Bu soru kışkırtıcı mıdır? Evet, ama bu soru cemevleri için soruldu ve tartışıldı. Hem de cemeviyle hiç ilgisi olmayanlar tarafından. Ne tahrik olan oldu, ne de Diyanet’e saldıran…
Anımsar mısınız; boyuna kadar harama bulanmış Diyanet baronları “cemevleri ibadethane değildir!” fetvası vermiş, “laik” devletin hükümetleri de bu fetvayı, Anayasanın üstünde tutmuş, cemevlerine ibadethane statüsü verilmemişti. Şimdi, Alevilik adına iki çift laf etme yetkisindeki biri olarak, ben de izninizle camileri, ya da camiye hakim olan zihniyeti sorgulamak istiyorum. Zira Sünni Diyanetin, Alevi cemevlerine dair hiçbir söz hakkı, yetkisi, bilgisi olmamasına karşın konuşuyor, fetva veriyor. Oysa camide ibadet etmesem dahi, benim camiye dair söz etme hakkım var; çünkü o mekanın masrafına, yasa zoruyla ortak ediliyorum. Tıpkı çocuklarıma, yasa zoruyla Sünni mezhebinin öğretildiği gibi…
Gerçeği söylememde bir mahzur yoktur değil mi? Çünkü gerçeği görmezden gelip içimize attıkça, ülkenin, milletin, Alevinin, Sünni’nin, özetle herkesin koşulları daha da olumsuzlaştı. Medeniyeti, teknolojiyi, demokrasiyi, insan haklarını değil dini, mezhebi konuşur olduk. 12 Eylül Cuntası, yani ‘ABD’nin çocukları’ dinci faşizmi ülkenin başına musallat ettiğinden buyana adım adım endişe verici noktaya geldik. Şimdi de “dindar gençlik” ve 4+4+4 tezgahıyla karşı karşıyayız. Önlem alınmazsa-almazsak son vuruşu yapıp, rejimin adını koyacaklarından emin olun. Öyleyse ruh halimizin ve endişelerimizin anlaşılması için daha açık söylemeliyim: Maraş, Çorum ve Sivas katliamları, hep Cuma günleri başlatıldı: hem de, aslında birer ibadet mekânı olarak bildiğimiz camilerden…
Biz soralım mı? Ey Diyanetin dinci baronları; bu katliamlar öncesi cemaatin arsına karışan kışkırtıcı ajanları, Alevi cinayetlerine azmettirenleri, kimler olduklarını, personelinizden kimselerin olup-olmadığını araştırdınız mı; sorumluları bulup cezalandırdınız mı; ‘bir daha olmasın, bu yalanlara, iftiralara, kışkırtıcı ajanların provokasyonuna inanılmasın’ diyerek önlem aldınız mı? Aldınızsa, nasıl oldu da bu cinayetler tekrar tekrar işlendi?
Bana, ya da bu türden yazılara tepki göstermek yerine aynaya bakın aynaya! Adam gibi cevap verin, empati yapın, sorgulayın, sorun, sormaktan, sorgulamaktan korkmayın! ‘Nasıl oluyor da cemaatimiz, Cuma namazından hemen sonra bir koşu gidip cinayet işliyor?’ deyin! Sorgulayın. Soru ve kuşku, insan olmanın, birey ve medeni olmanın ilk şartıdır… İslam’ın şartları kadar, insan olmanın şartlarını da öğrenin. Cami cemaati, bu katliamların, bu kirlenmişliğin külliyen içinde değildir elbette; hatta çoğunluğu temiz ve mütedeyyindir; eyvallah. Ama sorun, her zaman olduğu gibi mütedeyyin inançlı insanlarımızın, fanatizme, şiddete fırsat vermeleri, din simsarları karşısında sessiz kalmaları, onlara maddi, manevi ve siyasi anlamda teslim olmaları değil midir? Dolaysıyla, bana göre suçun ortağı bizzat ‘haksızlık karşısında sustuğu için dilsiz şeytan’ nitelemesini hak eden cemaatin tümüdür!
Camiyi yöneten Diyanet, gırtlağına kadar dincidir, siyasetçidir, batağın içindedir ama caminin, inancın, insanlığın kirletilmesine izin veren, susup tepki göstermeyen, alet olan, zımni olarak onaylayan cemaat de en az Diyanet kadar suçlu değil midir?  
Cemaatin sessizliği, “sükut ikrardan gelir” özdeyişiyle ifade edilebilir mi? Yani, hırlı-hırsız, dolandırıcı, Allah’la aldatan, Allah’la aldatılan” herkesin cemaate-camiye kabulü, caminin, hoca ve imamın maaşlarının ve ibadetin tüm giderlerinin devlet bütçesinden ödenmesi karşısında, cemaatin sessiz kalmasını soruyorum… Kuran bağırıyor, ahlak bağırıyor, insanlık bağırıyor: ibadetinize haram karıştırmayın; evinize, aşınıza, işinize, lokmanıza haram karıştırmayın! Ve Aleviler bağırıyor; inançsızlar, demokratlar, ahlaklı insanlar, gayrı Müslimler bağırıyor: “ey ahali, bizim vergilerimizi, inancınızın giderine kullanmayın!”
İnanç adına faaliyet yürütüldüğü düşündüğüm camilerin, aslında katil ve dolandırıcıların cirit attığı mekanlar olduğunu fark ettiğimde; bu mekanların olumsuz ve ayrıştırıcı niteliklerinin devlet tarafından desteklendiğini, giderlerinin ve personel ücretlerinin devlet bütçesine fatura edildiğini, hele hele Alevi Katliamlarının organize edildiği mekanlar olduğunu bizzat yaşadığımdan buyana, benim nazarımda camiler ibadethane değildir… Evet değildir!   
Şimdi meseleye, belge ve tanıklıklar üzerinden biraz daha ayrıntılı bakalım.
“Çorum Katliamı öncesinde "Cami bombalandı" söylentisi: Çorum Şehri yıllar boyu, Anadolu geleneksel mozaik yapısının bir örneği idi. Halk, farklı etnik ve kültürel yaşam tarzlarına rağmen, barış içinde yan yana yaşarken, Şehir, 1980 yılı baharı ile birlikte patlamaya hazır bir bomba haline dönüşmüştü. MHP’li Gün Sazak öldürülmüş, yine bir yerlerden düğmeye basılmış, olaylar başlamıştı. O acılı ve zorlu günlerde, olayları birebir yaşamış üç arkadaşımız, bize görgü tanıklığı yaptılar, yaşadıklarını anlattılar.
Cemal Kelik, olaylarının olduğu 1980 yılında 15 yaşında ortaokul öğrencisiymiş. Olaylardan kısa bir süre sonra da Çorum’dan ayrılmış.
Olaylar başladığında dışarıda idim. Akşama doğru ‘cami yakılıyor’ diye bir söylenti yayıldı. Zaten Çorum ikiye bölünmüştü. Sağcıların ve solcuların gittikleri okullar bile ayrı idi. Olaylardan sonra artık bu iyice arttı. Olayların başlaması ile birlikte barikatlar kurmak zorunda kaldık. 
 Askerlerle bir problemimiz yoktu. İkinci Olaylar, ‘camii yakıldı’ söylentisi ve bir kaç tane polisin içip, içip sokağa çıkmaları ve havaya silah sıkmaları ile başladı. Olaylar başladıktan sonra evler yakıldı, yakınımızdaki camiden atılan kurşunlarla arkadaşlarımızı, tanıdıklarımızı öldürdüler. Asker’le bir sorun olmadı ama Özel Tim ortalığı karıştırıyordu. Sivas’tan Özel Tim getirilmiş. İşte o zaman insanları taramaya başladılar.
Halk’la bir çatışma yoktu. Polis’le çatışılırdı. Gerilim artınca Çorum Halkı da Polis’e tavır almaya başladı. Daha önce hiç bir şeye karışmayan, solculara kızan Normal Vatandaş da Polis’e tavır alması gerektiğini anlamıştı. Asıl suçluların kim olduğunu görmüştü Halk.
Muharrem Erdem, Olayları Çorum’da yaşamış. Aslen Çorum’un köyünden olan Erdem, Olayların olduğu yıl 38 yaşındaymış ve Merkez’de öğretmenlik yapıyormuş.
Herkes tedirgindi. ‘Her an olay çıkacak’, diye bekliyorduk artık. Bu yüzden de önlem almaya çalıştık. İyi ki de alınmış bu önlemler. Yoksa çok daha büyük bir katliam yaşanabilirdi. ‘Alaaddin Camii bombalandı’ söylentisi ile başlayan olayların ardından, bir taksi ana caddeden çevreyi tarayarak geçti. Zaten her şey böyle başladı. Bir anda ortalık ana baba gününe döndü ve kaos başladı.
Bu tahrik tamamen sivil polis tarafından yapıldı. Bizim bölgedeki bütün polis şehir dışına çıkartılmış. Halkın kendisini savunmasından başka alternatif yoktu. İnsanlar birbirleri ile o zamana kadar olmadığı kadar dayanışma içinde davrandı. Çorum halkı, ilerici, demokrat güçlerle el ele vererek kendisini savundu. Eğer bu sağlanamasa idi, kayıplar çok daha fazla olurdu.  
Ergeldi; Köyde yaşıyordum o sıra ben. Yozgat istikametinden otobüslerle Ülkücüleri getirip, halka saldırttılar. Birinci Çorum Olayları çıktıktan sonra, yollar kapatıldı. Yiyecek, çay, sigara sıkıntısı başladı. Halk olarak kendi gücümüzle savunmaya çalıştık kendimizi.
Ortada Güvenlik Gücü, diye bir şey yoktu. Asker öylece duruyordu. Ramazan Ayı’nda ilk gerilim başladı. Biz ekmek kavgasında olan insanlardık. İş, ekmek, eğitim istiyorduk. Önce ‘sağ sol’ meselesi ile başlatıldı. Sonra ‘Alevi Sünni’ kavgasına dönüştürüldü, gözümüzün önünde yakınlarımızı kaybettik.
Saldırıların olduğu günlerde, bir gece yarısı, yakındaki tepelerden üzerimize susturucu takılmış silahlarla kurşunlar yağmaya başladı. 20-30 kişi tepelere doğru koşmaya başladık. Tepelere varıp, onları püskürttük. Hemen ardından, ortaya ordu birlikleri çıktı. Çevremizi sardılar. Bizi suçlamaya başladılar. Nerede ise biz kendimizi savunduğumuz için suçlu duruma düşürüldük. Püskürttüğümüz grup, bütün gün Alevilerin evlerini ateşe verdi. Yangın söndüren araçların önünü polis kesti ve yangın yerine girişlerini engelledi. Asker, yanan evleri sadece seyretti. Düşünün, sayıları onbinlere varan, sürü halinde bir kalabalık, halkın üzerine ‘Allah, Allah’sesleri ile saldırıyordu. Böyle bir saldırı gerçekten beklemiyorduk.
Demokrasi Güçleri ne zaman bir araya gelip biraz güçlenmeye başlasa, Devlet aynı taktiğe başvuruyor. En ufak hak talebi, bugün bölücülük olarak adlandırılıyor. Aslında Derin Devlet’in kendisi bölücü. Çünkü çıkarları tehlikeye giriyor. Ordunun harcaması kontrol edilmeyen tek ülke Türkiye… Bunun söylemek, telaffuz etmek bile suç oluyor.” [2]
Maraş Katliamı: Katliama çağıran anonslar. Belediye hoparlörü: “üç din kardeşimizi komünistler öldürdü.” Askeri telsiz: “Aleviler askeri kışlayı bastı.”
Dönemin Başbakanı Bülent Ecevit’e gönderilen 3 Ocak 1979 tarihli rapor, olayların organize edilmesinde MİT’in rolüne işaret ediyor. Gazeteci Rıdvan Akar ve Can Dündar’ın Ecevit’in arşivinden elde ettiği raporda, “Yeni vuku bulan Maraş olayı başta Türkeş, Maraş Milletvekili Mehmet Yusuf Ö. olmak üzere, MİT’ten Şahap H. Ali K., Mehmet K., Avukat Metin E., Nart K.’nın müşterek planlamaları ile çıkarılmış” deniliyor.”[3]
Yazar İnci Aral, o Alevilerin sığındığı köylere gitti. Tanıklarla tek tek görüştü ve 1983’te dokuz öyküden oluşan Kıran Resimleri’ni yazdı. Dinleyelim…
 “1979 yılı idi. Okul kapandığı için vaktim vardı. Bir gün çocuklarımı görmeye İzmir’e gitmiştim, ani bir kararla İzmir’den Maraş otobüsüne bindim. 16-17 saatlik bir yolculuk yaptım. Hiç kimseyi tanımıyordum. Sadece bir avukat arkadaşım, Maraş’ta tanıdığı başka bir avukatın adresini vermişti. O kadar. Sabah çantam elimde şehre indim. Avukat yerinde yoktu. Yardımcısı ‘Bugün gelmez’ deyince, anlattım: Buraya Maraş’ta bir yıl önce ne olduğunu anlamak, mağdurlarla görüşmek için geldim. ‘O zaman’, dedi yardımcısı, ‘Köylere gitmeniz lazım. Şehirde hiç Alevi kalmadı’. Köylere nasıl gideceğim peki? Yolun karşısındaki minibüsleri gösterdi. Çıktım, durağa gittim. Orta yaşlı, iri-yarı bir kadın duruyordu. Herhalde çok yabancı görünmüş olacağım ki, bana niçin geldiğimi, kim olduğumu sordu. Söyledim. ‘Gel benimle’ dedi, ‘Seni götüreyim.’ Adeta beni koltuğunun altına aldı.
Neydi ilk duyduklarınız?
Herkesin hikâyesi farklı ama aslında aynıydı. Birdenbire, beklenmedik saldırıyla karşılaşmışlar. Olaylardan önce bazı emareler var ama bu kadar gözü dönmüş bir kalabalıkla karşılaşacaklarını hiç ummamışlar. O kalabalık içinde komşuları, uzaktan hısım, akrabaları da var. En önce yaşadıkları bu şoku anlattılar. O tanıdıklarına sürekli hatırlatıyorlarmış.
Neyi hatırlatıyorlarmış? Ya biz seninle komşu değil miydik, sen oğlumun kirvesi değil miydin, ne yapıyorsunuz, delirdiniz mi… Bu şekilde hatırlatıyorlarmış olaylar sırasında. Ama fayda etmemiş. Çünkü ‘Bırak komşuluğu, siz Müslüman bile değilsiniz’ cevabını alıyorlarmış.
Şehirdeki genel hava nasıldı olayların birinci yılında?
Maraş’a inip avukatın ofisini ararken gördüm, yanmış, yıkılmış, iskeletleri kalmış evleri, daha doğrusu simsiyah beton öbeklerini. Terk edilmişlerdi. Aleviler her şeylerinden olup, köyde tek bir dam edinmişlerdi kendilerine. Abartmıyorum, büyükçe bir oda düşünün, bir köşesi mutfak olarak kullanılıyor, bir bölümünde oturuluyor, bir yerinde de uyunuyor. İşyerleri yağmalandığı için geçinemez hale de gelmişlerdi. Hangi eve gittiysem, yedikleri şey aynıydı: Bulgur pilavı, soğan, sac yufkası ve ayran.
İnanılmazdı, inanmak da istemedim işin doğrusu. Kadınlara tecavüz edildiğini, hamile karınların deşilip ceninlerin çıkartıldığını, genç kızların memelerinin kesilip ağaçlara çivilendiğini duymak kolay olmuyor. Ertesi gün beni başka bir köye gönderdiler. O köyün büyüğüne emanet ederek. Bir motorun arkasına binip gittim. Aynı manzaralar. Her gece başka bir evde kalıyordum. Kadın, erkek, çocuklar, hep beraber tek yer yatağına sığışarak. Ama benim üstüme en güzel yorganlar örtülüyordu.
Öykülerin büyük çoğunluğunda ana karakter kadınlar…
Çünkü böyle katliamlardan, savaşlardan en büyük yarayı onlar alır. Bir de kadınlar öyle detaylı anlatmışlardı ki olayları… Örneğin erkekler şöyle yansıtıyor: “Dışarıdan bir ses duydum. Cama çıktım, eli sopalı, baltalı bir kalabalık geliyor. Ayıptır, yapmayın etmeyin diyoruz. Dinlemiyorlar. Evlerimizi yaktılar. Vurdular, öldüler.” Kadınlar ise hayatta kalma refleksleri nedeniyle ayrıntıları çok daha net görüyorlar. Katliam havasını anlatmaya iki gün önceden başlıyor, en küçük detaylara kadar veriyorlar. Ve uğradıkları kötülükten inatla davacı oluyorlar.
Üç öğretmenin cenazesinden sonra bir felaketin yaklaştığını hissetmişler değil mi?
Evet. Zaten aksi mümkün değil, çünkü belediye hoparlörlerinden‘Komünistler ve Aleviler öldürdü’ diye anonslar yapılıyor. Yine de darbenin dost bildikleri kişilerden geleceğini tahmin etmiyorlar. Çünkü aslında Alevi ve Sünniler arasında o güne kadar çok yakın ilişkiler var. Hatta bazı olaylara katılmayan Sünniler, Alevileri evlerinde saklamışlar. Ama tabii çok az.
Hayır, o günlerde bundan söz edilmiyordu. Fakat sonradan bu olayın önceden, nisan ayı gibi ve Malatya, Maraş ve Sivas olmak üzere üç ilde planlandığını öğrenmiştik. Arkasında da NATO’ya bağlı Gladyo’nun olduğu söyleniyordu. Çünkü mesela tam nisan ayında Alparslan Türkeş’in ‘oralar karışacak’ dediğini biliyoruz. Yine o aylarda Malatya belediye başkanına gönderilen bombalı paket var. Fakat ÜGD (Ülkücü Gençlik Derneği) ve benzeri birkaç örgüte operasyon yapılarak aylar önceki girişim durdurulmuştu. Ama Maraş’ta maalesef başarılı olunamadı. Asıl amaç Ecevit hükümetini düşürmek ve 12 Eylül’e giden yolu hızlandırmaktı, sanıyorum.
Siz de dış mihraklar diyorsunuz?
Orada dinlediğim hikâyelerin hepsinde şu önemli detay vardı: Aleviler Maraş’ta ekonomik olarak daha iyi durumdaydı. Sünni kesim ise yoksuldu. Komşu komşuya birkaç piyangocu ve Amerikalı asker yüzünden düşer mi diye sorguluyoruz ya… İşte öncesinde insanlara ‘Aleviler bu toprakların kaymağını yiyor, size bir şey kalmıyor’ propagandası yapılmış. Benim Maraş’ta gördüğüm şey, kitabın başına da koyduğum Turgut Uyar cümlesidir: ‘Ve zoraki karmaşıklığını gördüler. Kan dökmenin ve ucuza gitmenin.’
Sonra davayı da izlediniz mi? İçim acıyarak. Ben o süreçte o kadar yıprandım ki, 10 yıl sürecek bir migren sahibi oldum. Bu katliamın suçluları hiçbir zaman tam olarak bulunamadı. Çünkü planlayanlar kullandıkları kişileri sonra da kolladı. Açıklanamayan şeyler var. Mesela avukatlar resmen suçluların isimlerini veriyor. Hatta bazıları en son askerlerin ayaklarına kurşun sıkarak durdurduğu grubun en önündeki kişilerdi. Hastaneye kaldırılmışlar ama hastane kayıtlarında görünmüyorlar. Hastane başhekiminden, belediyeden o anonsları yapanlara kadar o kadar farklı kişiler kullanılmış ki… Ama sonuçta bu kişilere hiç ulaşılamadı. İşte Ecevit, bu meselenin daha fazla kurcalanmasını istemedi ve Maraş dosyası kapatıldı. Böyle olduğunu biliyorum.
10 yıl önce İzmir’deki imza günüme bir bey geldi ve bana kendini “Ben Özdemir’im” diye tanıttı. Önce kaldım sonra öykülerimden birine adını veren karakterden söz ettiğini anladım. “Ben o davaya bakan yargıçlardan biriyim. Biz o davanın altından kalkamadık. Ama yapacak hiçbir şey yoktu çünkü baskı altındaydık” dedi. Ecevit, Gladyo’dan ürktüğü için üstüne gitmedi zannediyorum. Olay o zamanki solun üstüne yıkılarak bitirildi. Köydeki kadınlardan biri anlatmıştı: İçişleri Bakanı İrfan Özaydınlı hükümet konağından çıkarken yeldirmesini başına atıp yakasına yapışıp silkelemiş adamı. ‘Seni adaletsiz!’ diye. İşte benim duygum budur.
Maraş katliamının tekrarlanabileceği endişesini taşıyorum.
… Bu saatten sonra Alevi-Sünni çatışması olur mu demeyin. Ben o bölgelerde bazı şeyler seziyorum. Ortadoğu’daki gelişmelere, Suriye’de olup bitenlere bakınca tedirgin oluyorum. Çünkü çok kolay kışkırtılan bir toplumuz. Aslında işin özü yüzleşmek, gerçek suçluları cezalandırmak… Maraş sanıkları arasında delil yetersizliğinden serbest kalıp, soyadını değiştirerek Meclis’e girenler oldu. Yani sonuçta hesabını hakkıyla kapatmadığınız her felaket tekrarlanabilir.”[4]
Dönemin Çorum Başsavcısı Ertem Türker; “Benim korumam Çorum olaylarındaki bir cinayetten mahkûm oldu” dedi. Adliye ve jandarma tarafsızdı. Polis çok taraflı davranmıştır. Polis ‘Bana sağcılar cinayet işliyor dedirtemezsiniz’ diyen Başbakan Demirel’in yanındaydı. Aleviyseniz peşinen komünistsiniz, … düşmansınız demekti.
Bazı polisler Alevilere ve solculara karşı çatışıyordu. Polis korumam Ekrem Bağna … cinayetten hüküm giydi. Ekrem Bağna, korumalığımdan ayrıldıktan hemen sonra olaylarda yanlı hareketleri olmuş, Çorum’da Servet Yıldırım isimli bir kişiyi … öldürmekten 36 yıl hapis ceza almıştır.  Alevilerin üzerine düşmanca gidilmiştir. Bu acıyı içinde duyanlardan birisiydim. Hafızam beni yanıltmıyorsa 50 küsur kişi ölmüştür. Bazıları işkence yapılarak öldürülmüştür. … Telefonla ihbar alıyorum. Tarlada ölü var diyorlar. Polisi gönderiyorum. ‘Ölüyü bulamadık’ diyorlar. Çünkü ölen, Alevi! Sağcı olsa hemen bulunuyordu.”[5]
Anımsayalım; ne demişti Diyanet: “camiler ibadethane, cemevleri değil!”
Evet dostlarım; zülfü yare dokundum değil mi? Durun! Sinirlenmeyin, küfür de etmeyin; düşünün… Düşünmek ve aklın kılavuzluğuna başvurmak, hepimiz için en sağlıklı olanıdır. Hele de bu günlerde; akla o kadar çok ihtiyacımız var ki… 
Odatv.com
Kaynakça
[1] Yaşar Nuri Öztürk, Allah İle Aldatmak, 64. Baskı, s. 240
[2] Alevilerin Sesi Dergisi,84. sayı, Konu: Yükselen Milliyetçilik ve Tahrik Edebiyatı
[3] http://www.demokrathaber.net/guncel/maras-katliami-mit-planiydi-h5840.html
[4] İnci Aral, MuhalifGazete.com. Gündem. 26 Aralık, 2011
[5] Radikal Gazetesi, 5 Temmuz 2011
 
 
 
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder