13 Ara 2008

TURGUT ÖZAKMAN' DAN MUSTAFA DEĞERLENDİRMESİ


‘Sahiden filmi beğendiniz mi?’

Bu yazıyı Mustafa filmi hakkındaki düşüncelerimi genişçe açıklamak, Can Dündar’ı bir kez daha uyarmak ve özellikle öğretmenlerimizi ve öğrencilerimizi bilgilendirmek için yazıyorum
Mustafa filminin 28 Ekim Salı günkü Ankara galasına, erteleme şansımın olmadığı bir toplantı nedeniyle katılamadım. Cumhuriyet haftası dolayısıyla 1 Kasım’a kadar her gün doluydum, filmi izleyemeden, kitap fuarına ve bazı etkinliklere katılmak için İstanbul’a gittim. Film hakkındaki tartışmalar başlamıştı. Tepki giderek yoğunlaşıyordu.
Programım öyle sıkışıktı ki İstanbul’da fırsat bulup filmi göremedim. Görüşümü soran değerli yayıncılardan, filmi izleyemediğimi söyleyerek af diliyordum.
Filmi izlemediğimi bilen sevgili Uğur Dündar, Atatürk ve Milli Mücadele hakkındaki yalan ve yanlış genel iddialar hakkında bir program yapmayı önerdi. Yakın tarihimizle ilgili sahte tarihler, hatta ansiklopediler var. Tarihini böylesine çarpıtan, gerçeğin yerine sahtesini geçirmeye çalışan bir başka millet var mıdır? Bu bize özgü, utanç verici bir durum. (Bu konuda 750 sayfalık bir çalışmam var: Vahidettin, M.Kemal ve Milli Mücadele). Son zamanlarda yeni kuşak iddiaların da üretildiğini görmekteydim. Öneriyi memnunlukla kabul ettim. Arena programında eski, yeni bazı uydurma iddiaları sordular, ben de yanıtladım. Program 10 Kasım Pazartesi gecesi yayımlandı.

400’DEN FAZLA MAİL

11 Kasım Salı günü Ankara’ya döndüm.
Bilgisayarıma büyük çoğunluğu Mustafa filmini kınayan 400’den fazla mail yağmıştı. Bazılarına göz attım. Şaşırdım. Çok düşündürücü iddialar ileri sürülüyordu. Birikmiş gazetelere baktım. Aynı gün Kanal D’den telefon ettiler, 32. Gün için çağırdılar. Konu Mustafa filmiydi, Can Dündar’la filmi konuşacaktık. Yeniden İstanbul’a gidemeyecek kadar yorgundum. Af diledim. Sayın M.Ali Birand anlayış gösterdi, “Öyleyse biz Ankara’ya geliriz” dedi.
“Daha filmi göremedim ki.”
“Can Dündar yarın sabah filmin CD’sini alıp size, eve gelecek. Birlikte izlemenizi istiyor. Sonra programı çekeriz.”
“Peki.”
Ertesi sabah bir TV’de programım vardı. Öğlene doğru eve döndüm. Az sonra da sevgili Can Dündar geldi. Kucaklaştık. Filmin CD’sini getirmişti. Ekranın karşısına geçtik. TV’den bir de kameraman göndermişler. Birkaç dakika bizi filmi izlerken çekti.
Can Dündar’ın sayın annesi ile Basın Yayın Genel Müdürlüğü İç Basın Şubesi’nde birkaç yıl birlikte çalışmıştık. Çok nazik, çok seviyeli bir genç hanımefendiydi. Kadromuz bir aile gibiydi. Can Dündar’ı bu nedenle biraz da evladımız gibi severiz.
Film Atatürk’ü işleyen, iddialı, tartışmalı bir filmdi. “Bak..” dedim, “...Beğenmezsem söylerim. Ona göre.”
“Elbette hocam.”
Filmi izlemeye başladık. Yaklaşık 20 dakika sonra, ilk kanımı söylemek için filmi durdurmasını rica ettim. Bu noktaya kadar filmde, yazılan ve maillerde yer alan ağır eleştirilere, büyük suçlamalara hak verdirecek hiçbir sahne yoktu. Çekimleri, yönetimi de beğenmiştim.
Filmin başında M.Kemal’in, üç yaşındayken ölen kardeşinin cesedinin çakallar tarafından parçalandığını yansıtan bir korku filmi sahnesi vardı. Bu sahne ve anlatım beni tedirgin etmişti ama bunun olumlu bir anlama dönüştürüleceği umuduyla sustum. Bu konuya yeniden döneceğim.
İzlediğimiz noktaya kadar suçlanacak, eleştirilecek bir sahne görmemiştim. Bu bölümle ilgili eleştiriler bana haksız geldi.

SON BÖLÜM HER İNSANI YARALAMIŞTIR

Ama M.Kemal’in Sofya’ya askeri ateşe olarak gönderildiğinin açıklanmasından sonra filmde yanlışlar, abartılar, eksikler, saptırmalar, haksızlıklar, yersizlikler, küçültücü anlatımlar, resimler belirmeye başladı. Sona doğru arttı. Son bölüm şaşırtıcıydı. Her duyarlı insanı yaralamıştır sanıyorum.
Filmdeki güzellikleri, teknik başarıları da, yanlışları, olumsuzlukları da ilk görüşte görebildiğim, anlayabildiğim kadar söyledim. Düzeltmesini istedim. Bazı olumsuzlukları ise program çekimine geç kalmamak için not etmekle yetindim. Program çekiminde değinirim diye düşündüm.
Can Dündar beni çok efendice dinledi, değindiğim hususları kabul etti, yanlışları düzelteceğine de söz verdi. Doğrusu da buydu. Türkiye’de Milli Mücadele, Cumhuriyet dönemi ve Atatürk hakkında insafsız, kuyruklu, çıngıraklı, rezilce yalanlar söylenip yazılırken Atatürk ve dönemi yanlış ve eksik anlatılamazdı. Yanlış anlatım yalancıların, sahte tarihçilerin, kara çalıcıların ekmeğine yağ-bal sürmek olurdu. Tarihimizin ve 20. yüzyılın en büyük insanlarından biri söz konusuydu. Hele eser, ‘belgesel’ diye nitelenen bir film ise, her kare ve her sözcük, tarihe ve gerçeğe dayanmalıydı.

‘KEŞKE SİZE DANIŞSAYMIŞIM’

Can büyük bir içtenlikle, “Keşke size danışsaymışım” demek inceliğini gösterdi.
Saat 15.00’e doğru filmi izleme sona erdi. Can gitti. Pek az sonra da televizyondan yollanan araç geldi. Dinlenemeden çekim yapılacak yere gittim.
Ben sayın M.Ali Birand’ın yönetiminde Can’la benim katılacağım ikili bir program yapacağımızı sanıyordum. Bu genişçe konuşulacak, olumlu sonuçlar verecek bir program olurdu. Programa 6 kişinin katılacağını orada öğrendim. İlke olarak böyle kalabalık programlara katılmam. Hiç katılmadım. Gerçekler, laflamaların altında ezilip kalıyor. Geri dönmek şık olmayacaktı, programa katıldım. Çekim yapıldı.
Payıma düşen süre içinde filmin eksiklerini, yanlışlarını yumuşak bir üslup içinde, emeğe saygımı koruyarak özetledim.
Program ertesi günü, perşembe gecesi yayımlanacaktı.

FİLMİN ANA FİKRİ YOK

Filmin anlatım sanatı bakımından çok ciddi bir eksikliği var: Filmde tema (ana fikir ) yok. Tema, kural olarak, bir yargı cümlesidir. Eser temayı kanıtlamak, anlatmak için var edilir. Tema bütün esere yön verir, konuyu çerçeveler, anlatımı toparlar, sanatsal disiplin altına alır. Mustafa’da genel bir tema yok; denilebilir ki her aşamada değişen temalar, motifler var. Omurgasızlığın, dağınıklığın, eksikliklerin, iç çelişkilerin, konunun gelişip ilerleyememesinin, final coşkusuna yürüyememesinin ana nedeni bu.
Anlatım sanatı, kurallarına uymayanları cezalandırır.
Film yaklaşık 2 saat sürüyor. Dramatik çatışma içermeyen, düz bir çizgi halindeki bir filmin iki saat ilgiyle izlenmesi zordur. Oysa M. Kemal kargalarla, parasızlıkla, karanlıkla, yalnızlıkla değil; çok önemli, etkili, büyük güçlerle çatışmıştır: İstibdat, emperyalizm, komitacılık, Alman subayları, ortaçağcılık, bağnazlık, ilkellik, gericilik, yoksulluk, bilgisizlik, teslimiyetçilik, işbirlikçilik, hainlik, barbarlık, Batı karşısında duyulan aşağılık duygusu, nankörlük vb. Hiçbir aşamada bu çatışmalar yer almıyor. Hele emperyalizmden hiç söz edilmiyor. Emperyalizm yok sayılarak yakın tarihimiz nasıl anlatılabilir ve anlaşılabilir? Kimlerle mücadele ettiğimizi anlatmadıkça, mücadelenin müthişliği, zaferlerin büyük anlamı nasıl anlaşılacak?
Nitekim anlaşılmıyor.

ÇEKİM GÜZEL AMA KONU BİR ÇİZGİ HALİNDE

Kısacası, filmin konusu dümdüz ilerleyen bir çizgi halinde. Dramatik anlamda ne çatışma var, ne kırılma. Bunun sonucu olarak merak da yok. Kural olarak finale doğru gelişim yoğunlaşır, hızlanır ve yükselir. Bu filmde tersi oluyor. Yükselmiyor, düşüyor ve sonunda sürünüyor.
İkinci izleyişimde 200 kişilik salonda 27 kişi vardı. Kimse bırakıp gitmedi ama kıpırtılar, öksürükler, mısır yemeler, fısıldaşmalar ilginin gevşekliğini belirtiyordu.
Çekimler güzel, bazı yerlerde çok güzel, kurgu ustaca, teknik olanaklar akıllıca kullanılmış. Yerli, yabancı arşivlerden yararlanılarak etkili siyah-beyaz otantik filmler, fotoğraflar sağlanmış. Bu önemli, değerli bir başarıdır.

‘Mustafa’ bir Can Dündar filmi; amacı gerçeği anlatmak olan belgesele uymuyor
Yanlış, çarpıtma, sulandırma var.
- Mustafa bir belgesel film mi?
- Hayır. Bir film bir mektuptan bir parçaya, kahramanın günlüğünden birkaç satıra yer verdiği, bazı belgesel filmlerden yararlandığı için belgesel olmaz. Bunlar küçük küçük, sevimli, ilginç, hoş süsler. Gerçek bir belgesel filmde ilke olarak yanlış, çarpıtma, gerçekleri sulandırma bulunmaz. Gerçeklerle oynanmaz. Belgesel filmin amacı gerçeği, doğruyu anlatmak, belgelemektir.
- Yanlış, çarpıtma, sulandırma var mı Mustafa’da?
- Evet var. Olmasa 32. Gün programında söylemezdim, şimdi de bu yazıyı yazmazdım. Sırası geldikçe bilgi vereceğim.
- Belgesel değilse nasıl bir film?
- Bu film kendi söyleyişiyle bir Can Dündar filmi. Diyor ki: “Bu benim Atatürk’üm, bana ait bir Atatürk yorumu. Bunun ‘gerçek Atatürk’e daha yakın biri olduğunu belgelerle kanıtlamaya çalışıyorum.” ( 9 Kasım günlü Hürriyet, Pazar eki, 8. sayfa)
- Kanıtlayabiliyor mu?
- Hayır. Aşağıda örneklerle açıklayacağım. Can Dündar devam ediyor: “Biri de çıkıp diyebilir ki, ‘Hayır, Atatürk hiç böyle bir adam değildi. Yüzlerce kişiyle birlikte yaşadı, asla yalnız kalmadı.’ Tamam, eyvallah, belgelerini ortaya koysun, o da Atatürk filmi yapsın. Biz de izleyelim ve tartışalım.”


ONUN BUNUN DEĞİL BİR TEK ATATÜRK VAR

- Allah Allah. Atatürk ve dönemi, belgeselcilerin oyun parkı, yarış alanı mı? Onun bunun Atatürk’ü olur mu?
- Gerçekleri bilim ahlakı ve anlayışıyla araştırıp saptayanlar için başka başka Atatürk olmaz. Maksatlılar, niyeti bozuklar, bilgisizler, gafiller, aptallar, hainler Atatürk’ü kendilerine göre anlatmaya çabalıyorlar. Bu nedenle de başka başka Atatürkler var. Ama bunlar gerçeklere aykırı, hayali, ısmarlama, maksada göre üretilmiş gerçek dışı Atatürkler.
Doğrusu şudur: Doğumundan ölümüne kadar gittikçe büyüyen bir tane Atatürk vardır! Ötesi fasa fisodur.
Bir sanat filminde bazı yorumlara, farklı yaklaşımlara, özgün süslemelere yer verilebilir ama bu bir belgesel, yani doğruyu, gerçeği yansıtmakla sorumlu bir film. Masal değil, hikâye değil, fantazi değil, hayal oyunu değil. Bir lider ve ölen bir imparatorluk, doğan bir devlet, bir diriliş süreci anlatılacak. Böyle bir konu, yaratıcılarından hem bir tarihçi vicdanı ve bilinci, hem bir sanatçı saygısı ve duyarlığı hem de yeminli bir tanığın dürüstlüğünü ister. Mustafa filminin birçok sahnesinde bu özellikleri özlemle aradım. Tarih ile oyun olmaz, insanın elinde patlar. Hele hayatı söz konusu olan kimse bir devlet kurucu, kurtarıcı, önder, sahici bir kahraman ise, bütün ekip için gerçeğe bağlılık bir namus ve vefa borcu olur.

EKİBİ ATATÜRK’Ü KAVRAYAMAMIŞ

- Ekipten kastınız nedir?
- Can Dündar “bu benim Atatürk’üm, benim yorumum” diyor, filmin bütün sorumluluğunu üzerine alıyor ama bu noktada Can Dündar’ı kendine karşı savunmak gereğini duyuyorum. Şöyle ki: Bu film sadece bir Can Dündar filmi değil. Çünkü Atatürk ve dönemini (1881-1938) bütün boyutları, evreleri ile kavrayacak kadar geniş ve ciddi bir araştırma yapmak ve belgelemek, kolay iş değildir. Bilen bilir, bu iş uzun yıllar, sürekli bir çaba, sağlıklı bir bakış açısı ve geniş bir kaynak birikimi ister, doğru olanla yanlış olanı birbirinden ayıracak bir ölçüye sahip olmayı gerektirir. Neredeyse ömrümü bu konuya verdim, hâlâ durmadan çalışıyor, araştırıyor, bilgimi sınamaya, genişletmeye, eksiklerimi tamamlamaya çabalıyorum.
Bu nedenle Can Dündar, haklı olarak, bir araştırma ekibi kurmuş. Öyle sanıyorum ki bu genç ekip Can’a, yeterli, sağlıklı malzeme getirmemiş. Birikimini doğru, sağlam bilgilerle genişletmemiş.
Ekibin Atatürk kim, olay ne, iyi kavradığını iddia etmek çok zor. Atatürk’e hayatı ilginç ünlü biri gibi yaklaşıyorlar. Atatürk’ün Türkiye, Müslüman memleketler, sömürgeler ve dünya için ne anlama geldiğinin sanırım pek farkında değiller.

GÖZ BOYAMA KAYNAKÇA OLMAZ
Bir küçük dokunuş: Filmin sonunda yararlanılan kaynaklar listesi var. Listede “Vahidettin, M. Kemal ve Milli Mücadele” adlı çalışmama da yer verilmiş. Ama tek sayfasının bile okunmadığı belli. Okunsa, o yanlışlar ve eksikler filmde yer almazdı. Göz boyama kaynakça olmaz.

GERÇEK DANIŞMANLARI OLSAYDI

Filmin danışmanları da, biriken malzemeyi Can’ın doğru, tarihin akışına uygun, düzeyli biçimde değerlendirmesine ve işlemesine yardımcı olmamışlar. Anladığım kadarıyla danışmanlar da bu iç içe geçmiş büyük dönemleri ve hele Atatürk’ü pek az biliyorlar. Keşke danışmanların da gerçek danışmanları olsaydı. Nitekim Atatürk Araştırma Merkezi’nin eleştirilerini Can Dündar değil, film ekibi yanıtlıyor. (Ntvmsnbc.com’un Mustafa filmi ile ilgili bölümünde)

DESTEKLEYENLERİN DE SORUMLULUĞU VAR

Özetle, bu film ‘Can Dündar ve ekibinin’ filmi. Ekibi derken yalnız araştırmacıları, danışmanları değil, filmin arkasında duran, filme destek veren kurumları da kastediyorum. Mustafa’yı destekleyen kurumlar herhalde senaryoyu okumuş, incelemiş, demek ki beğenmiş, galalar yapılarak yöneticilere, geniş bir tanıtımın yardımıyla halka, özellikle öğrencilere izlettirilmesini yararlı görmüş, sorumluluğa katılmış ve yardım etmişler. (Turkcell’in senaryoyu dikkatle inceledikten sonra, bu filmi desteklemeyi doğru bulmadığı anlaşılıyor. Can diyor ki: “Bu filmin sponsoru Sabancı. Filmi bittikten sonra izlediler. ‘Var mısınız, yok musunuz?’ dedim. ‘Şurasını beğenmedik’ deselerdi, filmi alıp çıkacaktım.” (Hürriyet, 10 Kasım 2008) Yani Sabancılar filmin bitmiş halini görmüşler, beğenip onaylamışlar.) Filmdeki yanlışların, çarpıtmaların, haksızlıkların altında, destekleyen kurumların da imzaları bulunuyor! Bu kurumlar yanlışları, çarpıtmaları, haksız yargıları benimseyip benimsemediklerini açıklamalı. Bazı illerimizde milli eğitim müdürlüklerinin de öğrencileri filmi izlemeye zorladıkları yazılıyor. Biraz düşünen, bu zorlamanın nedenini çakar. Umarım bu haber doğru değildir.


"MUSTAFA DA YENİ BİR BİLGİ VE BELGE YOK"

- Yeni belgeler, bilgiler var mı filmde?
- Uzun yıllardır tarihimiz okullarda doğru ve yeterli okutulmuyor. Tarihimizi doğru öğrenmediğimiz, okumaya da meraklı olmadığımız için, genel izleyici bakımından birçok bilginin yeni olduğu söylenebilir. Ama bu, değerlendirme çıtasını yerden sadece bir karış yukarda tutmak demektir. Çok değil, biraz tarih bilenler için yeni bir bilgi, belge yok. Sadece iki Fransız gazetesi var. Biri hastalığından söz ediyor. Öteki Atatürk’ü diktatör olarak niteliyor. Birçok olumlu, yüceltici yabancı gazete haberi, yazı, açıklama var, ekip nedense bu yazıyı seçmiş! Filmde bu haksız nitelemeye karşı, kısa da olsa bir yanıt yer almalıydı. Çünkü diktatörlük bambaşka, korkunç bir şeydir. Nitekim Can Dündar Genç Bakış programında diyor ki: “Fransız gazetesinin diktatör nitelemesine karşı bir duruşumuz olmalıydı.” (5 Kasım gecesi, Kanal D) Filmde böyle bir karşı duruşun zerresi yok. Tersine, bu iddiayı destekleyen ifadeler var. Aşağıda belirteceğim.

- O dönemde birçok yabancı yazar, düşünür, bilim adamı ve politikacının, özellikle de mazlum milletler liderlerinin Atatürk ve dönemi hakkında yazıp söylediği birçok övücü, gurur verici açıklamalar var. Neden hiçbirine yer verilmemiş de bu Fransız gazetesinin nitelemesi seçilmiş?

- Bu soruyu Can Dündar’ın ve ekibinin yanıtlaması gerekecek. Düşündükçe birçok şey zihnimi kemirip duruyor. Nedensiz ne yaprak kımıldar, ne de bir seçim yapılır. Bu konuda Mustafacılara dört değerli kaynağı hatırlatmak istiyorum: Bilal N. Şimşir, Doğunun Kahramanı Atatürk; Özer Ozankaya, Dünya Düşünürleri Gözüyle Atatürk ve Cumhuriyeti; S.Çiller Atatürk İçin Diyorlar ki, Varlık Yayınevi, 1965; Atatürk’e Saygı, TDK, 1969.
- Umarım okurlar...
- Bir de dayanaksız iddialar, yakıştırmalar var ki bunlara yeni bilgi demek bilgiyi aşağılamak olur.
- Ya Atatürk’ün not defterleri?

- Atatürk’ün not defterlerinden ikisi Şükrü Tezer ve Afet İnan tarafından yayımlanmıştır. Harp Tarihi Dairesi’ndeki not defterleri 21 tanedir. Yeni ortaya çıkmış belgeler değildir, uzun yıllardan beri biliniyor, yayımlanıyor. Meraklıları bilir. (Toplu bilgi için: Ali Mithat İnan, Atatürk’ün Not Defterleri, Gündoğan Y., Ankara, 1969)


‘Mustafa’da bir milletin kahramanının anısı ve saygınlığı yaralanıyor, incitiliyor; asıl linç bu
Filmdeki gerçek Atatürk değil

- Can Dündar, Hürriyet’te sayın Ayşe Arman’a şöyle diyor: “Benim bildiğim, benim okuduğum adam, bana anlatılan adama uymuyor. Benim oğluma anlatılan da benim bildiğim adam değil.” (9 Kasım, Pazar eki, 8. sayfa) Bu konuda ne düşünüyorsunuz?

- Can Dündar’ın Atatürk’ü, Mustafa filminde anlattığı Atatürk ise, bu Atatürk’ün gerçek Atatürk’le pek az ilgisi var. Can, Atatürk ve dönemini parça parça incelemiş. Geneli görmemiş. Ormana bakmıyor, ağaç dallarıyla ilgileniyor. Mesela Atatürk’ün laiklik anlayışını din karşıtlığı gibi algılıyor. Atatürk’ün içkisine, yalnız bırakıldığına takıntılı. Hele Cumhuriyet dönemini hiç anlamamış. Atatürk’ün sofracısı Cemal Granda’nın şişirilmiş, uyduruk anılarını ve benzeri anıları, doğru ile yalanı daha ayırt edemediği için gerçek sanıyor. Bu arada zaman zaman yeni tribünlere oynadığı izlenemini de alıyorum.

ATATÜRK’Ü PSİKOLOJİSİYLE ANLATMAK

Bir de şu var: Atatürk’ü psikolojisi ile anlatmak istiyor. Yararlı bir yaklaşım. Ama bunu bir psikolog ya da ciddi bir hobi olarak psikolojiyi seçmiş olan biri yapabilir. Can psikoloji bilmiyor. Vamık D.Volkan ile Norman İtzkowitz’in yazdığı Ölümsüz Atatürk adlı kitaptan yararlanmış. Kitabı çok başarılı buluyor. (Hürriyet, 10 Kasım, s. 6) Bir psikoloğumuz bu kitabı inceleseydi şaşırtıcı, akıl karıştırıcı, bilimselliği çok şüpheli, Atatürk’ü acayip kalıplarla çözümlemeye çalışan, tuhaf, esrarengiz bir kitap olduğu açığa çıkardı. Atatürk’ü anlamak için başvurulacak bir kitap olmadığını söyleyip bu konuyu kapatacağım. Psikoloji, amatörler için çok kaygan, karmaşık bir alandır. İnsanı gülünç eder. Dikkat!
Bu kitabın etkisiyle Can diyor ki: “Babasız büyümek, bir ülke için baba figürüne dönüşmenizde etken olabilir.” (Hürriyet, 10 Kasım, s. 6) Söz konusu kitapta işte buna benzer birçok yakıştırma var. Mesela Atatürk’ün yurtseverliği şöyle anlatılıyor: “M. Kemal anasına duyduğu sevgiyi, anasının ölümü üzerine vatanına yöneltmiştir.” (Bağlam Y., 1998, s. 290) Nasıl? Ne kadar bilimsel değil mi?)
Atatürk’ü anlamaya, anlatmaya, açıklamaya, çözümlemeye çalışan birçok dürüst, doğru, değerli çalışma var. Can bunlardan yararlanmak yerine bu komik kitaba takılıp kalmış. (Kendisine aydınlatıcı, dürüst, baba bir kitap tavsiye edeyim: Prof. Dr. Şerafettin Turan, Mustafa Kemal Atatürk, Bilgi Yayınevi, Ankara, 2004)

OĞLUNUN ATATÜRK’Ü GERÇEĞE DAHA YAKINDIR

Bu nedenlerle filmde ortaya değişik bir Atatürk çıkmış. Ben oğlunun bildiği Atatürk’ün -bilgisini koruyorsa- gerçek Atatürk’e daha yakın olduğuna inanıyorum. Çünkü özellikle sevgili, sayın öğretmenler Atatürk’ü saygıyla, özenle, ona yaraşır, yakışır bir dille anlatıyorlar.
Ne yapacaklardı yani? Öğrencilerine, Atatürk’ü, filmdeki gibi özetle, ‘içkici, kadına düşkün, yalnız bırakılmış, arkadaşsız, diktatör, unutulmaktan ödü patlayan, Mussolini’yi çağrıştıran, emeklilik psikozu içinde birtakım işlere kalkışan bir adamcağız’ diye mi anlatacaklardı?
Bu mudur Atatürk?
İnsaf!

ATATÜRK’Ü HİÇ ANLAMAMIŞLAR

Can Dündar da, ekibi de, danışmanları da, bence Atatürk’ü hiç anlamamışlar. Atatürk olgusunun yüzeyinde, uzağında kalmışlar. Bilgi yetersizliğinden kaynaklanan bazı önyargıları var ve bütün filmde hiç sevgi yok. Büyük insanlara meraklı komşu gibi, paparazzi gibi, hele softa gözüyle bakılamaz. Can nerede durduğunu, kendisini savunan ve alkışlayan bazı kalemlere bakarak kavrayabilir. Fatih Sultan Mehmet, Kadırgalı Abdullah Molla anlatılır gibi anlatılamaz.Tersi de olmaz. Biçim öze uymalı. Bu kural anlatım sanatının temel kuralıdır. Ayrıca takt diye bir şey vardır ki Türkçeye denlilik, incelik diye çevrilebilir. Bu yazık ki genç kuşakların örneğini pek az gördükleri bir tutum. Bir şeyi incelikle anlatamıyoruz. Kabalık yaygınlaştıkça yaygınlaşıyor. Oysa bilginin üslubu nazik, sesi sakindir.

- Can Dündar Atatürk’ün Armstrong’un Bozkurt kitabını hoşgörüyle karşıladığını anlattıktan sonra genele seslenerek diyor ki: “Böyle hoşgörülü Atatürk’ten siz sansürcü, ceberut bir portre yaratmışsınız ve bize onu yutturmaya çalışıyorsunuz. Ben o Atatürk’ü benim liderim saymıyorum. Ben kendi tanıdığım lideri anlatmaya çalışıyorum.” Siz ne diyorsunuz?


ATATÜRK HİÇ CEBERUT DİYE NİTELENMEDİ

- Sansürcü Atatürk ne demek anlamadım. Lafın gelişi söylemiş olmalı. Ceberut Atatürk’e gelince: Hiçbir uygar, vicdanlı, sağduyulu, gerçeğe saygılı insan, Atatürk’ü ceberut diye nitelememiş, tanıtmamıştır. Şimdi de Atatürk’ü öyle anlatan ciddi, gerçekçi tek bir inceleme, araştırma, hikâye yok. Kimse Atatürk’ü Can’ın iddia ettiği gibi ‘ceberut diye yutturmaya’ kalkışmıyor.
Atatürk’ü yakından tanıyan birçok kimse anılarını yazarak Atatürk’ü anlatmıştır. Birkaçı: Yunus Nadi, Falih Rıfkı Atay, Y.Kadri Karaosmanoğlu, Ruşen Eşref Ünaydın, Kılıç Ali, Salih Bozok, M. Müfit Kansu, Ali Fuat Cebesoy, İsmet İnönü, Celal Bayar, Damar Arıkoğlu, Fahrettin Altay, Hasan Rıza Soyak, Hüsrev Gerede, Kazım Özalp, Afet İnan, Sabiha Gökçen, Süreyya Ağaoğlu, Y. Kemal Tengirşenk, Aralov, J. Grew, Madame Gaulis, General Sherill vb... Hiçbirinde Atatürk ceberut olarak anlatılmaz, anılmaz, ima bile edilmez. Hiçbir okul kitabında da böyle bir niteleme yoktur. Çünkü Atatürk ceberut değildi. (Ceberut=acımasız, zorba) Can’ın ‘ceberut Atatürk’ iddiasının ciddi bir dayanağı yok. Kendi ileri sürüyor, kendi karşı çıkıyor. Gölge boksu yapıyor.
- Atatürk’ün ceberut olduğunu yazmaya yeltenen hiç kimse yok mu?
- İstisnasız kural olur mu? Birkaç kişi var.
- Kimler?
- Bunlar Can Dündar’ı ve Mustafa filmini alkışlayanlar arasında yer alıyorlar. Atatürk’e, “Diktatör, bütün yetkileri elinde topladı, söylediği kanundu, muhaliflerini temizledi” filan diyen, Mussolini gibi kepaze bir adamı anıştıran da Can Dündar’ın kendi ve ekibi. Filmde bir iki sahne dışında, Atatürk’ün büyük, güzel özelliklerini anlatan, yansıtan bir hava yok. Ne kadar sevgisiz bir işleyiş. Film gittikçe karamsarlaşan, olumsuzlaşan, durgunlaşan bir havayla sürüyor, final tüy dikiyor.

YAPTIĞI İLE SÖYLEDİKLERİ BİRBİRİNİ TUTMUYOR

Can’ın yaptığı ile söyledikleri birbirini tutmuyor. Şimdiye kadar, birkaç dinci ve Armstrong’dan başka hiç kimse Atatürk’ü, Mustafa filmi gibi anlatmadı. Resmi anlatımın gölgesinde kalmayayım derken, gerçeğin çok dışına, uzağına düşülmüş. Bu asla unutulmayacak bir talihsizlik.
- Can Dündar Atatürk’e sansür uygulandığından yakınıyor...
- Atatürk’ü sansürlemek akla ve ahlaka aykırı bir şey. Ama koca bir hayatın içinden cımbızla birkaç cümle, birkaç ayrıntı seçip de bunları bir karakterin anahtarı diye ileri sürmek de sansür kadar akla ve ahlaka aykırı bir davranış olur.

Dündar’ın ‘Mustafa’ filminin en büyük kusuru Atatürk’ü anlatan iki önemli olguyu yansıtmaması:


KURTULUŞ VE ÇAĞDAŞLAŞMA

- Can Dündar diyor ki: “Atatürk’ün özel hayatını anlattığımız söyleniyor. Ama aslında film onu anlatmıyor. Başka bir mücadele var Atatürk’ün hayatında, ben onu fark ettim ama.. gelen tepkilere bakıyorum da filme çok yedirememişim.”
- Fark ettiğini söylediği mücadeleyi açıklamayı biraz sonraya bırakalım, önce şu sözlerini konuşalım. Atatürk’ün özel hayatını anlatmıyorsa, filme bazı alışkanlıklarını, bazı nitelemeleri sokuşturmasının nedeni, anlamı ne? Ne kazandırıyor bunlar filme, Atatürk’e, Cumhuriyete, genç kuşaklara, çocuklara?..
İncelikten, denlilikten yoksun bu üslup pek çok insanı incitiyor.
Bazı öğrencilerin filmden etkilenerek söyledikleri Atatürk aleyhindeki sözleri duyuyor ve ürperiyorum. Film bütün okullara pazarlanıyor. Can, filmin öğrencilere pazarlanacağını bilmiyor muydu? Bilmemek olur mu? Asıl hedef kitle öğrenciler! Para ordan gelecek. Pazarlanınca bazı sahnelerin, sözlerin, nitelemelerin çocukları nasıl olumsuz etkileyeceğini hiç mi hesaba katmadı? 32. Gün’de iki kişi, bu anlatımı, resmi söylem dışında özel bir eser olmanın gereği gibi savundu.
Resmi söylem dışında, özel bir eser olmak, kalın, kaba, hoyrat, sorumsuz olmayı mı gerektiriyor? Haksız davanın savunucusu olmak ne güç. İnsanı yanlışın arkasında durmaya zorluyor.
Sanatçının önüne malzeme yığılır. Sanatçı aklı, sağduyusu, zevki ve bilinciyle bu yığını ayıklayıp seçmesini bilen kişidir. Yoksa çalışma, deli kızın çeyiz bohçasına döner, ya da saatli bombaya ya da zehir çanağına.


EN AZINDAN ÖZÜ YANSITILMALIYDI
Mustafa adı verilen filmin büyük kusuru şu:
Atatürk olgusu iki saate sığdırılamaz elbette.. ama film, bu olgunun özünü yansıtmalıydı, o yok. Bu olguyu iki sözcükle özetleyeyim: Kurtuluş ve çağdaşlaşma.
Dört yandan işgal edilmiş yoksul, çağdışı bir ülke. Para yok, silah yok, örgüt yok.. galipler yüz yıllık hazırlıklarının ürünü olan Sevr Ant-laşması’nı dayatarak, Türkiye’yi parçalamak ve ebediyen denetim altında tutmak istiyorlar. Anadolu’yu 400.000 silahlı kuvvet işgal ediyor. Teslimiyetçi ve işbirlikçi İstanbul yönetimi Sevr’e, parçalanmaya, denetim altında yaşamaya razı olmuş. On yıl süren savaşlar halkı bitirmiş. Atatürk işte bu yaman koşullar içinde kurtuluş ve bağımsızlık bayrağını açıp milletiyle birlikte vatanını kurtaran adamdır.
Bu kadar mı? Hayır.
Dahası var: Bağımsızlığın kazanılmasından sonra her alanda çağdaşlaşmayı ve kalkınmayı başlatır. Bu, bir büyük hayat hamlesi, sömürücü Batı’ya karşı da çok ciddi bir önlemdir. Büyük ve ebedi kurtuluş budur. Sömürüden, horlanmaktan, bilgisizlikten, ilkellikten, bağnazlıktan, kurbanlık koç olmaktan, Batı karşısında el pençe divan durmaktan, maddi manevi kölelikten kurtuluş!
Bu hamle iki ayaklıdır: Birinci ayak sosyal, kültürel, manevi kalkınma, ortaçağdan yeni çağa geçiş, kadının eşit haklar kazanması, aklın ve vicdanın özgürlüğe kavuşmasıdır; milletleşmedir, yani Anadolu Rönesansı ve hümanizmasıdır. İkinci ayak maddi kalkınmadır. 1923’te yüz küsur fabrika vardı, 1933’te, on yıl içinde, fabrika sayısı iki bin küsur olmuştur. Durgun, çağdışı bir köylü toplumu Cumhuriyetle birlikte silkiniyor; üretici, çağa açık, yaşayan bir toplum olmaya başlıyor. 15 yıllık kalkınma hızı ortalaması yüzde 10, sanayileşme oranı yüzde 19’dur ki.. dünya rekorudur. Atatürk işte bu müthiş hayat hamlesinin de öncüsü, mimarıdır. Bugün neyimiz varsa hemen hepsini kendisine borçlu olduğumuz insan. Açıkçası, dünyada hiç benzeri olmayan biri!

ATATÜRK YOK, EMPERYALİZM YOK, SEVR YOK, LOZAN YOK...

Mustafa filminde bu yok işte, Atatürk yok!
Başka? Emperyalizm yok, kapitülasyonlar yok, Sevr yok, Lozan yok, çağdaşlaşma yok, devrimler yok, laiklik yok, millet mektepleri yok, halkevleri yok, eğitim destanı yok, demiryolcular yok, sağlık mücadelesi yok, Medeni Kanun yok, aklın özgürleşmesi yok, gençlik yok, konservatuvar yok, sanat yok, öğretmene verilen büyük önem yok, üniversite yok, fabrikalar yok.. Atatürk’ün bağımsızlık ve uygarlık bayrağı altında toplanan halk, o fedakâr, çalışkan, bilinçli millet yok.. o canlılık, saygınlık, umut, güven, yaşama sevinci, birlik ve dirlik yok.
Vatan padişahın mülküydü, milletin oldu. Saltanat hanedanın hakkıydı, millete geçti. Halk padişahın kuluydu vatandaş oldu. Bu bir Doğu ülkesi için hayal bile edilemez, emsalsiz, olağanüstü, mucize gibi bir devrimdir.
Atatürk bunlar demektir.
Filmi ruhsuz, özsüz, etkisiz, eksik yapan bunların olmaması, kurtuluşu ve atılımı yansıtmamasıdır. Bunlarla ilgili birkaç sözcük yok değil. Ama bir kurtuluş destanı ve büyük hayat hamlesi bir iki fırça dokunuşuyla anlatılamaz. Filmdeki bu ruhsuzluk, Atatürk’ü küçültmeye, Milli Mücadele’yi önemsizleştirmeye, Cumhuriyeti yermeye çalışan kafa ve kalemleri sevindirmiş, memnun etmiş görünüyor. Bu durum Can gibi çağdaş bir Cumhuriyet genci için iftihar edilecek bir durum değil.

ÖRNEK DAVRANIŞLARI PERDEYE YANSIMAMIŞ

- Bazı izleyenler, filmde insan Atatürk’ü gördüklerini söylüyorlar..

- Bu kimseler galiba insan kavramını zaaflar karşılığı kullanıyorlar. Atatürk şöyle içki, böyle sigara içerdi vb. deyince bu, insan Atatürk’ü anlatmak mı oluyor? Atatürk’ün gizli saklı bir hayatı yok. Her şeyi bilinir. Birçok kitapta anlatılıyor. Bilmeyen bilgisizliğinden bilmiyor.
Ne var ki bir çalışma, çocuklara da yönelik bir çalışma ise özenli, dikkatli bir dil kullanılması ya da bunların ihmal edilmemesi bir uygarlık gereğidir. Ayrıca, insan zaaflardan, alışkanlıklardan ibaret değildir. Sağlıklı bir kişilikte zaaflar küçücük bir yer tutar. İnsanı insan yapan başka özellikler, nitelikler, değerler var. Bir karakteri zaaflar değil, bunlar çizer.
Filmde, Atatürk’ü büyük insan yapan özelliklere, niteliklere, güzel duygulara, büyük düşüncelere hiç değinilmiyor. İnsan Atatürk’ü anlatan ne kadar çok, ne kadar güzel, zarif, olağanüstü olaylar, hele yöneticilerin, siyasilerin, düşün adamlarının örnek ve ders alması gereken nice davranışları var. Biri bile anımsatılmıyor.
Bu konuda Hegel’in bir açıklaması var. Çok beğendiğim için aktarmak istiyorum. Diyor ki: “Hiçbir kahraman, uşağı için kahraman değildir. Kahraman, kahraman olmadığı için değil.. uşak, uşak olduğu için. Kahraman uşağa, kahraman olarak değil; yiyen, içen, giyinen, kısacası ona kendi özeline özgü arzuları, düşünceleri ve gereksinimleri olan bir birey olarak görünür.”
Bütün biyografi yazarları için bir başucu sözü.
Hegel, “Kahramanlara uşağının gözüyle bakmayın; anahtar deliğinden değil, cepheden bakın.. bakışlarınızı kahramanın başına kaldırın” diyor! (Atatürk’ün özel hayatı hakkında bilgi edinmek isteyenler için üç kitap: Kılıç Ali, Atatürk’ün Hususiyetleri, Sel Y., İstanbul, 1955; İlknur Güntürkün Kalıpçı, Her Yönüyle İnsan Atatürk, Uludağ Üniversitesi Rektörlüğü Yayını, Bursa, 2002; Dr. İsmet Görgülü, Atatürk’ün Özel Yaşamı, Uydurmalar, Saldırılar, Yanıtlar, Bilgi Yayınevi, Ankara, 2003).

Can’ın görmezden geldiği çalışmalar

- Can Dündar Hürriyet’teki Ayşe Arman röportajında diyor ki: “Kimsenin bir Atatürk filmi yapma niyeti yok. Yapsalar 70 yıldır yaparlardı. Kimse bir şey yapma derdinde değil..” Sizce doğru mu söylüyor?
- Konuya uluslararası maceracılardan söz ederek gireyim. Biri Laurence Olivier’nin oğluydu. Allahtan bunlara bir Atatürk filmi çektirilmedi. Yalan yanlış olacağına hiç olmaması daha iyidir. Mustafa filmi bu konuda uyarıcı bir örnek. Bilmeyen, anlamayan, dersine çalışmayan bu konuya elini sürmesin!
Rahmetli Behlül Dal Atatürk’le ilgili beş-altı kısa film yaptı, Devlet Tiyatrosu sanatçıları da oynadı. Zaman zaman televizyonlarda yayımlanıyor.
Kültür Bakanlığı 1992’de Atatürk’le ilgili bir dizi film yaptıracaktı. Bu yararlı düşünceyi gerçekleştirmek için birçok yazara senaryo ısmarlandı. Fakat neden bilmem yalnız biri filmleşti: Refik Erduran’ın Metamorfoz’u. Yönetmeni Feyzi Tuna. Bu film de TRT’de yayımlanmıştır.
Son olarak TRT 1990’larda sayın Ziya Öztan’a iki dizi (ve film) yaptırdı: Kurtuluş ve Cumhuriyet. Bu çalışmalar 1921 ile 1933 arasındaki en yoğun, anlamlı, eşsiz dönemi kapsıyor. Bunlar Ziya Öztan’ın bilgisini, bilincini ve ustalığını kanıtlayan, işlediği dönemi dürüstçe ve sanatlıca anlatan çalışmalar. Çekimleri toplam üç yıla yakın sürmüş, on binlerce insanın katkısıyla var olmuşlardır. Çok büyük yankı uyandırdıklarını söylemem gereksiz.
Özellikle bu iki önemli çalışmayı bir kalemde silip geçmesini, Can Dündar’a hiç yakıştıramadım. Ustaya, emeğe, gerçeğe saygı lütfen! Ama Mustafa filminin bir yararı oldu. Atatürk filmi yapmak için çeşitli grupların çalışmalara başladığını duydum, çok sevindim. Atatürk’ü doğru anlatmak, bu olumsuz, tuhaf, gerçeğe aykırı çalışmalar, çabalar, yorumlar karşısında, bir vatan görevi, bir ahlak borcu oluyor.

BANA VERDİĞİ SÖZÜ TUTMALI
- Ek olarak “Biri yapsa da beynine binsek diye bekliyorlar” diyor, eleştirileri ‘linç’ diye niteliyor...
- Bazı hususlardaki eleştirilerin haksızlığını, filmde karşılıklarının bulunmadığını ben de kabul ediyorum. Bunlara tepki göstermekte haklı. Kendisine bu nedenle ‘sabır’ dilemiştim. Ama birçok ciddi eleştiri, uyarı, yerme var ki, onları ‘linç’ diye nitelemek kesinlikle doğru olmaz.
Mustafa filminin bazı sahnelerinde, bir milletin tarihi boyunca en çok saygı duyduğu, arkasından en çok ağladığı bir kahramanın anısı ve saygınlığı yaralanıyor, incitiliyor.
Asıl linç bu.
Buna tepki gösterilmemesi, doğruların açıklanmaması çok hazin, rezil, acı bir şey olurdu. Can Dündar, bu tepkilere, eleştirilere, suçlamalara katlanmalı ve hiç gecikmeden bu yanlışlıkları, eksiklikleri düzeltip filmi gerçeğe uygun, kahramanına saygılı hale getirmelidir. Yani bana verdiği sözü tutmalıdır.

ATATÜRK MEÇHULE DEĞİL HALKINA GİTTİ

- Filmde “Meçhule gidiyordu” deniliyor.

- Atatürk’ün programının kaynakları çok eskilere dayanır. Mesela Misak-ı Milli’nin esaslarını 1907’de belirlemiştir. (A. Fuat Cebesoy, Sınıf Arkadaşım Atatürk, s. 135 vd., İnkılap K.) Şapka hakkındaki görüşünün tarihi 1910’dur. Cumhuriyet hakkındaki görüşünü arkadaşı Kâzım Özalp’e 1913 Ekim’inde, Milli Mücadele ile ilgili düşüncesini 5 Kasım 1918 günü Adana’da A. Fuat Cebesoy’a açıklamıştır. Atatürk Samsun’a olgunlaşmış, birçok olasılığı dikkate alan, geniş bir programla çıkmıştı. Genelkurmay İkinci Başkanı’yla birlikte hazırladığı yetki belgesi de, konuşma ve eylemleri de bunun açık ve ayrıntılı kanıtıdır. Atatürk için meçhule (bilinmeze) gidiş söz konusu değildi. Ordusunun başına, özelliklerini ateş altında tanıdığı halkının içine gidiyordu.

Filmde Atatürk cepheye üniformalı gönderiliyor, milli vergi emirlerine Sakarya Savaşı’ndan sonra değiniliyor
İki önemli yanlış, bir eksik

- Kurtuluş Savaşı dönemi filmde nasıl anlatılıyor?

- Çok yönlü, karmaşık, yoğun, hummalı, olağanüstülüklerle dolu bir dönem. Doğal olarak tümünü anlatmak imkânsız. Ancak özetlenebilir. Ama iyi, tam, doğru özetlenmeliydi. Yazık ki bu dönem de geçiştiriliyor. Bence filmde şu iki destana saygı ve önemle yer verilmeliydi. Biri karınca dizileri gibi İnebolu’dan Ankara’ya silah, cephane, erzak taşıyan kağnıcı ninelerimiz, öteki de Sakarya Savaşı’dır. İlki yok. Sakarya Savaşı Türk tarihinin en önemli savaşıdır. O da hem iyi anlatılmıyor, hem doğru anlatılmıyor. İki büyük yanlış, bir eksik var. İlki, Atatürk Başkomutan olarak cepheye üniformalı gönderiliyor. Oysa Temmuz 1919’da askerlikten istifa etmiş olan Atatürk, savaşı bir sivil olarak yönetti. Kendisine mareşal rütbesi ve gazi sanı, zaferin kazanılmasından 6 gün sonra TBMM’ce verilmiştir. İkinci büyük yanlış şu: Filmde tekalif-i milliye (milli vergi) emirlerine Sakarya Savaşı’ndan sonra değiniliyor. Oysa Sakarya Savaşı’na halk, varının % 40’ını vererek katılmış, zaferde pay sahibi olmuştur. Bu unutulabilir bir olay mıdır? Dünyada benzeri yok. Atatürk filmini yapanların Sakarya Savaşı’nın bu çok önemli özelliğini bilmemeleri şaşılacak bir şey. Eksik de şu: Milleti yaşasın diye ölüme atılan Sakarya ordusundan bir karecik bile yok.

- Büyük Taarruz nasıl anlatılıyor?

- O da eksik, yanlış, duygusuz anlatılıyor. Halk için yazılmış, kısa, sade savaş kitaplarımız var, Celal Erikan’ın 100 Soruda Kurtuluş Savaşı gibi. Böyle bir kitaba baksalardı hem anlatım, hem hareketli harita doğru olurdu. Filmde Çanakkale, Sakarya ve Büyük Taarruz gibi üç büyük, önemli savaşa değiniliyor, fakat ekibin içinde bir askeri danışman yok.

KARABEKİR'E HAKARET

- Filmde Atatürk’ün Erzurum’da, askerlikten istifa ettikten sonra K. Karabekir’in bir bölükle geldiğini görünce tutuklamaya geldiğini sanarak heyecanlandığı, korktuğu anlatılıyor. K. Karabekir, Atatürk’ü selamlayarak “Emrinizdeyim Paşam, ben, subaylarım ve erlerimle emrinizdeyim” diyor. Bunun üzerine Atatürk rahatlıyor. Bu sahne doğru mu?

- Hayır. Bu sahne bu haliyle sadece Rauf Orbay’ın Atatürk’ün ölümünden sonra, 1941’de K. Karabekir’e yazdığı özel bir mektupta yer almaktadır. O günü yaşayan birçok insan var: Başta K. Karabekir, Kâzım Dirik, Cevat Abbas, Hüsrev Gerede, M. Müfit Kansu, Süreyya Yiğit ve Refik Saydam. R. Saydam’ın dışında hepsi anılarını yazmıştır. Hiçbirinin anısında Rauf Orbay’ın anlattığı gibi bir sahne yok. Zaten Atatürk’ün tutuklanacağını sanarak heyecanlanması, korkması için bir neden de yok. Çünkü hepsi üç gün önce, 6 Temmuz 1919 Pazar günü toplanmış, her durumda emirlerini dinlemek üzere, baş olarak Atatürk’ü seçmişlerdir. Verdiği sözü çiğneyerek İngilizlerin uşağı İstanbul’un emri ile Atatürk’ü tutuklamaya gelmesi Karabekir Paşa için şerefsizlik olurdu. Bu sahne özellikle Karabekir Paşa’ya hakarettir.
Atatürk’ün o kadar sevdiği, kutsal saydığı askerlikten ayrıldığı için üzüntülü olması doğaldır. Bu hava içinde Karabekir Paşa gelir, Atatürk’ü teselli eder. Anılarında bu sahneyi şöyle yazıyor: “Ben kendisine hürmet ve samimiyette kusur etmeyeceğimi pek samimi ve ciddi bildirdim. Hazır ol vaziyetinde selamla, ‘Bundan sonra dahi ne emirleriniz varsa yapmayı şeref bilirim’ dedim.” (Karabekir, İstiklal Harbimiz, 1969, s. 71; Rauf Bey’in mektubunu hatıraların sonuna ekleyen Karabekir Paşa değil, kitabın yayıncısıdır. Aynı sayfada notu var.) Gerçek budur, bu kadardır.
- Rauf Orbay’ın bu güzel sahneyi böyle abartması, olmayan duygularla gölgelemesinin nedeni nedir?
- Bu uzun bir konu. Özetin özeti olarak Rauf Orbay’ı abartıcı, duygucu diye tanımlamakla yetineyim. Yakın tarihimizi ve kahramanlarını anlatmaya soyunan bir insan ya da bir ekip, önce alan taraması yapar, önemli bütün eserleri bulup inceler, fişler, bir olaylar ve kişiler çizelgesi çıkarır; kaynaklar arasındaki çelişkileri, yanlışları, tutarlılıkları saptar, akışa ve güvenilir kaynaklara uymayanları ayırır, doğru verilerden yararlanarak gerçeğin resmini belirler. Türkiye’yi yakından ilgilendiren bir belgesel filme bu kadar yanlış ve eksik nasıl sığdırılır?
Bu özel bir marifet.

KARANLIKTAN KORKMAZDI

- Bu dönemle ilgili bir konu daha var. Atatürk’ün karanlıkta yatmadığı.

- Bu olay Atatürk’ün hizmet eri Ali Metin Çavuş’un anılarında yer alıyor, filme değiştirilerek aktarılıyor. Bu dönemle ilgili ne kadar dokunaklı, düşündürücü; saygımızı, hayranlığımızı arttırıcı, insanca olaylar var . Bula bula bunu bulmuşlar. (Anının aslı için: Atatürk’ün Şimdiye Kadar Yayınlanmamış Anıları, anlatan Ali Metin, yazan Ziya Oranlı, Ankara, 1967, s. 71-72; yeni baskısı, Zeynel Lüle, Ali Çavuş, Doğan Y., 2008)
Gece odalarda, sofalarda idare lambası denilen kandil benzeri lambacıklar ya da mumlar yakılırdı ki gece uyanıp kalkan bir yerlere çarpmasın, tuvaletin yolunu bulsun. Evlerde de böyleydi, yatılı okullarda da. Benim çocukluğumda da bu âdet sürüyordu. Atatürk buna alışmış, gece hafif ışık istiyor. Anı filmde şu biçimi almış:
“M. Kemal çocukça zaafını açıkladı:
‘Çocuk, ben karanlıkta yatamam.’ ”

ANIYI DEĞİŞTİREREK ÇOCUKÇA ZAAFA DÖNÜŞTÜRÜYOR

Anıda ne çocukça zaaf sözü var, ne karanlıktan korktuğunu düşündürecek bir ifade. Can Dündar yüzlerce yıllık doğal bir âdeti, bir ihtiyacı anlatan anıyı filme böyle değiştirerek, çocukça zaaf deyimiyle korkuya dönüştürerek aktarıyor. Anıların yeni baskısına yazdığı önsözde de korkuya vurgu yapıyor: “Atatürk’ün karanlıkta yatmaktan korktuğunu -ilk baskısından- öğrenmiştim.” (s.11) Atatürk’ün isteğini geçmişimizi hiç bilmediği için korkuya bağlıyor. Yaşlıca birine sorsaydı öğrenirdi. Ayşe Arman’la yaptığı röportajda yine korku motifini sürdürerek diyor ki: “Bir arkadaşımın oğlu demiş ki, ‘Atatürk gibi ben de karanlıktan korkuyorum. Demek ki bu anormal bir şey değil.’ Buradaki empati duygusu o kadar önemli ki... ‘O da benim gibiymiş’ diyebiliyor. ‘Demek ben de onun gibi olabilirim’ duygusu yer alıyor. Bundan daha güzel ne olabilir? Tartışma şu: Biz yeri asla dolmayacak, dogmalaştırılmış bir kutsal önder peşinde miyiz, herkesin onun gibi olmasını isteyeceği bir örnek kişilik mi?” (9 Kasım 2008)
Bu açıklamanın neresinden tutmalı?
Karanlıktan korkan çocukları Atatürk de korkardı diye mi tedavi edeceğiz? İki saatlik Mustafa filminin verdiği zararları bu küçük yarar karşılar mı?

GECELİ GÜNDÜZLÜ CEPHEDE SAVAŞAN KORKAR MI?

Atatürk’ün karanlıktan korktuğunu gösterir hiçbir anı, dayanak, bilgi kırıntısı yok. Atatürk’ün karanlıktan korktuğu, Can’ın yorumu ya da yakıştırması. (Ali Metin Çavuş’un torunu Zeynel Lüle de yeni basımda özgün anıda değişiklik yapmış, ‘karanlıkta yatmazdı’yı ‘karanlıkta yatamazdı’ yapmış. Anılar üzerinde oynanır mı? Saygısızlık değil mi bu?) Bir karakteri işleyen yazar, düşünür: Ömrü yıllarca, geceli gündüzlü, cephede, siperde, at üzerinde, kışlada, savaş alanında, bir ara hapishanede, ateş altında, Makedonya dağlarında, çölde, ormanda geçmiş, dövüşmüş, toprakta yatmış, insanların parçalandığını görmüş, Çanakkale’de aylarca ceset kokusu solumuş, yaralanmış, sokak savaşı yapmış bir adam karanlıktan korkar mı? Akıl var, izan var. Bir karakterin bütünlüğü olur. Bu bütünlük bir fantezi uğruna bozulamaz.

ANKARA’DA MUM YOKTU

Biz yazarlar yeminli tanıklar gibi, özellikle gençlere geçmişi ve kişileri doğru dürüst anlatmakla yükümlüyüz. Bu bizim şeref borcumuz. Can Dündar eleştirilince geri çekildi, korktuğunu iddia etmediğini söyledi, kendini savunmak için bu sahneyi ‘mum alacak paraları bile olmadığını belirtmek için’ yazdığını söyledi. Bu açıklama doğru değil. Çünkü Ali Metin Çavuş, anısında para bittiği için değil, Ankara’da mum bulunmadığı için mum alamadığını anlatıyor.
Atatürk için karanlıktan korkuyordu demek komik olur ama çekindiği, görmek, yaşamak istemediği şeyler vardı: Mesela kurban kesimine, kana bakamıyor; arkadaşlarının ölümüne zor katlanıyor; çocuk ağlamasına dayanamıyor; sarhoştan çekiniyor; dalkavukluktan, yalandan, ikiyüzlülükten, dedikodudan iğreniyor. Bir de korkusu var: Kız kardeşinin açıklamasına göre, küçüklüğünde, çoğumuz gibi o da fareden korkarmış.
Bence bu filmde bir sırasını düşürüp çocuklara verilebilecek en yararlı, güzel mesaj Atatürk’ün şu açıklaması olurdu: “Çocukluğumda elime iki kuruş geçse, birini kitaba verirdim.” Karga, çakal ve korku hikâyelerinden bin kat yararlı bir mesaj olurdu.
Cumhuriyet coşkusu yok, halk yok, devrimler yok ama Atatürk’ü anlatmayan şeyler çok
Hangi birini düzelteyim

- Filmde Cumhuriyet dönemi nasıl anlatılıyor?

- Mudanya, saltanatın kaldırılışı, Lozan, Cumhuriyet, devrimler dönemi donuk bir üslupla ve hızla özetlenip geçiliyor. Yine halk yok, halkın desteği yok. Halkın desteği olmadan Kurtuluş Savaşı verilir mi, bu büyük atılım gereçekleşebilir mi? Serbest Parti olayı yok. Eski düşman Venizelos’un Atatürk’ü Nobel Barış Ödülü’ne aday göstermesi yok. Montreux yok. Dış politika hiç yok. Cumhuriyet Meclis’te büyük coşkuyla, sevinç gözyaşları, kucaklaşmalar, çığlıklarla kabul ve ilan edilmiştir. Gelibolu Milletvekili Celal Nuri İleri bu olayı büyük bir heyecanla ve çok güzel anlatıyor. ( Ş. Turan, Türk Devrim Tarihi, 3/1, s. 24 vd. ) Ama filmde bu coşku verilmiyor, Atatürk yeni diş yaptırmış, daha alışamamış, cumhurbaşkanı seçilince bu yüzden kısa konuşmuş, bu anlatılıyor!
Can Dündar ve ekibince Cumhuriyetin ilanı ile ilgili en önemli ayrıntının bu olduğu anlaşılıyor. Kronoloji yanlışları da var. Mesela saltanatın kaldırılışı sırasında Atatürk’ün Karma Komisyon’da yaptığı ihtilalci konuşma, başka zamana kaydırılmış. Anlamı değişmiş. Bu dönem Atatürk’ün önderliğinin, devlet adamlığının, devrimciliğinin, öğretmenliğinin, düşünürlüğünün devleştiği dönem! Ama filmde bu yok.

FİLMDEKİ ATATÜRK

- Neler var?
- Özet olarak aktarıyorum: Atatürk, medreseleri kapatarak ilkokulda Kaymak Hafız adlı öğretmenden yediği dayağın intikamını almış, bütün gücü elinde toplamış, sözü kanunmuş, Mussolini’nin heykeltıraşı Canonica’ya heykellerini yaptırarak memleketi heykelleri ile doldurmuş, cumhurbaşkanı olunca ciddi bir işi kalmadığından alfabe, dil ve tarih konularıyla ilgilenmiş ya da oyalanmış, dalkavuklara inandığı için işler iyi gidiyor sanmış, aldanmış, gerçeği öğrenince çok üzülmüş, İzmir suikastını vesile ederek muhalefeti temizlemiş, devrim çocuklarını yemiş, sözü kanunmuş, her gün bir büyük şişe rakı, 3 paket sigara içiyormuş, kadın düşkünüymüş, çevresinde dostlarından pek azı kalmış, gittikçe yalnızlaşmış, kimsesiz, yapayalnız ölmüş.
Bu özeti yaparken bile içim bulanıyor. İşte Can Dündar’ın ve ekibinin anlattığı, bazılarının desteklediği ve beğendiği film ve filme göre Atatürk ve dönemi bu.
Bu iddiaların hangi birini düzelteyim?
Doğrusu, ‘öğrenin de gelin’ deyip geçmekti. Ama susmaya hakkım olmadığını düşünüyorum. Özellikle genç öğretmenleri ve sevgili öğrencileri düşünerek.
Medreseleri kapatarak, Kaymak Hafız’dan yediği dayağın intikamını almışmış. Buyrun, psikolojik bir çözümleme örneği! Koca eğitim devrimini bu basitliğe indirmenin yersizliğini kendi de fark etmiş olmalı ki bu cümleyi yazdığına pişman olduğunu söylüyor.
Ya öteki cümleler? Sistematik olarak, severek, önem vererek, saygıyla okuyup incelese, Atatürk’ü ve o dönemi kavramaya çabalasa, öteki cümleleri yazdığına da çok pişman olacağına inanıyorum.

İSTEĞİ KABUL OLMADI

Atatürk sevgi, saygı, minnet ve hayranlık halesiyle çevriliydi. Ama bütün gücü elinde toplamış değildi. Bütün güç ne demek? Bütün güç sözünün içine icra, yasama ve yargı girer. Bütün bu erkler elinde miydi? Söz konusu bile değil. Sistemin kurallarına ve gereklerine büyük saygı duyardı. Meclis’e çok büyük önem verirdi. Bu cümle yetersiz incelemenin, üstünkörü anlatımın bir yeni örneği. Bakınız: Atatürk 1924 Anayasası’nda cumhurbaşkanına Meclis’i fesh etme ve yasaları veto edebilme yetkilerinin yer almasını ısrarla istemiş ama isteği kabul olunmamıştır. Oysa 1924 en kudretli zamanıydı.
1938 yılı Kasım’ına kadar TBMM’den 3.500 kanun geçmiştir. Devrim kanunları ile birlikte Atatürk’ün cumhurbaşkanı olarak toplantı dönemleri başında Meclis’te yaptığı konuşmalarda kanunlaştırılmasını tavsiye ettiği konuların sayısı 100’ü bulmaz. Kanunlaştırılmasını tavsiye ettiği konuların çoğu da, konuşmalarında hükümetin isteği ile yer almıştır.

SÖZÜ KANUN DEĞİLDİ

Sözü kanun değildi. Sözü kanun olsa toprak reformu kanunu Meclis’ten geçerdi. Sözünün kanun olduğunu iddia etmek o dönemi hiç bilmemektir. Atatürk’ün Türkiye’yi çağdaşlaştırma gibi büyük bir programı vardı. Onu gerçekleştirmek için türlü yollar, yöntemler denemiştir. Çağdaşlaşma programı bazı önemli devrim kanunlarının çıkarılmasını gerektiriyordu. Atatürk bu konuları halkla, yetkililerle, uzmanlarla, bilginlerle, gazetecilerle konuşuyor, tartışmaya açıyor, kamuoyunu tartıyor, hazırlıyor, konuyu olgunlaştırıyor, başbakanı ve ilgili bakanı ikna ederek, hükümetin konusu haline getiriyordu. Kanunu Meclis’e hükümet sunardı.
Genel sekreterlerinin anıları okunursa, hiçbir yetkiliye emir vermediği, yetkisine karışmadığı da anlaşılır.
(Önemli bir eser: Prof. Dr. Halil İnalcık, Atatürk ve Demokratik Türkiye, Kırmızı Yay. İst. 2007)

Atatürk’ün projelerini bilmiyor
Filmde Cumhurbaşkanı olunca önemli bir işi kalmadığı, bu nedenle alfabe, dil ve tarih gibi konularla ilgilendiği söyleniyor. İstenildiği kadar yumuşatılarak söylenilsin, bu bakış şunu bir daha gösteriyor: Can Dündar ve ekibi, Atatürk’ü de bilmiyor, dönemini de, programını da, projesini de, bu projenin anlamını da, neden gerektiğini de. Bunlar tarih denizine girip de hiç yüzmemişler, kıyıda ayaklarını ıslatmışlar sadece.
Alfabe devrimi yapıldığı sırada okur yazar erkek oranı yüzde 7 , kadınlarda bu oran binde 4 idi. 600 yıllık bir imparatorluğun ana vatanındaki halkın eğitimi bu acıklı düzeydeydi.
Alfabe devrimi sayesinde okur yazar oranı büyük bir hızla artacaktır. Millet mektepleri, art arda açılan kız ve erkek okulları, sanat okulları, öğretmen okulları, eğitmen kursları ve bu kursların devamı olan Köy Enstitüleri olgusu, bu büyük devrimin dallarıdır.
Filmde kullanılan sade, yalın Türkçe de, dil devriminin eseridir. Yoksa Hacivat üslubu ile konuşacaklardı.

TARİH ARAŞTIRMALARI ATATÜRK’LE BAŞLADI

Türk tarihi ve Anadolu hakkındaki ciddi araştırmalar hiç kuşkusuz Atatürk’le başlamıştır. Bu çaba, çok kapsamlı, çok ciddi, çok anlamlı, Batı emperyalizmine karşı savunmayı da amaçlayan bir çalışmadır:
Özetleyeyim: Rumeli’yi bizim sanıyorduk. Atatürk’ün dediği gibi, bir gün geldi ‘sopayla kovulduk’. Sevr ve eki olan Üçlü Anlaşma, Anadolu’yu da parçalamak, Türkleri Anadolu ortasına sürüp hapsetmek istiyordu. Doğuda Ermenistan, Kürdistan kurulacaktı. Edirne, Tekirdağ, Kırklareli ile İzmir çevresi Yunanlıya verilmişti.
İstanbul ve Çanakkale Boğazları ve çevresi işgalcilerin denetimi altında bir kurul tarafından yönetilecekti. Doğudan batıya kadar bütün güney Anadolu çıkar bölgeleri olarak İngiliz, Fransız ve İtalyanlara ayrılmıştı. Bu barbar anlayış Lozan’da da talihini denedi ama sonuç alamadı. Atatürk ve arkadaşları emperyalizmin her oyununu görmüş, yaşamış, acısını tatmış, akıllı, uzak görüşlü, yurtsever, uyanık insanlardı. Hep tetik durdular. Bu parçalayıcı, barbar anlayış, Atatürk zamanında, fırsat bulunca yeniden ortaya çıkmak için geri çekildi (Bu anlayış yine tırnaklarını gösteriyor).
Bu büyük çalışma belki şöyle özetlenebilir: Anadolu’yu bir bütün olarak korumak, vatanımıza geçmişiyle birlikte sahip çıkmak, millete özgüven vermek. Türk Tarih Kurumu, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi, Etnog-rafya Müzesi, her ilde art arda açılan müzeler, kazılar, çeviriler, kongreler, kitaplar ( Tarih I,II,III ve IV), tezler ve halkevleri bu çabanın parçalarıdır.
Acaba anlatabildim mi?

BEŞ YILDIZLI ÇARPITMA

Filmde özet olarak, “Atatürk dalkavuklara inandığı için işlerin iyi gittiğini sanıyordu, aldanmıştı, gerçekleri öğrenince çok üzüldü” deniliyor. Bu iddianın kaynağı Genel Sekreter Hasan Rıza Soyak’ın anılarının 2. cildinin 405-406. sayfalarıdır. Atatürk İzmir-Aydın-Isparta’yı ziyaretten sonra 6 Mart 1930 günü, Antalya’ya gelir. Atatürk o gün çok yorgundur.
Yalnız kalınca Genel Sekreteri H. Rıza Soyak’a dert yanar: “Her yerde dert, şikâyet dinliyoruz. Her taraf derin bir yokluk, maddi manevi bir perişanlık içinde. Ferahlatıcı pek az şeye rastlıyoruz. Mateessüf memleketin hakiki durumu bu işte. Bunda bizim günahımız yok. Uzun yıllar, hatta asırlarca dünyanın gidişinden gafil, birtakım şuursuz idarecilerin elinde kalan bu cennet memleket, düşe düşe şu acınacak duruma düşmüş.”
Şöyle devam eder: “İleri milletler seviyesine erişmek işini bir yılda, beş yılda, hatta bir nesilde tamamlamak da imkânsızdır. Biz şimdi o yol üzerindeyiz. Kafileyi hedefe doğru yürütmek için insan takatinin üstünde gayret sarf ediyoruz.”
Hasan Rıza Soyak’a göre Atatürk’ün gözleri dolmuştur, hafifçe elleri titriyordur. Atatürk bu konuşmayı şöyle bağlayacaktır: “Yeise değil hatta ufak bir tereddüte dahi düşmeye yer yoktur. Halimizi bilmekle beraber, cesaretimizi kaybetmemeli, ümit ve şevk içinde yolumuza devam etmeliyiz. Er geç fakat muhakkak gayemize varacağız.”
Filmde anlatılan sahnenin aslı bu.
Ne yalan söyleyen dalkavuklar var, ne Atatürk’ün durumu bilmediği, ne kandığı, ne kandırıldığı, ne birdenbire bilmediği gerçekleri öğrenince üzüldüğü. Sahne bütünüyle saptırılmış. Üzülmesi çok soylu, çok saygı uyandırıcı değil mi? Bu sevgi, şefkat sahnesinden, dalkavuklarla çevrili, aldatılan, gerçeklerden habersiz, gafil bir adam hikâyesi çıkarmak için ne olmalı, nasıl olmalı?

Beş yıldızlı bir çarpıtma!

Film, 1930 tarihine kadar Türkiye’de hiçbir şey yapılmamış izlenimi veriyor

‘TÜRK MUCİZESİ" YOK SAYILIYOR

Atatürk’ün üzüntüsü sırf bu sahne ile sınırlı değildir. Duruma birçok kez üzülmüştür. Başta o, herkes ülke hızla kalkınsın, her sorun bir an önce çözülsün, uygarca, insanca yaşayışa kavuşulsun istiyor ama bütçe küçük, yama büyük, dert çok, istek çok. Hepsi ideal fedailerinin ıstırabını yaşıyor. Ne yapılıyorsa o küçücük bütçe ile, o dar uzman kadrosuyla yapılıyor. Sorunların kaynağını Cumhuriyette bulanlar o dönemi ve neler başarıldığını hiç bilmeyenlerdir. Bilgisizliğin sefasını sürüyorlar. Durumun daha iyi anlaşılması için birkaç bilgi notu daha:

a. Atatürk neredeyse durmaksızın yurdu gezmekte, durumu incelemekte, yetkililerle konuşmaktaydı. Durumu en iyi izleyen insandı. Cumhurbaşkanı olduktan sonra mesela Adana’yı 9, Balıkesir’i 7, Bursa’yı 13, Çanakkale’yi 5, Edirne’yi 3, Eskişehir’i 10, İzmir’i 7, Kayseri’yi 4, Konya’yı 6, Mardin’i 3, Mersin’i 6, Samsun’u 3, Sıvas’ı 4, Trabzon’u 4 kez ziyaret etmiştir.

ÇOK ŞEYLER YAPILDI

b. Bu olayın tarihi 1930’dur. Filmdeki sunuş, bu tarihe kadar sanki Türkiye’de hiçbir şey yapılmamış gibi bir izlenim veriyor. Hayır! Çok şey yapılmıştı, yapılıyordu. Bu dönem, dürüst Batılı gözlemcilerin Türk Mucizesi diye nitelikleri her alanda kalkınma dönemidir. İlkele yakın bir miras kalmıştı Cumhuriyet’e: Zavallı bir tarım, sıfıra yakın bir sanayi, ekonomi bakımından yarı sömürge. Kişi başına milli gelir 4 lira. İşgalciler savaş sırasında ve çekilirken birçok şehirlerimizi, kasabalarımızı, köylerimizi yakıp yıkmışlar. Milyondan fazla insanımız aç ve açık. Tek kuruş borç almadan, ortaçağdan çıkmak ve yaraları sarmak için dev gibi hizmet aşkıyla büyük çabalar harcanmıştır.
Yeri gelmişken söyleyeyim: Yakılan, yıkılan on binlerce camiyi de cumhuriyet yaptırmıştır. Cumhuriyete kanat gerenlerin hepsinin hayatı bir destandır. Okullar yapılıyor, demiryolları millileştiriliyor (6 yılda 1.800 km. yeni demiryolu da yapılmıştı), veremle, sıtmayla mücadele ediliyor, elektrik santralları kuruluyor, yetişmeleri için her konuda yurtdışına öğrenciler yollanıyor, kadın-erkek eşitliği sağlanıyor, sanayi kuruluyor, bilim, sanat ve spor destekleniyor, yargıda ikilik kaldırılıyor, uçak fabrikası açılıyor, Ankara ve İstanbul radyoları yayına geçiyor, baraj yapımına başlanıyor, bütçede denklik korunuyor, yeni devlet birimleri kuruluyor (mesela Merkez Bankası, İstatistik Enstitüsü, Meteoroloji G.Md.lüğü), eşkıyalığın kökü kazınıyor, daha neler neler... Cumhuriyet bütün bunları kendi yağıyla kavrularak, borçsuz başarmıştır ve hep daha iyisini, güzelini, ilerisini istemiştir. Yapılanları bu yüzden hep yetersiz görmüştür. Bu tutku şimdi de olsa!

c. Lozan’ı imzalamak zorunda kalan Batı emperyalizmi yoksul Türkiye’ye kredi vermemiştir. Bu süre içinde iki kez kısmi seferberlik ilan edilmiş (Şeyh Sait isyanı ile Mussolini’nin Doğu Akdeniz’le ilgili açıklaması üzerine) ve dünyayı sarsan büyük ekonomik bunalım (1929) başlamıştır. Başarı bunlara rağmen sağlanmıştır.
İşte böyle.
Filmde bunların hiçbiri yok.

ATATÜRK'Ü KURTULUŞ YOLUNDA TERK ETTİLER

Birdenbire onuncu yıla ve Atatürk’ün coşku, sevinç, gurur dolu onuncu yıl söylemine geçiliyor. Hani Türkiye’de her şey berbattı, perişandı, Atatürk’ü kandırmışlardı? Biri yalan söylüyor. Atatürk mü, Can Dündar ve ekibi mi? Filmin geneline bakarak kararı sizler verin. Yine filmde “devrim çocuklarını yedi” deniyor. Suikastçılara ceza verilmesini “devrim çocuklarını yedi” diye anlatmak yakışıksız bir yakıştırma olur. İttihatçılar davasında idam edilen dört İttihatçıdan biri dışındakiler Anadolu’ya geçmiş, Milli Mücadele’ye katılmış bile değillerdi. Hiçbiri devrimin içinde, yanında yer almadı. Bunlar için de devrimin çocukları demek komik kaçar.
“Devrim çocuklarını yedi” deyişiyle Kâzım Karabekir, Rauf Orbay, Refet Bele, Ali Fuat Cebesoy düşünülüyorsa, gerçek şudur: Bu isimler Milli Mücadele döneminin önemli isimleridir. Hizmetlerini büyük saygıyla anarız. Fakat Cumhuriyetin ilanı üzerine muhalefete geçerler. Çağdaşlaşma atılımında, bu amaçlı devrimlerde emekleri ve kararları yoktur.

ADIVAR: PAŞA HAKLIYMIŞ

Devrim çocuklarını yememiş, bu kimseler baş seçtikleri Atatürk’ü asıl kurtuluş yolunda terk etmişlerdir. Birkaç bilgicik: Karabekir Paşa ve söz konusu kimseler, “kendilerinden oluşacak bir olağanüstü kurul tasarlamış, her şeyin bu özel kurulun onayı ile yapılmasını” istemişlerdir.
Yasal anlayışa aykırı olan bu öneri elbette kabul edilmemiştir. (İnönü, Hatıralar, 2.c., s. 171 vd.)
Karabekir’in anılarında çok saydığım askeri kişiliğine hiç yakıştıramadığım birçok siyasi saptırma ve çarpıtma var. Siyaset bazı askerlere hiç yaramıyor. (Meraklısı için: Vahidettin, M. Kemal ve Milli Mücadele, s. 617-639) Rauf Orbay padişahlıktan yanaydı. Refet ve Ali Fuat paşalar, Büyük Taarruz öncesi kendilerine önerilen ordu komutanlığını reddetmiş, kıyıda kalmayı istemişlerdir. Tarihin akışını hiç anlamamışlardı.
Atatürk’e küsen Halide Edip Adıvar bile Sabiha Sertel’e, “M. Kemal Paşa haklıymış” diyecektir. (Aktaran Yıldız Sertel, Cumhuriyet gazetesi, 4 Şubat 1997) Refet ve Ali Fuat paşalar, daha sonra Atatürk’e sokularak milletvekili olmuş, sofrasında yer almışlardır. (1935-1932)
Film bu sahneyle bitseydi
Türk milleti ve uygar dünya Atatürk’ü sonsuzluğa acı ve saygı içinde uğurladı
Gelelim son bölümde yer alan bilgilere. 3 paket sigara içiyormuş. Sigara o dönem zararı bilinmeyen, genel bir alışkanlık. Sigaranın yasaklandığı bilinçli bir dönemde bu konunun altını çizmemek daha doğru, daha eğitici, daha güzel olmaz mıydı?
Her gün bir büyük şişe rakı içiyormuş. Kim diyor bunu? Bir kişi: Sofracı, yani garson Cemal Granda. Cemal Granda anılarını gazeteci Turhan Gürkan’a parça parça anlatmış. Kitabın başında Granda’nın eliyle yazdığı bir notun klişesi var. Bu not Cemal Granda’nın imla, anlatım, bilgi ve zekâ düzeyini göstermeye yeter. (Fer Y., İstanbul, 1971) Tarihle ilgisi olmayan Turhan Gürkan da Cemal Granda’nın anılarını, onun kişiliğine, bilgisine, imlasına, üslubuna, zekâsına hiç uymayan bilgilerle şişirmiş. F. Rıfkı Atay’ın, Kılıç Ali’nin bazı anılarından yararlanarak uzatmış. Kitabın adı, merak uyandırsın diye Atatürk’ün Uşağının Gizli Defteri olmuş. Anıların yeni basımı var. Kitap galiba biraz daha şişirilmiş. (Kent Kitap, Ankara, 2007)

İÇKİ DEĞİL SOFRA ÖNEMLİ

Granda’nın akıl ve gerçek dışı bir ifadesine Vahidettin, M. Kemal ve Milli Mücadele kitabımda yer vermiş, Granda’nın zihinsel durumunu belirtmiştim. (s. 238-240) Can Dündar, şişirilmiş olduğu daha ilk sayfalarından belli olan anılara önem veriyor, F. Rıfkı Atay’ın, Y. K. Karaosmanoğlu’nun, Salih Bozok’un, Kılıç Ali’nin, Hasan Rıza Soyak’ın, R. Eşref Ünaydın’ın, Afet Hanım’ın, Sabiha Gökçen’in vb’nin anılarını, verdikleri bilgileri dikkate almıyor. Hiçbiri Granda’nın kaba üslubunu, verdiği bilgiyi doğrulamıyor.
Sorunlu, şişirilmiş anılara dayanılarak Atatürk belgeseli yapılır mı?
Önemli olan Atatürk’ün içkisi değil, sofrasıdır. Sofrasının genel olarak bir akademi, bir forum, bir tartışma, araştırma alanı olmasıdır. Sofranın en dikkati çeken tamamlayıcıları, karatahta ile konuyla ilgili olarak önceden büfenin üzerine sıralanan kitaplardır.
Atatürk’ün nöbet defterleri gözden geçirilirse, sofranın önemi, değeri, niteliği anlaşılır.

UTANDIM

Eğlenmez miydi Atatürk? Ara sıra elbette eğlenirdi. Şarkı, türkü de söylerdi, saz da dinlerdi. Dans da ederdi. Ama o yarı sarhoş udi ile, yandan yalnız yüzünün bir bölümü görünen Atatürk sahnesi, çok büyük haksızlık. Sanki Atatürk’ün sofrası değil, İstanbul’da, Beyoğlu’nda, ara sokaktaki salaş bir meyhanede kurulu bir sofra.
Utandım.
Öyle bir sahneyi canlandırabilecek birikiminiz, zevkiniz, görüşünüz, düzeyiniz, görgünüz yoksa, ne diye böyle sahneler yapmaya kalkışırsınız?
Film, Atatürk çevresinde dostlarından pek azı kalmış, gittikçe yalnızlaşmış, kimsesiz, yapayalnız ölmüş izlenimi verilerek bitiyor. Sonunda bir ölüm fotoğrafı yer alıyor. Bu irkiltici görüntünün yerine bir milletin ve uygar dünyanın Atatürk’ü sonsuzluğa nasıl acı ve saygı içinde uğurladığını gösteren film karelerine, fotoğraflara yer verilemez miydi? Film genç yaşlı, kadın erkek, sivil asker yüzbinlerce insanın Atatürk’ün önünden nasıl ağlayarak geçtiği gösterilerek bitirilemez miydi?
10 Kasım’larda dokuzu beş geçe, bir milletin sirenlerin çığlık çığlığa ötüşü arasında, büyük bir vekar, vefa, minnet, kadirbiliş ve saygı ile çakılıp kaldığını, yani bir kara yığın değil, bir millet olduğunu gösteren bir görüntüyle sonuçlandırılamaz mıydı? Bunların hiçbiri akla gelmemiş, geldiyse bile filmin amacına uygun görülmemiş. Film duygusuz, bilinçsiz, sevgisiz, saygısız, hasis bir final ile bitiyor!

CAN DÜNDAR TAKINTISI

“Çevresinde dostlarından pek azı kalmış, gittikçe yalnızlaşmış, kimsesiz, yapayalnız ölmüş” iddiası bir Can Dündar takıntısıdır. Atatürk hayatı, tarihi kişiliği, makamı dolayısıyla çevresi kalabalık bir insandı. Ama bunların içinde, özel zamanlarda, birlikte olmaktan zevk aldığı birkaç yakın dostu, arkadaşı vardı.
Bunlarla sonuna kadar birlikte olmuştur. Çevresinden uzak düşen iki kişi var: K. Karabekir ve Rauf Orbay. Atatürk zaten bunlarla iş dışında birlikte olmazdı ve bunlardan kopalı 12 yıl olmuştur. Fethi Okyar ve İnönü ile dostluğunu, ilgisini sonuna kadar korumuştur. Ayrıntıya girmeden, bu kadar bilgi ile yetiniyorum.

DÜPEDÜZ BİLGİSİZLİK

Atatürk yalnız, dostsuz ölmüş gibi bir izlenim bütünüyle bir kuruntu, bir yakıştırma, yapıştırma, gerçeğe aykırı bir iddiadır. Eğer maksatlı değilse, düpedüz bilgisizliktir.
Oradan buradan, başka amaçlarla yazılmış bir iki cümleyi derleyip bunu gerçek sanmak, gerçek diye sunmak, yanıltmaktır, yanlıştır, gerçeğe ihanettir.
Eşsizliğinden kaynaklanan yalnızlık başka bir şey. Her dahi yalnızdır. Ama filmin sonunda anlatılan yalnızlık, düpedüz, bayağı fizik yalnızlık, terk edilmişlik. İşte doğru olmayan bu.

'KADIN DÜŞKÜNÜ' DEYİMİ ÇOK KABA

Kadın düşkünü deyimi de çok rahatsız edici. Türkçede bu saygılı, edepli bir deyim değildir. Kaba, hesapsız, ham, paldır küldür bir anlatım. Hiçbir ciddi kitapta kadın düşkünü gibi bir nitelemeye rastlamadım. Herhalde Katolik papazı gibi kadınsız yaşamamıştır. Ama hayatın bu çok özel yanının mahrem kalmasına özen gösterdiği anlaşılıyor. Nöbet defterlerinde ve anılarda bu konuda bir bilgi yer almıyor. Bu çok özel konuya ona uyarak, aynı saygıyı göstermek doğru olmaz mıydı? Böyle bir dedikodu üslubunun bir Atatürk belgeselinde ne işi var? Aktarılmamış ne kadar çok olumlu, güzel, yol gösterici düşünce, duygu, olay, belge varken konuyu buraya getirmenin, bu kadar aşağıya çekmenin amacı ne? Doğruluk ise bu doğruluk her konuda gösterilmeliydi!

Hiç yorum yok: