İnsanların ancak kavramlarla düşüne bildiğini daha önce
ifade etmiştik. İşte bu kavramlardan biri de “Milliyet” kavramıdır. Bu kavramın
epistemi üzerinde lengüistik bir uğraş vermeden Ortadünya insanı için ne ifade
ettiğini irdelemek istiyorum.
Batı aklının kategorizasyonu etnik temellidir. Batı aklı
“kedi” derken, o kedinin etnik olarak hangi aileye mensup olduğuyla alakalı bir
tasnifte bulunur zihninde. Zihni ansiklopedilerinde kedi, cinsine göre Siyam
kedisi, Sibirya veya Tekir şeklinde tasnif edilir. Oysa Ortadünya insanının
zihni ansiklopedisinde farklı bir tasnif vardır. Bu tasnif etnik kökene göre
değil işleve göredir. Yani kedi dendiğinde ortadünya insanı, sokak kedisi, ev
kedisi, yabani kedi şeklinde bir tasnifte bulunur zihin dünyasında. Kedinin
cinsi ne olursa olsun işlevi onu kategorize eder. İster siyam olsun ister tekir
olsun sokakta yaşayan kedi sokak kedisidir.
Batı aklı çoban köpeğinin “kangal” olması gerektiğine inanır,
ortadünyalı ise “kangal”a “çoban köpeği” der. Savaşlarda İngiliz atı tercih
eden batılının aksine, Ortadünya insanı İngiliz veya Arap fark etmez yeter ki
iyi bir savaş atı olsun görüşündedir. Batıda Şövalyelik soyla alakalıdır,
Ortadünya’da ise bireysel beceriyle alakalıdır ve kişinin kendisiyle sınırlıdır
miras olarak geçmez.
Bu farklı algılayış biçimi toplum algısı için de geçerlidir.
İnsanları etnik köklerine göre tasnif eden batı aklının aksine ortadünya
insanı, yaşadığı coğrafyaya ve aidiyetine göre tasnif eder. Kürdistan
coğrafyasına gelen Türk boylarının Kürtleşmesi ve buna direnmemesi bu
yüzdendir. İngiltere ordusuna hizmet eden bir Alman her zaman Alman kalır. Ama
Türk ordusuna hizmet eden bir Fransız artık Türk’tür. Mevlana Fars kökenlidir
fakat Roma topraklarına yerleştikten sonra artık Romalıdır. Yani Rumi’dir.
Haçlılar Kudüs’ü aldıktan sonra yüzyıl o topraklarda kalmalarına rağmen yerel
unsurlarla hiçbir şekilde karışmamışlar, o bölge Hıristiyanlarıyla dahi
evlenmemişler, çocuklarını eğitim almaları için Avrupa’ya göndermişlerdi.
Dolayısıyla kutsal topraklara bir aidiyetleri oluşamamış, o toprakları ve
insanları her zaman tehdit olarak görmüşlerdi. Bir gün zora düştüklerinde ise
her biri yüzyıl önce dedelerinin geldiği topraklara geri dönmekten başka bir
yol bulamamışlardı var olabilmek için. Yaklaşık yüz yıl yaşamalarına rağmen ne
kültürel ne mental anlamda ortadünyalı olamamalarının ardında bilinçlerini ve
davranışlarının temelini oluşturan kavramlar vardı kuşkusuz. Belki en acısı bu
davranış biçimini diğer insanlardan da beklemeleri oldu. Endülüs’te yedi yüz
elli yıl yaşayan insanları geldikleri yere göndermelerinin altında bu anlayış
yatmaktadır. Gene aynı şekilde yüzyıllarca Balkanlarda yaşayan Türkleri
geldikleri yerlere gönderdikleri gibi.
Oysa ortadünya geleneğinde yabancıya antikor üretme geleneği
yoktur. Bunu tarih boyunca yapmamış daha doğrusu böyle bir şeyi bilmediğinden
yapamamıştır. Belki mutlak pers hakimiyetinin kalıntısı sayılabilecek olan bu
davranış biçimi yaşadığı coğrafyaya uyum sağlama şeklinde tezahür etmiştir. Bu
yüzdendir ki İspanyaya giden bir Yahudi çok rahat İspanyolca konuşan bir
İspanya Yahudi’sine dönüşebilmiş veya İran’da devlet kuran Türk farsça konuşan
bir Türk olabilmiştir. Örneğin, İranlılık duygusunu oluşturanlar Farslar değil
Türklerdir. İran’da yaşayan Türkler,
Fars kökenlilerden daha fazla İranlıdır. Bu gün 21. Yüzyılın “ileri”
insanı için İsrail’de Müslüman bir başbakan veya Mısırda Yahudi bir
cumhurbaşkanı olabilmesi mümkün değildir. Oysa Endülüs’te Sultan, halife
unvanlı Arap ve Müslüman iken baş veziri Yahudi olabiliyordu. Aynı şekilde
Selahaddin’in ordusuna baktığımızda, Sultan Kürt, askerleri Arap, komutanları
ise Türklerden oluşuyordu. Selahaddin’e
Arapça, kardeşleri Böri veya Tuğtekin ise Türkçe isim verile biliyordu. Bu gün
Selahaddin’in hangi milletten olduğu konusunda tartışanlar Ortadoğu
kavramlarıyla değil Batı kavramlarıyla düşündüklerinden bu tarihi şahsiyeti
nereye mal edeceklerini bilemiyorlar. Veya Barbaros’un sancağındaki Davut
yıldızını (Magen Davit), kripto Yahudiliğine bağlayanlar ortadünya insanına
zihnen ne kadar yabancılaştıklarının farkında değildirler. Ortadünya’nın
Yahudi, Hıristiyan ve hatta Müslümanları dahi farklıdırlar. Bir Ermeni veya
Süryani’nin hayata ve insana bakışı asla Katolik Fransız gibi olamaz, tıpkı
İsfahan veya Seferad Yahudi’sinin Eşkenaz gibi hayata ve insana bakışının aynı
olamayacağı gibi. Tıpkı Türk Müslümanların Yarımada Araplarıyla aynı zaviyeden
hayata ve insana bakmadığı gibi.
Cumhuriyeti kuranlar İmparatorluk bakiyesi onlarca etnik
kökenden gelen bir halk ile yeni bir devlet kurarken bu gün bir çoklarının
anlamadığı şekliyle bir etnik asimilasyon olarak değil, kadim Ortadünya
geleneğinin bir kavramı olan “asabiye” yani “biz olma” duygusu adına Türk
ifadesini kullandılar. Dolayısıyla kendini, Miryakefalon’dan itibaren “Türkiya”
denen bu coğrafyaya ait hisseden tüm etnik unsurlara Türk denmesinin nedeni bu
tarihsel ve felsefi arka plandır. Bu sebeple bu aidiyete tabi olanları kutlama
adına, ne mutlu size ki kendinizi bu coğrafyaya ve bu coğrafyada yaşayan halka
ait hissediyorsunuz anlamındaki “ne mutlu Türküm diyene”yi, yeni devletin
sloganı yaptılar. Dolayısıyla, etnik köken sadece Arap atlarının sahipleri için
bir anlam ifade eder hale geldi.
Tek tipleştirme veya asimilasyon ortadünya
halklarının genlerinde yoktur. Farklılıklar olur, ancak aidiyet tektir. I.
Dünya savaşında müttefikimiz ve akıl dânemiz olan Almanlar asimilasyonu
Türklere öğretmeye çalıştılar, kendi geleneklerine uygun olarak Ermenilerle
Türkleri ve Kürtleri ayrıştırmaya kalkıştılar. Ancak Türkler ellerine ve
yüzlerine bulaştırdılar tehciri. Bu işi yapanlar Türkler değil de Almanlar
olsaydı eminim şu anda Ermeni Tehcirinde yapılanların peşine düşecek bir tek
Ermeni bile kalmazdı.
Yeri gelmişken tekrar belirtmeliyim ki, benim bu ve önceki
yazılarımda vurgulamaya çalıştığım asla batı karşıtlığı şeklinde
algılanmamalıdır. Batı kendi hastalıklarına ilaç olacak kavramları üretmiştir.
Batı aydını yüzyıllarca hasta fikir ve alışkanlıklarını ehlileştirmeye çalışmış
ve bu gün tüm insanlığın önünü açan bilgiyi ve teknolojiyi üretmiştir. Biz ise kendi
hastalıklarımızın teşhisini yapmaksızın batılının ağrılarına iyi gelen ilaçlar
ile çare aramaktayız. Bu sebepledir ki, Romatizma ağrısı çeken birinin kalp
ilacı kullanması gibi bizi daha da hasta ediyor bu kavramlar.
Batılı anlamda milliyetçilik Ortadünya’ya girdiği andan
itibaren “biz aslında kimiz” arayışına düşen bu felsefesiz halk devinip
durmaktadır. Balkanlarda ayrışmak isteyenlerin nasıl hayvanlaştığına şahit
olduk. Kafkaslarda akıtılan kana… Ortadoğu hâla alev alev yanmakta. Ortadünya’nın
her yerinde Arap, Kürt, Türk, Yahudi, Hıristiyan var. Bu Babil kulesi batılı
kavramlarla ayrışmak istediğinde, batılı felsefeye, akla ve kültüre de sahip
olmadığından, işi kılıçla çözmekten başka bir yol bulamamaktadır. Irak Şii ve
Sünnileri, asla Çekler ve Slovaklar gibi tereyağından kıl çeker gibi
ayrışamazlar. Perslerden bu yana aidiyet hep devlete ve onu temsil eden unsura
olmuşken, bu topraklarda etnik temelli bir ayrım mümkün değildir… Bir Fransız
tarihi boyunca Fransa’ya ait oldu. Ama ortadünyalı, kim olursa olsun,
ortadünya’ya aittir. Ukrayna steplerinden Arap çöllerine, Tuna’dan Horasan’a,
Tunus’tan Lübnan’a kadar tüm bu coğrafyalarda yaşayanlar, kadim Ortadünya’nın
halklarıdırlar.
Bu söylediklerime burun kıvırıp komik veya ütopik bulanlar
olabilir. 16. Yüzyılda merovenj hanedanının giyotine gideceği söylense kim
inanırdı? Avrupa’nın tek devlet olacağına veya kilisenin hegemonyasının son
bulacağına…
Umarım Ortadünya’nın aydınlanması üç yüz yıl sürmez ve o
kadar kanlı olmaz… Bu aydınlanma olmazsa zaten Ortadünya diye bir yer
kalmayacak anlaşılan.
Ortadünya burada yaşayan tüm insanların ortak vatanıdır. Bu
coğrafyada yaşayanlar kendi felsefelerini oluşturmaya mecburdurlar. “Ayrıyız”
demek, sadece ölüm getirir Tanrının kutsadığı bu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder