"Maviler giyinmiş bir sabah...
Yazı masamın başındayım...
Belden aşağısı tutmayan bir bilim insanının, yazarın öyküsünü anlatmak çok zor benim için.
18 yıllık sürgün yaşamı da, Türkiye’ye dönüşü tekerlekli sandalyede geçti onun.
Umutsuz bir umutla ölmek...
Gövdesi parçalanmış bir çınar ağacının ölümü gibidir.
Yurtsever olmak yürek ister...
Bir çınar devrildi...
Gövdesinin kabukları parçalandı...
Bir donanma fişeği sanki güneşin içinde.
Bir acı, bir hüzün, bir sevda, bir şiir...
Onurlu olmak, onurlu yaşamak."
HİKMET ÇETİNKAYA
" Tanilli hakkında beraat kararı verilmesine karşın 1983’te YÖK’ün üniversitelere yazı göndererek Uygarlık Tarihi kitabının okutulmasını yasakladığını anlatarak“ Tüm bunların amacı, kitabın yayılmasını engellemek, soru sorabilen öğrenciyi engellemekti” dedi. Gazetemiz yazarı ve şair Ataol Behramoğlu da Tanilli’ye silahlı saldırıda bulunanların cezalandırılmadığını vurguladı. Behramoğlu, “Güle güle Server Ağabey. Işığın hep bizimle olacak” dedi."
ERDOĞAN TEZİÇ
"Büyük aydınlanma devrimcisi Server Tanilli öğretmenimizi 29 Kasım'da kaybettik. Daha iki hafta önce Silivri'ye gidip Ergenekon davasını izlemiş, Vardiya Bizde Platformu çadırlarına konuk olmuştu.
Yaşamının sonuna kadar büyük dirençle mücadele etti. Sadece mücadelesiyle değil, yazdıklarıyla da aydın olmanın erdemini ispatladı.
Unutulmayacak kuşkusuz...
Peki, Server Tanilli'yi yargılayanları, vuranları unutacak mıyız?
Hangi davasını yazalım...
Vurulma sürecinde gidenbir "adli vaka"dan bahsetmek şart:
Server Tanilli Sosyal bilgilerde (İ. İ. T. İ. A. Şişili Sosyal Bilgiler Yüksek Okulu) öğretim üyesidir.
"Uygarlık tarihi" dersi vermektedir.Ders notlarını 7 Nisan 1973'te kitap haline getirdi. Ve ne ilginçtir ki, 25 Nisan 1973'te İstanbul Emniyet Müdürlüğü'ne tarihsiz, imzasız bir mektup gönderildi:
"Kitapta komünizm propagandası yapılıyordu."
Polis yine o dönemde "insaflıymış", burumu üniversiteye bildirdi. Üniversite, Ord. Prof. Reşat Kaynar başkanlığında, Prof. Dr. Süleyman Barda ve Prof. Dr. Vakur Versan üyeliğinde 7 Mayıs 1973'te kararını verdiler: Eser bilimseldir, ideolojik yönü yoktur...
Ancak "birileri"nin meseleyi kapatmaya hiç niyeti yoktur.
Üniversite rektörü Prof. Dr. Haluk Alp 14 Nisan 1975'te istenilen raporu alabilmekiçin "zata mahsus" bir yazıyla Prof. Dr. Nurullah Kunter'i görevlendirdi.
İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğretim üyesi Kunter, 5 Mayıs 1975'te çalışmaya başlar, 27 Eylül 1975'te 15 sayfalık raporunu verir: kitap komünizm propagandası yapmaktadır!
Ve bu rapora bakarak, DevletGüvenlik Mahkemesi 30 Eylül 1975'te davayı açtı.
Server Tanilli 18Aralık 1975'te ilk duruşmaya çıktı. Öğrencilerine Çaykovski, Mahzuni dinleterek komünizm propagandası yapmadığını,"uygarlık Tarihi"ni anlattığını söyledi. "Bilim adamı, bilimsel çalışmalarından dolayı mahkemelere hesap vermez" dedi.
O günlerde Aziz Nesin, Yaşar Kemal, Can Yücel, İlhan Selçuk, Ruhi Su gibi 774 onurlu ses, bildiriyle davayı kınadılar. Düşünce özgürlüğünü savundular.
Server Tanilli'nin davası 31 Mart 1978'de beraatle sonuçlandı.Bir hafta sonra:
7 Nisan 1978'de Server Tanilli'yi vurdular. Hayatı kurtuldu ama o günden sonra tekerlekli sandalyeye mahkum oldu.
Server Tanilli'yi susturamadılar. Aydınlanma yolundan alıkoyamadılar. Yaşamını "fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür" gençler yetiştirmeye adadı. Ve inanıyoruz ki gün gelecek Server Tanilli'nin adı üniversitelere isim verilecek.
Onu yargılayanları, vuranları, bilirkişileri kimse hatırlamayacak bile...
Server Tanilli ölümsüzlüğe yürümüştür..."
ODA TV
"Büyük aydınlanma devrimcisi Server Tanilli öğretmenimizi 29 Kasım'da kaybettik. Daha iki hafta önce Silivri'ye gidip Ergenekon davasını izlemiş, Vardiya Bizde Platformu çadırlarına konuk olmuştu.
Yaşamının sonuna kadar büyük dirençle mücadele etti. Sadece mücadelesiyle değil, yazdıklarıyla da aydın olmanın erdemini ispatladı.
Unutulmayacak kuşkusuz...
Peki, Server Tanilli'yi yargılayanları, vuranları unutacak mıyız?
Hangi davasını yazalım...
Vurulma sürecinde giden
Server Tanilli Sosyal bilgilerde (İ. İ. T. İ. A. Şişili Sosyal Bilgiler Yüksek Okulu) öğretim üyesidir.
"Uygarlık tarihi" dersi vermektedir.
"Kitapta komünizm propagandası yapılıyordu."
Polis yine o dönemde "insaflıymış", burumu üniversiteye bildirdi. Üniversite, Ord. Prof. Reşat Kaynar başkanlığında, Prof. Dr. Süleyman Barda ve Prof. Dr. Vakur Versan üyeliğinde 7 Mayıs 1973'te kararını verdiler: Eser bilimseldir, ideolojik yönü yoktur...
Ancak "birileri"nin meseleyi kapatmaya hiç niyeti yoktur.
Üniversite rektörü Prof. Dr. Haluk Alp 14 Nisan 1975'te istenilen raporu alabilmek
İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğretim üyesi Kunter, 5 Mayıs 1975'te çalışmaya başlar, 27 Eylül 1975'te 15 sayfalık raporunu verir: kitap komünizm propagandası yapmaktadır!
Ve bu rapora bakarak, Devlet
Server Tanilli 18
O günlerde Aziz Nesin, Yaşar Kemal, Can Yücel, İlhan Selçuk, Ruhi Su gibi 774 onurlu ses, bildiriyle davayı kınadılar. Düşünce özgürlüğünü savundular.
Server Tanilli'nin davası 31 Mart 1978'de beraatle sonuçlandı.
7 Nisan 1978'de Server Tanilli'yi vurdular. Hayatı kurtuldu ama o günden sonra tekerlekli sandalyeye mahkum oldu.
Server Tanilli'yi susturamadılar. Aydınlanma yolundan alıkoyamadılar. Yaşamını "fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür" gençler yetiştirmeye adadı. Ve inanıyoruz ki gün gelecek Server Tanilli'nin adı üniversitelere isim verilecek.
Onu yargılayanları, vuranları, bilirkişileri kimse hatırlamayacak bile...
Server Tanilli ölümsüzlüğe yürümüştür..."
ODA TV
İbn Fadlan, Seyahatnamesinde, bir Türk kavmi olan Volga Bulgarlarının ilginç bir göreneklerinden söz eder. Topluma yenilikler öneren, çok akıllı insanları “Tanrıya yakın olsunlar” diye canlı canlı ağacın en tepesine bağlar ve orada kuruturlarmış. Türk tarihçiliğinin ustalarından Zeki Velid'i Togan, bu uygulamayı düzeni koruma mekanizmasıyla açıklar.
Son örnekler:
Hikmet Gökalp ve Server Tanilli
Birbiri ardı sıra kaybettiğimiz Prof. Dr. Hikmet Gökalp ve Prof. Dr. Server Tanilli, bizim 150 yıldır güneşin altında kurutulan aydınlarımızın son örnekleridir.
Evet, bu bir katliamdır, aydın katliamı.
Yurdunda soluk alamayan bilim
Prof. Dr. Hikmet Gökalp, parlak bir felsefecidir. Ona gericilik, öz yurdunda soluk aldırmamıştır. Paris’te Türkiye hasretiyle yana yana yaşamıştır. UNESCO’daki görevleri nedeniyle, Türkiye seçkinleri oğlu Altan Gökalp‘i tanır; Hikmet Gökalp pek bilinmez. Ama asıl büyük değerdir. Akademik çalışmalarına Dil Tarih Coğrafya Fakültesi’nde başlamış, sonra İtalya’da Pareto üzerine tezler üretmiş, 94 yaşında son nefesine kadar bilimle ve felsefeyle yaşamıştır. Marx’ın felsefesi üzerine Praxiolojie başlıklı Fransızca kitabı mutlaka dilimize kazandırılmalıdır. Hikmet Gökalp, 24 ayar bilim adamı, halis aydındır. Devrimci aydın ahlakının timsalidir. Devlet-Ulus adlı kitabı, Türk Devrimi üzerine özgün tezler içerir.
Meçhul erdemli
20 yıldır İşçi Partisi üyesidir; disiplinli bir partilidir. Paris’e her gidişimde onunla geçirdiğimiz saatler, eşsiz bir mutluluk kaynağıdır. Derin bilimsel-felsefi birikiminden erdemli kişiliğe uzanan çileli yolu, onun varlığında tanırsınız.
Reklam ışıklarındaki Soros enteli değildir; felsefenin meçhul askeriydi; insanlıktan alacağı olmayan meçhul erdemliydi.
Aydın katliamı yalnız vurarak, kırarak, kurşunlayarak, hapislerde çürüterek yürütülmemiştir. Aydın sürülmesi de 150 yıllık cinayettir.
Vurulduğu gün
Server Tanilli’nin vurulduğu günleri hatırlıyorum. Yoğun bakımda yanına aldıkları birkaç arkadaşından biriydim. Göz kapaklarıyla ve yumruğunu sıkarak vermişti mesajını. Göz göze gelince, göstergelerin ibresi atmaya başladı. Doktor, “Sizi görünce kalp vuruşları hızlandı.” dedi. Savaş devam ediyordu. O 33 yıldır hem gericilikle, hem ölümle savaştı.
“İki bacağımı geri almak için”
Ataol Behramoğlu, Cumartesi günü köşesinde Tanilli’nin savaşını kendi dizeleriyle yazdı. “İki bacağımı savaşta kaybettim” diyordu ve artık “İki bacağını kazanmak için” savaşıyordu (Cumhuriyet, 3 Aralık 2011). Bağımsız ve özgür Türkiye, ona iki bacağını geri verecekti.
Kürsüde derslerini gezerek anlatmasıyla daha çok sevilirdi. “Doğu Arkadaş” diyordu, “Yürüyemediğime değil, ama dersleri yürüyerek anlatamadığıma yanıyorum.”
Teslim edilmeyecek kale
Strasbourg’ta ziyaret ederdim. Avrupa kentlerinde buluşmalarımız oldu. Ağır yaşam koşullarında çalışma azmini ve umutlarını hep ateşli gördüm.
1960’larda dava arkadaşıydık, 1970’lerde cürüm ortağı olduk. “Faşizmin Yalanları” adlı kitabına, benim “Bozkurt Efsaneleri ve Gerçek” adlı incelememi 40-50 sayfa almıştı. İkimize de 7,5 yıl kesmişlerdi.
Onun sosyalistliği, uygarlık birikimiyle beslenirdi ve Atatürk Devrimi, ölünecek ama teslim edilmeyecek kaleydi. Prof. Dr. Hüseyin Nail Kubalı ve büyük bilim adamımız Prof. Dr. Tarık Zafer Tunaya’dan feyz almıştı. Hocalarına derin bağlılığı vardı.
Son 2 yüzyılın kırımı
Saatli Maarif Takvimi’nin yapraklarının arkasında büyük katliamlar da kayıtlıdır elbette. Örneğin Kahramanmaraş katliamının yıldönümüne az kaldı, 19 Aralık 1978 günüdür. Madımak’ta aydınlarımızın yakılması, 2 Temmuz 1993.
Yüzyılı aşan bir zaman dilimini kana boyayan kırımlar da yaşandı bu topraklarda: 16.-17. yüzyılların Kızılbaş ve Celali kırımları ve son iki yüzyılımızın Aydın kırımı.
Mithat Paşa ve Namık Kemal’lerden Hikmet Gökalp ve Server Tanilli’lere kadar, boğdurulan, hapsedilen, sürülen ve kırılan devrimci aydın; bizim büyük geleneğimizdir ve büyük özgüven kaynağımızdır.
DOĞU PERİNÇEK
Sevgili Dostum Server Tanilli
Türkiye’nin başına bela olan kimi resmi dayanaklı bazı odaklar, bir zavallı maşa tutarak öldürme amaçlı o menfur suikastı planlamışlardı. Kendilerini o kadar güçlü ve sorumsuz sayıyorlardı ki, bu planlarıyla, adeta, DGM’nin “eksik bıraktığı” işi tamamladıklarını kanıtlıyorlardı.
Onu böyle anmaya yetkim var; çünkü 60 yıl kadar önce İstanbul Üniversitesi’nin Hukuk Fakültesi’nde başlayan ve aralıksız yıllarca süren kardeşlik yapısında bir dostluktur bu sözünü ettiğim. 20’li yaşların başlangıcında, aynı heyecan ve çabayla dersleri izleyen, dünyayı tanımaya çalışan, geleceğe ait hayallerini, planlarını birbirine aktaran, düşünceye, düşünce üretmeye meraklı, şiire, edebiyata düşkün, birbirini anlayan, iki“gerçek” dost...
Bu “mukaddime”nin amacı, doğal olarak, size bu ikili içinde kendimi anlatmak değil, yıllar yılı tanıdığım aziz dostumla ilgili, onun kimlik ve kişiliğini de yansıtan kimi anıları nakletmeye çalışmaktır. Bunları anlatırken, ciddi bir sıralama ile bağlı kalmak istemiyorum. Biraz dağınık, aklıma geldiği sırayla anlatacağım. Ama ilk olarak, korkularla dolu 1978 yılının ortasında, onun Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde yaptığı görkemli savunmanın son cümlesi ile başlamalıyım: “Ben içinde yaşadığım çağa ve topluma karşı bir bilim adamı olarak sorumluluğumu yerine getirdim. Şimdi sorumluluk sırası sizdedir. (1)” Salondaki dinleyicilerin nefeslerini tutarak dinledikleri bu cümleler içinde asker görevli ve kökenlisi de bulunan DGM’nin yargıçlarının, kendilerinden sonra ortaya çıkacak bu türden siyasal ağırlıklı davalara bakacak yargıçlara ders ve örnek olarak bir aklama işlemi ile sonuçlanmıştı. Ama bunun ardından, kısa bir süre sonra, Türkiye’nin başına bela olan kimi resmi dayanaklı bazı odaklar, bir zavallı maşa tutarak öldürme amaçlı o menfur suikastı planlamışlardı. Kendilerini o kadar güçlü ve sorumsuz sayıyorlardı ki, bu planlarıyla, adeta, DGM’nin “eksik bıraktığı” işi tamamladıklarını kanıtlıyorlardı.
Ağır yaralı Tanilli, Haydarpaşa Numune Hastanesi’ne yatırıldı. Bu aşamada sözü biraz geriye götürüp, Server’in DGM önüne çıkarılması sürecine değinmem gerekiyor. Böyle bir suç ihbarı yapılınca -ki bu her dönemde rastlanan ve var olan “muhbir”in işidir- Öğretim Üyeleri Derneği İstanbul Şubesi, İstanbul Üniversitesi’nin çok saygın üç profesöründen kurulan bir kurul oluşturuldu. Üniversiteler Kanunu’nda -memurlar yasasındakine paralel- bir düzenleme vardı; buna göre öğretim üyesi hakkında bir suç işlemiş olduğu ithamı varsa, konu önce idari karara (Üniversite Yönetim Kurulu tarafından “lüzum-ı muhakeme”kararına) bağlanmalı idi. İşte, yine muhbir-i sadıklar harekete geçip, buna karşı çıkarak, basında, işlendiğini söyledikleri suçun, DGM Yasası’nda doğrudan savcılıkla kovuşturularak (yani idari kararı gerektirmeyecek) bir suç olduğunu iddia ettiler.
Bir cezacı bilirkişi
Halbuki 3 saygın profesörün raporunda, soruşturma konusu yazı ve yapıtlarda böyle bir suç olmadığı sonucu saptanmıştı. Buna karşılık savcılık, üzerindeki baskıyı bertaraf etmek için, bir cezacı bilirkişiye başvurdu. Bilirkişi on sayfa boyunca, Server’in nasıl“ağır suçlar” işlemiş olduğunu şehvetle ve köpürterek anlattıktan sonra buna göre “Hiç kuşkusuz savcı tarafından idari karar beklenmesi gerekmez” hükmüne varmıştı. Bu sonuç, o zatın Server’in doçentliğe atanmasına ilişkin Kurul işleminde verdiği aleyhte oyun boşa gitmesinin “intikam hükmü” idi. (Bunun üzerine, bizim gibilerin fikir ve davranışlarından uzak duran yaşlı bir hocanın, beni, avluda çevirip, “Gördün mü meslekdaş haini, celladı” dediğini hiç unutmuyorum).
Çıkarılan söylenti
Server’in hastanedeki durumu pek iyi değildi. Üstelik şöyle bir tehlike belirmişti: “İş”in yine yarım kaldığından memnun olmayan odakların, hastaneyi basıp işi “bitirmek”istedikleri söylentisi yayılmıştı. Bunun üzerinde hocalarına yakın ve becerikli öğrenciler derhal bir örgütleme yaparak, en az iki kişilik gruplar halinde hastanede nöbet düzeni kurdular. (Aralarında kız öğrencilerin bulunduğu öğrencilerin hepsinin adını ve kimliğini anımsamıyorum. Önderleri sanırımŞener Yardım ve Erdoğan Kısacık’tı.)
Bu aşamadan sonra, önce Almanya’da ve İngiltere’de, en sonra da Rusya’da tedavi evresi geldi. Her üç ülkede de, felci iyileştirecek bir çare yoktu. Sadece“güçlendirme” eğitimi veriliyordu. Bu arada, yine Öğretim Üyeleri Derneği’nin girişimi ile bir yardım kampanyası açılmıştı: Server’in evi yoktu; kirada oturuyordu. Yurtdışından dönünce bir konuta ihtiyacı olacaktı. Çok üzücü bazı “gözlemlere” karşın bu kampanya sonucunda (inşaatı yapan yapımcının binaya girişi ve katı tekerlekli sandalyeye mahkûm kişiye göre inşa etmesi ile) Göztepe’deki daire alındı ve hazırlandı.
Öğrencilerinin ve hocanın bakımı ile ilgilenen karı-kocanın ihtimamı ile oldukça sakıntısız bir faz’a geçilmişti. Bu ortamda, sıra geniş kapsamlı yayın projelerinin gerçekleşmesi aşamasına da gelmişti.
Şimdi biraz geriye gidelim, önce gülünç bir olayı nakledeyim: Üçüncü sınıfta eşya hukuku dersi veriyordum. Ders çıkışı öğrencilerden biri yanıma geldi; özel olarak görüşmek istiyormuş. “Söyle” dedim “Olmaz, odanıza gidelim” dedi. Anladım, aynı zamanda emniyette görevli bir öğrenciydi. Neyse yukarıya çıktık, odaya girince; “Biz seni çok severiz” dedi. Herhalde polisi kastediyordu. Evet, dedim; birdenbire “Sizin askeri kesimle irtibatınızı tespit ettik; telefonda şifreli olarak görüşüyorsunuz”demez mi! Terslendim, hiddetle, “Yok böyle bir şey, yanlışın var” dedim. “Biz yanılmayız hoca” dedi ve çıktı gitti. Kendi kendime günlerce düşündüm. Bu bir “tahrik” miydi? Derken, Bakırköy Askerlik Şubesi’nden gelen bir telefonla mesele çözüldü: Server Tanilli Yedek Subay olarak Bakırköy Askerlik Şubesi’nde Şube mülhakı Teğmen olarak askerlik yapıyordu. Benim kayınbiraderim de Bakırköy nüfusuna kayıtlı idi ve tam bir bedeni kireçlenme rahatsızlığı dolayısıyla askerlikten muafiyet işlemi için Şube’ce Ankara Gülhane Hastanesi’ne sevk edilmişti. İşte askeri kesimle “muhaberat”ım, kayınbiraderin işlemleri hakkında sevgili Server’le yaptığım telefon görüşmeleri idi! Bu olaya sonradan epeyce gülmüştük.
Sözümü bağlamak için şunu ekleyeyim: Server’in, hukukçuluğunun ağır bastığı dönemde, yeni yürürlüğe girmiş olan 1961 Anayasası’nın sosyalizme açık olup olmadığı tartışılıyordu. Muhataplarının bu konudaki uzun tahlillerinden sıkılıp, biraz da hiddetle,“Arkadaşlar bir memlekette şartlar oluşmuşsa, sosyalizm oranın anayasası acaba bana açık mı kapalı mı diye bakmaz, geliverir!” demişti. Tartışma, bu vecize gibi sözle kapanmıştı!
(1) Savunmanın tam metni için, Cumhuriyet 4 Aralık sayısında, Ali Selim Kuşcu’nun makalesine bkz.
Aydın AYBAY
Server Hocam Nereye?
1990’lı yılların ortasıydı. Art arda teröre kurban verdiğimiz Prof. Muammer Aksoy, Doç. Bahriye Üçok, Çetin
Emeç, Turan Dursun’un acısı dinmeden,Uğur Mumcu’yu kaybedişimizi sorguladığımız günlerdi. Türkiye’deki görev süresi dolan, özel ilgi alanlarından biri de Türkiye tarihi olan bir büyükelçi ile sohbet ediyorduk.“Bana göre ülkenizi bekleyen önemli tehlikelerden biri şu” dedi, devam etti:
“Türkiye’ye, Türkiye’nin sorunlarına Ankara’dan bakan aydın sayınız azalıyor. Bu azalma hissedilmeye başlandı mı, arkası çok hızlı gelir...”
Prof. Server Tanilli Hoca’yı kaybettiğimizi öğrendiğimde, karşılıklı sohbetlerimizden, Silivri ziyaretlerinden önce aklıma ilk bu anım geldi.
Prof. Tanilli Hoca kendisini dünya ölçeğinde kabul ettirmiş, Avrupa’da da dersler vermiş, ama Anadolu gözlüğünü hiç bırakmamış bir aydındı.
On yılların öncesinden bugüne, bugünden on yıllar sonrasına bakan, analiz üreten bir araştırmacıydı, tarihçiydi. Gazetelerin çoğunun, ölümünü, “Uygarlık tarihi hocasını yitirdi” başlığıyla duyurması, yakışan bir tanım.
Prof. Tanilli’nin ürettiği kitapların sadece başlığı bile insana, “Dünü, bugünü, yarını öğrenmek istiyorsan, bunları okumalısın” dedirtiyor.
“Uygarlık Tarihi, Devlet ve Demokrasi”, “Yüzyılların Gerçeği ve Mirası” (bütün yeryüzünü kapsayan 6 cilt), “Yaratıcı Aklın Sentezi”, “Değişimin Diyalektiği ve Devrim”, “Dünyayı Değiştiren On Yıl”, “Anayasalar ve Siyasal Belgeler”, “Nasıl Bir Demokrasi İstiyoruz”, “İslam, Çağımıza Yanıt Verebilir mi?”, “Nasıl Bir Eğitim İstiyoruz?”, “Din ve Politika”, “Voltaire ve Aydınlanma”, “Ne Olursa Olsun Savaşıyorlar, Kadın Sorunlarının Neresindeyiz?”
Server Hoca bu kitap üretkenliğinin yanında, iyi bir insani ilişkiler ustasıydı. O tok ve güven veren sesiyle selam verdiği herkesi kapsama alanı içine alırdı.
Kitap fuarlarında yazarlar genel olarak programlanmış saat diliminde gelirler, kitaplarını imzalarlar, giderler. Prof. Tanilli öyle yapmazdı. Saatlerce, hatta günlerce fuarda kalır, okurlarla sohbet eder, onlara anlatır, onları dinlerdi.
Her dönemin faşizmine, baskılarına direnen Prof. Tanilli, bütün bunları vücuduna karşı da direnerek yaptı. 7 Nisan 1978’de İstanbul Üniversitesi öğretim üyesiyken uğradığı terör saldırısı sonucu göğsüne aldığı kurşunlarla yaralanan Prof. Tanilli, o tarihten sonra tekerlekli sandalye ile yaşamını sürdürdü.
Uzun oturmaların arasında bazen ellerinin üzerinde doğrularak kimi hareketler yapması gerekirdi. Bunu saçlarını karıştırıyormuş rahatlığıyla yaparken sohbetini sürdürürdü.
Bu haliyle Server Hoca, 2009 1 Mayısı’nda Taksim’e ilk girenlerdendi. Çünkü o, iradesiyle, direnciyle koşuyordu.
Bütün içtenliğimle paylaşmam gerekirse ben de bir öğretmenimi, bir aile büyüğümü, birçok sevenimi yitirdim.
En son 23 Eylül 2011 Cuma günü Silivri duruşma salonuna gelmişti. Uzun süren tedavisinin ardından dışarı çıkabilecek güç bulduğunda, soluğu karşımızda almıştı. Ayaklarına karşı direnen Server Hoca’yı sesi de terk etmişti. Ama yine de bir şeyler anlatmak için zorluyordu. Ses olmayınca ellerini denedi. O da olmayınca gözyaşlarıyla seslendi.
O akşam koğuşa geldiğimde direnç tellerine enerji yüklerken şunu söyledim kendime:
“Bak oğlum, sırf Server Hoca’nın şu sevgisini hak etmek bile her şeye değer...”
Ahh Server Hocam, nereye?
Hani sabırsızlıkla bekliyordunuz?
Sevgili Dostum Server Tanilli
Türkiye’nin başına bela olan kimi resmi dayanaklı bazı odaklar, bir zavallı maşa tutarak öldürme amaçlı o menfur suikastı planlamışlardı. Kendilerini o kadar güçlü ve sorumsuz sayıyorlardı ki, bu planlarıyla, adeta, DGM’nin “eksik bıraktığı” işi tamamladıklarını kanıtlıyorlardı.
Onu böyle anmaya yetkim var; çünkü 60 yıl kadar önce İstanbul Üniversitesi’nin Hukuk Fakültesi’nde başlayan ve aralıksız yıllarca süren kardeşlik yapısında bir dostluktur bu sözünü ettiğim. 20’li yaşların başlangıcında, aynı heyecan ve çabayla dersleri izleyen, dünyayı tanımaya çalışan, geleceğe ait hayallerini, planlarını birbirine aktaran, düşünceye, düşünce üretmeye meraklı, şiire, edebiyata düşkün, birbirini anlayan, iki“gerçek” dost...
Bu “mukaddime”nin amacı, doğal olarak, size bu ikili içinde kendimi anlatmak değil, yıllar yılı tanıdığım aziz dostumla ilgili, onun kimlik ve kişiliğini de yansıtan kimi anıları nakletmeye çalışmaktır. Bunları anlatırken, ciddi bir sıralama ile bağlı kalmak istemiyorum. Biraz dağınık, aklıma geldiği sırayla anlatacağım. Ama ilk olarak, korkularla dolu 1978 yılının ortasında, onun Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde yaptığı görkemli savunmanın son cümlesi ile başlamalıyım: “Ben içinde yaşadığım çağa ve topluma karşı bir bilim adamı olarak sorumluluğumu yerine getirdim. Şimdi sorumluluk sırası sizdedir. (1)” Salondaki dinleyicilerin nefeslerini tutarak dinledikleri bu cümleler içinde asker görevli ve kökenlisi de bulunan DGM’nin yargıçlarının, kendilerinden sonra ortaya çıkacak bu türden siyasal ağırlıklı davalara bakacak yargıçlara ders ve örnek olarak bir aklama işlemi ile sonuçlanmıştı. Ama bunun ardından, kısa bir süre sonra, Türkiye’nin başına bela olan kimi resmi dayanaklı bazı odaklar, bir zavallı maşa tutarak öldürme amaçlı o menfur suikastı planlamışlardı. Kendilerini o kadar güçlü ve sorumsuz sayıyorlardı ki, bu planlarıyla, adeta, DGM’nin “eksik bıraktığı” işi tamamladıklarını kanıtlıyorlardı.
Ağır yaralı Tanilli, Haydarpaşa Numune Hastanesi’ne yatırıldı. Bu aşamada sözü biraz geriye götürüp, Server’in DGM önüne çıkarılması sürecine değinmem gerekiyor. Böyle bir suç ihbarı yapılınca -ki bu her dönemde rastlanan ve var olan “muhbir”in işidir- Öğretim Üyeleri Derneği İstanbul Şubesi, İstanbul Üniversitesi’nin çok saygın üç profesöründen kurulan bir kurul oluşturuldu. Üniversiteler Kanunu’nda -memurlar yasasındakine paralel- bir düzenleme vardı; buna göre öğretim üyesi hakkında bir suç işlemiş olduğu ithamı varsa, konu önce idari karara (Üniversite Yönetim Kurulu tarafından “lüzum-ı muhakeme”kararına) bağlanmalı idi. İşte, yine muhbir-i sadıklar harekete geçip, buna karşı çıkarak, basında, işlendiğini söyledikleri suçun, DGM Yasası’nda doğrudan savcılıkla kovuşturularak (yani idari kararı gerektirmeyecek) bir suç olduğunu iddia ettiler.
Bir cezacı bilirkişi
Halbuki 3 saygın profesörün raporunda, soruşturma konusu yazı ve yapıtlarda böyle bir suç olmadığı sonucu saptanmıştı. Buna karşılık savcılık, üzerindeki baskıyı bertaraf etmek için, bir cezacı bilirkişiye başvurdu. Bilirkişi on sayfa boyunca, Server’in nasıl“ağır suçlar” işlemiş olduğunu şehvetle ve köpürterek anlattıktan sonra buna göre “Hiç kuşkusuz savcı tarafından idari karar beklenmesi gerekmez” hükmüne varmıştı. Bu sonuç, o zatın Server’in doçentliğe atanmasına ilişkin Kurul işleminde verdiği aleyhte oyun boşa gitmesinin “intikam hükmü” idi. (Bunun üzerine, bizim gibilerin fikir ve davranışlarından uzak duran yaşlı bir hocanın, beni, avluda çevirip, “Gördün mü meslekdaş haini, celladı” dediğini hiç unutmuyorum).
Çıkarılan söylenti
Server’in hastanedeki durumu pek iyi değildi. Üstelik şöyle bir tehlike belirmişti: “İş”in yine yarım kaldığından memnun olmayan odakların, hastaneyi basıp işi “bitirmek”istedikleri söylentisi yayılmıştı. Bunun üzerinde hocalarına yakın ve becerikli öğrenciler derhal bir örgütleme yaparak, en az iki kişilik gruplar halinde hastanede nöbet düzeni kurdular. (Aralarında kız öğrencilerin bulunduğu öğrencilerin hepsinin adını ve kimliğini anımsamıyorum. Önderleri sanırımŞener Yardım ve Erdoğan Kısacık’tı.)
Bu aşamadan sonra, önce Almanya’da ve İngiltere’de, en sonra da Rusya’da tedavi evresi geldi. Her üç ülkede de, felci iyileştirecek bir çare yoktu. Sadece“güçlendirme” eğitimi veriliyordu. Bu arada, yine Öğretim Üyeleri Derneği’nin girişimi ile bir yardım kampanyası açılmıştı: Server’in evi yoktu; kirada oturuyordu. Yurtdışından dönünce bir konuta ihtiyacı olacaktı. Çok üzücü bazı “gözlemlere” karşın bu kampanya sonucunda (inşaatı yapan yapımcının binaya girişi ve katı tekerlekli sandalyeye mahkûm kişiye göre inşa etmesi ile) Göztepe’deki daire alındı ve hazırlandı.
Öğrencilerinin ve hocanın bakımı ile ilgilenen karı-kocanın ihtimamı ile oldukça sakıntısız bir faz’a geçilmişti. Bu ortamda, sıra geniş kapsamlı yayın projelerinin gerçekleşmesi aşamasına da gelmişti.
Şimdi biraz geriye gidelim, önce gülünç bir olayı nakledeyim: Üçüncü sınıfta eşya hukuku dersi veriyordum. Ders çıkışı öğrencilerden biri yanıma geldi; özel olarak görüşmek istiyormuş. “Söyle” dedim “Olmaz, odanıza gidelim” dedi. Anladım, aynı zamanda emniyette görevli bir öğrenciydi. Neyse yukarıya çıktık, odaya girince; “Biz seni çok severiz” dedi. Herhalde polisi kastediyordu. Evet, dedim; birdenbire “Sizin askeri kesimle irtibatınızı tespit ettik; telefonda şifreli olarak görüşüyorsunuz”demez mi! Terslendim, hiddetle, “Yok böyle bir şey, yanlışın var” dedim. “Biz yanılmayız hoca” dedi ve çıktı gitti. Kendi kendime günlerce düşündüm. Bu bir “tahrik” miydi? Derken, Bakırköy Askerlik Şubesi’nden gelen bir telefonla mesele çözüldü: Server Tanilli Yedek Subay olarak Bakırköy Askerlik Şubesi’nde Şube mülhakı Teğmen olarak askerlik yapıyordu. Benim kayınbiraderim de Bakırköy nüfusuna kayıtlı idi ve tam bir bedeni kireçlenme rahatsızlığı dolayısıyla askerlikten muafiyet işlemi için Şube’ce Ankara Gülhane Hastanesi’ne sevk edilmişti. İşte askeri kesimle “muhaberat”ım, kayınbiraderin işlemleri hakkında sevgili Server’le yaptığım telefon görüşmeleri idi! Bu olaya sonradan epeyce gülmüştük.
Sözümü bağlamak için şunu ekleyeyim: Server’in, hukukçuluğunun ağır bastığı dönemde, yeni yürürlüğe girmiş olan 1961 Anayasası’nın sosyalizme açık olup olmadığı tartışılıyordu. Muhataplarının bu konudaki uzun tahlillerinden sıkılıp, biraz da hiddetle,“Arkadaşlar bir memlekette şartlar oluşmuşsa, sosyalizm oranın anayasası acaba bana açık mı kapalı mı diye bakmaz, geliverir!” demişti. Tartışma, bu vecize gibi sözle kapanmıştı!
(1) Savunmanın tam metni için, Cumhuriyet 4 Aralık sayısında, Ali Selim Kuşcu’nun makalesine bkz.
Aydın AYBAY
Server Hocam Nereye?
1990’lı yılların ortasıydı. Art arda teröre kurban verdiğimiz Prof. Muammer Aksoy, Doç. Bahriye Üçok, Çetin
Emeç, Turan Dursun’un acısı dinmeden,Uğur Mumcu’yu kaybedişimizi sorguladığımız günlerdi. Türkiye’deki görev süresi dolan, özel ilgi alanlarından biri de Türkiye tarihi olan bir büyükelçi ile sohbet ediyorduk.“Bana göre ülkenizi bekleyen önemli tehlikelerden biri şu” dedi, devam etti:
“Türkiye’ye, Türkiye’nin sorunlarına Ankara’dan bakan aydın sayınız azalıyor. Bu azalma hissedilmeye başlandı mı, arkası çok hızlı gelir...”
Prof. Server Tanilli Hoca’yı kaybettiğimizi öğrendiğimde, karşılıklı sohbetlerimizden, Silivri ziyaretlerinden önce aklıma ilk bu anım geldi.
Prof. Tanilli Hoca kendisini dünya ölçeğinde kabul ettirmiş, Avrupa’da da dersler vermiş, ama Anadolu gözlüğünü hiç bırakmamış bir aydındı.
On yılların öncesinden bugüne, bugünden on yıllar sonrasına bakan, analiz üreten bir araştırmacıydı, tarihçiydi. Gazetelerin çoğunun, ölümünü, “Uygarlık tarihi hocasını yitirdi” başlığıyla duyurması, yakışan bir tanım.
Prof. Tanilli’nin ürettiği kitapların sadece başlığı bile insana, “Dünü, bugünü, yarını öğrenmek istiyorsan, bunları okumalısın” dedirtiyor.
“Uygarlık Tarihi, Devlet ve Demokrasi”, “Yüzyılların Gerçeği ve Mirası” (bütün yeryüzünü kapsayan 6 cilt), “Yaratıcı Aklın Sentezi”, “Değişimin Diyalektiği ve Devrim”, “Dünyayı Değiştiren On Yıl”, “Anayasalar ve Siyasal Belgeler”, “Nasıl Bir Demokrasi İstiyoruz”, “İslam, Çağımıza Yanıt Verebilir mi?”, “Nasıl Bir Eğitim İstiyoruz?”, “Din ve Politika”, “Voltaire ve Aydınlanma”, “Ne Olursa Olsun Savaşıyorlar, Kadın Sorunlarının Neresindeyiz?”
Server Hoca bu kitap üretkenliğinin yanında, iyi bir insani ilişkiler ustasıydı. O tok ve güven veren sesiyle selam verdiği herkesi kapsama alanı içine alırdı.
Kitap fuarlarında yazarlar genel olarak programlanmış saat diliminde gelirler, kitaplarını imzalarlar, giderler. Prof. Tanilli öyle yapmazdı. Saatlerce, hatta günlerce fuarda kalır, okurlarla sohbet eder, onlara anlatır, onları dinlerdi.
Her dönemin faşizmine, baskılarına direnen Prof. Tanilli, bütün bunları vücuduna karşı da direnerek yaptı. 7 Nisan 1978’de İstanbul Üniversitesi öğretim üyesiyken uğradığı terör saldırısı sonucu göğsüne aldığı kurşunlarla yaralanan Prof. Tanilli, o tarihten sonra tekerlekli sandalye ile yaşamını sürdürdü.
Uzun oturmaların arasında bazen ellerinin üzerinde doğrularak kimi hareketler yapması gerekirdi. Bunu saçlarını karıştırıyormuş rahatlığıyla yaparken sohbetini sürdürürdü.
Bu haliyle Server Hoca, 2009 1 Mayısı’nda Taksim’e ilk girenlerdendi. Çünkü o, iradesiyle, direnciyle koşuyordu.
Bütün içtenliğimle paylaşmam gerekirse ben de bir öğretmenimi, bir aile büyüğümü, birçok sevenimi yitirdim.
En son 23 Eylül 2011 Cuma günü Silivri duruşma salonuna gelmişti. Uzun süren tedavisinin ardından dışarı çıkabilecek güç bulduğunda, soluğu karşımızda almıştı. Ayaklarına karşı direnen Server Hoca’yı sesi de terk etmişti. Ama yine de bir şeyler anlatmak için zorluyordu. Ses olmayınca ellerini denedi. O da olmayınca gözyaşlarıyla seslendi.
O akşam koğuşa geldiğimde direnç tellerine enerji yüklerken şunu söyledim kendime:
“Bak oğlum, sırf Server Hoca’nın şu sevgisini hak etmek bile her şeye değer...”
Ahh Server Hocam, nereye?
Hani sabırsızlıkla bekliyordunuz?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder