“Yıl 1934, yaş 32. Elazığ ilinin sekiz ilçesini iki arkadaş aramızda bölüşmüştük. Sık meşelikler arasındaki patika yoldan Ovacık ilçesine gidiyorken yerden biter gibi iki adam beliriverdi önümde. Geldiler, paltomun ucundan öptüler. Ne istediklerini sorduğumda, Seyit’in beni istediği anlaşıldı. ‘Getirin onu’ demiş. Gitmek istemekle istememek arasında bir fark yoktu, sonuç aynı gibiydi. Adamların peşine takıldım. Seyit Rıza’nın odasına geldiğimizde, onu sırma maslahına bürünmüş, kristal bir nargileden çektiği dumanları odanın geniş boşluğuna üflerken bulduk. Selam verdim, lütfen ve ancak başını çevirebildi. Oturdum, odada birçok kişi olmasına rağmen, hiç ses seda yoktu. Nargilenin fokurtuları arasında, ‘Sen buralarda ne geziyorsun?’ diye sordu Seyit. ‘Görev’dedim:
- Hangi görev, kimin görevi? Sen kelleyi koltuğa almışsın.
- Olabilir.
- Geçen yıl da gelmiş, buralarda dolaşmış, ağa yok, bey yok, hoca yok, hükümet var demişsin. Hangi hükümetten söz ediyorsun?
- Cumhuriyet hükümetinden.
Seyit’in öfkeden gözleri dönmüş, ben de bir hayli korkmuştum. KafamdaKubilay olayı şimşek gibi çaktı. Bereket o sırada kahvelerin gelmesi ortalığı biraz yatıştırır gibi oldu. Kahveyi yudumlayıp bitirdikten sonra kalkmaya yeltendim. Kalkarken sordum:
- Başka bir söyleyeceğiniz var mı?
- Nerelisin?
-Elbistanlıyım.
- İsteğim, bir daha buralara ayak basmaman.
Olay rapor edildi ve il Dersim dosyasına konuldu.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder