Bayülken’e 2 Kasım 1983 tarihli ‘gizli’ damgalı mektubu. 3 sayfalık muktupta “Sayın Org. H. Çelenkler’e” notu ve HB parafı var. 2- Weinberger’in Milli Savunma Bakanı Zeki Yavuztürk’e 8 Ocak 1984 tarihli mektubu. 3- Weinberger’in 22 Ekim 1984 tarihli mektubu. 4- Genelkurmay 2. Başkanı Orgeneral Necdet Öztorun imzalı ‘hizmete özel’ yazışmaları.
‘Trilyonu tankla vurdular’
Bu belgelerde özetle, ABD deniz piyadelerinin Türk hükümetine izin vermeden Lübnan’daki barış gücünü destek harekatı düzenleyebilecekti. Savunma Bakan Yardımcısı Richard Perle, 18 Şubat 1984’te Ankara’da yaptığı basın toplantısında, Lübnan’daki barış gücü çekilse bile deniz piyadelerinin İncirlik’te kalacağını söylüyordu. ABD’liler bunları isterken, Türkiye’ye uzattıkları ‘havuç’ ise ‘Kongre’den Türkiye’ye yapılacak yardımlar konusunda ‘destek’ sözleri’ydi. Yine Özal zamanında başlayan ‘Savaşan Şahin F-16 Projesi’ndeki anlaşmalarda da Türkiye’nin aleyhine işleyen maddeler sergilendi. ABD’liler, anlaşma maddeleriyle projeyi yürüten TAI’nın elini kolunu bağlanmış ve Türkiye durmadan yüksek fiyatlı malzeme girişleriyle kazıklanıyordu. Adı da ‘Türkiye kendi uçağını yapıyor’ oluyordu. O günlerde tank ihalelerinde yapılan yolsuzlukları da 2000’e Doğru dergisi korkusuz haberleriyle kamuoyunu duyuruyor ve 5 Ekim 1989 tarihli sayısında şu başlığı kullanıyordu: ‘Trilyonu tankla vurdular!’
7. Bölüm: 12 Eylül’ün çocukları12 Eylül 1980 darbesi nice işkencelere, tutuklamalara, görevden uzaklaştırmalara ve acılara imza attı. En önemlisi de Cumhuriyet’imizin devrimle oluşturulan değerlerini bir bir yok ederek, yerine Batı’nın bireyci, menfaatçı, yolsuzluk ve kimliksizlik batağına saplanmış ‘insan tipi’ni yaratmasıydı. Onlar da bugün Türkiye’nin yönetim kademelerinde... Onların en önemli özellikleri, ciddi devlet geleneğini ve kurumlaşmayı bertaraf ederek yerine keyfiliği koymalarıydı. En tipik örneği de Devlet Planlama Teşkilatı’nın etkisizleştirilmesidir. O gün için, 60 yılda yaratılan ekonomik değerler dünya piyasasına ve içerdeki hortumcu kesime açıldı. Yağma düzeni kuruldu. Toplum örgütsüzleştirildi. Sendikalar ve siyasal örgütler düzlendi. Yeniden yaratılanlar ise, köksüz ve dışa bağımlı, ‘kullanılır’, ‘güdülür’ nitelikteki yapılar ve örgütlerdi. Sendikasızlaştırma ve daha Batıcı ‘sol’ ve sağ’ partiler kucağımıza verildi. Devletin gelenekleri de aşındırılmaya başlandı. En tipik resim Başbakan Turgut Özal’ın t-shirt’le askeri birlik denetlemesiydi. ABD’nin isteğiyle Körfez Savaşı’nda ‘ikinci cephe’ açma gayretleriydi. Ülkeyi felakete sürükleyecek kararlar, gözü kapalı alınmaya çalışıldı. Bu kararlar tam olarak düşürülemeyen Kemalist kalelere çarparak durduruldu! İşte bugün 12 Eylül’ün yarattığı şahsiyetleri sizlere sunmak istiyoruz:
TURGUT ÖZAL: Demirel’in Maliye Bakanı İsmet Sezgin, Özal için “O benim çantamı taşırdı” demişti. Gerçekten Sezgin’in Maliye’deyken çantasını taşıyordu. Dünya Bankası’nda çalışmıştı. Demirel hükümetinde Başbakanlık Müsteşarı oldu. DTP’de de müsteşar vekilliği yapıyordu. 24 Ocak 1980 ağır ekonomik kararlarının kurmayıydı. Darbe sonrası bu politikaları daha iyi devam ettirmesi için de Bülent Ulusu hükümetinde ekonomiden sorumlu başbakan yardımcılığına getirildi. Bankerler skandalı üzerine 1982 yılında ABD’ye gitti. Dönüşü Amerika rüzgârıyla ‘muhteşem’ oldu. 1983 yılında çok partili hayata geçilmesiyle ANAP’ı kurdu. Seçime bir gün kala Evren’in ters sinyaliyle oy patlaması yaptı. Tek başına 1989 yılına kadar Türkiye’yi, ABD’nin isteği doğrultusunda dönüştürdü. Bürokrasi için “Benim memurum işini bilir”, muhalifler için “Küçük Turgut’a anlatsınlar”, PKK için “Bir avuç çapulcular” , dış politikada “Bir koyup üç alacağız” gibi sözleri onu anlatan en iyi sözlerdi! Bugüne yadigâr kaldı... Gelmiş geçmiş en Amerikancı yöneticiydi. Bush’un, yanağını her öpüşünden kuvvet alırdı. 1991 yılındaki Körfez Savaşı’nda ABD’nin yanında ‘İkinci Cephe’ açmak için çırpınması unutulmaz! Zonguldak işçisinden yediği darbe ve Genelkurmay Başkanı Torumtay’ın istifasıyla kendine geldi! Uyguladığı ekonomik politikalar Türkiye’yi dışa bağımlı hale getirdi. Balayı kısa sürede bitti ve kendisini 1989 yılında Evren’in boşalttığı koltuğa atarak kurtardı. 17 Nisan 1983 günü kalp krizinden öldüğünde yer yerinden oynamıştı. Bugün neredeyse mezarının yerini ailesinden başka bilen yok.
TANSU ÇİLLER: Turgut Özal’ın ölümünün ardından, Demirel’in Çankaya’ya çıkmasıyla torbadan çıkarıldı. Yoksa sıra İsmet Sezgin’deydi... Özal’dan daha fazla Amerikancıydı. Onun dönemi için ‘Mafya-Tarikat dönemi’ diyenler daha çoktur. Faili meşhul cinayetler, PKK‘nın Vietnam usulü yöntemlerle bitirilme girişimleri, Fethullah Gülen’in devlet katında ağırlanması, Sarıyer’deki trilyonluk arsalar onun döneminin özeti gibidir. Eşinin ‘Bay yüzde on’ diye anılması ve perde arkasından ‘işleri’ yönetmesi de kayda geçenlerdendir. Bir de Erbakan’la ortaklık sırasında patlayan Susurluk kanalizasyonu! Aydınlık onun CIA kayıtlarına ilişkin iddiaları yayımladığında, hep sessiz kalmayı yeğledi. Cevap ise ABD’den geldi: Dosya Genelkurmay’a verildiği gün Kırıkkale Mühimmat Fabrikası havaya uçtu! Duvarda asılı duran fotoğrafının yanında her zaman Mehmet Ağar, Korkut Eken, İbrahim Şahin, Necdet Menzir, Ünal Erkan vardır... Bugün arada bir ismi anılmasa ‘o da kimdi’ diye soracaklar...
TAYYİP ERDOĞAN-ABDULLAH GÜL: Bugün 12 Eylül’e karşı duruyormuş gibi durduklarına bakmayın. Tam bir 12 Eylül çocuğudurlar. 12 Eylül’ün ‘Ilımlı İslâm’ politikasının en iyi örnekleridir. İranlılar ‘Ilımlı İslâm’ için “Biz ona Amerakan İslamı deriz” derler. Zaten ‘Ilımlı İslam’ tam da odur! Onlardaki Amerikancılık, Irak işgali sırasında canla başla ‘Tezkere’ çıkarma gayretinin de ötesinde, ölen Amerikan askerlerleri için ‘rahmet’ dileyecek ve ‘şehit’ diyecek kadar ileridir. Türkiye Cumhuriyeti’nin hiç bir Başbakanı, Erdoğan kadar Amerikancılığını ‘cüretle’ açıklayamadı. BOP’un Eşbaşkanı olduğunu 36 yerde açıklaması bir rekordur! Yine Türkiye Cumhuriyeti’nin hiçbir dışişleri bakanı Abdullah Gül kadar, ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell’le yaptığı ‘2 sayfa 9 maddelik’ gizli anlaşmayı ‘cesaretle’ yapamadı. Bunu da bir gazeteciye açıklayamadı! Hele Cumhuriyet’e ve onun en önemli kurumu Ordu’ya karşı ABD adına ‘savaş’ ilan edemedi! Özal’ın başaramadığı ekonomiyi yabancılaştırma ve Türkiye’yi borç batağına saplama becerileri ayrı bir rekordur. Hele Cumhuriyet’in 90 yılda yarattıklarını satarak, ‘büyüme rekoru’nu kimse kıramadı. 100 milyar dolar ihracat, 170 milyar dolar ithalatla kimse ekonomiyi ‘uçuramadı!’ Kimse onlar kadar komşuları ve mazlum Müslüman ülkeleri karıştıramadı.
HİLMİ ÖZKÖK: 12 Eylül’ün bin 500 subayı ordudan attığı hep anlatılır. Bir de atmadan dönüştürdükleri? Onları da yakın zamanda tanımaya başladık. Bunların en meşhurları Erdoğan döneminin Genelkurmay Başkanı Org. Hilmi Özkök’tür. Göreve gelir gelmez, ABD’ye en erken giden Genelkurmay Başkanı olma rekoru kırdı. ABD de, hiçbir genelkurmay başkanımızı onun kadar ‘sevmedi.’ Sevgisini de 4 Temmuz 2003 günü Irak’ın kuzeyinde Türk özel birliğinin başına çuval geçirerek gösterdi. Böylece Özkök ‘Türk askerinin başına ‘çuval’ geçirten Başkan” unvanıyla tarihe geçti. En büyük madalyası bu oldu. Arkadaşları “Bunu bir kenara yazdık ey Amerika!” deyip ABD’yi terk ederken, O, o günlerde Türkiye’ye veda eden ABD Büyükelçisini kabul etmekten rahatsız olmadı. Arkadaşları Ergenekon tertibiyle bir bir içeri atılırken, “Darbe girişimi var da demem, yok da demem. Ceza da varsa cezayı çekmek de insanı rahatlatır” demişti. Bir de eklemişti: “Kasaptaki ete soğan doğramam!” Hiç bir başbakan, emrindeki bir komutana ‘Hocam’ diye hitap etmedi. O da bu durumu “Hükümetle şiir gibiyiz” sözleriyle açıkladı. ‘TSK değişmeli’, ‘Egemenlik önemli değil, devredilebilir’, 2007 yılında Irak’ta kukla devleti tanıma manasında “Durum değişti’ gibi sözleri dosyasında duruyor. Bir buçuk milyon insanın öldüğü Irak’ın işgal günlerinde “Kaygıya gerek yok” diyerek askeri öngörüsünü de ortaya koymuş oldu. O da emekliliğini, Evren gibi bir deniz kenarında, lüks villada geçirme kararı alanlardan oldu...
12 EYLÜL’ÜN DEĞİŞMEZLERİ: 12 Eylül’ün ‘yarattıkları’nın yanısıra bir de ‘değişmezleri’ var. MİT’ten Mehmet Eymür, Bakanlardan Cemil Çiçek, Abdülkadir Aksu, Mehmet Ali Şahin. Basından: Cengiz Çandar, Hasan Cemal, Altanlar... Bu gibi isimler vazgeçilmezlerdi. Hep kritik zamanlarda kritik görevler yaptılar. Değişmezliklerinin sırrı ise üstlendikleri görevlerde olsa gerek...
Çağlar Çukur, 'Yeni Çeltek DEV-YOL Davası' sanığı. 1964 Samsun Vezirköprü doğumludur. Endüstri Meslek Lisesi 2'nci sınıf öğrencisi iken 25 Eylül 1980 günü gözaltına alınır. Suçu mu? Çok ağır: 'Solcu olmak!' Samsun'a gönderilir. 56'ncı Piyade Alayı'nda bir gün kaldıktan sonra da eskiden Amerikan üssü olarak kullanılan tabur binasına konulur. Gözaltına alınanların sayısı 2-3 bini geçer. Alınanlar arasında eski CHP Samsun Milletvekili Suat Binici de vardır. Hakaret ve işkenceler burada başlar. Komik olaylar da yaşanır. Bunu da Çukur şöyle anlatıyor:
Bir kişi eksik: Alın simitçiyi!
"Gözaltılar sırasında komik olaylar oluyordu. Gözaltına elinde simit sepetiyle gelen simitçiyi görünce şaşırmıştık. Olayı araştırınca emniyette gözaltına alınan şahıslar, sıkıyönetim komutanlığına yanlışlıkla bir kişi fazla bildirmiş. Ertesi gün gözaltındakiler sayılınca, bir kişi noksan çıkıyor. Çaresiz kalan polisler de, sabah yoldan geçen simitçiyi gözaltına alıp sayıyı tamamlıyorlar."
‘Gol’ diye bağırdılar 'sol' diye içeri aldılar
Çağlar Çukur komik olayları anlatmaya devam ediyor: "Öyle komik olaylar oluyordu ki o sıkıntı içinde gülmemek elde değildi. Bunlardan birisi de bir futbol maçında gol atılınca 'gooll' diye bağıran gençlerin gözaltına alınmasıydı. İşgüzâr bir asker bu sesi 'sol' diye anlıyor ve bağıranları toplayıp getiriyorlar. Hikâyeden gözaltına alınanlar salındıktan sonra geriye bizler kalıyorduk. Artık perde inmiş işkence başlamıştı. İşkencelerle de faşizmin ne demek olduğunu tanıyorduk."
Bir parça ekmek bolca işkence
Çağlar Bey işkence günlerini ise şöyle anlatır: "Başçavuş İsmet Giray ve yanındaki asker giyimli kişiler tarafından kafamıza maske takılıp işkenceci polislerin önüne atılıyorduk. Falaka, dişimize, cinsel organımıza elektrik verme sıradanlaşmıştı. Soğuk kış günlerinde su dolu kuyuya çırılçıplak atılıp başımıza hortumla su sıkılıyordu. Bu da yetmeyince üzerimize işeyerek aşağılamaya çalışıyorlardı. Elbiselerimizi de ıslatarak iki üç kişilik hücrelerde kış ayında üstümüzde kurutup hastalanmamıza çalışıyorlardı. Yemek olarak bir parça kuru ekmek ve su veriyorlardı. Üç günde bir de yemek vererek işkencelerde ölmemizin önüne geçiyorlardı. İşkencelerden MHP liler de nasipleniyordu. Bunlar arasında Bafra MHP davasından yargılanan Başbakanın ismini andığı Hüseyin Kurumahmutoğlu ve Hicabi Koçyiğit'in ifadelerinde ismi geçen Baha Sertkaya da bulunmaktaydı. Büyük Ülkü Derneği Genel Başkanı Sami Bal ise süreci tokat yemeden atlatanlardandı. Düşünceleri iktidarda olan MHP'liler şaşkınlık geçiriyordu." İlginçtir Çağlar Bey yıllar sonra kendisine işkence yapan Başçavuş İsmet Giray'la karşılaşır. Soruyoruz ne yaptı?: "Giray pişmanlığını ağlayarak ifade etti."
MHP'linin sırtındaki solcu!
Uzun süren işkencelere katılan polis ya da subayların ileriki yıllarda ya kaçakçılığa ya da kadın pazarlama gibi kirli işlere karıştıklarını belirten Çukur, cezaevlerinde komikliklerin yanısıra dayanışma örneklerinin de yaşandığını söylüyor. "İki üç kişilik hücreden sonra ahır gibi koğuşlara attılar. Burada her tarafımızı bit tahtakurusu sarmıştı. Bitlerimizle elmasına bit yarışları düzenliyorduk. Tek eğlencemiz bazen bu oluyordu. Günlük büyük tuvalet ihtiyacımı el ayak patlak olduğu için, MHP'li Baha Sertkaya'nın sırtında taşınarak yapıyordum. Sol-sağ ayrımını unutmuştuk. MHP'liler de artık işin aslını görmüş; faşizmin karşısında bizimle eşitlenmişti. 16 yaşında faşizmin işkenceleriyle tanışmış, işin zorluğunu öğrenmiştik."
'İçimde devrim kaldı'
Çağlar Çukur 5 yıl tutuklu kalır. Sonra tahliye olur. Davaları da zaman aşımından düşer. Yattığıyla kalır. Bir de halen üzerinde taşıdığı işkence izleriyle... Askerlik sonrası kahvehane ve lokanta işletir. Evlenir. Bugün iki çocuğuyla Vezirköprü'de yaşıyor. İşçi Partisi Vezirköprü İlçe Başkanı aynı zamanda. Arkadaşımız Ercan Dolapçı soruyor: "O yıllardan bugüne içinde ukte olarak ne kaldı?" Gülüyor: "Ne kalacak: Devrim! En büyük hayalim devrimdi... Bak onun için uğraşıyoruz bugün..." - BİTTİ -
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder