Biraz sonra okuyacağınız iletiyi yarım yüzyıldır Belçika’da
oturan bir dostum gönderdi. Okuyacaksınız! Sonra, “Yazı dizisinin adı ile bu
iletinin ne ilişkisi var?” diye düşüneceksiniz. Doğrusunu isterseniz, bunu
henüz ben de bilmiyorum. Biraz da biz postmoderncilik yapalım. Bakarsınız, bir
yerden girer yazılardan birine. İsterse girmesin! Biz iletiyi okuyalım:
“Geçenlerde, koyu Katolik Belçika’nın büyük TV kanallarından
B2, “Eğer olsaydı’’ şeklinde tercüme edilebilecek yeni bir TV serisinin
tanıtımını yaptı. Tanıtım jeneriğinin ismi: ‘Eğer Yeni Papa Köpek Olsaydı...’
İyi mi?
27 saniye süren bu tanıtım videosunu ekte gönderiyorum.
Bu tanıtımdan sonra Flaman Katolik papaz, birlikte hayli
şarap tükettiğimiz bir dost bana,
“Gülme!’’ dedi... “Papa gerçekten köpek olsaydı, Roma’daki
kardinaller yine onu böyle selamlarlardı. Bizler de onu iki milyar Katoliğe
Papa diye satardık...’’
Siz ‘hoşgörü’ deyimini sevmiyorsunuz. Gelin de bu davranışa
bir ad bulun bakalım.
Hele, videodaki köpeğin yerine bizim ‘baş’larımızdan birini
koyun...
Bunu yayımlayacak TV kanalının başına neler gelir acaba?
Oysaki Belçika’da eleştiri konusu bile olmadı!!!”
Videodaki görüntü şöyle: Bir uçak. Merdiveni indirilmiş.
Merdivenin önünde bir kırmızı halı. Halının iki yanında kardinaller. Bol tüylü
bir köpek, dini bir müzik eşliğinde merdiven basamaklarından iniyor.
Kardinaller alkışlıyorlar. Birkaç adım atan köpek halının üzerine oturuyor ve
bacak arasını yalamaya başlıyor. Görüntü bu kadar ama hem arkadaşımın
gönderdiği metnin, hem de görüntünün öyküsü çok uzun. Belki uygun bir zamanda
konuya geri döneriz.
Biz şimdi işimize bakalım!
Kıyamet alametleri
Kıyamet alâmetleri iyice belli oldu: Zina ve bina çoğaldı ki
alâmettir!
Öteki alâmetlere gelince. Yüzlerce alâmet var ama biz
bazılarını analım:
• Mehdi gelmedi ama Deccal geldi. Yalan ve dolanlarıyla
halkı ifsat ediyor. İyiyi kötü, kötüyü iyi gösteriyor.
• Dâbbet-ül-arz çıkalı on yıl oldu. Hempânın , yandaşın
yaptıklarını görmezden geldiği için adamlar âbât oluyor, kendilerine özel
Dâbbet-ül-arz ayarlıyor. Yandaş olmayanın alnını damgalıyor ki sütü bozuk
ölmeden cehennem ateşinde yanıyor.
• Yecüc ve Mecüc geldi. Görmek isteyenler sokağa çıkıp
baksın. Bunu yapamayan yanına birini alıp aynaya baksın.
• Ulema, halkın istediği yönde fetvâ verip, helâla haram,
harama helâl derler, Kur’ânı ticârete âlet ederler.) [Deylemî] Ben Deylemî’nin
yalancısıyım.
• Ehil olmayanlara iş verilir (Buhâri). Buhâri haklıdır.
Devr-i AKP’de kabzımallar hastane müdürü, imam-hatip mezunları meteoroloji
müdürü olarak atanıyor. İsviçre büyükelçiliğine, “Nasılsınız?” diyeceğine “Is
this a book?” diyen bir yandaş basın ataşe olarak atanmış.
• Çalgı her yere yayılır. Zaptiye, gammaz ve gıybet çoğalır.
(Beyhekî) Yoruma gerek var mı efendi ağalar? Türbanlılar bile göbek atar oldu.
Gammazlar “gizli tanık” deyu kıymete bindi.
• Sadece tanıdıklara selam verilir. Yazarlar çoğalır.
(Hâkim) İktidar sadece yandaşları görüyor ve sadece onlara selam veriyor. Hem
yazar, hem de yazar kasa çoğaldı.
İlle de dondurma isterim!
Adem’in biri çıkmış, sokakta anasının yanında “dondurma
isterim” misillu “Şeriat isterim de isterim!” deyu yerlerde tepinmekte.
Bir başkası çıkmış Cumhuriyet’in tapusunu Tahtakale’de hisse
senedi gibi satmakta.
Biri çıkmış, 18 Mart günü, Çanakkale’de “Türk-Mürk,
Kürt-Mürt, Laz-Maz, Arap-Marap, Boşnak-Moşnak, Taşnak-Maşnak” diye sayım yapıp
şehit mezarlarını göstererek (güya) millet sandığı kavramı paramparça etmekte.
Birisi gelmiş, “Bu evi emmioğluyla biz yaptırdık!” diyerek
öteki varislere kazık atmaya çalışmakta.
Kara kaplı kitaba göre ne kadar suçlu varsa, tamamı zaptiye,
subaşı, ases ve kadı olmuş.
Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 3. Maddesi’nde “Türkiye
Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür” diye yazıyor ama siz kulak
asmayın. Türkiye Devleti ülkesi ve milletiyle bölünmüş bir durumda: Türkler ve
Kürtler; İslamcılar ve Laik Cumhuriyetçiler; Sünniler ve Aleviler... Türkler ve
Kürtler de, öteki unsurlar gibi, İslamcı ve Laik Cumhuriyetçi olarak ikiye
bölünmüş durumda.
Bu yedi yazılık dizide bölünmenin çürümüş eklem yerlerinden
birini ele alacağız.
Medreseler
Matbuat aleminin en yandaş ceridelerinden biri olan Yeni
Şafak 6, 7 ve 8 Mart 2013 günlerinde ve Konuşma Sırası Onlar’da sahifesinde,
yasadışı medreseler üzerine, namlı zamane meleleriyle söyleşi yayınladı.
Söyleşinin ana fikri şu idi:
“Osmanlı Devleti’nde eğitim-öğretimin bel kemiği olan
medreseler İslami ilimlerin yanı sıra matematik, fizik, biyoloji, astromoni
gibi çağdaş bilimlerde de eğitim verirken. Cumhuriyet’in ilanın ardından
Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun kabul edilmesiyle yer altına çekilmek zorunda
kaldı.”
Bu türden yalanlar Cumhuriyet düşmanlarının ağzında dolaşır
da dolaşır: Harf devriminin yapılmasıyla, içinde milyonlarca kitap bulunan
binlerce kütüphane (!) birkaç saat içinde yok olmuş. Oysa bütün memleketteki
kitapları toplasan birkaç bini geçmez, onun da yüzde 99’u dini kitap.
Memlekette okur-yazarın sayısı yüzde on bile değil. Çok aşağılarda!
Adamlar medreseleri sanki Oxford imiş, Harvard imiş,
Sorbonne imiş gibi tevatür anlatmakta. Oysa düzeyleri günümüz ilkokullarının
düzeyinin bile altında.
Öte yandan, “Kemalizm çöplüğe!” diye sabuklayan Zırtullah-u
Kirmaniler de çıktı ki bu da kıyamet alâmetidir!
Yarın bu konuda birkaç eğlenceli örnek sunduktan sonra,
medrese denen masalın tozunu silkeceğiz! (Devam edecek)
Efendi ağalar! (Bu hitap size değil değerli okurlar.
İlgililere). Dün sözünü ettiğim traji-komik örneklerden bazılarını bugün
bilginize ve medrese hayranlarının ilgisine sunacağım. Bu adamlarla uğraşmak
kolay değil, döne döne aynı şeyleri söylemek ve yazmak gerekiyor. Bu nedenle
Hürriyet gazetesi dönemimi yardıma çağırmak zorunda kalıyorum. İlk örnek “Bir
Zamanlar İstanbul” (14.12.2008) başlıklı yazı. Efendi ağalar, siz de okuyun
bakalım!
‘Bir zamanlar
İstanbul’
Yazının adına bakıp İstanbul güzellemesi yapacağımı
sanmayın. İstanbul’un eskisini de yenisini de sevmem. Seven sevsin !
Birkaç gün önce bir arkadaşla Osmanlı döneminden ve
televizyonlarda yapılan Osmanlı övgülerinin ölçüsüzlüğünden söz ediyorduk.
Arkadaşım konuşurken, ben, bir yandan Balıkhane Nazırı Ali Rıza Bey’in “Bir
Zamanlar İstanbul” (Tercüman, 1001 Temel Eser) adlı kitabını düşünüyordum.
Osmanlı dönemi nostaljisinin, o dönemin abartılı övgüsünün
pek de masum olmadığını düşünüyorum. Düşünelim ki, o dönemin eğitim
sisteminden, o dönemin üretim sisteminden kesinlikle söz edilmiyor. Buna
karşılık, tutulan türlü çeşitli sicillerin sağlamlığı ballandıra ballandıra
anlatılıyor. Ama kaç kütüphane, kaç müze, kaç fabrika vardı hiç söz edilmiyor.
Bir zamanlar sosyalist düzenler kurulurken geleceğin
geçmişin tuğlalarıyla inşa edileceği’nden söz edilirdi. Bu, kapitalist düzenin
kazanımlarının mutlaka kullanılacağı anlamına geliyordu.
Benimki de o hesap, Osmanlı’nın hazırladığı tuğlalardan
kuşkusuz ve mutlaka yararlanılacak. Ama matematik, fizik, kimya, mimari,
sanayi, tarım ve tarımsal sanayi konularında bize neler bıraktı? Osmanlı
uygarlığı birkaç camiden, birkaç köprüden, divan şiirinden, Dede Efendi
müziğinden ibaret olmamalı elbette. Ama “ibaret”miş gibi görünüyor.
Ali Rıza Bey’in “Bir Zamanlar İstanbul”u, 1922 yılında Peyami
Sabah ve Alemdar gazetelerinde eski harflerle “On üçüncü Asrı Hicrîde İstanbul
Hayatı” adıyla yayınlanmış ve kitap haline getirilmemişti. Yazıları Niyazi
Ahmet Banoğlu derleyip kitaplaştırmış. Kitaptan bir bölümü birlikte okuyalım:
Bu olay 6-7 Temmuz 1770 tarihinde oldu ve Osmanlı donanması
Rus donanması tarafından yok edildi. Demek ki Osmanlı 1770 yılında Rus
donanmasının Cebelütarık Boğazı’ndan geçerek Akdeniz’e gelebileceğini
bilmiyormuş. Tarihçiler bu olaydan ve nedenlerinden hiç söz etmiyorlar.
“1826 muhaberesi yenilgisinden sonra Edirne’ye gönderilen
murahhaslarımıza Rusya murahhaslarının harita üzerinde gösterdikleri yerleri
bizimkilerin tayin edememeleri ve meselenin Bab-ı Alice hal edilememesi üzerine
Fransa ile Avusturya elçilerine başvurulmuş, bu murahhasların tazminat
konusunda ileri sürdükleri bir milyonu, bir yük, yani yüzbin sanarak kabul
etmişler, aradaki korkunç farkı anladıkları zaman da şaşırmışlardı. //
Politikamızı idare edenler, memleketimizin hududunu bilmezlerdi.” (S.20-21)
Rica etsek, modern müverrihîn (tarihçiler) biraz da bunları
hikaye etse olmaz mı ?]
Doğalgaz, doğal kaz
Bir Zamanlar İstanbul’dan örnek daha: “Doğal Gaz, Doğal Kaz”
(Hürriyet, 12.02.2006)
[ “Politikamızı idare edenler, memleketimizin hududunu ve
hatta nerelere bağlı bulunduğunu da bilmezlerdi. Cevdet Tarihi’nin ikinci
cildinin başında bulunan şu fıkraya dikkat edilsin:
Şu karışıklığa bak ki, Bab-ı Ali bir adamın idamı için
ferman yazıyor da nerede ve hangi sancağa bağlı bulunduğunu bilmiyor.
Memleketin coğrafyasını bilmeyen devlet adamları işte böyle karaltıya kubur
sıkar (karanlığa kurşun sıkar).” (S.21)
Eskiden Endurun’da Arapça ve Farsça öğretilir, coğrafya ve
matematik okutulmazdı. Ama zamanımızın siyasetçileri ile bürokratlarının
duvarlar dolusu diplomaları var. Kimisi, nazar değmesin, mühendis, kimisi
ekonomist. Ama gene de kaz gibi yolduruyorlar ülkeyi!]
Palavracı milliyetçi muhafazakar
1842 yılında doğup 1928 yılında ölen Balıkhane Nazırı Ali
Rıza Bey’in sözünü ettiğim Bir Zamanlar İstanbul adlı kitabının aslı, dönemin
özgün diliyle, Eski Zamanlarda İstanbul Hayatı (Kitabevi, 2007, 438 sayfa)
adıyla yayınlandı. Orada da şöyle yazıyor:
“Ol vakitler mekâtib-i âliye olarak Tıbbiye, Mühendishane, Harbiye,
Bahriye mektepleri gösterilebilir. Coğrafya, hikmet, hendese misilli ulûm ve
fünûn tahsili mezkûr mekteplere münhasır olup, memûrîn-i devlete lüzûm-ı
teşmîli hatırlara bile gelmezdi.” (s.21)
“O zamanlar yüksek okul olarak, Tıbbiye, Teknik Üniversite, Kara
Harp Okulu, Deniz Harp Okulu vardı. Coğrafya, felsefe, geometri gibi bilim ve
fen öğrenimi bu adı geçen okullara özgü olup devlet memurlarının da aynı
şekilde yetiştirilmesi akla bile gelmezdi.”
***
Bunlar bir görgü tanığının yazdıkları. Günümüzün AKP
tarikatı iktidarı medreseleri yeniden getirmek, ilk ve orta öğretimi, mahalle
mekteplerine, sübyan okullarına benzetmek istiyor. İstiyor çünkü
yozlaştırdıkları, çürüttükleri, içini boşalttıkları İslam dinini halk üzerinde
afyon olarak kullanabileceğini sanıyor. Sansın bakalım!
Adama geçti Bor’un
pazarı sür eşeğini Niğde’ye derler!
Derler de AKP tarikatı iktidarının toplum ve eğitim-öğretim
alanlarında yaptığı yıkımları onarmak için en azından 50 yıl gerekecek. (Devam
edecek)
1 Kasım 2008 tarihli Hürriyet gazetesinde yayınlanan “Harf
Devrimi” başlıklı yazım, Yahya Kemal Bey’in Osmanlı okullarının nasıl bir şey
olduğuna tanıklığından yararlanıyor:
Harf devrimi
Yahya Kemal “Çocukluğum, Gençliğim, Siyâsî ve Edebî Hatıralarım”
adlı kitabının “Yeni Mekteb” başlıklı bölümünde, ilkokuldaki okuyup yazma
serüvenini şöyle anlatır : “Yeni Mekteb’e gide gele, gide gele üç sene
geçmişti. Lâkin cüz kılıfımdaki Elifbâ’yı henüz söktürememiştim. Yalnız Adem,
İdrîs, Nûh, Sâlih, İshak, İbrâhim...diye peygamberlerin isimlerini ezber
öğrenmiştim. // Babam arada sırada Elifbâ cüzünü açarak, harfleri sorardı.
Bilemezdim; hemen mahalle mekteplerine küfretmeğe başlardı. Beni,
öğrenebileceğim bir mektebe vereceğini söyler dururdu.” (İstanbul Fethi
Cemiyeti, 2.Baskı, s.27)
1884 yılında Makedonya’nın Üsküp kentinde doğan Yahya Kemal
1890-1892 yıllarında alfabedeki harfleri bile öğrenemediğini itiraf ediyor.
Öğrenemediği alfabe Arap alfabesi !
Balıkhane Nazırı Ali Rıza Bey ise “Bir Zamanlar İstanbul”
adlı kitabında şu ibretlik satırları yazar: “Ne yazık ki,
memleketimizin okumuş insanları geçim kaygısı ile ilkokul öğretmenliğini kabul
etmemişler, bu yüzden ilkokul çağındaki çocuklar okulsuz kalmışlardır. Üsküdar
tarafında 115, Galata civarında 120 ve İstanbul’da 300 ilkokul varken, bunların
içinde ancak on okulda öğretmen bulunuyordu ki, bunun ne derece okumaya yardım
edebileceği kolayca anlaşılır. // İnsaf olunsun, bir çocuk küçüklüğünden
delikanlılık çağına kadar sokaklarda büyür, yazıları heceleyemeyen
öğretmenlerden terbiye görürse artık ondan ne beklenir ?” (Tercüman,
1001 Temel Eser, S.23-24)
1 Kasım, 1 Kasım 1928 tarihli ve 1353 sayılı “Türk
Harflerinin Kabul ve Tatbiki Hakkında Kanun”un, yani Anayasa’nın 174. maddesi tarafından
korunan 6 numaralı Devrim Yasası’nın çıkartılmasının 80. yıldönümü.
Şimdi adı gerekmeyen, “Prof.Dr” ünvanlı bir tarihçi,
2.Cumhuriyetçi zat Cumhuriyet’in nasıl tepeden inmeci jakoben bir belâ olduğunu
kanıtlamak için “Harf Devrimi yapılırken halka sorulmadı” diye sık sık kabarır.
Yüzde 95’i okul yüzü görmemiş, geriye kalanların büyük bir çoğunluğu okula
gitse de Arap alfabesini sökememiş bir kitleye mi sorulacaktı Harf Devrimi?
Harf Devrimi sayesinde üniversite mezunlarımız şimdi madenci (kol emekçisi)
olabilmek için sıraya ve sınava girmiyor mu?!
Cumhuriyet düşmanları Harf Devrimi’nin geçmiş kültür
birikimimizi unutturduğunu ileri sürerler. Divan Şiiri’nden başka hangi kültür
birikimi vardı ? 16, 17, 18 ve 19. yüzyıllarda Osmanlı vatandaşları tarafından
Osmanlıca kaleme yazılmış kaç ekonomi, tıp, fizik, kimya, biyoloji, matematik,
geometri, cebir ve öteki bilim kitapları vardı? Var olanların tamamı
tercümedir. Ayrıca bütün Osmanlı döneminde günümüze kalma niteliğine sahip kaç
bilim kitabı yayınlanmıştır? Bu dönemde kaç Osmanlı Newton’u, Kopernik’i,
Galileo Galiei’si vardı? 1923 yılında kaç adet Kütüphane ve bu kütüphanelerde
kaç kitap vardı? Bu sorulara hiç kimse utanmadan cevap veremez.]
Son örnek: Hürriyet gazetesinde yayınlanan VALLAH SUÇ BENDE
DEĞİL (01.02.2011) başlıklı yazıdan alıntı:
[Edebiyatta değişmez bir ölçütüm vardır: “Kübalı Sotomayor 2
metre 40 santim yüksek atlamışsa, senin 2 metre 12 santim ile Ortadoğu ve
Balkanların en iyi yüksek atlayıcısı olmanın hiçbir kıymeti harbiyyesi yoktur!”
Bu ölçü her alanda, uygarlıkta, bilimde, sanatta, siyasette,
ekonomide, tarımda da geçerlidir. Dayanaksız ve belgesiz atmalar ve iddialar
beni kışkırtır. Bunları hemen evren ve dünya terazisinde tartarım.
Sorbonne (1227), Oxford (1133), Cambrige (1284)
üniversiteleri kuruluş tarihlerine göre Osmanlı Devleti’nden biraz daha yaşlı.
Muhteşem Süleyman ünlü mektubunu I. François’ya yazdığı günlerde bu üç teoloji
okulu gerçek üniversiteye dönüşmeye başlamıştı bile. İmam Gazali (1058-1111)
İslam dünyasına içtihat kapılarını kapatırken bu üç üniversite bilimsel özgür
düşünceye, tartışma ve eleştiriye kapılarını açıyordu.
“Ne olacak bizim halimiz?” diye can havliyle derdine çare
arayan Osmanlı, sonunda, 1795 yılında Mühendishane-i Berrî-i Hümâyûn’u ve 1782
yılında da Mühendishane-i Bahr-i Hümâyûn’u kurdu.
Kadim dostum Murat Katoğlu’nun haftalık Kadıköy gazetesinde
(21-27 Ocak 2011) yazdığına göre: Mühendishane’ye getirtilen yabancı hocalardan
biri bir üçgenin iç açılarının toplamının ne olduğunu sorunca, bütün öğrenciler
“Üçgenine göre değişir!” yanıtını vermişler. Doğaldır, çünkü Osmanlı
memleketinde o yıllarda ortaöğretim düzeyinde geometri öğretilmemekteydi.
Öğrencilerin Pisagor’un (Pythagoras, MÖ. 580-500) 2300 yıl önce bulduğu hesabı
bilmemeleri çok doğaldı. Cumhuriyet bize bir üçgenin iç açılarının toplamının
180 derece olduğunu ortaokulda öğretmişti. Karşılaştırma yaptığım için suç
bende mi?
Balıkhane Nazır’ı Ali Rıza Bey’in “Bir Zamanlar İstanbul”
(Tercüman, 1001 Temel Eser) adlı çok eğlendirici bir kitabı var, oradan
aktarıyorum:
Cevdet Tarihi’ne göre, Osmanlı döneminde memleketin
coğrafyasını bilmeyen devlet adamları karaltıya kubur sıkmaktadır. 1875
yılında, günah olduğu gerekçesi ile okullardaki haritalar helaya atılmıştır.
(S.21)
Böyle şeyler yazdığım için Osmanlı’nın ve halkın
değerlerinin (!) düşmanı oluyormuşum. Söyleyin, suç bende mi? Ben Pythagoras’ın
eşek davasını (teoremini) öğretmeye çalışıyorum. (Devam edecek)
Yeni Şafak gazetesi (6,7,8 Mart 2013) derin âlim sandığı ya
da öyle yutturmak istediği Meleleri takdim ederken (6 Mart) “Güneydoğu’da
İslami ilimlerle eğitilerek her dönem şiddetten uzak tutmayı başaran
medreseler, kapılarını Yeni Şafak’a açtı. Bölgenin sözü dinlenir âlimleri
meleler suskunlukların son vermekte kararlı” diye yazıyor.
Bunu yazan kimse ya süzme cahil ya da kaşarlı bir yalancı.
Osmanlı döneminde medrese öğrencileri (suhte, suhteler) ülkenin başına bela
olmuş, çiftbozan leventlerle bir olup devlete isyan ederek Celali İsyanları
çıkartmış bir güruhtur.
Daha önce, birkaç yüzyıl Osmanlı’nın başına bela ve geri
kalıp yıkılmasına sebep olan medrese öğrencilerinden söz etmiş ve Prof.Dr.
Mustafa Akdağ’ın kitaplarını tavsiye etmiştim.
“Mele”, “Molla”nın Kürtçesi. AKP Hükümeti’nin şimdilerde
bokunda mavi boncuk aranıp imdada çağırdığı bu meleler, beyler, tarikat
şeyhleri, âyan, eşraf ve benzerleriyle birlikte Kürt halkının sömürüye açık
geri kalmışlığının en önemli katkı maddesidir. Meleler, din (aslında hurafeler)
aracılığıyla Kürtleri yerel ve yöresel beylere ve bunlar aracılıyla Osmanlı’ya
kul eden asalak ve sülüklerdir. Kürt halkının gelişmesi yönünde herhangi bir
katkıda bulunmadıkları gibi, haydutluk ve soygunculuğu meslek haline
getirmelerin en önemli etkenidirler.
Molla (Mele) sınıfı ile ilgili olarak okuyacağınız bilgiler,
gerçekte mollaların yüzde 99’una kesinlikle uymaz.
[Molla, (Farsça) İslamî ilâhiyat ve dinî yasa (fıkıh)
üzerine eğitim almış din bilginidir. Arapça’da efendi, sahip gibi anlamlara
gelen mevla (Arapça) kelimesinden türetilmiştir. İslam dünyasının büyük
bölümlerinde, İran, Bosna-Hersek, Afganistan, Orta Asya ve Hindistan’da, molla
adı yerel İslamî Dinî liderlere ve cemaat liderlerine verilir. Molla terimi,
İslam dünyasında öncelikle din âlimlerine ait bir saygı terimi olarak
anlaşılır. Eğitimli bir molla (Demek ki eğitimli olmayanları da varmış. Ö.İ.)
İslami Eğitimleri ve İslami kanun ilmini, yani fıkıh ilmini almalıdır. Dinî
eğitim, mollalık mevkiinin temel prensibidir. Osmanlı Devleti’nde mollalar
medreselerde eğitim almışlardı. Tasavvufî konular çevresinde toplanmış
tarikatlarda mollalar yetiştirmiştir. Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra
medreseler kapanmış, mollalık ünvanı kaldırılmıştır. İran’da ise mollalık Şiî
Mezhebi üzerine verilen eğitimle sürdürülmektedir. Molla ünvanı almış bir çok
insan, Osmanlı Devleti’nde önemli görevler almıştır. Bu görevlerin an başında
Şeyhülislamlık gelir. Molla Gürâni, Molla Hüsrev, Molla Yegan, Molla Şemsettin
Fenari gibi molla ünvanına sahip kişiler, Osmanlı Devleti’nde şeyhülislamlık
görevini üstlenmişlerdir. Sait Molla ise Şûra-i Devlet üyesi, Adalet Bakanlığı
Müsteşarı görevini almıştır. Mollalar, İslam Hukuku (fıkıh), kelam, tasavvuf,
sünnet, hadis, şeriye gibi ilimler üzerine fetva verebilirler. Kadılık
yapabilirler. Birçok tarikatın kurucusu ve liderleri mollalar olmuştur.
Günümüzde mollalık, İran, Afganistan, Pakistan, Hindistan gibi ülkeler devam
ettirilmektedir. Türkiye’de ise Lâkap ve Unvanların Kaldırılması Hakkındaki
Kanun ile mollalık ünvanı kaldırılmıştır.] (Vikipedi)
Medreseler ve mezunlarının oluşturduğu ilmiye sınıfının şer
ve fesat yuvası olduğunu, sadece Türkiye Cumhuriyeti görüp gerekli yasal
önlemleri aldığı için, İslam dünyasında sadece Türk toplumu çağı bir ucundan
yakalamak şansına kavuştu. Aydın din adamı yetiştirmek için imam-hatip
okulları, yüksek İslam enstitüleri ve ilahiyat fakülteleri kurup açan
Cumhuriyet’in bu alanda başarılı olduğunu söylemek ne yazık ki mümkün değil.
Demek ki İslam’ın yapısında ve örgütünde çağdaşlaşmayı engelleyici bir virüs
var. Nedir bu virüs?
1. İslam’ın
peygamberi son peygamberdir ve ondan sonra peygamber gelmeyecektir.
2. Kuran-ı Kerim son
kutsal kitaptır, ondan sonra Kitap inmeyecektir.
3. Kuran’da geçmiş ve
gelecek her türlü bilgi mevcuttur.
4. Bu nedenle, İslam
dinlerin en mükemmelidir; Müslüman en gelişmiş insandır.
Müslüman toplumların ve Müslüman insanın gelişmemesine, geri
kalmasına yol açan virüs budur işte. Bu dört gerekçe olduğuna göre, Müslüman’ın
aklını kullanmasına, kuşku duymasına gerek ve neden yoktur; onun efendi olması
ve öyle kalması için inançlı olması yeter.
Efendi ağalar! Matematik, fizik, kimya, geometri, biyoloji,
felsefe okuyan Harbiye ve Bahriye kökenli askeriye ile bunları semtine
uğratmayıp sadece “din” okuyan medresenin çelişkisinin gerçek nedenleri ilk üç
yazıda anımsadık. Çağdaşlaşan askeriye ile ortaçağa demir atmış kalan ilmiyenin
çelişmemesi elbette olanaksızdı. Zaten askeriyeye batılı çağdaş eğitimin
girmesiyle Osmanlı toplumu ikiye bölündü. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e ikiye
bölünmüş bir toplum miras kaldı. İslamcıların, İkinci Cumhuriyetçilerin ve
fantirifitton entellerin “köklerinden kopmak” dedikleri, işte dört ayak
üzerinde yürürken iki ayağı üzerine kalkma eylemidir. Kanserli uru kesip
atarlar. Cumhuriyet bunu yapmıştır, ancak kanserin metastas yapmasına engel olamamıştır.
(Devam edecek)
Medreseler, mollalar, meleler, ilmiye sınıfı Osmanlı
toplumunun geri kalmışlığının en önemli katkı maddelerinden biridir. Ama konu
Kürtler ise, Kürt beylerini, hanedanlarını, yönetici sınıfını yaratan ve bu
topluluğun 600 yıl geri kalmasına sebep olan siyasi ilişkiyi ve bu ilişki
ipinin bir ucunu tutan kişiyi tanımadan olmaz. Bu kişi İdris-i Bitlîsî’ veya
Bitlisli İdris’dir.
I. İsmail’in Diyarbakır valisi Karahan öldürüldü ve bu
topraklar Osmanlı Devletine katıldı. İdris-i Bitlisî 1515 yılında I. Selim’in
verdiği yetkilere dayanarak Osmanlılar ile işbirliği yapmış olan Kürt beylerini
vali olarak atadı ve bu dönemden de sonra onlara, valiliğin babadan oğula
geçişi gibi ayrıcalık tanımış oldu. Ayrıca Urfa ve Musul’un fethinde önemli rol
oynamış ve bölgenin iç işlerini tanzim etmiştir. İdris-i Bitlisî, ömrünün son
yıllarını İstanbul’da geçirmiş ve 1520 yılında vefat etmiştir.”] (Vikipedi)
[Bir süre önce, Bitlisli İdris konusunda Necdet Saraç’ın
“Yavuz Sultan Selim’in Akıl Hocası İdris-i Bitlisi” (Cem Yayınları) adlı kitabı
yayınlandı. Bilgi ve ilginize...]
Günümüzün Kürt siyaset ve kanaat önderlerinin zaman zaman
Osmanlı dönemindeki statülerini istediklerini anımsayalım. Neden?
Osmanlı döneminde
gerçekten bağımsız mıydılar? Hayır!
Gerçekten devlete,
eyalete benzer bir siyasal yapıları mı vardı? Hayır!
Hanedanlıkları bile
uyduruktu, Osmanlı valiliğinin yozlaşmış haliydi.
Dünyadan habersiz bu önderler yeniden yerel feodal ilişkiler
yaratmak, bu ilişkileri canlandırmak için Osmanlı düzenini özlüyorlar ve bu
düzene benzer bir yapıya kavuşmak istiyorlar.
Abdullah Öcalan’ın sözünü ettiği yeni düzenin Kürt kanadının
özlemlerini “İslam sancağı altında tekrar birlikte olmak” safsatası
özetlemektedir. Bu gericilik sancağının bekçiliğini kuşkusuz meleler
yapacaktır.
Bu, elbette Cumhuriye’in özüne aykırı bir yapıdır. Abdullah
Öcalan, işte bu nedenle yeni bir düzenin sözünü etmektedir.
Efendi ağalar! Cumhuriyet’in kesip attığı kanserli uru
Abdullah Öcalan & Recep Tayyip Erdoğan şirketi, Türkiye’nin bedenine
metastas malzemesi olarak şırınga etmektedir.
Bitlisli İdris ne
yapmıştır da bu denli muteber bir insandır? Bitlisli İdris, ilkin Kürt halkını
Osmanlı’ya satarak ona ihanet etmiştir.
Osmanlı’nın derdi, Kürtlerin, Şii İran ile arasında bir
tampon bölge oluşturmasıdır. Aslında ondan vergi ve askerlik gibi “tab’a”
ilişkisini de umursamamaktadır. Dölek ve uslu dursun, bu, Osmanlı’ya yetmektedir.
Kürt halkı, Kürt hanedanlarının, beylerinin, şeyhlerinin,
melelerinin boyunduruğunda inim inim inlesin umurunda bile değildir. Yeter ki
zarar vermesin, fesatlık yapmasın.
Bu kirli ve hastalıklı ilişkiden dolayı Kürtler, Osmanlı’ya güya
bağlı kaldı. Osmanlı döneminde ortaya çıkan Kürt isyanları Kürt halkının değil,
hanedanların, beylerin ve şeyhlerin isyanıdı: 1806, Baban Aşireti, Abdurrahman
Paşa İsyanı; 1833-1837, Mir Muhammed (Soran) İsyanı; 1838, Han Mahmud İsyanı;
1842 - 1847 2. Han Mahmud İsyanı (son döneminde Bedirhan Beyle ittifaken);
1843-1847 Bedir Han İsyanı; 1855, Yazhan Şer İsyanı; 1878-1881, Şeyh
Ubeydullah. (Devam edecek)
Dünya işlerine karıştırıldığı zaman, başta din adamları
olmak üzere insanlar dini yalana bulaştırırlar, ona yalan söyletirler. İslam
dini ve onun büyüklü küçüklü bütün din adamları bu yalandan muaf değildir.
Şeyhülislamlardan müftülere kadar verilen fetvalar arşivlerde tanıklık yapmak,
kanıt olmak üzere durup duruyor.
Devrim yasaları falan
Yeni Şafak gazetesinin söyleşi yaptığı melelerin tamamı
cumhuriyetten ve devrim yasalarından şikayetçi: Tekke ve Zaviyelerin
Kapatılmasına Dair Kanun’dan (3 Mart 1924), Tevhid-i Tedrisat Kanunu’ndan (3
Mart 1924) şikayetçiler. Şikayetçi ne demek, tamamen karşısındalar.
Medreselerin yıllar boyunca büyük baskılar yaşadığını
vurgulayan “Şeyh oğlu şeyh” Norşin Medresesi Şeyhi Nurettin Mutlu (babası da
kendisinden önce şeyhmiş) konuşuyor (Yeni Şafak, 06.03.13):
“Özellikle 12 Eylül ve 28 Şubat süreçleri medreseler için çok
sakıncalı geçti. Çok büyük baskılar gördü. Ancak ona rağmen irşat
faaliyetlerinden vazgeçmedi. Birinci Dünya Savaşı’nda şeyhlerle beraber savaşan
askerler tek parti rejiminde medreselerin karşısına dikildi. Şeyhler sürgün
edildi. Sonraki dönemlerde kravatlı adam görünce kaçar hale geldik.”
Molla ayrıcalığı isteyen tipik bir gerici mantık. Osmanlı
döneminde mollalar, medrese öğrencileri (suhte) askere alınmazlardı. Alınmaya
başlayınca isyan çıkardılar.
Birinci Dünya Savaşı’nda şeyhler askerlerle birlikte
savaşmışlar. Askerin hatırına mı savaştılar, vatan savunması angarya mı? İyi de
Kurtuluş Savaşı sırasında neden onlarca isyan çıkartıp işgalcilerle işbirliği
yaptılar?
Tek parti döneminde asker medreselerin karşısına dikilmiş.
Neden dikildiği, yukarıda adını verdiğim iki yasanın gerekçesinde yazıyor.
Medreseler, tekke ve zaviyeler 3 Mart 1924 tarihinden itibaren gayri meşru olup
yasa dışına düşmüşlerdir. Cumhuriyet neden kuruluşundan 4 ay 4 gün sonra bu
yasaları çıkardı? Tabakhaneye bir şey mi yetiştirecekti?
Cumhuriyet, Osmanlı İmparatorluğu’nun
geri kalmasının en önemli nedeni olarak medreseleri, tekke ve zaviyeleri,
tarikatları görmüş ve bu nedenle kapatmış.
Haksız mı? Dizinin ilk yazılarındaki gülünç rezalet
örneklerini anımsayalım. Müslüman halkı çağının düzeyinin çooook gerilerinde
bırakan bir eğitim düzeni ve düzeyi. Osmanlı toplumu sadece dıştaki Hıristiyan
dünyasının gerisinde değildi, aynı zamanda Osmanlı uyruğu Hıristiyan
cemaatlerin de gerisindeydi.
Norşin Medresesi Şeyhi Nurettin Mutlu, AKP’nin devr-i
saadetinde mutluluktan uçuyor ve “Şimdi öyle mi? Devletin her kadamesinde büyük
bir iyileşme mevcut. Allah’a şükür şimdi tüm kolaylıklar önümüzde” diye övgü
düzüyor.
Anayasal ve yasal demokratik dönemde AKP iktidarını mahkûm
ettirecek bir itiraf. Şeyh, AKP iktidarının anayasaya ve yasalara aykırı
hareket ettiğini itiraf ediyor ki, sözleri cumhuriyet savcıları nezninde ihbar
olmaları gerekir.
Tahsil ve terbiye
durumu
Mele Ahmet Akkurt medresenin odun sobasıyla ısınan (ayıp
değil mi yani?) odasında, 5 medresede İslami eğitim gören 250 öğrencinin
okuduğu dersleri sayıyor: Kuran, Hadis, Siyer, Fıkıh, Kelam, Sarf, Nahif ve
Mantık.
Artık çağdaş bilimler okutulmuyormuş. Peki ağalar ne zaman
okutuyordu ki? İstanbul’daki en büyük medreselerde kısa bir süre matematik,
fizik, biyoloji, astronomi falan okutuldu. Sonra tavsadı. İkinci Meşrutiyet’te
bu bilgiler tekrar müfredat programına alındılar ama yürümedi.
Şimdi bulunabilir ama kapatılmadan önce Norşin
medreselerinde kimya, fizik, geometri, yabancı dil, tarih ve coğrafya okutacak
öğretmen mi vardı? Atacaksanız küçük atın bari!
Medrese mezunlarının, şeyhlerin âlimliği İslam diniyle
sınırlıdır. O kadar! Kendi kendilerine “âlim” sıfatı veriyorlarsa versinler. Bu
ünvanların İslami piyasada bile geçerliği yoktur.
Bu şeyhler aslında
dünya cahilidir!
Bu işi meleler ve imamlar halledermişmiş
PKK’ya silah bıraktırmak için başlatılan barış sürecine
değinen Şeyh Mutlu şaşırtıcı şeyler söylüyor. Yüksek sesle okuyalım:
“Allah yardımcıları olsun. Allah muvaffak etsin. Başbakan konuşunca
bakıyorum, hem İslamiyet’ten, hem insaniyetten anlıyor. İnsanın insana vurması
yasaklanmış. Başbakan bunu anlamış olmalı ki şimdi sorunun bitmesi için
çabalıyor. Mele ve imamlar toplumsal konularda görüş belirtmekten kaçınıyor.
Sorunların bu kadar büyümesinin nedenlerinden biri de budur.Toplumla ilgili,
yaşayışla ilgili görüşlerimiz bilinmeli. Kürt sorunu da bunlardan biri. Örgüte
silah bıraktırmak için başlatılan sürece medreseler de destek veriyor.”
Dünya cahillerine özgü naif bir konuşma. Her cümlesi
dökülüyor. Mele ve imamlar PKK militanlarına ne diyecekler? Bir iki tane Kuran
ayeti okuyacaklar, kutsal kitabın insan öldürmeyi yasakladığını söyleyecekler.
Bunu duyan PKK militanları da “Yahu babo Kuran’a ayıp etmişiz!” diyecekler,
silahları oldukları yere bırakıp Irak’taki kamplarına kaçacaklar.
İnsan öldürmeyi
sadece Kuran değil, ondan önce inen Tevrat ve İncil de yasaklıyor.
“Öldürmeyeceksin!” 10 Emir’den 6’ncısı oluyor. Hz.Musa ve Hz.İsa’yı bilemem ama
eli kılıçlı Hz.Muhammed’in inancını paylaşanların bu konuda pek fazla söz
hakkının olmaması gerekir.
İnsan biraz alçak gönüllü olur: Dinden başka bir şey
bilmiyorsun, tarih, coğrafya, ekonomi, strateji, uluslararası ilişkiler, sanayi
ve teknoloji konusunda bir çakıl taşı kadar bilgin var; ama sen PKK’ya silah
bıraktırmak için nasihatçi olmak istiyorsun. Pes doğrusu! (Devam edecek)
Konuyu bu eksen ve bağlamda uzatmanın bir yararı yok artık.
Bir süre ara verip “İlmiye Sınıfının Serancamı” başlıklı bir dizi ile konuya
bir başka boyutta dönüş yapacağım.
“Medrese Yalanları Üzerine” yazıları için hazırlık yaparken
İsmet Berkan’ın 24.03.2013 tarihli Hürriyet gazetesinde yayınlanan “Osmanlı’nın
medresesi neden ‘üniversite’ye dönüşmedi?” başlıklı yazısı dikkatimi çekti.
Okudum. Okudum okumasına ama Osmanlı’nın medresesinin neden üniversiteye
dönüşemediğinin nedenini öğrenemedim. Soruyu soran kendisi, kendi sorduğu
soruya çevap ver(e)meyen kendisi.
Malumatfuruşluk
Avrupa’da üniversiteler tıpkı Müslüman ülkelerdeki
medreseler gibi ilahiyat (teoloji) okullarıydı. Belli bir tarihten itibaren bu
üniversitelerde ya da kolejlerde din dışı laik bilgiler de okutulmaya başlandı.
Günümüz Sorbonne Üniversitesi, saraya bağlı bir din adamı olan Robert de Sorbon
tarafından, 1253 yılında Paris Üniversitesi’ne bağlı bir teoloji koleji olarak
kuruldu.
İsmet Berkan’ın yazdığına göre Galileo Galilei dünyanın
güneş etrafında döndüğünü keşfettiği sırada, Padua Üniversitesi de bir teoloji
okulu imiş. Sonra, tıpkı Sorbonne gibi, Avrupa’nın öteki üniversiteleri gibi
her türlü bilginin araştırıldığı ve öğretildiği yüksek okullara dönüşmüş.
İyi! Bunları herkes yazabilir. Ama Osmanlı medreselerinin
neden Padua ve Sorbonne üniversiteleri gibi din egemenliğinin dışına
çıkamadığını sorduğunuz zaman buna da cevap getirmeniz gerekir. İsmet Berkan,
batıda seküler üniversiteler kurulurken bizde din dışı eğitim kurumlarının
kurulabilmesi için Tanzimat’ı, hatta Abdülhamid devrini beklememiz gerektiğini
yazıyor. Bunu da herkes yazabilir.
Ben, İsmet Berkan’ın
yeni bir bulguymuş gibi sorduğu sorunun yanıtını 25 yıldır yazıyorum: Osmanlı
devletinin, Osmanlı Müslüman toplumunun, Osmanlı hukuk ve eğitim sisteminin
gelişmemesinin, geri kalmasının, çürümesinin, taşlaşmasının bir tek nedeni
vardır: İslam dininin vesayeti, İslam dininin Osmanlı dünyasını hacr altına
alması. Avrupa’nın Hıristiyan dünyasında bizzat din adamları dinin vesayet ve
hacrine karşı çıkmışlar ve din reformunu gerçekleştirmişlerdir.
İslam dünyasında bu türden girişimlerin bozguna uğramasının
üç maddelik tek nedeni vardır:
1. Hazreti Muhammed
son peygamberdir.
2. Kuran, vahiyle
inen son kutsal kitaptır.
3. Kuran, geçmişin ve
geleceğin bütün bilgilerinin kaynağıdır.
Bu üç maddenin panzehiri laik düşüncedir. İslam toplumu bu
üç madde yüzünden laikliği kendi içinde üretemez. Bu nedenle, üst yapıdan
itibaren, iktidardan halka doğru inmeli ve gelmelidir. Türkiye’de böyle olmuş,
ancak tam anlamıyla başarıya ulaşmamıştır.
Alimlerin (!) bu konuda biraz kafa yormaları gerekmiyor mu?
İslam, demokrasiyle uzlaşır diyorlar. Laiklik olmadan
demokrasi olmaz. Peki bu iş nasıl olacak?
Edebiyat yazılarımda, Tanzimat ve yeniliklerin Osmanlı’nın
donmuş yapısında açtığı gedikler sayesinde edebiyatın da değişmek olanağı
bulduğunu yazmışımdır. Edebiyatın yapısıyla toplumun yapısı arasında yakın
ilişkiler vardır.
Fırsat çıktığına göre şunları da yazmam farz oldu: İsmet
Berkan, Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun ne anlama geldiğini bir türlü anlamamış,
günümüzde bazı işlerin gelip bu kanuna tosladığını yazmıştır. Cumhuriyet’in ve
devrimlerinin orta direği olan bu kanun hakkında olumlu bir şey yazdığını
hatırlamıyorum.
Bu muhterem zat, İmam-hatip okul ve liselerinin de 1950’den
itibaren Cumhuriyet karşıtı fesat yuvaları haline getirilmesini de
anlamamıştır. İmam-hatip mezunlarının elini kolunu sallayarak istedikleri
üniversitenin, istedikleri fakültelerine girmesini engelleyen mevzuatı da
mutlaka eleştirmiştir. Köy Enstitüleri için “iyi” düşündüğünü de sanmam. Köy
Enstitüleri kapatıldıktan sonra neden imam-hatiplerin önü açılmıştır?
Anlamamak,
anlayamamak, bir tür zihinsel yetenek kusurudur. Bildiği halde gerçekleri
yazmamak ise bir ahlak ve etik sorunudur.
Öküzün trene bakması
Konuşmasında medrese tartışmalarına değinen Duralı, “Neden
üniversite adını veriyoruz, ‘medrese’ adını koyalım. Fakültelere de ‘mektep’
dersin. Bu medreselerin fakültelerinden biri de ilahiyat olur. Bir tarafta
üniversite diğer tarafta medrese ayrımı çok tehlikeli. Bu ülkenin
bölünmüşlüğüne son vermek lazım artık” diye konuşmuş.
“Şimdiye kadar bu din eğitimini yasaklamak suretiyle
sağlanıyordu şimdi de din ile dünyayı birleştirmek zorundayız. İmam hatiplerin
müfredatının genelleştirilip tüm okullara uygulanması gerektiğini savunmuşumdur
hep, en başta da askeri okullara. Disiplin, hayatın her alanında gereken bir
şey. Askerlik dış disiplinle veriliyor. Din iç disiplini sağlıyor. İç disiplin
olmadan dış disiplin bir kabuktur. Müslümanlar da iç disiplin var ama dış
disiplinden yoksun. Dış disiplin olmadığı için hercümerç haldeyiz. Müslüman
olmayana kendi dininde ders verilir, Alevi vatandaşa da özel müfredat
hazırlanır. Ama şart olan şey yetişenin din bilgisiyle donanmış olmasıdır. Bu
sadece dindar yetiştirme babında değil, dinsiz olacaksa da niye dinsiz olduğunu
bilsin.” (Sol Portal, 11.10.2012)
İsmet Berkan’a bu konuda bir yazı ısmarlasak mı acaba?
2007 seçimlerinden önce nabız tutmak (!) için bir Orta
Anadolu kentine gitmiştim. Nabız tutma seanslarından birinde, kentte acilen bir
üniversite kurulmasını istediler. Komşu kentteki üniversiteye bağlı bir meslek
yüksek okulu varmış ama rektörüyle, dekanıyla, şöyle tam takım üniversite
istiyorlardı. İktisadi bakımdan önemliymiş. Öğrenciler gelecek, evler kiraya
verilecek, alışveriş canlanacak...
İyi de bu öğrenciler hangi ortamda yaşayacaklardı? Doğru
dürüst bir kütüphane yoktu kentte. Adama benzer bir kitapcı, kırtasiyeci bile
yoktu. Kitapçı-Oyuncakçı karışımı iki dükkan vardı. Yabancı dilde kitap, gazete
ve dergi satan bir yer yoktu. Kızlarla erkekler birlikte gezebilecek miydi?
Üniversitenin olduğu yerde sinema, tiyatro, opera, bale,
konser salonu olmalıydı. Kahve, pastane, lokanta da yoktu. Sanki randevu evi
sormuşum gibi yüzüme ters ters baktılar.
Dönüşte bunları gazetede yazdım. Ama Almanyalardan bile
küfür yedim. Gül gibi memleketlerine iftira etmişim.
Söylemesi ayıp, üniversitenin de, üniversiteli kentin de ne
anlama geldiğini biliyorum. Biraz da olsa Sorbonne’da bulundum. Heidelberg’i
gördüm.
Dünyada üniversiteler bulundukları yeri etkilerler,
Türkiye’de tam tersine, bulundukları yerden üniversiteler etkileniyor. Van’da
ya da Kars’ta, Said Nursi seminerlerini kimler düzenliyor?
Kentte düzenlenen bir kongrede Isparta Süleyman Demirel
Üniversitesi Rektörü Prof.Dr.Hasan İbicioğlu, materyalizm “İnsan ekonomik
hayvandır” dediği için modernizm ve materyalizme karşı çıkmış ve kendi öz
değerlerimize sahip olmamızı tavsiye etmiş. (Sol, 04.05.13) Ama bilimsel öz
değerlerimizin ne olduğu belli değil.
Yedi gün süren “Medrese Yalanları Üzerine” dizisinden sonra
bu yazıyı yazmamın özel bir nedeni yok. Bir rastlantı, ama güzel bir rastlantı.
İslamcı, Cumhuriyet karşıtı üniversite öğretim elemanları
adresi belli yuvalardan, adresi belli ekürilerden, adı-sanı belli hocaların
yanında yetişmiş ve üniversiteye demir atmıştır. 1960’larda ocak Erzurum
Üniversitesi idi. ABD’de Utah ve Princeton, İngiltere’de Exeter Üniversitesi.
Bilimsel donanımın hiçbir önemi yoktur. Önemli olan bir kadronun en azından 40
yıl elde tutulması ve yeni gelecekler için sığınacak bir liman, tutunulacak bir
el ve etek.
Örneğin, Prof. Dr. Nevzat Yalçıntaş ve Prof. Sebahattin Zaim
gibi hocalarının teşviki ve sağladıkları Milli Kültür Vakfı bursu ile 1976-1978
yıllarında Fehmi Koru ve Şükrü Karatepe ile birlikte İngiltere’ye gönderilen
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Exeter Üniversitesi’nde iki yıl eğitim-öğretim
görmüş.
Dönüşte Sebahattin Zaim’in daveti ile Sakarya
Üniversitesi’nde görev almış.
Doktara tezi, “Türkiye ile İslam Ülkeleri Arasındaki
Ekonomik İlişkilerin Gelişimi” başlığını taşıyor. Tez hocası ise Prof. Dr.
Nevzat Yalçıntaş! Eski Merkez Bankası Başkanı Durmuş Yılmaz da Abdullah Gül’ün
bu üniversitedeki sınıf arkadaşı.
Nereden nereye?
4 Mayıs 2013 tarihli SOL gazetesinde “AKP’nin Şişirdiği
Akademi Patladı” başlıklı yazıyı okuyunca aklıma böyle bir yazı yazmak geldi.
Aslına bakarsanız konuyu yıllardır biliyordum. Ama adamlar işi iyice azıtmışlar
kendi makalelerini yayınlamak için naylon bilim dergileri kurmuşlar.
İslamcı sağın Cumhuriyet üniversitelerini içerden
yozlaştırmak dışında bir de kendi paralel üniversitelerini kurmak gibi bir
projeleri vardı. Dağa taşa bakkal gibi teneke üniversitelerin açılmasının asıl
ve gerçek amacı budur. Ülkeyi üniversiteyle boğmak ve sayı olarak kendilerine
gerekli olan öğretim elemanlarını yetiştirmek. Kalitenin hiçbir önemi yoktur.
Önemli olan, her alanda, her disiplinde yeterli sayıda doçent ve profesörün el
altında bulundurulması.
SOL konuyu şöyle sunuyor: “Türkiye’de sayıları katlanan
üniversite ve yeni tip akademisyenler. Yüzlerce niteliksiz makale üretmeye
başlamıştır. Balon patlayınca, Türkiye, uluslararası bilim camiasına rezil
oldu. Uluslar arası prestijli bilim dergilerini listeleyen kurum, çok sayıda
yayın yapan Türkiye’den beş dergiyi listeden attı. AKP, çok sayıda üniversite
ve yayın yapmakla övünüyordu.”
Yayınlanan makalelerin iyi olması mümkün olmayan bilimsel
kalitelerini bir yana bırakalım, bunları yayınlayan dergiler TÜBİTAK’tan
milyonlarca lira destek alıyormuş.
Uyduruk makaleler, uyduruk dergiler, havaya uçan paralar ve
bunlar sayesinde edinilen uyduruk akademik ünvanlar. Biliyorsunuz, bu gibiler
için ben “Doçentçi” ve “Profesörcü” ünvanları kullanıyorum.
AKP tarikatı için kalitenin değil sayının önemi var. Hedef
karşı devrimci bir akademik kadro kurmak ve bilim alanına yıllarca egemen
olmak. Bunun için her şey mübah: İntihal utanılacak bir kusur değil. İntihal
yapmak bakan olmaya engel değil. Belki daha iyi.
Köy Enstitülerinin
göçertilmesi ve yerine İmam-Hatiplerin ikâme edilmesi arasında diyalektik
ilişki kuramayanlar 1950’den sonra Türkiye’nin başına gelenleri kesinlikle
anlayamazlar. Köy Enstitüleri, özgür ve bağımsız, çağdaş bir birey yaratmayı
amaçlıyordu. İmam-hatipler, tam tersine biat eden, bağımlı, güdülebilir ve
birey olmayan bir “kişi” yaratmayı amaçladı ve yarattı.
1933’te yapılan Üniversite reformu çağının çağdaşı, meslek
sahibi, fikri ve vicdanı hür, cumhuriyetçi ve demokrat bireyler yetiştirmeyi
amaçlamıştı.
Türkiye’de 2012 itibariyle 173 üniversite varmış. Bunlardan
107’si devlet üniversitesi, 66’ü vakıf üniversitesi, 7 tanesi de vakıf meslek
yüksekokulu imiş.
Ama çoğu Osmanlı’nın medreselerinden beter durumda; epeycesi
tarikatların denetiminde. Cumhuriyet üniversitesi olmaktan fersah fersah uzak!
Köy Enstitüleri kapatılmasaydı, AKP gibi bir tarikat partisi
asla iktidara gelemezdi!

Hiç yorum yok:
Yorum Gönder