SUNUŞ Okuyacağınız dizi, Uğur Mumcu’nunTürkiye’de araştırmacı gazeteciliğin neden simgesi olduğunu bir kez daha bilinçlere kazıyacak. Uğur Mumcu’nun şimdiye değin çözümü yapılıp hiç yayımlanmamış olan iki konuşmasının (1990’da İstanbul Taksim’de yapılan Köy Enstitüleri açık oturumu ve 1986’da Dikili’de Oktay Akbal ve Ali Sirmen ile birlikte katıldığı toplantı) dökümü olan dizi, dünden, dünden de değil 20-25 yıl öncesinden bugünü aydınlatması açısından tarihsel bir içerik taşır. Uğur Mumcu, her ne kadar 1970, 80’lerden söz etse de bilgisi, birikimi ve hiç kuşkusuz araştırmaya dayalı gazetecilik sezgisi ile günümüzde yaşadıklarımızın anahtarını ta o zamandan çevirip, yaşadıklarımızın, hatta yaşayacaklarımızın kapısını açmaktadır bize. Okuyun bu diziyi, Uğur Mumcu’nun niçin birincil hedef seçildiğini bir kez daha algılayacaksınız...
Bir gün savcı olacaklar
Mumcu, “Hukuk fakültesinde okuyup da daha önce imam hatip mezunu olanlara burs veriyorlar. Burs verilen öğrenciler de sınavsız yargıç ve savcı oluyorlar. 2000 yılına doğru baktığımızda, vali ilahiyat fakültesi mezunu, emniyet müdürü İslam enstitüsü mezunu, kaymakam imam hatip mezunu olacak” diyordu
Hangi iktidar din sömürüsüne dayanmış, mutlaka yıkılmıştır. CHP iktidarı, ‘49 yılında din derslerini kabul etti. Yıkıldı, kurtaramadı bu ödün. DP, 1957’de Said-i Nursi’nin cüppesini bayrak yaptı. Ne oldu? Yıkıldı.Süleyman Demirel 1960’ların ortasında Nurcuların, tarikatların, Süleymancıların sakallarını okşadı. Ne oldu? Yıkıldı. Hac seferleri düzenleyen ANAP ne oldu, yüzde 20’ye indi. Halka güvenmek gerekiyor. Her kim ki din sömürüsünü kullanır, bir süre yararlı olur belki, ama sonunda mutlaka seçim sandığında yenilgiye uğrar. Halk affetmiyor, din sömürüsünü affetmiyor halk. Bu son derece önemli bir sonuç, olgu ve gerçektir.
Köy Enstitüleri üretim içinde eğitim, eğitim içinde üretim ilkesini benimsemişti ve köy çocuklarını Atatürk devrimlerinin ve Kemalizmin toplumsal yapısını kurmakla görevlendirmişlerdi. Ancak şimdi ne oluyor? Aynı köy çocukları kapanan Köy Enstitüleri yerine imam hatip okullarına gidiyorlar. Gidiyorlar da ne oluyor? 1983 rakamlarına göre Diyanet İşleri Başkanlığı’nda 46 bin personel var. Bu 46 bin personelin 23 bini ilkokul mezunu. O zaman bu ilahiyat fakülteleri, İslam enstitüleri ne işe yarıyor? Bu imam hatip okulları ne işe yarıyor? Ne işe mi yarıyor? Bunlar imam, hatip olmuyorlar, hukuk fakültelerine gidip yargıç ve savcı oluyorlar. Siyasal bilimler fakültelerine gidip kaymakam oluyorlar. Yapılan bir araştırma, kaymakam yetiştiren bölümlerin öğrencilerinin yüzde 41’inin ilahiyat kökenli olduğunu ortaya koyuyor. Hukuk fakültesinde okuyup da daha önce imam hatip mezunu olanlara burs veriyorlar. Burs verilen öğrenciler de, sınavsız yargıç ve savcı oluyorlar. 2000 yılına doğru baktığımızda, vali ilahiyat fakültesi mezunu, Emniyet müdürü İslam enstitüsü mezunu, kaymakam imam hatip mezunu olacak.
Yurttaşın oyuyla bu iktidarı değiştirmek ve devleti tepeden tırnağa ilerici düşüncelerle donatmak, ancak o koşulla Köy Enstitüleri de kurulabilir. Bugün çeşitli siyasal rejimler depremler yaşıyor. Bu depremler düşünceleri, inançları yeniden değiştiriyor. Ama biz şu 21. yüzyıla girerken görüyoruz ki, Türkiye’de bugüne kadar sonuç almış en güçlü örgüt Kuvayı Milliye örgütüdür, Mustafa Kemal ve arkadaşlarıdır. Kuvayı Milliye, toplumun en önemli sivil örgütlenme modelidir. İkincisi 40’lı yıllara rastlayan Köy Enstitüleridir. İkisi de sivil toplumun vazgeçilmez kurumlarıdır. İdeolojide Kuvayı Milliye tam bağımsızlık ilkesi, eğitimde Köy Enstitüleri. İki hedef bu.
İnsanlar niçin hapis yatar?
İnsanlar niçin hapis yatar, niçin acı çeker? Niçin Ziverbey Köşklerinden, Otağ-ı Hümayun denen işkence karargâhlarından geçer. Niçin? Bunun bir nedeni var. Daha iyi dünya, daha iyi demokrasi, daha iyi sosyal adalet, ekmek ve özgürlük için. Birtakım insanlara niçin işkence yapılıyor? Birtakım insanlar 5 yıldan 15 yıla kadar niçin hapsedilirler? İşte bugünkü düzen gibi bir düzen sürsün diye. Bugün Türkiye’de bazı sözcükler yasaktır ve sakıncalı çağrışımlara yol açarlar. Bir tanesi ‘barış’, bir tanesi ‘örgüt’, bir tanesi “sınıf”. Şimdi biliyorsunuz‘derslik’ deniyor okullarda sınıf yerine. Dikkat ediyor musunuz? Derslik! Ne olur, sınıftan sınıf mücadelesi çıkar, sınıf mücadelesinden proletarya diktatörlüğü, sınıf tahakkümü çıkar. Peki, bu sınıf tahakkümü ne biçim şeydir işadamları, sanayi odaları, ticaret odaları kurmaz? Onların sınıfları yok mu? Onlar sınıf egemenlikleri kurmazlar mı? Kurmazlar efendim. Aile terbiyeleri müsaade etmez. Nasıl kurmaz? Bugün aslında kurulu olan düzen, işadamlarının, toprak sahiplerinin, komprador burjuvazinin egemenliğindeki düzendir. Nedir bir sosyal sınıfın öteki üzerindeki tahakkümü? Küçükken hatırlarsınız, bir tekerleme vardır. “Bir berber bir berbere gel beraber bir berber dükkânı açalım demiş” diye. Bir sosyal sınıf öteki sosyal sınıfa nasıl tahakküm kurar? Örneğin Ankara’nın Dikmen semtinde bir küçücük dernek sınıf tahakkümü kurmak suçundan mahkûm oluyor. Üç beş kişilik dernek sınıf tahakkümünü nasıl kurar? Ceza hukukunun temel kuralı vardır, tahakkümü kursa kursa egemen sınıflar kurar, ticaret odası kurar, Sakıp Sabancı kurar, Vehbi Koç kurar. Sakıncalı sözcüklerden biri bu; Sınıf, sınıf tahakkümü.
Ya laiklik ya İslamcılık
Biliyorsunuz, Türkiye Cumhuriyeti bir hukuk devrimi yaptı. İtalya’dan ceza yasası aldık, Fransa’dan idare hukuku ilkeleri aldık, İsviçre’den medeni hukuku aldık, Almanya’dan ceza yargılaması hukukunu aldık. Bir gülmece dergisindeki şu tanım olayları yeterince sergiliyor: Türk vatandaşı tanımı. Diyor ki,“Türk ne demektir? Türk kimdir? Türk vatandaşı İsviçre medeni kanununa göre evlenen, İtalyan ceza yasasına göre cezalandırılan, Alman ceza muhakemeleri usulüne göre yargılanan, Fransız idare hukukuna göre idare edilen ve İslam hukukuna göre gömülen kişidir.”
O dönemde böyle yasaların alınması zorunluydu, çünkü toplum bir yol ağzındaydı. Ya Batılı laik sistem, ya şeri hukuk. Mustafa Kemal ve düşün arkadaşları Batılı ve laik sistemi benimsediler. 1928 yılında anayasadan devletin İslamcı devlet olduğunu belirten madde kaldırıldı, 1930 yılında da okullardan din dersleri. 1939 yılında da köy okullarından din dersleri kaldırıldı. Bunlar ne için yapıldı? Laiklik için yapıldı. Çünkü, dünyada ya olayları teokratik açıdan göreceksiniz, böyle bir eğitim anlayışınız olacak ya da laik anlayışınız olacak. Karma ekonomi gibi hem İslamcı hem laik anlayış olmaz. Ya laiklik ya İslamcılık. Eğitim bu. Mustafa Kemal ve düşün arkadaşları, laisizmi benimsediler. Köy Enstitüleri olayını bu süreç içinde değerlendirmek gerekir. Köy Enstitüleri 40’lı yılların başında çıktı, ortalarına ve sonlarına doğru yıkıldı. Niçin? Çünkü Türkiye 40’lı yıllarda da bir yol ayrımındaydı. Dünyada büyük bir savaş yaşanmaktaydı. Nasyonal sosyalist rejimlerle Marksist rejimler ve burjuva demokrasileri arasında, bunların orduları arasında sıcak savaş yaşanıyordu. Türkiye bu sıcak savaşta, bu savaşa katılmama siyaseti gütmekteydi. Bir çeşit duyarlı siyasetle iki tarafın gelişimini de izlemekteydi ve bir denge politikası izliyordu. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, Köy Enstitülerini destekledi. Köy Enstitüleri fikri bugün önemi daha çok anlaşılan Tonguç Baba’nın çalışma, düşünce ve ideolojisiyle ortaya çıkmıştı. Saffet Arıkan’ın bakanlığı döneminde genel müdürlüğe getirilen Hakkı Tonguç, daha sonra Hasan Âli Yücel’le birlikte çalıştı. Hasan Âli Yücel, bugün bakıyoruz, yeniden değerlendiriyoruz, oğlu Can Yücel’in şiirinde yazdığı gibi “çağın en güzel gözlü maarif müfettişi”,gerçekten bu toplumun özlediği, hümanist ilerici bir aydın.
Gazeteci suç işlemez
Biz bir kere suç işlemeyiz, bu bir. Kolay kolay işlemeyiz. Şimdi bandı alacaklar bir para, arkadaşı görevlendiriyorlar bir masraf, sonra kaç gün bunları dinleyecekler, hukukçulara dinletecekler. E biz biraz hukuku biliyoruz, niçin suç işleyelim durup dururken?
Gazetelerde okudum, bilmiyorum hangi arkadaş, devleti boş yere masrafa sokuyorlar. Biz bir kere suç işlemeyiz, bu bir. Kolay kolay işlemeyiz. Şimdi bandı alacaklar bir para, arkadaşı görevlendiriyorlar bir masraf, sonra kaç gün bunları dinleyecekler, hukukçulara dinletecekler. Şimdi biz de biraz hukuk fakültesini bitirdik. Anlıyoruz, suç işlemiyoruz. Şimdi ne olacak? Haydi…İşin içinden çıkamayacaklar, savcı Sulhi Dönmezer’e başvuracaklar, İstanbul’da. Peki bunlar üçü birden diyecek ki suç vardır. Biz itiraz edeceğiz, üç bilirkişi daha seçilecek, yoktur diyecek. Mahkemeye gideceğiz, mahkemeden beraat ya da mahkûmiyet alacağız, Yargıtay’a gidecek. Niye bu kadar devleti meşgul ediyorsunuz? Eğer biz Türkiye’de suç işlemiş olsak, bugüne kadar müebbet hapse mahkûm olur 8 kere idam edilirdik. E biz biraz hukuku biliyoruz. Niçin suç işleyelim durup dururken? Bazı sözcükler vardır, örneğin ‘hükümet’ derseniz suçtur, ‘iktidar’ derseniz sosyolojik anlamı vardır, suç değildir. Biz bunu bildiğimiz için suç işlemeden suç işleriz. Yasaları biliyoruz, Mussolini’yi daha yakından tanıyoruz, yasalar belli. Devlet bütün gücünü Uğur Mumcu’yla Ali Sirmen telefonda ne konuşuyorlar, bunu izlemek yerine gitsinler Güneydoğu’da halk bir kıyımla karşı karşıya. Kanlı çetelere teslim edilmiş halk. Benim telefonumu dinleyeceğine yıllarca, Abuzer Uğurlu’nun telefonunu dinleseydi…
Molla bozuntusu KİM?
Efendim, gerçekten biz suç işlemeyiz. Herkesin bir hüneri var. Biz suç işlemeyiz, mümkün değildir. Şimdi dilekçe davasında hep beraber sıralandık oraya. Dilekçeye imza atanlar arasında Hıfzı Veldet Velidedeoğlu var. Türkiye’de bütün hukukçuların babası. Yani o suç işleyecek ve savcı da bunu fark edecek. Olmaz böyle şey, mantığa aykırı. DGM’de savcılık yapmış, yargıçlık yapmış, askeri yargıçlık yapmış albaylar, bu bildireye imza atacaklar, suç olacak, olmaz. Ben size devletin nelerle uğraştığını anlatmak için, başımdan geçen bir olayı anlatayım. Ben bir tarihte avukattım, İlhan Selçuk da yine Cumhuriyet gazetesi yazarı. 1965’te İlhan Selçuk bir yazı yazıyor. O tarihte 1961 Anayasası yürürlükte, bugünün hürriyet kahramanı Süleyman Demirel de henüz başbakan olmuş. Tartışma şu:“Anayasa sosyalizme açık mıdır kapalı mıdır?” Tabii Süleyman Demirel inşaat şantiyesi sandığı için ‘kapalıdır”diyor. Alparslan Türkeş ve Cevdet Sunay da “kapalıdır”diyorlar. İlhan Selçuk da bir yazı yazmış. Diyor ki “Bir molla bozuntusu da çıkar, ‘anayasa sosyalizme kapalıdır’ der.”Bunun üzerine derhal İstanbul Cumhuriyet Savcılığı dava açıyor İlhan Selçuk hakkında. “Cumhurbaşkanı’na hakaret”, 158’inci madde. Tam iddianamesini düzenleyecek savcı, Süleyman Demirel avukatı Osman Ercan aracılığıyla dilekçe veriyor, “İlhan Selçuk bana hakaret etmiştir, ‘molla bozuntusu’ benim” diyor. Savcı şaşırıyor, bilirkişi demiş ki“cumhurbaşkanına hakaret.” Tekrar bilirkişiye başvuruyor,“Başbakan böyle diyor, ne yapacağız” diye. “Efendim, hem Cumhurbaşkanı’na hakaret hem Başbakan’a hakarettir”diyor bilirkişi. Savcı ne yapsın, Cumhurbaşkanı’na hakaretten mahkûmiyete, Başbakan’a hakaretten beraatına karar verilmesini istiyor. Mahkeme tam tersine karar veriyor, Başbakan’a hakaretten mahkum ediyor, Cumhurbaşkanı’na hakaretten beraatına karar veriyor. Ben o aşamada avukat olarak devreye girdim, Yargıtay dilekçesini yazıyorum. Madde şöyle: “Bir hakaret açıksa yapılmazsa”, mesela “ekonominin Napolyonu” desem, kim? Yani onun gibi bir şey. Kime yöneldiği açıkça belli olacak. Ben dedim ki, “Bir kere ‘bir molla bozuntusu’ dendiğine göre bu ‘iki molla bozuntusu’ değil.” Neyse, sonunda beraat…
Önce ABD’ye git zayıfla
Bazı kavramlar var ki artık sağcı kavram solcu kavram gibi anlaşılacak neredeyse. Örneğin anavatan. Anavatandaş kim? Turgut Özal, Korkut Özal, Bozkurt Özal, Efe Özal, Zeynep Özal, Semra Özal. Biz de üvey. Nasıl öz evlat olunuyor? Şöyle olunuyor: Önce Amerika’ya gideceksiniz, zayıflayacaksınız. Şimdi Ali Sirmen arkadaşım diyalektik dedi. Diyalektik, sözcük olarak solcu bir sözcük. Niye stratejik demiyor? Sağcı bir sözcük. Orada taktik, stratejik birtakım eğitimlerden geçiyor, yani kilosu düşüyor, o anlamda. Ve geliyor Türkiye’ye, başbakan da oluyor. Başbakan oluyor, ertesi gün bir kararname çıkarıyor. Daha hükümet güvenoyu almamış, daha bakanlar çikolatalarını açmamışlar. 14 Kasım, 16 Kasım günkü Resmi Gazete’yi okuyun. Arap finans kuruluşlarına resmi olanak sağlayan kararname. Yani kim, kardeşi Korkut Özal’a para olanakları sağlıyor, o kadar. Bunlar efendim, anavatandaş. Anavatan Partisi’nin genel sekreteri ‘hodri meydan’ bakışlı Mustafa Taşar, o da bir tesadüf. Oradan 80 milyon, oradan 122 milyon kaldırıp gidiyor. Ara bul kardeşini. Onlar da tabii yarın iktidardan düşünce “Namerdim kendim için bir şey istersem” diyecekler. Bunlar hep başkaları için isterler. Süleyman Demirel yeğeni için istiyor, kendisi için istemiyor, kardeşi için istiyor. Özal da kardeşi için istiyor, kendisi için istemiyor. Bu kadar açık. Şimdi üvey vatandaş kim? İşçi, köylü, memur, aydın. Öz vatandaşlar da anavatandaşlar da bunlar. Peki bu anavatandaşların marifetleri nedir başka? Örneğin Irak’tan petrol alacağız değil mi, petrolü karayoluyla kim taşıyacak? Korkut Özal taşıyacak. Peki kim karar verecek buna? Ağabey Özal, Turgut Özal karar verecek. Peki bundan fon kesilip kesilmemesine kim karar verecek? Bozkurt Özal karar verecek. Bozkurt Özal kim? Devlet Planlama Teşkilatı’nın başındaki bir adam, yani kardeş. Türkiye Cumhuriyeti bugün aslında çok partili bir saltanat düzeni içersindedir. Sultan hanımlar var, prensler, prensesler var. Davullar zurnalar her şey var.
Bunların hiçbiri sınıf tahakkümü kurmazlar. Bunlar hep barıştan yanadırlar, bunlar demokrasiden yanadırlar ama ne tesadüfse ailecek hep zengin olurlar. Turgut Özal, Korkut Özal, Malatyalı yoksul bir ailenin çocuğu ikisi de. Bugün zenginler. Bize herhalde aritmetiği iyi öğretmediler; anlamıyorum ben, bu kadar yılda nasıl zengin olunur? Bu mobilya prensi Yahya Demirel konusunda da ben hiç anlayamamıştım, nasıl böyle zengin oluyorlar? Demek ki bu düzen aslında birtakım ayrıcalıklara dayanan bir düzendir ve birtakım yasalar getirmişlerdir, anayasa getirmişlerdir, ceza yasası getirmişlerdir. Ceza yasası da biliyorsunuz, Mussolini’den kalma bir yasadır, Mussolini’nin aziz hatırasına hürmeten tutuyoruz biz ceza yasasını. Nedir orada, efendim işte sosyal sınıflar veya başbakana hakaret, cumhurbaşkanına hakaret. Oradaki krala hakaret maddesiyle aynı, orada kral naibine hakaret, bizde cumhurbaşkanına hakaret.
Amaç kârı muhafaza
Türkiye’de birtakım insanlar suç işlerler, onlara dokunulmaz. Ebediyete giden her on yılda bir arkadaşımız hapsoluyor. Sadece maddi değerlere bağlılar bunlar. Muhafazakâr; kârın muhafazası, sadece kâr gelsin başka bir şey yok.
Yıllarca devletin savcısı, bilirkişisi uğraştı, biz gittik geldik. Ne gerek var buna? Türkiye’de birtakım insanlar suç işlerler, onlara hiç dokunulmaz. Birtakım insanlar suç işlemezler, bizim Ali Sirmen gibi ikide bir abone, sıkıyönetim abonesi. Millet elektrik, su abonesidir, Ali Sirmen de sıkıyönetim abonesidir. Ebediyete giden her on yılda bir arkadaşımız hapsoluyor. Niye? Efendim Barış Derneği’ymiş, Sovyetçilikmiş, TKP’ymiş. Biri sordu bana “Ali Sirmen TKP’li mi?” diye, hayır, Galatasaraylı bildiğim kadarıyla. Niçin bunlar? Şimdi aslında bizim milli ve manevi değerlere bağlı arkadaşlarımız var ya, tarih de bilmezler. Enver Paşa gitti Orta Asya’da öldü Türkleri kurtarmak için derler. Bilirler mi ki en koyu Lenin işbirlikçisi Enver Paşa’dır, Bakû Kongresi’nden bellidir. Enver Paşa Lenin’le anlaşmış, Mustafa Kemal Sakarya’da yenilse Sovyetler Müslümanlardan oluşan bir Kızıl Ordu’yu Enver Paşa’yı başına geçirerek Türkiye’ye yollayacaktı. Mustafa Kemal başarıya ulaşınca Sovyetler de Enver Paşa’yı harcıyor. Tabii bunları bilmez bizim milli ve manevi değerlere bağlı arkadaşlarımız. Sadece maddi değerlere bağlılar bunlar. Muhafazakâr; kârın muhafazası, sadece kâr gelsin başka bir şey yok. Ne biçim muhafazakâr toplum ki Çırağan Sarayı’nı kumarhane yapar. Bu kadar maddi ve manevi değerleri, biz bağlıyız aslında manevi değerlere. Bunlar maddi değerlere bağlılar, çok açık.
Ayrıcalıkla yönetilmez
Şimdi, barış, demokrasi... İnsandan şüphelenmemek gerekir önce. Bu memleketin yazarı, çizeri, aydını, niçin bu memleketi kıyama sürüklesin? Sizin birtakım kafanızda problemleriniz varsa, ülkeyi birtakım ayrıcalıklara dayanarak yönetmek istiyorsanız, aydınlar buna karşı çıkıyorsa; sorun burada. Süleyman Demirel, Turgut Özal, bunlar hiç fark etmez. Bunlar aynı saz heyetindedirler, biri darbuka çalar, diğeri meydan sazı çalar. Bunlar hiç fark etmez. Zerre kadar fark yok. Genelkurmay Başkanıvekili Öztorun, Pınarcık olayından sorumluymuş. Peki şimdiki olaydan kim sorumlu? O zaman Başbakan sorumlu. Bunlar aslında kendi güçlerini kanıtlamak için birtakım kavramları kötüye kullanıyorlar.
Aşırı cereyan örneğin... Birdenbire televizyonlar falan bozulur ya, aşırı gelmiştir cereyan, odur. İkincisi, bir komşu bir yerden elektrik çalar, o da aşırı cereyandır. Mesela biz Bulgarlardan elektrik aldık yıllarca, NATO tatbikatı yaptık sonra onlara karşı. Bunlar da aşırı cereyandır. Bir de böyle kavramlar vardır, “aşırı cereyan”, “sapık ideoloji”, “aşırı düşünce”… Ne demektir bunlar inceleyelim. “Aşırı solcu” ne demek, “aşırı sağcı” ne demek, “aşırılık” ne demek? Aşırılık için bir ölçü vermek gerekir, bir merkez vereceksiniz ki o merkeze göre birisi aşırı olsun. Kim kime göre aşırı solcu?“Aşırı sağa, aşırı sola karşıyım”, ben de aşırı ortaya karşıyım. Bunlar manasız laflardır. Bunları söyleyeni ciddi bir hukuk profesörü varsa, sınıfta çaktırması gerek.
KINANAMAZ AMA 15 YILA MAHKUM OLUR
Bizim anayasamız başta, biliyorsunuz bizim anayasamız Magna Carta’dan bu yana yazılmış en güzel anayasadır. Çünkü başında değerli bir hukukçunun bulunduğu bir komisyon tarafından hazırlandı. Prof. Dr. Orhan Aldıkaçtı, kendisi armatör. “Gemilerde talim var bahriyeli yârim var”, Orhan Aldıkaçtı o. Bir tane Dündar Kılıç’ın avukatı vardı, o da anayasayı yazdı. Çok güzel bir anayasa. Bu anayasa aslında kopya bir anayasa, kopya çektiler. Niçin kopya? Diyor ki bir maddesinde, “Kimse inancından düşüncesinden dolayı kınanamaz”, Batı’da öyle. Kınanamaz, 15 yıla mahkûm olur. 15 yıla mahkûm olur, ama kınanamaz, ayıp. Niye? Hapse girdin diye ayrıca kınamayacaksın. Bu mu? Bu komik duruma nasıl düşer insanlar, koskoca hukukçular? Herkeste bir kompleks var. Benim de bir kompleksim Orhan Aldıkaçtı’yla topluluk önünde anayasayı tartışmak. Anayasayı hazırladığı günden beri yazılar yazdım, tartışmaya çağırdım gelmiyor. Televizyona benim çıkmam yasak, eski solcularımızdan Tunca Toskay Bey yasakladı. Geçenlerde bir öğrenci sordu, “E nerede tartışacağız” dedim, sonra aklıma geldi. Gemileri vardır, gemilerde tartışırız, açılırız bir yerlere. Böyle anayasayı nasıl yazarlar, Türkçesi bozuk, niyeti bozuk. Almış bir anayasadan “kınanamaz” diye, Mussolini’den de ceza yasası maddesi koymuş 15 yıl diye.
Şeriatçılar İKTİDARDA
Şimdi ne oluyor? Türk Ceza Kanunu’nun 163. maddesi dinsel görüşleri yasaklıyor. Niye yasaklıyor acaba? Madde çok ilginçtir, “Devletin hukuki temel nizamlarını din esaslarına göre uydurmayacaksın”, suçtur 5 yıldan 15 yıla kadar. Bakın, Köprü dergisinde Süleyman Demirel’in konuşmalarına. Eğer ben cumhuriyet savcısı olsam ve yasakçı bir düzeni benimsesem, Süleyman Demirel hakkında 163. maddeden tereddüt etmeden dava açardım. Ya da teke tek, son derece uygar, ilerici ve nazik DYP’nin kayyumu Hüsamettin Cintonik, “Büyük Türkiye, Allah’ın ve Kuran’ın egemen olacağı büyük Türkiye gelecek” diyor. Bu tam 163. maddelik bir suç. Onlara niye işlemez? Her Allah’ın günü Allah’tan dinden söz eden ve uygulamalarını din esaslarına göre, bankacılığı vakıfları din esaslarına göre düzenleyen Özal hakkında niye hiçbir savcı dava açmaz? Çünkü bizim hukukçumuz, düzenden yana olan kişilere dava açmamaya koşullanmıştır. Refah Partisi değil mi şimdi, günah keçisi onlar. O daha az dini sömürsün, ona dava açılır. O nedir? Din duygularını kendi ekonomik ve siyasal sömürü düzenleri için kullananlara yasak yok. Yasak sadece bu kurulu düzeni şurasından burasından eleştirenlere karşı. O zaman biz gerçek demokratlar isek düşüncelerine katılmadığımız insanların cezalarına da karşı çıkmalıyız. 163’üncü maddeye de 141 ve 142’ye karşı çıktığımız aynı inançla karşı çıkmalıyız. Hem demokrasi bunu gerektirir bunun için hem de Türkiye’deki bu maskeli balonun son bulması için. Çünkü Türkiye’de şeriatçılar bugün iktidardadır. Bugün şeriatçı milletvekilleri vardır. Bugün şeriatçılar, dün, önceki gün dinledim açık oturumu, Kemal Anadol’un açıkladıkları çok doğrudur; birtakım şeyhler tarikat reisleri için Bakanlar Kurulu, Cumhurbaşkanı imzasından geçti, kararnameler çıkardı, başka yerlere gömüldü. Bir şeyi Kemal eksik bıraktı, o tarihte ben bunu eleştiren yazı yazdım, telekse verdim ve sıkıyönetim yasağı geldi, bu konuyu eleştirmek yasaktır.
MUMCU ‘HERKES SİLAHSIZ VE SALDIRISIZ ÖRGÜTLENME HAKKINA SAHİPTİR, AMA HERKES’ DİYOR
Demokrasi varsa siyasi suç olmaz
Geliyoruz barış ve demokrasiye. Arkadaşlar, demokrasinin olduğu yerde siyasi suçlara ceza davası olmaz. Herkes silahsız ve saldırısız örgütlenme hakkına sahiptir, ama herkes. Dinci partilerden Marksist partilere kadar. Türkiye’de böyle bir düzen kurulmadıkça arabesktir demokrasimiz, eksiktir. Demokrasi değildir, sahtesidir demokrasinin. Türkiye’de demokrasiyi savunan insanın amentüsü, düşünce suçlarına karşı çıkacak. Efendim bizden yana olanların düşünce suçlarına karşı çıkmayacak sadece, bütün düşünce suçlarına karşı çıkacak. Erbakan gayri ciddi bir adam olarak görülebilir, bence sululuktan mahkûm edilmesi gerekirken laiklik nedeniyle mahkûm oldu. Hep düşünürüm Erbakan Hoca’yı, ceza yasasında sululuk diye bir madde bulacaksın, ondan mahkûm edeceksin. Laiklik… Erbakan Hoca’nın da yargılanmasına karşı çıkacaksın. Ona karşısın buna yandaş, bu olmaz. Ben işkencenin olmadığı, düşünce suçunun olmadığı, herkesin silahsız saldırısız, eşitçe özgürce tartıştığı, dinci partiyle Marksist partinin kurulduğu bir düzen istiyorum. Ancak o zaman ki, televizyonda bütün düşünceler açıklanır, o zaman Atatürkçü maskesi takmış Abdülhamitlerle de daha iyi mücadele edebiliriz. O zaman Rabıta örgütünden devlete maaş bağlatan insanların maskelerini televizyondan halkın önünde yırtma olanağı bulabiliriz. Ama bugün ne oluyor? Bugün CIA milliyetçiliğine birtakım ideolojik kılıflar büründürerek, muhafazakârlık, milliyetçilik, Atatürk inkılapçılığı diye ortaya sürüyorlar. Atatürkçüyüm diyen insan, madde 1, emperyalizme ve kapitalizme karşı koyar. Madde 2, uşak olmaz uşak! Ne Amerika’ya ne Sovyetler’e ne Çin’e ne Avrupa’ya uşak olmaz. Madde 3, Kuvayı Milliye ruhuna sahip olur, emperyalizme ve kapitalizme karşı halkı örgütler. Başı dimdik olur. Tam bağımsızlık ilkesinden söz eder, onu suç saymaz. Atatürk devrimleri için inkılap demez, devrim der devrim! Arkadaşlar bakın, 2-3 yıl önce yasaklar vardı. 10 kişi bir araya gelemiyordu. Bugün Dikili’de bir aradayız. Yarın bir başka alanda, öbür gün bir başka alanda. Daha başka gün Ankara’da Tandoğan alanında, İstanbul’da Taksim alanında 1 Mayıs’ı da kutlayacağız, 23 Nisan’ı da, 19 Mayıs’ı da, 29 Ekim’i de.
Şakşakçı kervanı
bu düzen korkuya, yılgınlığa ve sömürüye dayanıyor. Cezaevine giren, bekleme salonu gibi hemen öbür tarafa geçiyor veya döneklik başlıyor. Paramızı da Paris’teki bankalardan alalım, olmaz bu. İnsan ahlakı bakımından, basın ahlakı bakımından eleştiriyorum bütün bunları.
Yasaklar, niçin bütün bunlar? Bunlar aslında anavatandaşların iktidarı sürsün diyedir. Sabancı’nın, Koç’un, İstanbul burjuvazisinin, taşra burjuvazisinin kârları sürsün diyedir. Dönek yazar Çetin Altan daha iyi yazı yazsın diye, Mehmet Barlas daha iyi yazı yazsın diye. Biz eskiden mebus transferlerine kızardık, şimdi de gazeteci transferleri başladı. Bastır 70 milyon, geç o tarafa, aylığı 3 milyon bir kotra. Bu nedir? Ve paralarını yurtdışında bankalardan alan eski solcu yazarlar, Çetin Altan… Ben her yerde söylüyorum, Çetin Altan hepimizin dostuydu. Çok da yakın arkadaştık. Birtakım yazılar yazıyor, okuyorum. Dün okudum, liberalleri yazıyor, Türkiye’de liberal varmış sanki. ANAP liberalmiş. Çetin Altan hiç kuşkusuz çok iyi bir konuşmacıdır. Ben her yerde kendisine meydan okuyorum, diyorum ki ey Çetin Altan sesimi duyuyor musun? Sen hünerli bir gazetecisin, çok iyi bir konuşmacısın. Eğer dürüstlüğünden bir parça kalmışsa, eğer o zekândan bir parça kalmışsa gel halk önünde tartışalım. Çetin Altan dönekliğine en güzel gerekçeleri bulan hünerli bir yazardır. Ama bugün eleştirdiği düzenin acı meyvelerinden biri haline gelmiştir. Niçin, çünkü bu düzen korkuya, yılgınlığa ve sömürüye dayanıyor.
Cezaevine giren, bekleme salonu gibi hemen öbür tarafa geçiyor veya döneklik başlıyor. İşte Tercüman gazetesinin eski genel yayın müdürü Hakkı Öcal, eski Marksistlerdendir. TRT Genel Müdürü, eski Marksisttir. Benim için basında ‘terör uzmanı’ gibi laflar çıkıyor. Ben hiçbir şeyin uzmanı değilim, sadece bir şeyin uzmanıyım, eski Marksistlerin. Nerede ne yapıyor onu bileceksiniz. Çünkü bizler, binlerce, yüz binlerce kişi tarafından okunan yazarlarız. Ola ki bizim yazılarımızı okuyup eyleme geçen veya geçmiş olan insanlar vardır. Düşüncelerinde bizim yazılarımızın etkisi olan insanlar vardır. Onlara karşı bir sorumluluğumuz yok mudur? Onlar hapsolsun, onlar mahkûm olsun, onlar idam edilsin ve biz girelim ANAP’ın şakşakçılığı kervanına. Olmaz. Paramızı da Paris’teki bankalardan alalım, olmaz bu. İnsan ahlakı bakımından, basın ahlakı bakımından eleştiriyorum bütün bunları. Türkiye’de bu yılgınlığın, bu dönekliğin sonuçlarından biridir bu.
UĞUR MUMCU’NUN KIZI ÖZGE, 24 OCAK’IN BİR ÖNCESİ BİR DE SONRASININ OLDUĞUNU SÖYLÜYOR Babam duvardabana gülümsüyor 24 Ocak 1993 tarihinin bir öncesi, bir de sonrası var. Öncesinde gece gündüz evde çalışan, yazıcının cızırtısının hiç durmadığı bir baba var. Bir konu üzerinde derinlemesine çalışan, çalıştığı konunun içine gömülen, gece gündüz demeden aklında o konuyu döndüren bir baba... Ardından sevdiği rutinlerle ailesini şımartan bir baba var. Zaman zaman televizyonda gördüğüm bir baba. Bir de, bir bomba sesiyle hayatımızın parçalandığı, bembeyaz karların üzerinde üzerine örtülmüş beyaz örtüyle televizyon ekranından gördüğüm bir baba... Hangisi benim babam? Yanıt, kuşkusuz çok acı, ikisi de benim babam. Kısıtlı zamanın içine sinmiş, ömür boyu silinmeyen anılarım var. Ayvalık’ta sabah yazısı bittikten sonra faks çekmeye gidişlerimiz var. Yazı faks çekildikten sonra Ahmet Yorulmaz’ın kitapçısına uğrayıp çay içişlerimiz var; ona çay, bana limonata. Kamuran Gündemir’in terasına oturup Cunda’nın günbatımına bakarken derin klasik müzik sohbetleri var kulağıma çalınan. Köşesini okuma çabalarım, yazdığı kavramları anlama çabalarım var; dikkatlice okumaya çalışıp kelimeleri bir araya getirip anlamayışlarım var. Antiemperyalizm, sosyalizm, kaçakçılık, mafya, cinayetler, ajanlar, devlet…Yazdıklarını, çalışma metodunu görüp çok sonra anlayacağım, topluma neler anlatma derdi içinde olduğunu… 24 Ocak’ın sonrası var. Devlet büyüklerinin içeri gelerek “Kanı yerde kalmayacak” demeleri var. Ardından emniyet müdürlerinin derin devleti“duvar” diyerek anlatışları ve devletin, savcıların salonumuzun içine girerek,“Bu işi devlet yapmıştır, siyasi iktidar isterse çözülür” deyişleri var. Yanımızda duran avukatlarımız, babamın gazeteci yoldaşları ve aile dostlarımız da var. Uğur’un adını nasıl yaşatırız, yaptıklarını gelecek nesillere nasıl taşırız, soruları var. Darmadağın olmuş bir ailenin birbirinden güç alarak ayakta kalma mücadelesi var. Ardından kurulan vakıfta “araştırmacı gazeteci”olmak üzere mezun olan 90 öğrencimiz var. Neden hâlâ inanıyorsunuz? 19 yıl çok uzun. Uzun bir zaman. Bir cinayetin “eskimesi”ne yetecek kadar bir zaman. Bir ailenin yaşamı, eşini, kardeşini, babasını öldürenlerin ortaya çıkarılmasını istemekle mi geçer? Bunu ummakla, bunun için devlet katında, hukuk katında derin ve uzun bir mücadeleyle mi geçer? Üstelik hayatını gerçek habere adayan bir gazeteci cinayetinin hâlâ karanlıkta olması, gazetecilik mesleğinin de kara bir lekesi değil midir? Kendine dokunulunca feryat edenlerin gazeteci sayıldığı bir medya düzeninde yaşadığımızı bilerek, 19 yıl sonra tüm gazetecilere soruyorum: Devletin öne sürdüğü açıklamalara neden hâlâ inanıyorsunuz? Özlem hiç azalmıyor Evet, 24 Ocak’ın bir de sonrası var. Babamın sıcacık sesinin kulaklarımdan silinmediği ve aslında hep havada asılı durduğu anlar var. Karne aldığımda beni kucaklamasının özlemi var, azalmayan. Kabulleniş var peşi sıra gelen… Gece yarısı girdiğim alelade bir bakkalda resmini görmelerim var; bana duvardan gülümseyen. Kaç defa bana gülümseyerek baktığını gördüm o duvarlarda, sayısız belki. |
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder