İran Meclisi Milli Güvenlik ve Dış Politika Komisyonu Sözcüsü Hüseyin Nakavi, Antep’te gerçekleşen bombalı saldırıya ilişkin olarak Türkiye’nin El Kaide ve diğer “Suriyeli muhalifleri” desteklemesinin yalnızca Suriye’yi değil, Türkiye’yi de vurduğunu söyledi. Daha PKK saldırıları yükselmeden önce Suriye ile İran’ı, bu arada PKK’yı Baasçı kamp ilan etmiş cemaat medyası haberi “İran Antep’i ağzından kaçırdı” başlığıyla verdi. Medyanın kamuoyunu bilgilendirmekten ziyade, bilgilendirmemek adına hareket etmesi yeni bir gelişme değil. Bununla birlikte, İngilizce yayın yapan Türk medyası, herhalde Batı dünyasının gözünde iyice pespaye olmamak için, yer yer daha gerçekçi olabiliyor. Nitekim, Hürriyet Daily News, aynı haberin sonuna Nakavi’nin, Türk jetinin düşmesinin de, NATO’yu Suriye savaşına çekmek üzere Ankara’da planlanmış bir komplo olduğunu söylediğini ekliyor. Öyleyse, Hürriyet Daily News’dan öğreniyoruz, Abdullah Gül aceleyle, yalnızca “sicilinin kabarık” olmasına dayanarak failin PKK olduğundan “hiç tereddütü olmadığını” ilan ederken, Nakavi’ye göre Gaziantep saldırısının ardında Ankara ile, Ankara’nın desteklediği El Kaide ve “Suriyeli muhalifler” bulunuyor.
Gaziantep sınırında ÖSO komutanlarıyla
Doğru mu, bilemiyoruz. Ancak Gaziantep yakınlarının ÖSO eline geçtiği haberlerini okumamız saldırıdan yalnızca birkaç gün öncedir. Kilis Valisi Yusuf Odabaş ile Gaziantep Büyükşehir Belediye Başkanı Asım Güzelbey’in, Türk vatandaşlarına kapalı olan Suriye sınır kapısından geçmesi ve karşı tarafta Özgür Suriye Ordusu komutanlarınca karşılandıkları tarihse 1 Ağustos’tu. Devlet adamlarının ciddiyet taşımadığı ülkede korumalarından beklenir mi, onlar da sınırın öte yakasında bol bol hatıra fotoğrafı çektirdiler.
MİT’in ve Jandarma’nın milletvekillerinden, bölgedeki seçim gezilerini ertelemelerini istedikleri haberini de not etmek gerekiyor. Konuyla ilgili olarak Hürriyet’e konuşan CHP Gaziantep milletvekili Mehmet Şeker, PKK’dan saldırı beklendiğini söylerken, ekliyor: “Dünyanın bütün istihbarat örgütlerin bölgede cirit atıyor”. Dünyanın bütün istihabarat örgütlerinin cirit attığı Gaziantep’teki acımasız saldırının sorumlularının kim olduğu belirsizliğini koruyor.
Şemdinli’de kontrol
Ancak bu Hakkari, Şemdinli için geçerli değil. PKK buralardaki saldırıları üstlenmekle kalmıyor, tüm medya sansürünü, partisine tüm döküntüleri ve hainleri dolduran Kılıçdaroğlu’nun Aygün’ünü “kaçırarak”, BDP’li vekillerin “yollarını keserek” deliyor; kontrolün kendisinde olduğunu gösteriyor. Arkasında ABD olduğunu söyleyen de var, Suriye-İran bulan da... Davutoğlu ile cemaatin hesabı açık; Davutoğlu önce Suriye’ye, cemaat kalemleriyse bir de İran’a karşı savaş, savaş, savaş istiyor. Ancak muhalifler de, Davutoğlu da, elbette İsrail de, bu maceranın Amerika’yı bölgeye çekmeden kendileri açısından başarıya ulaşamayacağını biliyor.
Davutoğlu’nun çırpınışları
Davutoğlu, başka şekilde anlatmak mümkün görünmüyor, uzun zamandır çırpınıyor. Jet krizinin ardından bir 4. madde türküsü tutturdu, hevesliydi, uzun sürmedi; NATO ve Amerika kibarca uçağımızın düşmesinden üzüntü duyduklarını ilettiler ve iletmekle yetindiler.Türkiye konu üzerine biri diğerini tutmayan açıklamalarıyla ortada kalakaldı. Clinton’ın hem Türkiye’nin hem de Suriye’nin geleceğine ilişkin çok önemli ipuçları barındıran 11 Ağustos tarihli ziyaretine devam yazısında değinebileceğiz; ancak şimdilik şu kadarını söyleyelim: Ortak basın açıklamasında Davutoğlu’nun “tampon bölge” sözüne, Clinton “Potansiyel eylemlerden bahsedilebilir, ama kapsamlı bir analiz ve operasyonel planlama yapmadan makul kararlar alamazsınız,” yanıtını veriyordu.
20.000, 40.000, 70.000...
Tampon bölge planı “masadan” kalkmadı, ancak Davutoğlu’nun elinde bugün kendi istedigi “eylem” değil, “potansiyel eylem” ve Davutoğlu’nun kendi başına davranmasına güvenilmediğini gösteren bir ‘operasyonel planlama’ var. Davutoğlu ise bütün umudunu bir yıl öncesinin Amerikan raporlarına bağlamış, herhalde rüyalarında bile, Türkiye’ye sığınan mültecileri sayıyor. Epey yol aldı, 100.000’i bulmasını beklediği de, bu sayıyı aklına koyanın bir yıl öncesinin Washington Enstitüsü raporları olduğu da sır değil. Ancak Washington Enstitüsü raporları, Rus gemilerinin Akdeniz’e inmediği bir tarihte yazılmıştı. Amerika’dan Amerikancı Davutoğlu çaresizdir, çırpınıyor.
Bu kadar değil, 21 Ağustos tarihli Amerikan Kongresi toplantısında, Gaziantep saldırısıyla ilgili bilgilendirmede, Amerika Dışişleri Bakanı sözcüsü Victoria Nuland, Türk yetkililerini bu trajik olay karşısında sakin olmaya çağırdık, açıklaması yaptı. Davutoğlu çırpınırken, Ömer Çelik’in sağduyu çağrısıyla tutarlıdır.
Bir önceki yazımızda bugün artık “savaş savaş” diye bağıranın Amerika’dan ziyade, Davutoğlu olduğunu söylemiştik. Medya ve devletlûlar bir ağızdan, Antep patlamasına kanıt olarak yalnızca “sicil” göstererek ve büyük bir aceleyle, önce PKK’ya ve hemen ardında Suriye, İran ve Irak’a işaret ediyordu ki, bir sabah Hürriyet’in “Washington’da Gaziantep Bombası” sürmanşetiyle uyandık. Türkiye egemenleri, Gaziantep’ten Suriye’yi sorumlu tutup buradan hareketle savaş çığlıklarını yükseltirken gene ortada kalakaldı. Amerikancılığından şüphe duyamayacağımız “amiral gemisi” onca ağırlığıyla çark ediyordu; “Suriye” rotasını bir seneyi aşkın zamandır aynı doğrultuda tuttuktan sonra yeniden harekete geçen o koca ve paslanmaya yüz tutmuş çarklarının çıkardığı gürültüyü neredeyse duyabiliyorduk.
Bize ne
Çarkların gürültüsünü duyabiliyorduk, çünkü Gaziantep’te patlayana benzer bombaları savaş nedeni sayarak Türkiye’nin tek başına Suriye’ye girmesini öngören bir senaryo’nun Amerika’da önceden konuşulduğu haberinin hemen yanında, Hürriyet’in sürmanşetini paylaşan diğer haber “Obama’ya açık sitem” başlığı taşıyor ve Gül’ün “Müttefiklerle işbirliği kesin gereklidir, ama Amerika’nınki yeterli değil,” sözünü ön plana çıkarıyordu. Bu kadarla kalmadı, aynı gün Ertuğrul Özkök, köşesinde Amerika’nın yeterince sahip çıkmadığı Suriye savaşı için “Bize ne” dedi ve bu maceradan açıkça Davutoğlu’nu sorumlu tuttu.
Davutoğlu’nun çaresizliği
Gemi onca ağırlığıyla çark ediyordu, yalnız değildi. Milliyet, Vatan, Cumhuriyet hemen ertesi gün ses verdiler. Can Dündar, Milliyet’in ilk sayfasından “oyuna gelmeyelim” dedi; Vatan ilk sayfasını Davutoğlu’nun biriktirmeyi pek sevdiği “muhaliflerin” Türkiye içinde estirdikleri teröre ayırdı; Cumhuriyet sürmanşetten El-Kaide’yi topa tuttu. Özkök, köşesinden “Özgür Suriye Ordusu’na” yaylım ateşine devam ediyordu. Davutoğlu mu, Özkök’ün bir gün önceki yazısına cevap vermekle meşguldü. Aceleyle koştuğu NTV ekranından “Bize ne” diyemezdik derken “mesajı” aldığına yönelik ilk büyük sinyali veriyordu: “Terörün arkasında yalnızca Suriye var diyemeyiz”. Acz içindedir, geri adım atmak zorunda kalıyordu.
Esad, Esed
Artık bu dört gazetemizin manşetleri değişmiştir, Erdoğan ve Gül ortada yoktur ve Davutoğlu her gün Türk dış politikasının nasıl çıkmaza girdiğini anlatan, anlatmakla kalmayıp yerden yere vuran yabancı basının salvolarından nasıl kurtulabileceğini düşünmektedir. Önce Esad’ın, sonra Esed’in günlerini sayanlar şimdi Davutoğlu’nun günlerini saymaya başladılar.
Esed, Esad, Clinton
Peki ne oldu, medyanın önemli kesiminde “Esed”i bir kez daha “Esad” yapan ve Davutoğlu’na “yalnızca Suriye’yi sorumlu tutamayız” dedirten nedir, kimdir, ipuçları bir önceki yazımızda bulunuyor. Clinton 11 Ağustos’ta Türkiye’ye geldi. Ancak, Türkiye artık “tek başlı” değildir ve Clinton güvenmemektedir; Erdoğan’la, Gül’le ve Davutoğlu’yla ayrı ayrı görüştü. Geçerken not etmek gerekiyor, Türkiye’nin artık “tek başlı” olmadığı sözü, Nisan ayındaki ziyaretinde bu üç isimle gene ayrı ayrı görüşen Barzani’nindir. Pek çok konuda olduğu gibi, Kürt sorunu konusunda da Erdoğan ile Gül çizgisinin ayrıştığını görebiliyoruz.
Clinton geldi ve Davutoğlu’na çok, ama pek çok istediği ve muhtaç olduğu tampon bölge sözü yerine, önce birlikte analiz ve birlikte adım atma sözü verdi. Bu birliktelikte kimin sözünün geçeceğini bilebilmek için, Davutoğlu’nun geri adımını ekranlardan izlemeye ihtiyacımız yoktu.
Amerika ile yeni gizli ittifak
Amerika, daha 1 Mart tezkeresinde yalnızca beceriksiz “Türkiye egemenlerinin” Amerika sevdasına ya da yakın zamanda artık fotoğraflara yansıyan beyzbol sopasına dayanamayacağını anlamış görünüyor. Haziran ayında CFR’nin, Amerikan Dış İlişkiler Konseyi’nin raporunun, Amerika’nın Türkiye ile kurmayı planladığı yeni ilişkiyi haber verdiğini yazmıştık. Yazının başlığı “CFR haber veriyor: Amerika ile yeni bir gizli ittifak” idi; yeni ittifak artık o kadar gizli değildir ve şimdi “operasyonel mekanizma” adını almıştır.
Yazımdan bir bölümü anımsatma gereği duyuyorum: “Ortadoğu’da kendini yeterince köşeye sıkışmış hisseden Amerika’nın Türkiye’yi kendisine daha fazla bağlamak istemesi normaldir, ihtiyaç duyuyorlar. Başta Erdoğan olmak üzere, AKP Türkiyesi’nin, istenmeyen ve aşırı adımlarını kontrol altına alabilmek üzere CFR raporcuları ‘a stronger infrastructure of bilateral cooperation’, ikili ilişkilerde daha güçlü bir enfrastrüktür inşa etmeyi öneriyor. Enfrastrüktür, bir siyasal yapının iç yönetim mekanizması anlamına geliyor. Amaç hem dış, hem de iç siyasette atılacak adımların koordine edilmesidir.” Hürriyet sürmanşetinden günler önce basına kapalı “operasyonel mekanizma” toplantısı bu yolda atılan ilk adım oldu.

PKK kendi oyununu oynuyor. Hızlı ve erken çıkarımlara sarılmak yerine, gerçeklere bakma zamanıdır. KCK iddianamesinden okuyoruz, “09.06.2010 tarihli Avukatlar ile yaptığı görüşmede sonrasında Avukatlar tarafından düzenlenen Görüşme Notlarında” Öcalan’ın değerlendirmesidir: “İsrail bu bölgede Kürtlersiz yaşayamaz, boğulur. Bunun için on yıldır bir proje peşindedir. Güney’de küçük bir ulus-devleti kurduruyor, buna ihtiyaç duyuyor.” Öcalan Irak Kürtleri’nden, Barzani’den bahsediyor. “Notlarda” Öcalan devam ediyor: “Şimdi bu Türkiye-Suriye-İran ittifakı da çözülüyor olabilir, kesin bir şey demiyorum, biliyorsunuz Suriye Devlet Başkanı Beşar Esat İstanbul’da yaptığı açıklamada; inkar etmekle olmaz, tanımak lazım, demişti. Bugün sabah arkadaşlar bana aktardı, onlar izlemişler, Ahmedinejad Kürt sorunu silahla değil, müzakere ve diyalogla çözülür, demiş. Bu da önemlidir. Bu ittifak çatırdıyor olabilir. İran çekiliyor, Suriye de bu oyuna gelmiyor. Böylece yükün tamamını Türkiye’nin sırtına yığacaklar.” Bu saptama 2010 tarihinde yapılıyor.
Kürtler arasında, Amerika’nın hükmünün en fazla geçtiği grubun Kuzey Irak Bölgesel yönetimi olduğu ortada. Uzun zamandır, Henri Barkey’in deyişiyle, bölgede Kürtler’in liderliğini Barzani’nin almasını umut ediyor. Umut diyorum, çünkü geçen zaman bunun ne denli güç, neredeyse imkansız olduğunu her geçen gün daha net ortaya koyuyor. Amerika’nın, en azından kısa vadeli Kürt planlarının çöküşüne geliyoruz.
Çarkların gürültüsünü duyabiliyorduk, çünkü Gaziantep’te patlayana benzer bombaları savaş nedeni sayarak Türkiye’nin tek başına Suriye’ye girmesini öngören bir senaryo’nun Amerika’da önceden konuşulduğu haberinin hemen yanında, Hürriyet’in sürmanşetini paylaşan diğer haber “Obama’ya açık sitem” başlığı taşıyor ve Gül’ün “Müttefiklerle işbirliği kesin gereklidir, ama Amerika’nınki yeterli değil,” sözünü ön plana çıkarıyordu. Bu kadarla kalmadı, aynı gün Ertuğrul Özkök, köşesinde Amerika’nın yeterince sahip çıkmadığı Suriye savaşı için “Bize ne” dedi ve bu maceradan açıkça Davutoğlu’nu sorumlu tuttu.
Davutoğlu’nun çaresizliği
Gemi onca ağırlığıyla çark ediyordu, yalnız değildi. Milliyet, Vatan, Cumhuriyet hemen ertesi gün ses verdiler. Can Dündar, Milliyet’in ilk sayfasından “oyuna gelmeyelim” dedi; Vatan ilk sayfasını Davutoğlu’nun biriktirmeyi pek sevdiği “muhaliflerin” Türkiye içinde estirdikleri teröre ayırdı; Cumhuriyet sürmanşetten El-Kaide’yi topa tuttu. Özkök, köşesinden “Özgür Suriye Ordusu’na” yaylım ateşine devam ediyordu. Davutoğlu mu, Özkök’ün bir gün önceki yazısına cevap vermekle meşguldü. Aceleyle koştuğu NTV ekranından “Bize ne” diyemezdik derken “mesajı” aldığına yönelik ilk büyük sinyali veriyordu: “Terörün arkasında yalnızca Suriye var diyemeyiz”. Acz içindedir, geri adım atmak zorunda kalıyordu.
Esad, Esed
Artık bu dört gazetemizin manşetleri değişmiştir, Erdoğan ve Gül ortada yoktur ve Davutoğlu her gün Türk dış politikasının nasıl çıkmaza girdiğini anlatan, anlatmakla kalmayıp yerden yere vuran yabancı basının salvolarından nasıl kurtulabileceğini düşünmektedir. Önce Esad’ın, sonra Esed’in günlerini sayanlar şimdi Davutoğlu’nun günlerini saymaya başladılar.
Esed, Esad, Clinton
Peki ne oldu, medyanın önemli kesiminde “Esed”i bir kez daha “Esad” yapan ve Davutoğlu’na “yalnızca Suriye’yi sorumlu tutamayız” dedirten nedir, kimdir, ipuçları bir önceki yazımızda bulunuyor. Clinton 11 Ağustos’ta Türkiye’ye geldi. Ancak, Türkiye artık “tek başlı” değildir ve Clinton güvenmemektedir; Erdoğan’la, Gül’le ve Davutoğlu’yla ayrı ayrı görüştü. Geçerken not etmek gerekiyor, Türkiye’nin artık “tek başlı” olmadığı sözü, Nisan ayındaki ziyaretinde bu üç isimle gene ayrı ayrı görüşen Barzani’nindir. Pek çok konuda olduğu gibi, Kürt sorunu konusunda da Erdoğan ile Gül çizgisinin ayrıştığını görebiliyoruz.
Clinton geldi ve Davutoğlu’na çok, ama pek çok istediği ve muhtaç olduğu tampon bölge sözü yerine, önce birlikte analiz ve birlikte adım atma sözü verdi. Bu birliktelikte kimin sözünün geçeceğini bilebilmek için, Davutoğlu’nun geri adımını ekranlardan izlemeye ihtiyacımız yoktu.
Amerika ile yeni gizli ittifak
Amerika, daha 1 Mart tezkeresinde yalnızca beceriksiz “Türkiye egemenlerinin” Amerika sevdasına ya da yakın zamanda artık fotoğraflara yansıyan beyzbol sopasına dayanamayacağını anlamış görünüyor. Haziran ayında CFR’nin, Amerikan Dış İlişkiler Konseyi’nin raporunun, Amerika’nın Türkiye ile kurmayı planladığı yeni ilişkiyi haber verdiğini yazmıştık. Yazının başlığı “CFR haber veriyor: Amerika ile yeni bir gizli ittifak” idi; yeni ittifak artık o kadar gizli değildir ve şimdi “operasyonel mekanizma” adını almıştır.
Yazımdan bir bölümü anımsatma gereği duyuyorum: “Ortadoğu’da kendini yeterince köşeye sıkışmış hisseden Amerika’nın Türkiye’yi kendisine daha fazla bağlamak istemesi normaldir, ihtiyaç duyuyorlar. Başta Erdoğan olmak üzere, AKP Türkiyesi’nin, istenmeyen ve aşırı adımlarını kontrol altına alabilmek üzere CFR raporcuları ‘a stronger infrastructure of bilateral cooperation’, ikili ilişkilerde daha güçlü bir enfrastrüktür inşa etmeyi öneriyor. Enfrastrüktür, bir siyasal yapının iç yönetim mekanizması anlamına geliyor. Amaç hem dış, hem de iç siyasette atılacak adımların koordine edilmesidir.” Hürriyet sürmanşetinden günler önce basına kapalı “operasyonel mekanizma” toplantısı bu yolda atılan ilk adım oldu.

Suriye savaşı üzerinden Amerika’nın Kürt politikasını en iyi ortaya koyan örneklerden biri 3 Ağustos 2012 tarihli Hürriyet’in manşetidir. Hürriyet, manşetinde “Türkiye’ye Bağlı Konfederasyon” diyordu ve Suriye Kürtleri içinde ancak bir azınlığı temsil eden “Esad muhalifi” ve Amerika yanlısı Kürt Ulusal Konseyi başkanı Hakim Başar’la konuşuyordu. Manşete taşınan sözleriyse, rahatlıkla, yalnızca bu dileği dillendiren Başar’a değil, manşete taşıyan Hürriyet’e, hiçbir zaman Hürriyet manşetlerinden çok uzakta bulunmayan Amerika’ya bağlayabiliyoruz. Bugün, Amerika’nın kısa vadeli Kürt politikası çökmüş görünüyor. Türkiye’yse, Kürt sorununu belki tarihindeki en keskin haliyle yaşıyor. AKP Genel Başkan Yardımcısının “birkaç Mehmet” dediği budur.
Amerika Kürtler’i birleştiremedi
Amerika’nın Suriye hesaplarında yolunda gitmeyen, yalnızca Rusya ve Çin’i ikna edememesi değildi. Haziran sonuna gelindiğinde, Amerika var gücüyle “pro-Assad”, “Esad-yanlısı” olarak değerlendirdiği PYD ile KUK ve Barzani’yi, son ikisinin çizgisinde uzlaştırmaya çalışıyordu. Bunu, Suriyeli Kürtler’i kendine bağlamanın tek yolu olarak görüyordu. Bu üç grup, sonunda, tüm Batı yanlısı medyanın coşkulu alkışları altında bir birlik anlaşması imzaladılar. Ancak anlaşmanın hemen ardından yaşananlar, alkışların pek erken patladığını en açık haliyle gözler önüne seriyordu. PYD Suriye’nin kuzeyindeki kontrolünü diğer Kürt gruplarla paylaşmayacağını, kontrol noktalarını bırakmayacağını ve silahlı kontrolü yalnızca kendi elinde tutacağını duyurdu. Açıklamalarında, birliğe ve Barzani’ye ne denli saygı duyduklarını vurgulamalarına takılmak ancak bir nahiflik göstergesi olabilir. PYD hâlâ Suriye’nin kuzeyine “muhalif” Kürt gruplarını sokmadı; tüm “Suriyeli” muhalifler vargüçleriyle saldırırken, PYD Esad’la hiçbir çatışmaya girmedi. Dahası, bir gün öncesinin haberi, KUK’la çatışmaya girmiş olmasıdır; yandaş medya, haberi “PYD’den Kürtler’e Baas Kurşunu” başlığıyla veriyordu.
PKK kendi oyununda
AKP Suriyeli “mülteci” saymaya odaklı; ölen Mehmetler’i saymıyor. İnsani her türlü duygu kaybedilmiştir; gün aşırı ölen “birkaç Mehmet” de, kamuoyuna Suriye’nin “terörist devlet” olduğunu kabul ettirmek için kullanılmaya çalışılıyor. Öte yandan, PKK’nın Amerika tarafından Türkiye’yi Suriye’ye saldırmaya ikna etmek üzere kullanıldığı argümanının, gene Amerika’nın son hamleleriyle büyük bir çelişki içinde olduğunu kabul etmek durumundayız. Amerika açıkça Davutoğlu’nu Suriye’ye saldırı konusunda yalnız bıraktı; her gün bir başka önemli “Batı” gazetesi, en sert sözlerle, Davutoğlu’nun Suriye politikasının iflas ettiğini yazıyor. Ömer Çelik’in “kandırıldık” yollu dövünmesi bundandır.
Bu kadar değil, iddianamenin 665. sayfasından olduğu gibi aktarıyorum; avukatların Öcalan’dan “Suriye’de Kürtler’e belirli hakların tanınması ve bazı belediyelerin verilmesi durumunda, Esad rejimini destekleyecekleri ve bu konunun Esad’a yazılı ve sözlü iletilmesi talimatını aldıkları” söz konusu ediliyor. Bu “suçlama” iddianamenin çeşitli yerlerinde tekrarlanıyor. Esad’ın Kürtler’e sırtını dönmesi durumunda, Öcalan’ın “muhalif” hareketin içinde yer alabileceği de not düşülüyor, biz de düşüyoruz.
Suriye ve Türkiye Kürtleri’nin bugüne dek Esad’a “karşı” hareket etmedikleri, eylemleriyle, ortadadır. Merkez medyada despotizmin son kurbanlarından Serdar Akinan’ın röportaj yaptığı KCK Yürütme konseyi üyesi Zeki Şengali, Türkiye’nin Suriye’ye karşı politikasını “savaşı kışkırtan, halkların karşı karşıya gelmesini sağlayan”, “bölgeye karşı haksız bir politika sergiledi” sözleriyle değerlendiriyor. Öte yandan, gene Washington Enstitüsü raporları, PYD ile PKK’nın Türkiye’nin PKK’yı bahane ederek Suriye’ye saldırmayı düşünebileceği öngörüsüyle yakın zamanda iki grup arasındaki pratik, aktif alışverişin ortak bir kararla durdurulduğunu bildiriyor. PKK mevcut durumda kendini Suriye savaşının dışında konumlandırıyor; Esad’a karşı olmayı da açık destek vermeyi de reddediyor. AKP’nin bunca sarsıntı geçirmesine hevesle önayak olduğu Ortadoğu denkleminin Kürtler’e açmış olduğu alanda PKK’nın savaşı bugün Türkiye’dedir ve AKP açık hedeftir.
Savaşın mimarı AKP
Birkaç Mehmet’i “birkaç bölge” izliyor, alan hakimiyeti üzerinden kilometreler sayılıyor; Enis Berberoğlu’nun Şemdinli dağlarında brunch masalarına diktiği iğreti plastik çiçek, bu toprakların çocuklarının kanıyla sulanıyor. AKP kurmaylarının yanıtı hâlâ “her şeyin kontrol altında” olduğudur, insaniyetin öldüğü yerde en yalınından bir utanç duygusu dahi bulamıyoruz.
İlker Başbuğ “öncelikli tehdit Kuzey Irak’taki oluşumdur” sözünü, böylesi bir oluşumun “vatandaşlarımızın bir kısmı üzerinde yeni bir aidiyet modeli oluşturabileceği” uyarısını pek çabuk unuttu ve AKP bölgede İsrail’in ayağı olmaya gönüllü Barzani’ye pek çabuk kucak açtı. Bir yanda ilahiler yayınlayan TRTŞeş ile diğer yanda KCK operasyonlarıyla Amerika ve Barzani üzerinden çözüm arayışına gitti. Barzani’nin önderliğini kabul etmeyeceğini tekrar tekrar gösteren PKK’yı silahsızlandırma umuduyla Oslo’da “sizi rahatsız eden komutan, vali var mı” soruları sordu. Savaşın yükselmesini kaçınılmaz hale getirdi. Sıkıştığı noktada Mehmetler ölürken AKP hâlâ Amerika’nın çizdiği yolda Barzani’den medet umuyor.
Barzani kabul görmüyor
Amberin Zaman bu ihtimalin konuşulduğunu Temmuz ayında haber veriyordu. Dolayısıyla, Ağustos ayı The Economist dergisinin, “Türkiye’nin Kürtleri-Şiddet dolu bir dönem” başlıklı makalede, ticari bağların geliştiği bir ortamda, Türkiye ve Iraklı Kürtler arasında gayri resmi bir konfederasyondan giderek daha sık bahsedildiğini söylemesi bu bağlamda şaşırtıcı olmadı. Ancak Economist, konfederasyon sözünü zikretmekle kalmıyor, Erdoğan’ın Irak’ın olası bir saldırısı durumunda Türkiye’nin Kuzey Irak Bölgesel Yönetimi’ni savunacağına dair kişisel garantiler verdiğini de ekliyordu. Erdoğan’ın danışmanı Yalçın Akdoğan’ın Barzani’ye yakın Rudaw sitesine verdiği röportaj bundan yalnızca birkaç gün öncedir. Akdoğan, Barzani’den AKP yönetimini zora sokan PYD ile PKK’yla aralarına mesafe koyduğunu göstermesini isterken, bir de şunu ekliyor: BDP İmralı ile Kandil arasına sıkışmış durumdadır, biz Barzani’nin önerilerini dinlemeleri taraftarıyız.
BDP, kendi içinde tek seslilikten uzak da olsa, en azından Akdoğan’ın “önerisini” dinlemekten uzaktır. CHP’nin de desteklediği Kemal Burkay, Leyla Zana, Şerafettin Elçi gibi isimler üzerinden açılım çabalarının Türkiye’de sonuçsuz kalmaya mahkum olmasının nedeni budur. Bu yazının yayınlandığı gün, gene bu isimlerle, yeni bir “akil adamlar” toplantısının yapılıyor olması ise artık yalnızca gülünçtür.
KUK başkanı ve Economist konfederasyon diyor; fikir yeni değildir ve Nisan ayında Cengiz Çandar tarafından en net biçimiyle dillendirildiğini görüyoruz. Çandar, “Türkiye’nin açmazı: Barzani-BDP; bağımsızlık-özerklik” başlıklı yazısında, “uzakta ve üstü kapalı biçimde Washington’un da ibresinin dönük durduğu söz konusu eksen, ister istemez, ‘Türkiye-Irak Kürdistanı omurgası’ üzerinde ortaya çıkıyor,” diyor ve devam ediyor: “Türkiye-Irak Kürdistanı” diyorum, ‘Türkiye-Kürtleri’ demiyorum, bilinçli olarak. Zira Türkiye Kürtlerinin temsilcisi olması iddiasındaki BDP yöneticileri, Barzani’nin Ankara’dan Erbil’e hareket etmesinin hemen ardından, Barzani’nin geldiği Washington’a gittiler. Bu gidişle, gerek Ankara’ya ve gerekse Barzani’nin kendisine (ve tabii ABD’ye) ‘Türkiye’nin Kürt sorununun doğrudan muhatabı biziz. Barzani değildir. Barzani, Kürtlerin tek ve en üstteki ulusal lideri de değildir, liderlerinden biridir’ mesajını iletmiş oldular.” AKP, Gülen ve CHP ise, Orhan Pamuk, Adalet Ağaoğlu, Sezen Aksu sosuyla hâlâ Barzani sevdalısı Burkay ve Zana sunmaya çalışıyor.
ABD: Kürtler’le aranızı düzeltin
Son gelişmeler karşısında Amerika’nın, AKP’nin yılmaz iyimserliğini paylaşmadığı ortadadır. PYD’yi kendi safına çekemedi, KUK ne PYD tarafından ne Suriyeli muhalifler tarafından kabul gördü. Muhalifler içindeki El-Kaide gibi çeşitli gruplar Amerika’nın başını ağrıtmaya başladı. Bölgedeki başlıca müttefiki olarak gördükleri Türklerle Kürtler’in daha büyük bir çatışma içine çekilmesinden korkuyorlar.
Amerika’nın Barzani’yi bölge Kürtleri’nin lideri yapma sevdasından vazgeçme lüksü henüz yok. Ancak tek başına Barzani’yle ilerleyebilmesi de mümkün değil. Bu durumda - Foreign Policy dergisinde geçtiğimiz hafta içinde yayınlanan “Türkiye’nin Suriye Kürtleri’yle İmtihanı” adlı makale en son dışavurumlarından biridir - Türkiye’den Barzani’yi ve Suriye Ulusal Konseyi’ni özellikle PYD konusunda sıkıştırmaktan vazgeçmesini, kendisinin de PYD ile ilişkiye daha açık olmasını, bununla kalmayıp SUK’u Kürtler’i kucaklamaya teşvik etmesini istiyor.
Bizde mi, AKP çıkmazda, Mehmetler ölmektedir. Artık şehit cenazelerine gençleri almaya korkuyorlar.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder