“İnsanlık bir zamanlar tek bir toplumdu (ümmet-i vahide). Sonra Allah, doğru yolda olanları müjdelemek, yoldan çıkanları da uyarmak üzere peygamberler gönderdi. Anlaşmazlığa düştükleri konularda insanlar arasında hüküm versin diye o peygamberlerle beraber adaletin yolunu gösteren kitaplar gönderdi. Ancak kitap verilenler, apaçık deliller geldikten sonra, aralarındaki ihtiras ve zorbalıktan (bağy) ötürü anlaşmazlığa düştüler. Bunun üzerine Allah iman edenlere, anlaşmazlığa düştükleri şeylerde adaletin yolunu gösterdi. Allah yürümek isteyeni doğru yolda yürütür.” (Bakara, 2/213)
Tek toplumu parçalayan temel tavrın bağy yani kin, ihtiras ve zorbalık olduğunu belirgin kılan bu ayet, yine bir diğer ayette çok daha enteresan bir noktayla bütünleşiyor:
“İşte bu sizin ümmetiniz tek bir ümmettir (ümmet-i vahide). Rabbiniz de benim. Daima benim bilincimde olun! Gel gör ki kendi aralarında paramparça olup gruplara ayrıldılar. Her gruba kendini hak, diğerini batıl görmek hoş göründü. Sen onları cehalete batmış olduklarını anlayıncaya kadar kendi hallerine bırak. O elde ettikleri mal ve oğulları, hayırda yarıştırmak için kendilerine özel olarak verdiğimizi mi sanıyorlar? Hayır, anlayamıyorlar. Oysa Rab’lerine karşı korku ve titreme içinde olanlar, Rab’lerinin ayetlerine inananlar, Rab’lerine ortak koşmayanlar, verdiklerini Rab’lerinin huzuruna çıkacaklar diye kalpleri korku ile ürpererek verenler... İşte onlardır hayırda yarışanlar ve onun öncüleri olanlar.” (Muminun, 23/52-61)
Tek toplumu parçalayan yegane görüş, “mal ve oğulları/soyu” kişisel hayır/mülkiyet olarak görmemek, kendilerine verilenleri vermek, hayrın öncüsü olmaktır...
Enteresan bir nokta ise “her grubun kendisini hak, ötekini batıl” görmesi noktasıdır. Evet, esaslı bir kapitalizm analizi var burada...
O halde başlayalım!
İlk çit çevirme: Habil-Kabil
İlk çit çevirme ve akabinde başlayan ayrışmalar, bahçe sahiplerinin daha önce meşru görülmeyen süreçleri meşrulaştırabilmek adına ürettiği “kaide ya da ilkeler” çerçevesinde bir yozlaşma yarattı. Kavganın temel nedeni olan paylaşımı görünmez kılmak için yaratılan “ilüzyonik kavgalar”, gruplara/sınıflara/uluslara ayrılmış insanlık ailesinin, kendi içinde yabancılaşma ve başkalaşma yaşamasını sağladı.
Kur’an’da Habil ve Kabil olarak anılan, tarla-parsel kavgasından doğan, Adem’in/toplumun iki evladı/iki farklı kavim arasındaki mesele, bugün dünyayı kasıp kavuruyor.
Mülk artırma yarışında başı çekenler gündem yaratıyor.
Milletimizin gündemi, Türk-Kürt, Alevi-Sünni olarak biçimlendiriliyor... Hata!
Bugün, örgütlü bir emperyalizm saldırısı söz konusu iken, halen Türk’ün Kürt’e üstünlüğünden bahsediyorsak ya da “Bir Türk dünyaya bedeldir” diyorsak, tek toplum bilincini yitirmişiz demektir.
Ve bu bilinci yitirdiğimiz süreçte bu işten kazançlı çıkan tek odak, bahçe sahipleri, çit çevirenler olmuştur.
Ulus devlet ve emperyalizm
Bugün ulus devletler bir bahçedir, sınırlar çittir. Sınırlar; emperyalizme karşı halkçı-toplumcu bir çerçevede uzlaşılan ittifak nazarınca kalkabilmelidir.
Bir Türk’ün dünyaya bedel olduğunu söylemek, “Dünya eşittir Türk” denkleminin bilinçaltına işlemesini sağlamaktır. Akabinde Türk’ün sıradan bir dünya halkı ile yan yana gelmesi olanaksızlaşır. Irkın, milliyetin üstünlüğü yerine; emperyalizm ile kavganın önem ve mahiyetinin irdelenmesi gereken zamanımızda; kavganın alevlenmemesi adına sürekli fitne üretiliyor, yaftalar, spot giydirmeler yoluyla, zihinler köreltiliyor.
Doğu’nun devrimci alternatifi
Doğu, devrimci alternatifini üretmek zorundadır. Bu alternatifi tartışmak, gündeme getirmek ile mükellefiz. Bunu yapacağız...
Önümüzdeki 6 yazı boyunca, bu alternatifi ele alacağım. Ve köşemden “öncü zihinlere” bu hususta tartışma, kafa patlatma çağrısı yapacağım...
Lakin bugün direnişin kalesi DOĞU’dur. DOĞU’yu anlamadan, DOĞU’nun tarihsel kimliğini, bütünlük ve kamucu geleneğini ihya etmeden, sömürgeci zorbalar karşısında konumlanmak, hele ki ulusçu bir çerçeveden bunu yapabilmek olanaksızlaşmıştır.
Oysaki emperyalizm karşısında açılacak “geniş bir cephe”, özellikle de tetiklenmeye hazır konumlanmış bir “3. dünya çıkar ve menfaat savaşı” öncesinde büyük önem arz etmektedir. Konuşulması gereken esas meselemiz budur. Bunu gündeme getireceğiz...
Büyük üstat İbni Haldun der ki: “Geçmişler geleceğe, suyun suya benzemesinden daha çok benzer.”
Köklü bir tarihsel bakış üzerinden Doğu’yu yeniden inşa etmek, insanlığı; saptığı anayola geri sokacaktır. Hz. Hüseyin’in dediği; “Heyhat! Zillet boyun eğmek bizden uzaktır”. Lakin bu coğrafyada işlerin bu kadar karışması, temelde bir çözülmenin varlığından dolayıdır.
Bugün belirgin biçimde tatbik edilen “küreselleşme” projesi, bölge sınırlarını yeniden biçimlendiriyor. Bu biçimleniş, zulüm eşliğinde gerçekleşen müdahaleler ile başgösterir iken, nasıl olur da Doğu halkları bu kadar sessiz ve sakin durabilir?
Ulusalcılığa karşıtlık
Aslında teorik olarak süreç çok basit bir manipülasyon ile devşirilmiştir. Öncelikle bölgede taşeron yaratmak, akabinde; taşeronların yarattığı dayatmaları, bir yapıya izafe etmek...
Evet, 12 Eylül darbesinden tutun da İngilizlerin gaz pompalayıp icra ettirdiği Dersim ayaklanmasına kadar...
Dersim’de feodal aşiretlere destek sözü verip onların ileri düzeyde taşkınlıklar icra etmesini sağlayan ve akabinde yapılan müdahale üzerinden “insan hakları” safına geçen, kancık bir ideolojiden bahsediyoruz.
Emperyalizm...
Emperyalistler, Sovyetler’in kurulumu ile birlikte; bütün planlarını değiştirdiler. Değişen planlar; Sovyetler’e komşu olmayı öngörmeyen bir süreç üretti. Ki bu yaklaşım, işgalin de sonlanmasına neden oldu. Ancak Türkiye kimseye teslim edilmedi, çünkü ne bunu yapabilecek bir kadro ne de vakit söz konusuydu...
Sovyetler planı bozunca!
Ulus devletler “imparatorluk” düzenini karşısına alıyordu. Çünkü Doğu demek, Osmanlı demektir. Osmanlı demek ise Batı’ya karşı direniş demektir. Haçlı savıcılığı demektir. Hele ki Osmanlı parçalandı ve aslında; bu bir başarı olarak tarihe geçti.
Bundan sonraki aşama, Doğu halklarının arasında iletişimsizlik yaratmak, halkların iç dinamiklerini dinamitlemek ve bu minvalde çalışmak oldu. Sovyetler’in kurulması ile endişeli emperyaller, akabinde gelişen Türkiye direnişine de karşı koyamayıp çekildiler. Ama en azından bir kazanım elde edilmişti, biçimlendirilecek ve tahakküm altına alınacak bir “ulus devlet yapısı” inşa edilmeliydi.
Anti-tez yok mu?
Batı, verimsiz toprak demektir. Nüfus yoğunluğu demektir. Dolayısı ile orada gelişen kapitalizm, yayılma istidatı gösterir. Kaynak gereklidir ve ucuz iş gücü...
Doğu ise verimli ve geniş topraklar, düşük nüfus demektir. Burada gelişen feodalizm ise kapitalizme evrilmeden devrilir. Ya da sabitesini korur. Çünkü kültür-gelenek açısından; değişimci bir burjuvazi üretilemez. Yapı buna müsait değildir. Hele ki Doğu’da “toprakta özel mülkiyetin olmayışı”, burjuva kültürünün ortaya çıkmasını engeller. Ve aslına bakarsanız; Doğu, emperyalist bir süreç üretmez. Evet bana doğumerkezci denilebilir mi? Denilebilir, çünkü öyleyim...
Birleşik cephe!
Hindistan’daki kast sistemine baş kaldırıp bugünkü İran bölgesine yerleşen Persler, tarihsel olarak Doğu’nun en devrimci karakteri olarak karşımıza çıkıyor. Maniheizm, Zerdüşt düalizmi ve Mazdek ekseninde gelişen “anti-mülkiyetçilik” düşüncesi, Doğu tabiatına uygun bir isyan süreci üretmiş, akabinde Hint kast sistemine başkaldırılmıştır.
Ki etnik nedenlerle izah edilen tüm Doğu isyanları bu yaklaşım üzerinden gelişmiştir. Doğu, devrimci dinamikleri ekseninde; bir bütündür. Bu geniş hinterland, tarihsel birliği (tevhid), toplumsal mütabakatı (vahdet) ve bireysel yaşayış kültürü ile bugünün modern(!) Batı kültürünü inşa etmiştir.
Emperyalizm saldırırken!
Türkiye Cumhuriyeti, aynen bu tarihsel birikime dayalı olarak, “hakimiyet-i milliye” ilkesi ile kurulmuştur. Memleket mülküne, milletin hükümdar olduğunu ilan eden bu prensip, mutlak anlamda içi boşaltılmak suretiyle saf dışı bırakıldı. Bu, Cumhuriyet’i Mustafa Kemal’e denkleyip akabinde “sorunlu bir Mustafa Kemal” resmi çizerek yapıldı. Çünkü bu sürecin önüne geçmenin tek yolu budur.
Lakin, ben Cumhuriyet’e; “Yetmez ama EVET!” diyorum!
Çünkü modernizmin getirdiği medenileşme süreci, 1940’ların başında, Batıcılık ya da Batı’ya yöneliş olarak tanımlanarak, Doğu ve Doğu’nun tarihsel birikimine sırt dönen bir ulusçu zihin üretildi. Bu zihin, ulusu mutlak, gerisini muğlak gören bir tutum üretti ki yapısal olarak; Doğu kimliğine uymayan bir pratik süreç gelişti...
Çünkü Doğu, Haçlı emperyalizmine karşı direnirken, “Doğu ordusu” üreterek direnç noktası oluşturur. Ne Türk, ne Laz, ne Arap ordusu; Doğu ordusu...
Örgütlü emperyalizm...
Bugün de emperyalizm örgütlüdür, Haçlı faaliyettedir, o halde ezberleri terk edip Doğu’yu bir görmek, birlik inşa etmek gerekir. Doğu, köklü medeniyetlerin; özgürlüğün beşiğidir. Kapalı toplum yaftası eşliğinde aşılanan “sermayeci demokrasi”, bizim genetiğimize uymaz. GDO’lu ideolojiler, bizi tahrif eder...
Peki Doğu nasıl birleşir?
Bu soruyu yanıtlamak için nasıl ayrıştığını anlamamız gerekecek.
Bunun yanıtını, antropolojik bir okuma üzerinden yapacağız. Ayrılık ve kavganın köklerine ineceğiz, bir tefekkür yolculuğuna çıkacağız...
Yarın, “Medine Sözleşmesi, Karmatiler ve Ümmet-i Vahide” başlıkları altında bu konuyu ele alacağım...
Tek toplumu parçalayan temel tavrın bağy yani kin, ihtiras ve zorbalık olduğunu belirgin kılan bu ayet, yine bir diğer ayette çok daha enteresan bir noktayla bütünleşiyor:
“İşte bu sizin ümmetiniz tek bir ümmettir (ümmet-i vahide). Rabbiniz de benim. Daima benim bilincimde olun! Gel gör ki kendi aralarında paramparça olup gruplara ayrıldılar. Her gruba kendini hak, diğerini batıl görmek hoş göründü. Sen onları cehalete batmış olduklarını anlayıncaya kadar kendi hallerine bırak. O elde ettikleri mal ve oğulları, hayırda yarıştırmak için kendilerine özel olarak verdiğimizi mi sanıyorlar? Hayır, anlayamıyorlar. Oysa Rab’lerine karşı korku ve titreme içinde olanlar, Rab’lerinin ayetlerine inananlar, Rab’lerine ortak koşmayanlar, verdiklerini Rab’lerinin huzuruna çıkacaklar diye kalpleri korku ile ürpererek verenler... İşte onlardır hayırda yarışanlar ve onun öncüleri olanlar.” (Muminun, 23/52-61)
Tek toplumu parçalayan yegane görüş, “mal ve oğulları/soyu” kişisel hayır/mülkiyet olarak görmemek, kendilerine verilenleri vermek, hayrın öncüsü olmaktır...
Enteresan bir nokta ise “her grubun kendisini hak, ötekini batıl” görmesi noktasıdır. Evet, esaslı bir kapitalizm analizi var burada...
O halde başlayalım!
İlk çit çevirme: Habil-Kabil
İlk çit çevirme ve akabinde başlayan ayrışmalar, bahçe sahiplerinin daha önce meşru görülmeyen süreçleri meşrulaştırabilmek adına ürettiği “kaide ya da ilkeler” çerçevesinde bir yozlaşma yarattı. Kavganın temel nedeni olan paylaşımı görünmez kılmak için yaratılan “ilüzyonik kavgalar”, gruplara/sınıflara/uluslara ayrılmış insanlık ailesinin, kendi içinde yabancılaşma ve başkalaşma yaşamasını sağladı.
Kur’an’da Habil ve Kabil olarak anılan, tarla-parsel kavgasından doğan, Adem’in/toplumun iki evladı/iki farklı kavim arasındaki mesele, bugün dünyayı kasıp kavuruyor.
Mülk artırma yarışında başı çekenler gündem yaratıyor.
Milletimizin gündemi, Türk-Kürt, Alevi-Sünni olarak biçimlendiriliyor... Hata!
Bugün, örgütlü bir emperyalizm saldırısı söz konusu iken, halen Türk’ün Kürt’e üstünlüğünden bahsediyorsak ya da “Bir Türk dünyaya bedeldir” diyorsak, tek toplum bilincini yitirmişiz demektir.
Ve bu bilinci yitirdiğimiz süreçte bu işten kazançlı çıkan tek odak, bahçe sahipleri, çit çevirenler olmuştur.
Ulus devlet ve emperyalizm
Bugün ulus devletler bir bahçedir, sınırlar çittir. Sınırlar; emperyalizme karşı halkçı-toplumcu bir çerçevede uzlaşılan ittifak nazarınca kalkabilmelidir.
Bir Türk’ün dünyaya bedel olduğunu söylemek, “Dünya eşittir Türk” denkleminin bilinçaltına işlemesini sağlamaktır. Akabinde Türk’ün sıradan bir dünya halkı ile yan yana gelmesi olanaksızlaşır. Irkın, milliyetin üstünlüğü yerine; emperyalizm ile kavganın önem ve mahiyetinin irdelenmesi gereken zamanımızda; kavganın alevlenmemesi adına sürekli fitne üretiliyor, yaftalar, spot giydirmeler yoluyla, zihinler köreltiliyor.
Doğu’nun devrimci alternatifi
Doğu, devrimci alternatifini üretmek zorundadır. Bu alternatifi tartışmak, gündeme getirmek ile mükellefiz. Bunu yapacağız...
Önümüzdeki 6 yazı boyunca, bu alternatifi ele alacağım. Ve köşemden “öncü zihinlere” bu hususta tartışma, kafa patlatma çağrısı yapacağım...
Lakin bugün direnişin kalesi DOĞU’dur. DOĞU’yu anlamadan, DOĞU’nun tarihsel kimliğini, bütünlük ve kamucu geleneğini ihya etmeden, sömürgeci zorbalar karşısında konumlanmak, hele ki ulusçu bir çerçeveden bunu yapabilmek olanaksızlaşmıştır.
Oysaki emperyalizm karşısında açılacak “geniş bir cephe”, özellikle de tetiklenmeye hazır konumlanmış bir “3. dünya çıkar ve menfaat savaşı” öncesinde büyük önem arz etmektedir. Konuşulması gereken esas meselemiz budur. Bunu gündeme getireceğiz...
Köklü bir tarihsel bakış üzerinden Doğu’yu yeniden inşa etmek, insanlığı; saptığı anayola geri sokacaktır. Hz. Hüseyin’in dediği; “Heyhat! Zillet boyun eğmek bizden uzaktır”. Lakin bu coğrafyada işlerin bu kadar karışması, temelde bir çözülmenin varlığından dolayıdır.
Bugün belirgin biçimde tatbik edilen “küreselleşme” projesi, bölge sınırlarını yeniden biçimlendiriyor. Bu biçimleniş, zulüm eşliğinde gerçekleşen müdahaleler ile başgösterir iken, nasıl olur da Doğu halkları bu kadar sessiz ve sakin durabilir?
Ulusalcılığa karşıtlık
Aslında teorik olarak süreç çok basit bir manipülasyon ile devşirilmiştir. Öncelikle bölgede taşeron yaratmak, akabinde; taşeronların yarattığı dayatmaları, bir yapıya izafe etmek...
Evet, 12 Eylül darbesinden tutun da İngilizlerin gaz pompalayıp icra ettirdiği Dersim ayaklanmasına kadar...
Dersim’de feodal aşiretlere destek sözü verip onların ileri düzeyde taşkınlıklar icra etmesini sağlayan ve akabinde yapılan müdahale üzerinden “insan hakları” safına geçen, kancık bir ideolojiden bahsediyoruz.
Emperyalizm...
Emperyalistler, Sovyetler’in kurulumu ile birlikte; bütün planlarını değiştirdiler. Değişen planlar; Sovyetler’e komşu olmayı öngörmeyen bir süreç üretti. Ki bu yaklaşım, işgalin de sonlanmasına neden oldu. Ancak Türkiye kimseye teslim edilmedi, çünkü ne bunu yapabilecek bir kadro ne de vakit söz konusuydu...
Sovyetler planı bozunca!
Ulus devletler “imparatorluk” düzenini karşısına alıyordu. Çünkü Doğu demek, Osmanlı demektir. Osmanlı demek ise Batı’ya karşı direniş demektir. Haçlı savıcılığı demektir. Hele ki Osmanlı parçalandı ve aslında; bu bir başarı olarak tarihe geçti.
Bundan sonraki aşama, Doğu halklarının arasında iletişimsizlik yaratmak, halkların iç dinamiklerini dinamitlemek ve bu minvalde çalışmak oldu. Sovyetler’in kurulması ile endişeli emperyaller, akabinde gelişen Türkiye direnişine de karşı koyamayıp çekildiler. Ama en azından bir kazanım elde edilmişti, biçimlendirilecek ve tahakküm altına alınacak bir “ulus devlet yapısı” inşa edilmeliydi.
Anti-tez yok mu?
Batı, verimsiz toprak demektir. Nüfus yoğunluğu demektir. Dolayısı ile orada gelişen kapitalizm, yayılma istidatı gösterir. Kaynak gereklidir ve ucuz iş gücü...
Doğu ise verimli ve geniş topraklar, düşük nüfus demektir. Burada gelişen feodalizm ise kapitalizme evrilmeden devrilir. Ya da sabitesini korur. Çünkü kültür-gelenek açısından; değişimci bir burjuvazi üretilemez. Yapı buna müsait değildir. Hele ki Doğu’da “toprakta özel mülkiyetin olmayışı”, burjuva kültürünün ortaya çıkmasını engeller. Ve aslına bakarsanız; Doğu, emperyalist bir süreç üretmez. Evet bana doğumerkezci denilebilir mi? Denilebilir, çünkü öyleyim...
Birleşik cephe!
Hindistan’daki kast sistemine baş kaldırıp bugünkü İran bölgesine yerleşen Persler, tarihsel olarak Doğu’nun en devrimci karakteri olarak karşımıza çıkıyor. Maniheizm, Zerdüşt düalizmi ve Mazdek ekseninde gelişen “anti-mülkiyetçilik” düşüncesi, Doğu tabiatına uygun bir isyan süreci üretmiş, akabinde Hint kast sistemine başkaldırılmıştır.
Ki etnik nedenlerle izah edilen tüm Doğu isyanları bu yaklaşım üzerinden gelişmiştir. Doğu, devrimci dinamikleri ekseninde; bir bütündür. Bu geniş hinterland, tarihsel birliği (tevhid), toplumsal mütabakatı (vahdet) ve bireysel yaşayış kültürü ile bugünün modern(!) Batı kültürünü inşa etmiştir.
Emperyalizm saldırırken!
Türkiye Cumhuriyeti, aynen bu tarihsel birikime dayalı olarak, “hakimiyet-i milliye” ilkesi ile kurulmuştur. Memleket mülküne, milletin hükümdar olduğunu ilan eden bu prensip, mutlak anlamda içi boşaltılmak suretiyle saf dışı bırakıldı. Bu, Cumhuriyet’i Mustafa Kemal’e denkleyip akabinde “sorunlu bir Mustafa Kemal” resmi çizerek yapıldı. Çünkü bu sürecin önüne geçmenin tek yolu budur.
Lakin, ben Cumhuriyet’e; “Yetmez ama EVET!” diyorum!
Çünkü modernizmin getirdiği medenileşme süreci, 1940’ların başında, Batıcılık ya da Batı’ya yöneliş olarak tanımlanarak, Doğu ve Doğu’nun tarihsel birikimine sırt dönen bir ulusçu zihin üretildi. Bu zihin, ulusu mutlak, gerisini muğlak gören bir tutum üretti ki yapısal olarak; Doğu kimliğine uymayan bir pratik süreç gelişti...
Çünkü Doğu, Haçlı emperyalizmine karşı direnirken, “Doğu ordusu” üreterek direnç noktası oluşturur. Ne Türk, ne Laz, ne Arap ordusu; Doğu ordusu...
Örgütlü emperyalizm...
Bugün de emperyalizm örgütlüdür, Haçlı faaliyettedir, o halde ezberleri terk edip Doğu’yu bir görmek, birlik inşa etmek gerekir. Doğu, köklü medeniyetlerin; özgürlüğün beşiğidir. Kapalı toplum yaftası eşliğinde aşılanan “sermayeci demokrasi”, bizim genetiğimize uymaz. GDO’lu ideolojiler, bizi tahrif eder...
Peki Doğu nasıl birleşir?
Bu soruyu yanıtlamak için nasıl ayrıştığını anlamamız gerekecek.
Bunun yanıtını, antropolojik bir okuma üzerinden yapacağız. Ayrılık ve kavganın köklerine ineceğiz, bir tefekkür yolculuğuna çıkacağız...
Yarın, “Medine Sözleşmesi, Karmatiler ve Ümmet-i Vahide” başlıkları altında bu konuyu ele alacağım...
Batı’nın bombalarının düştüğü her yer Doğu’dur. Mustazaf salt manada ezilenler demektir. İstizaf, acze düşürme manasındadır.
Mustazaf kelimesi, acze düşürenin farkına varmış, acizleşme nedenlerini anlamış demektir. Yani genel vaziyetteki sorunların kaynağını çözmüş kişi manasındadır.
Kur’an’da bu durumun farkında olmayanlar için “miskin” ifadesi geçer. Miskin, sakinleştirilmiş manasına geldiği gibi, acze düşme nedenlerinin farkına varamamış, sınıfsal bilince erişememiş gibi anlamlar içerir.
Lakin bütün bu kavramlar, doğasında ve fıtratında ezikliğin olduğu anlamına gelmeyip kendi dışındaki etkenlerden ötürü acze düşürülmüş olan manasına gelir. Yani tüm acziyetlerin, dışsal koşulları vardır.
O halde bu koşulları tanımlamak veya tanımlayamamak arasında bir fark oluşur.
“O ülkede Firavun kendini büyüklük duygusuna kaptırmış ve ülke halkını kastlara, sınıflara ayırmıştı. (Öyle ki) onlardan bir kısmını iyice hor ve güçsüz görmek (yestedufi) istiyor, (ve bunun için de) erkek çocuklarını öldürüyor, kadınlarını sağ bırakıyordu: Çünkü o, gerçekten de, bozgunculuk çıkarmak isteyen kimselerdendi.” (28/4)
Firavun’un hor ve güçsüz hale getirmek için yaptığı iş ayette gösteriliyor. (Yestedufi) mustazaflaştıran Firavun, bunu yapmak için halkı kastlara, sınıflara ayırıyor. Tüm bunlar onun bozguncu eğilimlerinden ileri geliyor.
Firavun vurdukça, sınıflar arası uçurum genişliyor ve halkın direnci kırılıyor. Kur’an, bu tip; sınıfsal konum ve durumundan bi haber olan ezilmişliği “cehennem ile müjdeliyor”.
Ezilenler cehenneme!
“Melekler, kendilerine zulmeden kimselere canlarını alırken soracaklar: ‘Neyiniz vardı sizin?’ Onlar ‘Biz, yeryüzünde çok güçsüzdük’ (müstedafine) diye cevap verecekler. (Melekler), ‘Allah’ın arzı, sizin kötülük diyarını terk etmenize yetecek kadar geniş değil miydi?’ diyecekler. Böylelerinin varış yeri cehennemdir, ne kötü bir varış yeri!” (4/97) (Nisa)
Bu ayeti anlamanın yolu şu ayeti görmektir:
“... La tezlimune vela tuzlemune / Ne zulmedersiniz ne de size zulmederler.” (2/279)
“Vela tuzlemune” ibaresinin, “Ne de size zulmederler” diye çevrilse de geniş zamanlı ele alınması gerekir.
“Ne de size ZULMEDEBİLİRLER.”
Şimdi pasajın başındaki “cehennem tehdidi” bölümünü yineleyiniz. Tekrar okuyunuz. Firavun’un tağuti zorbalığı karşısındaki susuş, kendine zulmettirme eğilimi, sınıfsal kimliğini anlayamama durumu, cehennem müjdesine mazhar olmuştur.
Gerçek mustazaf kimdir?
Efendim Kur’an’da geçen “din günü” (yevm’id’din) ibaresi, yaklaşık 12 yerde vurgulanır.
“Sizi ateşe sokan nedir? (diye sorulunca) ‘Biz salât etmez, yoksulu doyurmaz, dalanlarla beraber dalardık. ‘DİN GÜNÜ’nü yalan sayardık. Apaçık gerçek (yakîn) gelinceye kadar böyleydik.” (Müddesssir; 42-47)
“Her şeyi kendine ait kılıp toplayanlar (ashâb-ı şimâl)... Nedir acaba bunların karşılaşacakları? İçlerine işleyen bir ateş ve kaynar su... Kapkara boğucu bir duman... Ne serinletir ne rahatlatır... Çünkü onlar geçmişte kavmin zenginlikten şımarmış ileri gelenleri (mutrefîn) idiler. En büyük günahta ısrar ediyorlardı. Diyorlardı ki: ‘Biz ölüp toz toprak olduktan sonra, tekrar mı diriltileceğiz? Üstelik önceki atalarımızla birlikte!’ Söyle onlara: ‘Öncekilerin ve sonrakilerin hepsi belli bir günün belli bir vaktinde toplanacaklar.’ Sonra siz, ey sapkın inkarcılar! Mutlaka zakkum ağacından yiyeceksiniz. Karınlarınızı onunla dolduracaksınız. Üstüne de kaynar su içeceksiniz. Doymak bilmez susuz develer gibi içeceksiniz. İşte bu ‘DİN GÜNÜ’nde onların ziyafetidir!” (Vakıa; 41-56)
Ashab’ı Şimal, Kur’an’da geçen ashab’ı cenne (bahçe sahipleri) ifadesinin diğer söylenişidir. Ashab’ı cenne (bahçe sahipleri) kıssası bildiğiniz üzere, yeryüzünde cereyan eden bir tarla-parsel kavgasına işaret eder. O kavgada, kamunun yararlandığı bahçelerin etrafına çit çevirdiği için “cennet ortamını cehenneme çevirdiği” için bazı bahçe sahipleri eleştirilir. Hatta o kıssa, Habil-Kabil kavgasının teferruatıdır.
Dolayısı ile bu ayetlerde kastedilen süreç, dünyevi bir süreçtir. Çeşitli betimlemeler ile kinayeler ile resmedilen bu süreç için Kur’an, “DİN GÜNÜ” diyor...
‘Din Günü’nü yalan sayanlar
Efendim sadece ezenler değil, “Din Günü”ne yani “DEVRİM”e inanmayan ezilenler de cehennemlik olarak tanımlanır. Bütün kitaplarımda ve çeşitli makalelerimde de belirttiğim gibi, bu ayetler yeryüzüne ait misaller ihtiva ettiğinden, cehennemleri de yeryüzü cehennemleridir.
Firavun ayetinde de belirtildiği gibi, Firavun halkı sınıflara böler iken, mazlum hale geçenler bu durum karşısında konumlanmıyorsa, oluşturulan yeni toplum yapısının bir parçası olmaya mahkumdur.
Öyle ki cehennemi/sınıflı toplumu var eden ana etkenlere dönüşmeleri kaçınılmazdır.
O halde mustazaflar birliği, sınıf bilincine erişenler elinde yükselecek bir süreçtir. Ve karşısında tağutlar, zorbalar, firavunlar olacaktır. Bugünün deyimi ile emperyalizm ve Allah’sız kapitalizm...
“Miskini doyurmaya teşvik” ibaresi geçen ayetlerdeki kasıt, AFYONLANMIŞ kimselerin zihninin açılması için gayret etmektir. Çünkü ezilenler, sınıf bilincine erişmedikçe; ezen ile ezilen arasındaki ensest ilişkinin yok olması beklenemez.
Bu açılardan meselemizi ele almaya devam edeceğiz...
En devrimci selam ve muhabbetlerimle.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder