27 Eki 2011

‘Hz. Ali’nin hilâfeti engellenmeseydi Kur’an öz manasına göre uygulanacaktı’


Prof. Dr. Hüseyin Hatemi, Kur’an-ı Kerim’e göre herkesin insanlık onuruna yakışır bir hayat sürmesi için fertlerin barınma, yeme ve giyinme ihtiyaçlarını devletin karşılaması gerektiğini savunuyor
Akademisyen, yazar ve hukuk profesörü Hüseyin Hatemi ile İslâm’da mülkiyet ve devlet kavramı üzerine konuştuk. Hoşsohbet kişiliği ile tanınan Hatemi, sorularımıza içtenlikle yanıt verdi ve ortaya son derece ilginç bir söyleşi çıktı.
Hz Muhammed’in İslâm’ı tebliğiyle birlikte kurulu düzeni değiştirecek büyük bir devrim başladı. İslâmiyet’ten önce kurulu düzenin dayandığı mülkiyet sistemi nasıldı?
Kurulu düzeni tam değiştirmedi. Devrimi başlattı. Devrimci teori olmadan devrimci pratik olmaz. Peygamber devrimci teoriyi verdi. Doğru öğretiyi tebliğ etti, tam değişikliğin toplumdan gelmesi gerekiyordu. Çünkü insanlığa doğru olanı tebliğ başka, insanların irade özgürlüğüne ve dolayısıyla imtihanlarına son vererek doğruyu hâkim kılmak başkadır. İslâm Peygamberi’nin (S.A.) vazifesi, diğer peygamberler gibi, eksiksiz doğru öğretiyi tebliğ etmekti. Kur’an-ı Kerim de böyle söyler. Peygamberin görevi apaçık tebliğdir. Mülkiyet sistemi şöyleydi: Hicaz bölgesinde zaten büyük verimli tarım arazileri yoktu. Hurma bahçeleri fertlere ya da bir nev’i kolektif mülkiyet şeklinde kabilelere aitti. Asıl büyük tarım arazileri, Arap yarımadasının kuzeyinde, Suriye bölgesindeydi ve Bizans’ın hâkimiyetindeydi. Bu da feodal bir sistemdi.
Tek Tanrı inancı, putların varlığı muhafaza edilmekle beraber o sırada Mekke’de vardı zaten. Kurulu düzenin temeldeki itirazları, herhalde tek tanrı meselesi değildi. Asıl mesele İslâm’ın mülkiyet sistemini değiştirecek olması mıydı?
Tek tanrı inancı ve temel değerleri, sonuç itibariyle mülkiyete dokunacağı için itiraz tek ve gerçek tanrı inancınaydı.
İslâmiyet nasıl bir sistemi hedefliyordu ve mülkiyete nasıl dokunacaktı?
Kur’an-ı Kerim’de buyrulur ki mala mülke çok düşkünsünüz. Mirası son kırıntısına kadar yersiniz. İnsanın mal toplama hırsı Kur’an-ı Kerim’de ve hadislerde hep kınanmıştır, kötülenmiştir. İşte bunlar dolayısıyla tek tanrı inancının getireceği ahlak ve hukuk düzeninin sonuçlarından korktukları için karşı çıktılar.

‘İngiltere’de ilk borsa bir kilisede açıldı’

Halkını Mısır’dan çıkardıktan sonra, yiyeceklerini biriktirmemelerini, açgözlülük yapmamalarını söyleyen Hz. Musa’ya, daha sonra Hz. İsa’ya da karşı çıkmışlardı. Mesele hep biriktirme hırsı ve mülkiyet meselesi miydi?
Hz. İsa’ya niye karşı çıkmışlardı? Hz. İsa mabede girip “Allah’ın evini haydut inine” çevirdiklerini söyleyerek sarraf masalarını devirdiği için. Roma İmparatorluğu’nun hükmü altında musevi hahamları ve din adamları kendilerine böyle bir geçim vesilesi bulmuşlardı. Daha sonra bunun çok benzerini, düşündürücü bir biçimde Anglikan Kilisesi yapacaktır. Mesela, Anglikan Mezhebi doğduktan sonra ilk borsa bir kilisede açılacaktır İngiltere’de. Yahudi din adamları da mabetleri, bugünkü şartlara göre bir benzetme yaparsak, büyük alışveriş merkezleri ve banka şubeleri haline getirmişlerdi.
Kilise zenginliği kendinde toplar ve bunu da hak görürken, Dominikan Mezhebi ile Saint Fransisken Mezhebi ortaçağda Hz. İsa’nın zengin mi fakir mi olduğunu tartışırlar. Yahudi hahamların tezgahlarını deviren Hz. İsa’nın kendisi zengin olabilir miydi?
Hz. İsa’nın hiçbir malı yoktu. Nasıra’dan Kudüs’e doğru yola çıkıp büyük yürüyüşe başlayınca, bir gece halka vaaz ettikten sonra, baktı ki herkes güneş batınca evlerine dağıldı. Hz. İsa, belki bir iki havarisiyle ortada kalınca, kendini kastederek, “İnsanoğlunun yeryüzünde başını sokacak bir yeri yok. Yeryüzünde hayvanların bile bir yuvası var, geceleri oraya giriyorlar” dedi.
Kur’an’ın ilk âyetlerinde “bahçe sahipleri” diye mülk sahiplerine yönelik uyarı var. Neye karşı?
Çünkü “bahçe sahipleri”, bahçeyi ürünün son kırıntısına kadar toplayalım, yoksullara bir şey kalmasın istiyorlardı. Güneş doğmadan, herkes uyanıp da mahsulden sadaka gibi bir pay beklemeye kalmadan, bazı hayırseverlerin aksine, biz ağaçların üzerinde bir şey bırakmayalım, hepsini toplayalım diye gittiler ama bütün mahsul heba olmuştu.
Kur’an-ı Kerim nasıl bir mülkiyete cevaz veriyor?
Hz Ali’nin hilâfeti engellenmeseydi Kur’an öz manasına göre uygulanacaktı ve bugünkü durumda olmayacaktık elbette. Sonra o kadar saptırılmıştır ki. Kur’an’a göre herkesin insanlık onuruna yakışır bir hayat sürmesi için devletin amacı şu olmalıdır: Halk bir barınak ile yiyeceğini ve giyeceğini temin edecek şartlar içinde yaşamalıdır.
O sırada henüz Mekke’de devlet düzeni yoktu ve kabileler halinde yaşanıyordu. Kur’an’da bir devlet düzeni fikri var mıydı?
Evet, vahiy gelirken bir devlet düzeni kurma amacını taşıyordu. Buna karşılık şimdi bile çok acı durumlarla karşılaşabiliyoruz. Ben mesela, bunun için Abant toplantılarından ümidi kesip iki kere gittikten sonra, ikincisinde birincisindeki havayı da görmeyip ayrıldım ve bir daha da Abant’taki o toplantılara gitmedim.

'Bana provokatör gözüyle baktılar'

Neyle ilgili ümidinizi kestiniz?

Birinci Abant toplantısında, ben ortak bildiriye ısrarla, ki oylama sonucunda da kabul edilmişti, şu ilkeyi koymuştum: 
Kur’an’ın elbette bir devlet düşüncesi vardır. Ama bu devlet düşüncesi ideal anlamda, doğru anlamda, bugünkü evrensel hukuk devleti düzeninden farklı değildir. İster istemez bir devlet düzenine ihtiyaç vardır. Mazlumlar kendi aralarında örgütlenip bir hukuk devletini kurmazlarsa, elbette zalimler ve ahlak kurallarını tanımayanlar hâkim olacaktır. Bunun için de Hz. Peygamber kendisine biat edenlerle Medine Devleti’ni kurdu. Medine devleti demek, çekirdek devlet demektir. Halen İbranicede de bu anlama gelir. Mesela İsrail medinesi denir. Hukuk devleti anlamındadır. Medine, polisin karşılığıydı. Zaten o sırada imparatorluk haline gelmeden önce bir çekirdek devlet, bir şehir devleti kuruluyordu. Medinenin ismi Yesrib’dir, sonraları Medine şehir ismi gibi oldu. Halbuki düzen kurulduktan sonra Medinetün Nebi dediler. Sonra nebisi de gitti ve Medine sanki şehir ismiymiş gibi kullanılmaya başladı.
Sonrasında Abant toplantılarından çekilmenize ne sebep oldu?
Birinci Abant toplantısında, benim tebliğim tam istediğim gibi girdi. Ancak İkinci Abant toplantısında, beni bertaraf etmeye yönelik önceden bir plan yapıldığını farkettim. Bildiriye etki edecek başkan gibi bir pozisyona seçmediler beni. İkinci Abant toplantısına gitme nedenim Fethullah Gülen olayı dolayısıylaydı. Bir kaset meselesinin Türkiye’ye dönmesini engellemesi, hukuk devletine uygun bir tasarruf değildi. Abant toplantısında bu olayı kınamayı teklif ettim. Fakat bu defa da baktım ki bana âdeta bir provokatör gözüyle bakılmaya başlandı. ‘Bizi devlete karşı kışkırtmak üzere mi geldi’ diye benden şüphelendiler. Çünkü hiç beklemediğim bir şekilde tertipleyicilerin üst seviyede olanlarından birisi kalkarak, “Biz bu sözlerden çok rahatsız oluyoruz. İsterse Fethullah Hoca olsun, suç işlemişse cezasını çeker. Şahıslarla meşgul olmayız, biz ilkelere bakarız” dedi.
Ben de bu kadar acayip bir Muaviye siyasetine çok sinirlenerek, “Siz şu halde İmam Hüseyin’e mektup yazıp davet eden, sonra da onun karşısına çıkan veya evlerde büzülen Kûfelilere benziyorsunuz” dedim.
Sonuç bildirisi okununca baktım ki geçen seferkinin yüz seksen derece zıddı. Ben artık komisyonlar dışında bırakıldığım için şu şekilde hazırlamışlar bildiriyi: İslâmın devlet fikri ve devlet talebi yoktur. Ancak böyle olacağı zaten belliydi. Çünkü daha önce genel kuruldaki toplantılarda kalkıp bana, “Biz çok rahatsız oluyoruz, suçlular cezasını çekmeli” diyen zat söz alarak, “Ben kaç senedir Kur’an okurum. Kur’an’ın hiçbir yerinde bir devlet fikrine, devlet talebine rastlamadım” dedi. Sonra sırayla herkes günah çıkartmaya başladı.
Ertesi gün de böyle olunca, “Geçen sene yazdığınızı buna da koymanız lazım, yoksa bu kadar toplanmamızın ne faydası oldu? Hamiline temennilerinden başka bir şey çıkmadı ortaya,” diye itiraz ettim.
Devam edecek

Hiç yorum yok: