11 Oca 2013

Neden “Ne Mutlu Türküm Diyene”?


İnsanların ancak kavramlarla düşüne bildiğini daha önce ifade etmiştik. İşte bu kavramlardan biri de “Milliyet” kavramıdır. Bu kavramın epistemi üzerinde lengüistik bir uğraş vermeden Ortadünya insanı için ne ifade ettiğini irdelemek istiyorum.

Batı aklının kategorizasyonu etnik temellidir. Batı aklı “kedi” derken, o kedinin etnik olarak hangi aileye mensup olduğuyla alakalı bir tasnifte bulunur zihninde. Zihni ansiklopedilerinde kedi, cinsine göre Siyam kedisi, Sibirya veya Tekir şeklinde tasnif edilir. Oysa Ortadünya insanının zihni ansiklopedisinde farklı bir tasnif vardır. Bu tasnif etnik kökene göre değil işleve göredir. Yani kedi dendiğinde ortadünya insanı, sokak kedisi, ev kedisi, yabani kedi şeklinde bir tasnifte bulunur zihin dünyasında. Kedinin cinsi ne olursa olsun işlevi onu kategorize eder. İster siyam olsun ister tekir olsun sokakta yaşayan kedi sokak kedisidir.  Batı aklı çoban köpeğinin “kangal” olması gerektiğine inanır, ortadünyalı ise “kangal”a “çoban köpeği” der. Savaşlarda İngiliz atı tercih eden batılının aksine, Ortadünya insanı İngiliz veya Arap fark etmez yeter ki iyi bir savaş atı olsun görüşündedir. Batıda Şövalyelik soyla alakalıdır, Ortadünya’da ise bireysel beceriyle alakalıdır ve kişinin kendisiyle sınırlıdır miras olarak geçmez.

Bu farklı algılayış biçimi toplum algısı için de geçerlidir. İnsanları etnik köklerine göre tasnif eden batı aklının aksine ortadünya insanı, yaşadığı coğrafyaya ve aidiyetine göre tasnif eder. Kürdistan coğrafyasına gelen Türk boylarının Kürtleşmesi ve buna direnmemesi bu yüzdendir. İngiltere ordusuna hizmet eden bir Alman her zaman Alman kalır. Ama Türk ordusuna hizmet eden bir Fransız artık Türk’tür. Mevlana Fars kökenlidir fakat Roma topraklarına yerleştikten sonra artık Romalıdır. Yani Rumi’dir. Haçlılar Kudüs’ü aldıktan sonra yüzyıl o topraklarda kalmalarına rağmen yerel unsurlarla hiçbir şekilde karışmamışlar, o bölge Hıristiyanlarıyla dahi evlenmemişler, çocuklarını eğitim almaları için Avrupa’ya göndermişlerdi. Dolayısıyla kutsal topraklara bir aidiyetleri oluşamamış, o toprakları ve insanları her zaman tehdit olarak görmüşlerdi. Bir gün zora düştüklerinde ise her biri yüzyıl önce dedelerinin geldiği topraklara geri dönmekten başka bir yol bulamamışlardı var olabilmek için. Yaklaşık yüz yıl yaşamalarına rağmen ne kültürel ne mental anlamda ortadünyalı olamamalarının ardında bilinçlerini ve davranışlarının temelini oluşturan kavramlar vardı kuşkusuz. Belki en acısı bu davranış biçimini diğer insanlardan da beklemeleri oldu. Endülüs’te yedi yüz elli yıl yaşayan insanları geldikleri yere göndermelerinin altında bu anlayış yatmaktadır. Gene aynı şekilde yüzyıllarca Balkanlarda yaşayan Türkleri geldikleri yerlere gönderdikleri gibi.

Oysa ortadünya geleneğinde yabancıya antikor üretme geleneği yoktur. Bunu tarih boyunca yapmamış daha doğrusu böyle bir şeyi bilmediğinden yapamamıştır. Belki mutlak pers hakimiyetinin kalıntısı sayılabilecek olan bu davranış biçimi yaşadığı coğrafyaya uyum sağlama şeklinde tezahür etmiştir. Bu yüzdendir ki İspanyaya giden bir Yahudi çok rahat İspanyolca konuşan bir İspanya Yahudi’sine dönüşebilmiş veya İran’da devlet kuran Türk farsça konuşan bir Türk olabilmiştir. Örneğin, İranlılık duygusunu oluşturanlar Farslar değil Türklerdir. İran’da yaşayan Türkler,  Fars kökenlilerden daha fazla İranlıdır. Bu gün 21. Yüzyılın “ileri” insanı için İsrail’de Müslüman bir başbakan veya Mısırda Yahudi bir cumhurbaşkanı olabilmesi mümkün değildir. Oysa Endülüs’te Sultan, halife unvanlı Arap ve Müslüman iken baş veziri Yahudi olabiliyordu. Aynı şekilde Selahaddin’in ordusuna baktığımızda, Sultan Kürt, askerleri Arap, komutanları ise Türklerden oluşuyordu.  Selahaddin’e Arapça, kardeşleri Böri veya Tuğtekin ise Türkçe isim verile biliyordu. Bu gün Selahaddin’in hangi milletten olduğu konusunda tartışanlar Ortadoğu kavramlarıyla değil Batı kavramlarıyla düşündüklerinden bu tarihi şahsiyeti nereye mal edeceklerini bilemiyorlar. Veya Barbaros’un sancağındaki Davut yıldızını (Magen Davit), kripto Yahudiliğine bağlayanlar ortadünya insanına zihnen ne kadar yabancılaştıklarının farkında değildirler. Ortadünya’nın Yahudi, Hıristiyan ve hatta Müslümanları dahi farklıdırlar. Bir Ermeni veya Süryani’nin hayata ve insana bakışı asla Katolik Fransız gibi olamaz, tıpkı İsfahan veya Seferad Yahudi’sinin Eşkenaz gibi hayata ve insana bakışının aynı olamayacağı gibi. Tıpkı Türk Müslümanların Yarımada Araplarıyla aynı zaviyeden hayata ve insana bakmadığı gibi.

Cumhuriyeti kuranlar İmparatorluk bakiyesi onlarca etnik kökenden gelen bir halk ile yeni bir devlet kurarken bu gün bir çoklarının anlamadığı şekliyle bir etnik asimilasyon olarak değil, kadim Ortadünya geleneğinin bir kavramı olan “asabiye” yani “biz olma” duygusu adına Türk ifadesini kullandılar. Dolayısıyla kendini, Miryakefalon’dan itibaren “Türkiya” denen bu coğrafyaya ait hisseden tüm etnik unsurlara Türk denmesinin nedeni bu tarihsel ve felsefi arka plandır. Bu sebeple bu aidiyete tabi olanları kutlama adına, ne mutlu size ki kendinizi bu coğrafyaya ve bu coğrafyada yaşayan halka ait hissediyorsunuz anlamındaki “ne mutlu Türküm diyene”yi, yeni devletin sloganı yaptılar. Dolayısıyla, etnik köken sadece Arap atlarının sahipleri için bir anlam ifade eder hale geldi.

Tek tipleştirme veya asimilasyon ortadünya halklarının genlerinde yoktur. Farklılıklar olur, ancak aidiyet tektir. I. Dünya savaşında müttefikimiz ve akıl dânemiz olan Almanlar asimilasyonu Türklere öğretmeye çalıştılar, kendi geleneklerine uygun olarak Ermenilerle Türkleri ve Kürtleri ayrıştırmaya kalkıştılar. Ancak Türkler ellerine ve yüzlerine bulaştırdılar tehciri. Bu işi yapanlar Türkler değil de Almanlar olsaydı eminim şu anda Ermeni Tehcirinde yapılanların peşine düşecek bir tek Ermeni bile kalmazdı.

Yeri gelmişken tekrar belirtmeliyim ki, benim bu ve önceki yazılarımda vurgulamaya çalıştığım asla batı karşıtlığı şeklinde algılanmamalıdır. Batı kendi hastalıklarına ilaç olacak kavramları üretmiştir. Batı aydını yüzyıllarca hasta fikir ve alışkanlıklarını ehlileştirmeye çalışmış ve bu gün tüm insanlığın önünü açan bilgiyi ve teknolojiyi üretmiştir. Biz ise kendi hastalıklarımızın teşhisini yapmaksızın batılının ağrılarına iyi gelen ilaçlar ile çare aramaktayız. Bu sebepledir ki, Romatizma ağrısı çeken birinin kalp ilacı kullanması gibi bizi daha da hasta ediyor bu kavramlar.

Batılı anlamda milliyetçilik Ortadünya’ya girdiği andan itibaren “biz aslında kimiz” arayışına düşen bu felsefesiz halk devinip durmaktadır. Balkanlarda ayrışmak isteyenlerin nasıl hayvanlaştığına şahit olduk. Kafkaslarda akıtılan kana… Ortadoğu hâla alev alev yanmakta. Ortadünya’nın her yerinde Arap, Kürt, Türk, Yahudi, Hıristiyan var. Bu Babil kulesi batılı kavramlarla ayrışmak istediğinde, batılı felsefeye, akla ve kültüre de sahip olmadığından, işi kılıçla çözmekten başka bir yol bulamamaktadır. Irak Şii ve Sünnileri, asla Çekler ve Slovaklar gibi tereyağından kıl çeker gibi ayrışamazlar. Perslerden bu yana aidiyet hep devlete ve onu temsil eden unsura olmuşken, bu topraklarda etnik temelli bir ayrım mümkün değildir… Bir Fransız tarihi boyunca Fransa’ya ait oldu. Ama ortadünyalı, kim olursa olsun, ortadünya’ya aittir. Ukrayna steplerinden Arap çöllerine, Tuna’dan Horasan’a, Tunus’tan Lübnan’a kadar tüm bu coğrafyalarda yaşayanlar, kadim Ortadünya’nın halklarıdırlar.

Bu söylediklerime burun kıvırıp komik veya ütopik bulanlar olabilir. 16. Yüzyılda merovenj hanedanının giyotine gideceği söylense kim inanırdı? Avrupa’nın tek devlet olacağına veya kilisenin hegemonyasının son bulacağına…

Umarım Ortadünya’nın aydınlanması üç yüz yıl sürmez ve o kadar kanlı olmaz… Bu aydınlanma olmazsa zaten Ortadünya diye bir yer kalmayacak anlaşılan.

Ortadünya burada yaşayan tüm insanların ortak vatanıdır. Bu coğrafyada yaşayanlar kendi felsefelerini oluşturmaya mecburdurlar. “Ayrıyız” demek, sadece ölüm getirir Tanrının kutsadığı bu.

Hiç yorum yok: