24 May 2013

MEDRESE YALANLARI ÜZERİNE


Biraz sonra okuyacağınız iletiyi yarım yüzyıldır Belçika’da oturan bir dostum gönderdi. Okuyacaksınız! Sonra, “Yazı dizisinin adı ile bu iletinin ne ilişkisi var?” diye düşüneceksiniz. Doğrusunu isterseniz, bunu henüz ben de bilmiyorum. Biraz da biz postmoderncilik yapalım. Bakarsınız, bir yerden girer yazılardan birine. İsterse girmesin! Biz iletiyi okuyalım:


“Geçenlerde, koyu Katolik Belçika’nın büyük TV kanallarından B2, “Eğer olsaydı’’ şeklinde tercüme edilebilecek yeni bir TV serisinin tanıtımını yaptı. Tanıtım jeneriğinin ismi: ‘Eğer Yeni Papa Köpek Olsaydı...’ İyi mi?

27 saniye süren bu tanıtım videosunu ekte gönderiyorum.

Bu tanıtımdan sonra Flaman Katolik papaz, birlikte hayli şarap tükettiğimiz bir dost bana,
“Gülme!’’ dedi... “Papa gerçekten köpek olsaydı, Roma’daki kardinaller yine onu böyle selamlarlardı. Bizler de onu iki milyar Katoliğe Papa diye satardık...’’
Siz ‘hoşgörü’ deyimini sevmiyorsunuz. Gelin de bu davranışa bir ad bulun bakalım.
Hele, videodaki köpeğin yerine bizim ‘baş’larımızdan birini koyun...
Bunu yayımlayacak TV kanalının başına neler gelir acaba?
Oysaki Belçika’da eleştiri konusu bile olmadı!!!”


Videodaki görüntü şöyle: Bir uçak. Merdiveni indirilmiş. Merdivenin önünde bir kırmızı halı. Halının iki yanında kardinaller. Bol tüylü bir köpek, dini bir müzik eşliğinde merdiven basamaklarından iniyor. Kardinaller alkışlıyorlar. Birkaç adım atan köpek halının üzerine oturuyor ve bacak arasını yalamaya başlıyor. Görüntü bu kadar ama hem arkadaşımın gönderdiği metnin, hem de görüntünün öyküsü çok uzun. Belki uygun bir zamanda konuya geri döneriz.

Biz şimdi işimize bakalım!
Kıyamet alametleri
Kıyamet alâmetleri iyice belli oldu: Zina ve bina çoğaldı ki alâmettir!

Öteki alâmetlere gelince. Yüzlerce alâmet var ama biz bazılarını analım:

• Mehdi gelmedi ama Deccal geldi. Yalan ve dolanlarıyla halkı ifsat ediyor. İyiyi kötü, kötüyü iyi gösteriyor.
• Dâbbet-ül-arz çıkalı on yıl oldu. Hempânın , yandaşın yaptıklarını görmezden geldiği için adamlar âbât oluyor, kendilerine özel Dâbbet-ül-arz ayarlıyor. Yandaş olmayanın alnını damgalıyor ki sütü bozuk ölmeden cehennem ateşinde yanıyor.
• Yecüc ve Mecüc geldi. Görmek isteyenler sokağa çıkıp baksın. Bunu yapamayan yanına birini alıp aynaya baksın.
• Ulema, halkın istediği yönde fetvâ verip, helâla haram, harama helâl derler, Kur’ânı ticârete âlet ederler.) [Deylemî] Ben Deylemî’nin yalancısıyım.
• Ehil olmayanlara iş verilir (Buhâri). Buhâri haklıdır. Devr-i AKP’de kabzımallar hastane müdürü, imam-hatip mezunları meteoroloji müdürü olarak atanıyor. İsviçre büyükelçiliğine, “Nasılsınız?” diyeceğine “Is this a book?” diyen bir yandaş basın ataşe olarak atanmış.
• Çalgı her yere yayılır. Zaptiye, gammaz ve gıybet çoğalır. (Beyhekî) Yoruma gerek var mı efendi ağalar? Türbanlılar bile göbek atar oldu. Gammazlar “gizli tanık” deyu kıymete bindi.
• Sadece tanıdıklara selam verilir. Yazarlar çoğalır. (Hâkim) İktidar sadece yandaşları görüyor ve sadece onlara selam veriyor. Hem yazar, hem de yazar kasa çoğaldı.
İlle de dondurma isterim!
Adem’in biri çıkmış, sokakta anasının yanında “dondurma isterim” misillu “Şeriat isterim de isterim!” deyu yerlerde tepinmekte.
Bir başkası çıkmış Cumhuriyet’in tapusunu Tahtakale’de hisse senedi gibi satmakta.
Biri çıkmış, 18 Mart günü, Çanakkale’de “Türk-Mürk, Kürt-Mürt, Laz-Maz, Arap-Marap, Boşnak-Moşnak, Taşnak-Maşnak” diye sayım yapıp şehit mezarlarını göstererek (güya) millet sandığı kavramı paramparça etmekte.
Birisi gelmiş, “Bu evi emmioğluyla biz yaptırdık!” diyerek öteki varislere kazık atmaya çalışmakta.
Kara kaplı kitaba göre ne kadar suçlu varsa, tamamı zaptiye, subaşı, ases ve kadı olmuş.


Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 3. Maddesi’nde “Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür” diye yazıyor ama siz kulak asmayın. Türkiye Devleti ülkesi ve milletiyle bölünmüş bir durumda: Türkler ve Kürtler; İslamcılar ve Laik Cumhuriyetçiler; Sünniler ve Aleviler... Türkler ve Kürtler de, öteki unsurlar gibi, İslamcı ve Laik Cumhuriyetçi olarak ikiye bölünmüş durumda.
Bu yedi yazılık dizide bölünmenin çürümüş eklem yerlerinden birini ele alacağız.

Medreseler

Matbuat aleminin en yandaş ceridelerinden biri olan Yeni Şafak 6, 7 ve 8 Mart 2013 günlerinde ve Konuşma Sırası Onlar’da sahifesinde, yasadışı medreseler üzerine, namlı zamane meleleriyle söyleşi yayınladı. Söyleşinin ana fikri şu idi:
“Osmanlı Devleti’nde eğitim-öğretimin bel kemiği olan medreseler İslami ilimlerin yanı sıra matematik, fizik, biyoloji, astromoni gibi çağdaş bilimlerde de eğitim verirken. Cumhuriyet’in ilanın ardından Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun kabul edilmesiyle yer altına çekilmek zorunda kaldı.”
Medreselerin yer altına inmek zorunda kalması dışında söylenenlerin küllisi yalan!
Bu türden yalanlar Cumhuriyet düşmanlarının ağzında dolaşır da dolaşır: Harf devriminin yapılmasıyla, içinde milyonlarca kitap bulunan binlerce kütüphane (!) birkaç saat içinde yok olmuş. Oysa bütün memleketteki kitapları toplasan birkaç bini geçmez, onun da yüzde 99’u dini kitap. Memlekette okur-yazarın sayısı yüzde on bile değil. Çok aşağılarda!
Adamlar medreseleri sanki Oxford imiş, Harvard imiş, Sorbonne imiş gibi tevatür anlatmakta. Oysa düzeyleri günümüz ilkokullarının düzeyinin bile altında.
Öte yandan, “Kemalizm çöplüğe!” diye sabuklayan Zırtullah-u Kirmaniler de çıktı ki bu da kıyamet alâmetidir!
Yarın bu konuda birkaç eğlenceli örnek sunduktan sonra, medrese denen masalın tozunu silkeceğiz! (Devam edecek)
Efendi ağalar! (Bu hitap size değil değerli okurlar. İlgililere). Dün sözünü ettiğim traji-komik örneklerden bazılarını bugün bilginize ve medrese hayranlarının ilgisine sunacağım. Bu adamlarla uğraşmak kolay değil, döne döne aynı şeyleri söylemek ve yazmak gerekiyor. Bu nedenle Hürriyet gazetesi dönemimi yardıma çağırmak zorunda kalıyorum. İlk örnek “Bir Zamanlar İstanbul” (14.12.2008) başlıklı yazı. Efendi ağalar, siz de okuyun bakalım!

‘Bir zamanlar İstanbul’

Yazının adına bakıp İstanbul güzellemesi yapacağımı sanmayın. İstanbul’un eskisini de yenisini de sevmem. Seven sevsin !
Birkaç gün önce bir arkadaşla Osmanlı döneminden ve televizyonlarda yapılan Osmanlı övgülerinin ölçüsüzlüğünden söz ediyorduk. Arkadaşım konuşurken, ben, bir yandan Balıkhane Nazırı Ali Rıza Bey’in “Bir Zamanlar İstanbul” (Tercüman, 1001 Temel Eser) adlı kitabını düşünüyordum.

Osmanlı dönemi nostaljisinin, o dönemin abartılı övgüsünün pek de masum olmadığını düşünüyorum. Düşünelim ki, o dönemin eğitim sisteminden, o dönemin üretim sisteminden kesinlikle söz edilmiyor. Buna karşılık, tutulan türlü çeşitli sicillerin sağlamlığı ballandıra ballandıra anlatılıyor. Ama kaç kütüphane, kaç müze, kaç fabrika vardı hiç söz edilmiyor.

Bir zamanlar sosyalist düzenler kurulurken geleceğin geçmişin tuğlalarıyla inşa edileceği’nden söz edilirdi. Bu, kapitalist düzenin kazanımlarının mutlaka kullanılacağı anlamına geliyordu.
Benimki de o hesap, Osmanlı’nın hazırladığı tuğlalardan kuşkusuz ve mutlaka yararlanılacak. Ama matematik, fizik, kimya, mimari, sanayi, tarım ve tarımsal sanayi konularında bize neler bıraktı? Osmanlı uygarlığı birkaç camiden, birkaç köprüden, divan şiirinden, Dede Efendi müziğinden ibaret olmamalı elbette. Ama “ibaret”miş gibi görünüyor.
Ali Rıza Bey’in “Bir Zamanlar İstanbul”u, 1922 yılında Peyami Sabah ve Alemdar gazetelerinde eski harflerle “On üçüncü Asrı Hicrîde İstanbul Hayatı” adıyla yayınlanmış ve kitap haline getirilmemişti. Yazıları Niyazi Ahmet Banoğlu derleyip kitaplaştırmış. Kitaptan bir bölümü birlikte okuyalım:

“Devletlerarası anlaşmalarda murahhaslarımız cahil oldukları ve bu yüzden zararlara uğradığımız tarihlerde yazılıdır. // Rusların Akdeniz’e donanma göndereceklerine dair Fransızlar tarafından verilen haber üzerine, Baltık Denizi’nden donanmanın gelebileceğine akıl erdiremeyen devlet erkânı Rus donanması uçup mu Akdeniz’e gelecek diye inanmamışlar, Çeşme limanında Osmanlı donanmasının yakılmasından sonra akılları başlarına gelerek hayret etmişlerdi.” (S.20)

Bu olay 6-7 Temmuz 1770 tarihinde oldu ve Osmanlı donanması Rus donanması tarafından yok edildi. Demek ki Osmanlı 1770 yılında Rus donanmasının Cebelütarık Boğazı’ndan geçerek Akdeniz’e gelebileceğini bilmiyormuş. Tarihçiler bu olaydan ve nedenlerinden hiç söz etmiyorlar.


“1826 muhaberesi yenilgisinden sonra Edirne’ye gönderilen murahhaslarımıza Rusya murahhaslarının harita üzerinde gösterdikleri yerleri bizimkilerin tayin edememeleri ve meselenin Bab-ı Alice hal edilememesi üzerine Fransa ile Avusturya elçilerine başvurulmuş, bu murahhasların tazminat konusunda ileri sürdükleri bir milyonu, bir yük, yani yüzbin sanarak kabul etmişler, aradaki korkunç farkı anladıkları zaman da şaşırmışlardı. // Politikamızı idare edenler, memleketimizin hududunu bilmezlerdi.” (S.20-21)

Rica etsek, modern müverrihîn (tarihçiler) biraz da bunları hikaye etse olmaz mı ?]
Doğalgaz, doğal kaz
Bir Zamanlar İstanbul’dan örnek daha: “Doğal Gaz, Doğal Kaz” (Hürriyet, 12.02.2006)
[ “Politikamızı idare edenler, memleketimizin hududunu ve hatta nerelere bağlı bulunduğunu da bilmezlerdi. Cevdet Tarihi’nin ikinci cildinin başında bulunan şu fıkraya dikkat edilsin:
Şu karışıklığa bak ki, Bab-ı Ali bir adamın idamı için ferman yazıyor da nerede ve hangi sancağa bağlı bulunduğunu bilmiyor. Memleketin coğrafyasını bilmeyen devlet adamları işte böyle karaltıya kubur sıkar (karanlığa kurşun sıkar).” (S.21)


Eskiden Endurun’da Arapça ve Farsça öğretilir, coğrafya ve matematik okutulmazdı. Ama zamanımızın siyasetçileri ile bürokratlarının duvarlar dolusu diplomaları var. Kimisi, nazar değmesin, mühendis, kimisi ekonomist. Ama gene de kaz gibi yolduruyorlar ülkeyi!]
Palavracı milliyetçi muhafazakar
1842 yılında doğup 1928 yılında ölen Balıkhane Nazırı Ali Rıza Bey’in sözünü ettiğim Bir Zamanlar İstanbul adlı kitabının aslı, dönemin özgün diliyle, Eski Zamanlarda İstanbul Hayatı (Kitabevi, 2007, 438 sayfa) adıyla yayınlandı. Orada da şöyle yazıyor:
“Ol vakitler mekâtib-i âliye olarak Tıbbiye, Mühendishane, Harbiye, Bahriye mektepleri gösterilebilir. Coğrafya, hikmet, hendese misilli ulûm ve fünûn tahsili mezkûr mekteplere münhasır olup, memûrîn-i devlete lüzûm-ı teşmîli hatırlara bile gelmezdi.” (s.21)
“O zamanlar yüksek okul olarak, Tıbbiye, Teknik Üniversite, Kara Harp Okulu, Deniz Harp Okulu vardı. Coğrafya, felsefe, geometri gibi bilim ve fen öğrenimi bu adı geçen okullara özgü olup devlet memurlarının da aynı şekilde yetiştirilmesi akla bile gelmezdi.”
***
Bunlar bir görgü tanığının yazdıkları. Günümüzün AKP tarikatı iktidarı medreseleri yeniden getirmek, ilk ve orta öğretimi, mahalle mekteplerine, sübyan okullarına benzetmek istiyor. İstiyor çünkü yozlaştırdıkları, çürüttükleri, içini boşalttıkları İslam dinini halk üzerinde afyon olarak kullanabileceğini sanıyor. Sansın bakalım!

Adama geçti Bor’un pazarı sür eşeğini Niğde’ye derler!

Derler de AKP tarikatı iktidarının toplum ve eğitim-öğretim alanlarında yaptığı yıkımları onarmak için en azından 50 yıl gerekecek. (Devam edecek)
1 Kasım 2008 tarihli Hürriyet gazetesinde yayınlanan “Harf Devrimi” başlıklı yazım, Yahya Kemal Bey’in Osmanlı okullarının nasıl bir şey olduğuna tanıklığından yararlanıyor:

Harf devrimi

Yahya Kemal “Çocukluğum, Gençliğim, Siyâsî ve Edebî Hatıralarım” adlı kitabının “Yeni Mekteb” başlıklı bölümünde, ilkokuldaki okuyup yazma serüvenini şöyle anlatır : “Yeni Mekteb’e gide gele, gide gele üç sene geçmişti. Lâkin cüz kılıfımdaki Elifbâ’yı henüz söktürememiştim. Yalnız Adem, İdrîs, Nûh, Sâlih, İshak, İbrâhim...diye peygamberlerin isimlerini ezber öğrenmiştim. // Babam arada sırada Elifbâ cüzünü açarak, harfleri sorardı. Bilemezdim; hemen mahalle mekteplerine küfretmeğe başlardı. Beni, öğrenebileceğim bir mektebe vereceğini söyler dururdu.” (İstanbul Fethi Cemiyeti, 2.Baskı, s.27)

1884 yılında Makedonya’nın Üsküp kentinde doğan Yahya Kemal 1890-1892 yıllarında alfabedeki harfleri bile öğrenemediğini itiraf ediyor. Öğrenemediği alfabe Arap alfabesi !


Balıkhane Nazırı Ali Rıza Bey ise “Bir Zamanlar İstanbul” adlı kitabında şu ibretlik satırları yazar: “Ne yazık ki, memleketimizin okumuş insanları geçim kaygısı ile ilkokul öğretmenliğini kabul etmemişler, bu yüzden ilkokul çağındaki çocuklar okulsuz kalmışlardır. Üsküdar tarafında 115, Galata civarında 120 ve İstanbul’da 300 ilkokul varken, bunların içinde ancak on okulda öğretmen bulunuyordu ki, bunun ne derece okumaya yardım edebileceği kolayca anlaşılır. // İnsaf olunsun, bir çocuk küçüklüğünden delikanlılık çağına kadar sokaklarda büyür, yazıları heceleyemeyen öğretmenlerden terbiye görürse artık ondan ne beklenir ?” (Tercüman, 1001 Temel Eser, S.23-24)


1 Kasım, 1 Kasım 1928 tarihli ve 1353 sayılı “Türk Harflerinin Kabul ve Tatbiki Hakkında Kanun”un, yani Anayasa’nın 174. maddesi tarafından korunan 6 numaralı Devrim Yasası’nın çıkartılmasının 80. yıldönümü.
Şimdi adı gerekmeyen, “Prof.Dr” ünvanlı bir tarihçi, 2.Cumhuriyetçi zat Cumhuriyet’in nasıl tepeden inmeci jakoben bir belâ olduğunu kanıtlamak için “Harf Devrimi yapılırken halka sorulmadı” diye sık sık kabarır. Yüzde 95’i okul yüzü görmemiş, geriye kalanların büyük bir çoğunluğu okula gitse de Arap alfabesini sökememiş bir kitleye mi sorulacaktı Harf Devrimi? Harf Devrimi sayesinde üniversite mezunlarımız şimdi madenci (kol emekçisi) olabilmek için sıraya ve sınava girmiyor mu?!


Cumhuriyet düşmanları Harf Devrimi’nin geçmiş kültür birikimimizi unutturduğunu ileri sürerler. Divan Şiiri’nden başka hangi kültür birikimi vardı ? 16, 17, 18 ve 19. yüzyıllarda Osmanlı vatandaşları tarafından Osmanlıca kaleme yazılmış kaç ekonomi, tıp, fizik, kimya, biyoloji, matematik, geometri, cebir ve öteki bilim kitapları vardı? Var olanların tamamı tercümedir. Ayrıca bütün Osmanlı döneminde günümüze kalma niteliğine sahip kaç bilim kitabı yayınlanmıştır? Bu dönemde kaç Osmanlı Newton’u, Kopernik’i, Galileo Galiei’si vardı? 1923 yılında kaç adet Kütüphane ve bu kütüphanelerde kaç kitap vardı? Bu sorulara hiç kimse utanmadan cevap veremez.]


Son örnek: Hürriyet gazetesinde yayınlanan VALLAH SUÇ BENDE DEĞİL (01.02.2011) başlıklı yazıdan alıntı:
[Edebiyatta değişmez bir ölçütüm vardır: “Kübalı Sotomayor 2 metre 40 santim yüksek atlamışsa, senin 2 metre 12 santim ile Ortadoğu ve Balkanların en iyi yüksek atlayıcısı olmanın hiçbir kıymeti harbiyyesi yoktur!”
Bu ölçü her alanda, uygarlıkta, bilimde, sanatta, siyasette, ekonomide, tarımda da geçerlidir. Dayanaksız ve belgesiz atmalar ve iddialar beni kışkırtır. Bunları hemen evren ve dünya terazisinde tartarım.

Sorbonne (1227), Oxford (1133), Cambrige (1284) üniversiteleri kuruluş tarihlerine göre Osmanlı Devleti’nden biraz daha yaşlı. Muhteşem Süleyman ünlü mektubunu I. François’ya yazdığı günlerde bu üç teoloji okulu gerçek üniversiteye dönüşmeye başlamıştı bile. İmam Gazali (1058-1111) İslam dünyasına içtihat kapılarını kapatırken bu üç üniversite bilimsel özgür düşünceye, tartışma ve eleştiriye kapılarını açıyordu.

“Ne olacak bizim halimiz?” diye can havliyle derdine çare arayan Osmanlı, sonunda, 1795 yılında Mühendishane-i Berrî-i Hümâyûn’u ve 1782 yılında da Mühendishane-i Bahr-i Hümâyûn’u kurdu.
Kadim dostum Murat Katoğlu’nun haftalık Kadıköy gazetesinde (21-27 Ocak 2011) yazdığına göre: Mühendishane’ye getirtilen yabancı hocalardan biri bir üçgenin iç açılarının toplamının ne olduğunu sorunca, bütün öğrenciler “Üçgenine göre değişir!” yanıtını vermişler. Doğaldır, çünkü Osmanlı memleketinde o yıllarda ortaöğretim düzeyinde geometri öğretilmemekteydi. Öğrencilerin Pisagor’un (Pythagoras, MÖ. 580-500) 2300 yıl önce bulduğu hesabı bilmemeleri çok doğaldı. Cumhuriyet bize bir üçgenin iç açılarının toplamının 180 derece olduğunu ortaokulda öğretmişti. Karşılaştırma yaptığım için suç bende mi?


Balıkhane Nazır’ı Ali Rıza Bey’in “Bir Zamanlar İstanbul” (Tercüman, 1001 Temel Eser) adlı çok eğlendirici bir kitabı var, oradan aktarıyorum:
Cevdet Tarihi’ne göre, Osmanlı döneminde memleketin coğrafyasını bilmeyen devlet adamları karaltıya kubur sıkmaktadır. 1875 yılında, günah olduğu gerekçesi ile okullardaki haritalar helaya atılmıştır. (S.21)
Böyle şeyler yazdığım için Osmanlı’nın ve halkın değerlerinin (!) düşmanı oluyormuşum. Söyleyin, suç bende mi? Ben Pythagoras’ın eşek davasını (teoremini) öğretmeye çalışıyorum. (Devam edecek)
Yeni Şafak gazetesi (6,7,8 Mart 2013) derin âlim sandığı ya da öyle yutturmak istediği Meleleri takdim ederken (6 Mart) “Güneydoğu’da İslami ilimlerle eğitilerek her dönem şiddetten uzak tutmayı başaran medreseler, kapılarını Yeni Şafak’a açtı. Bölgenin sözü dinlenir âlimleri meleler suskunlukların son vermekte kararlı” diye yazıyor.
Bunu yazan kimse ya süzme cahil ya da kaşarlı bir yalancı. Osmanlı döneminde medrese öğrencileri (suhte, suhteler) ülkenin başına bela olmuş, çiftbozan leventlerle bir olup devlete isyan ederek Celali İsyanları çıkartmış bir güruhtur.
Daha önce, birkaç yüzyıl Osmanlı’nın başına bela ve geri kalıp yıkılmasına sebep olan medrese öğrencilerinden söz etmiş ve Prof.Dr. Mustafa Akdağ’ın kitaplarını tavsiye etmiştim.
“Mele”, “Molla”nın Kürtçesi. AKP Hükümeti’nin şimdilerde bokunda mavi boncuk aranıp imdada çağırdığı bu meleler, beyler, tarikat şeyhleri, âyan, eşraf ve benzerleriyle birlikte Kürt halkının sömürüye açık geri kalmışlığının en önemli katkı maddesidir. Meleler, din (aslında hurafeler) aracılığıyla Kürtleri yerel ve yöresel beylere ve bunlar aracılıyla Osmanlı’ya kul eden asalak ve sülüklerdir. Kürt halkının gelişmesi yönünde herhangi bir katkıda bulunmadıkları gibi, haydutluk ve soygunculuğu meslek haline getirmelerin en önemli etkenidirler.
Molla (Mele) sınıfı ile ilgili olarak okuyacağınız bilgiler, gerçekte mollaların yüzde 99’una kesinlikle uymaz.


[Molla, (Farsça) İslamî ilâhiyat ve dinî yasa (fıkıh) üzerine eğitim almış din bilginidir. Arapça’da efendi, sahip gibi anlamlara gelen mevla (Arapça) kelimesinden türetilmiştir. İslam dünyasının büyük bölümlerinde, İran, Bosna-Hersek, Afganistan, Orta Asya ve Hindistan’da, molla adı yerel İslamî Dinî liderlere ve cemaat liderlerine verilir. Molla terimi, İslam dünyasında öncelikle din âlimlerine ait bir saygı terimi olarak anlaşılır. Eğitimli bir molla (Demek ki eğitimli olmayanları da varmış. Ö.İ.) İslami Eğitimleri ve İslami kanun ilmini, yani fıkıh ilmini almalıdır. Dinî eğitim, mollalık mevkiinin temel prensibidir. Osmanlı Devleti’nde mollalar medreselerde eğitim almışlardı. Tasavvufî konular çevresinde toplanmış tarikatlarda mollalar yetiştirmiştir. Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra medreseler kapanmış, mollalık ünvanı kaldırılmıştır. İran’da ise mollalık Şiî Mezhebi üzerine verilen eğitimle sürdürülmektedir. Molla ünvanı almış bir çok insan, Osmanlı Devleti’nde önemli görevler almıştır. Bu görevlerin an başında Şeyhülislamlık gelir. Molla Gürâni, Molla Hüsrev, Molla Yegan, Molla Şemsettin Fenari gibi molla ünvanına sahip kişiler, Osmanlı Devleti’nde şeyhülislamlık görevini üstlenmişlerdir. Sait Molla ise Şûra-i Devlet üyesi, Adalet Bakanlığı Müsteşarı görevini almıştır. Mollalar, İslam Hukuku (fıkıh), kelam, tasavvuf, sünnet, hadis, şeriye gibi ilimler üzerine fetva verebilirler. Kadılık yapabilirler. Birçok tarikatın kurucusu ve liderleri mollalar olmuştur. Günümüzde mollalık, İran, Afganistan, Pakistan, Hindistan gibi ülkeler devam ettirilmektedir. Türkiye’de ise Lâkap ve Unvanların Kaldırılması Hakkındaki Kanun ile mollalık ünvanı kaldırılmıştır.] (Vikipedi)


Medreseler ve mezunlarının oluşturduğu ilmiye sınıfının şer ve fesat yuvası olduğunu, sadece Türkiye Cumhuriyeti görüp gerekli yasal önlemleri aldığı için, İslam dünyasında sadece Türk toplumu çağı bir ucundan yakalamak şansına kavuştu. Aydın din adamı yetiştirmek için imam-hatip okulları, yüksek İslam enstitüleri ve ilahiyat fakülteleri kurup açan Cumhuriyet’in bu alanda başarılı olduğunu söylemek ne yazık ki mümkün değil. Demek ki İslam’ın yapısında ve örgütünde çağdaşlaşmayı engelleyici bir virüs var. Nedir bu virüs?

1. İslam’ın peygamberi son peygamberdir ve ondan sonra peygamber gelmeyecektir.
2. Kuran-ı Kerim son kutsal kitaptır, ondan sonra Kitap inmeyecektir.
3. Kuran’da geçmiş ve gelecek her türlü bilgi mevcuttur.
4. Bu nedenle, İslam dinlerin en mükemmelidir; Müslüman en gelişmiş insandır.

Müslüman toplumların ve Müslüman insanın gelişmemesine, geri kalmasına yol açan virüs budur işte. Bu dört gerekçe olduğuna göre, Müslüman’ın aklını kullanmasına, kuşku duymasına gerek ve neden yoktur; onun efendi olması ve öyle kalması için inançlı olması yeter.


Efendi ağalar! Matematik, fizik, kimya, geometri, biyoloji, felsefe okuyan Harbiye ve Bahriye kökenli askeriye ile bunları semtine uğratmayıp sadece “din” okuyan medresenin çelişkisinin gerçek nedenleri ilk üç yazıda anımsadık. Çağdaşlaşan askeriye ile ortaçağa demir atmış kalan ilmiyenin çelişmemesi elbette olanaksızdı. Zaten askeriyeye batılı çağdaş eğitimin girmesiyle Osmanlı toplumu ikiye bölündü. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e ikiye bölünmüş bir toplum miras kaldı. İslamcıların, İkinci Cumhuriyetçilerin ve fantirifitton entellerin “köklerinden kopmak” dedikleri, işte dört ayak üzerinde yürürken iki ayağı üzerine kalkma eylemidir. Kanserli uru kesip atarlar. Cumhuriyet bunu yapmıştır, ancak kanserin metastas yapmasına engel olamamıştır. (Devam edecek)
Medreseler, mollalar, meleler, ilmiye sınıfı Osmanlı toplumunun geri kalmışlığının en önemli katkı maddelerinden biridir. Ama konu Kürtler ise, Kürt beylerini, hanedanlarını, yönetici sınıfını yaratan ve bu topluluğun 600 yıl geri kalmasına sebep olan siyasi ilişkiyi ve bu ilişki ipinin bir ucunu tutan kişiyi tanımadan olmaz. Bu kişi İdris-i Bitlîsî’ veya Bitlisli İdris’dir.


[İdris-i Bitlîsî’ veya Bitlisli İdris, (d. 1452-57 - ö. 1520) Kürt kökenli Osmanlı devlet adamı. Mevlana Hüsameddin Ali-ül Bitlisî’nin oğlu, Ebul Fadl Mehmet Efendi’nin babasıdır. Bitlis’te doğmuştur, bundan ötürü Bitlisî lâkabı ismine eklenmiştir. Doğum tarihi hakkında çeşitli görüşler vardır. Babası gibi bir süre Akkoyunlu Devleti’ne hizmet etmiştir. Vefatına kadar Uzun Hasan’ın hizmetinde bulunmuş; ardından 1490 senesine kadar Uzun Hasan’ın oğlu Yakup Bey’in divan hizmetinde bulunmuştır. Osmanlı padişahı II. Bayezid tarafından İstanbul’a davet edilmiş, bunu takiben İstanbul’a gitmiştir. Özellikle I. Selim döneminde Osmanlı siyasetinde aktif bir rol oynamıştır. Çaldıran Muharebesi’nden sonra Doğu ve Güneydoğu Anadolu vilâyetlerinin savaş olmaksızın Osmanlı yönetimine geçmesi için görevlendirilmiş ve bunda başarılı olmuştur. İdris-i Bitlisi’nin Safevilerin kontrolündeki Doğu Anadolu topraklarının Osmanlı Devletine katılmasında önemli rolü oldu. 16. yüzyılda bölgede ana güç olan Safeviler ve Osmanlıların arasındaki ihtilâflar sonucu 1514 yılında I. Selim, ordusu ile Safevi topraklarına girdi ve Kürtleri Osmanlı safında yer almaya teşvik etmek için İdris-i Bitlisî’yi bölgeye yolladı. Kürtlerin önce Akkoyunlular, sonra ise Safeviler ile olumsuz ilişkileri olmuştu. Bu sebepten dolayı İdris-i Bitlisi bölgedeki Kürt topluluklarının çoğunluğunun desteğini almayı başardı. Çaldıran Muharebesinde Sefevileri yenen Osmanlı Ordusu Tebriz’e girdi, fakat bir hafta sonra I. İsmail taraftarları ile meskun bir bölgede kalmasını tehlikeli bulan I. Selim, Tebriz’i terk edip once Nahçivan yoluyla Karabağ’a, daha sonra ise Batı Anadolu’ya çekilmek zorunda kaldı. Bu ara I. İsmail de ordusunu toparlayarak Tebriz’e döndü ve Karahan’ı Diyarbakır valisi tayin etti. Kürt beylerini bir araya getirmeyi başaran İdris-i Bitlisi Farsça yazdığı Selimname eserinde Kürtleri Kızılbaşlar ile savaşa teşvik ettiğini, onların da kılıç zoruyla Anadolu’yu Kızılbaşlardan temizlemek için yemin ettiklerini ve bu arada 40 bin ila 70 bin arasında Kızılbaşın yani Alevinin öldürüldüğünü yazmıştır.
I. İsmail’in Diyarbakır valisi Karahan öldürüldü ve bu topraklar Osmanlı Devletine katıldı. İdris-i Bitlisî 1515 yılında I. Selim’in verdiği yetkilere dayanarak Osmanlılar ile işbirliği yapmış olan Kürt beylerini vali olarak atadı ve bu dönemden de sonra onlara, valiliğin babadan oğula geçişi gibi ayrıcalık tanımış oldu. Ayrıca Urfa ve Musul’un fethinde önemli rol oynamış ve bölgenin iç işlerini tanzim etmiştir. İdris-i Bitlisî, ömrünün son yıllarını İstanbul’da geçirmiş ve 1520 yılında vefat etmiştir.”] (Vikipedi)
[Bir süre önce, Bitlisli İdris konusunda Necdet Saraç’ın “Yavuz Sultan Selim’in Akıl Hocası İdris-i Bitlisi” (Cem Yayınları) adlı kitabı yayınlandı. Bilgi ve ilginize...]


Günümüzün Kürt siyaset ve kanaat önderlerinin zaman zaman Osmanlı dönemindeki statülerini istediklerini anımsayalım. Neden?

Osmanlı döneminde gerçekten bağımsız mıydılar? Hayır!
Gerçekten devlete, eyalete benzer bir siyasal yapıları mı vardı? Hayır!
Hanedanlıkları bile uyduruktu, Osmanlı valiliğinin yozlaşmış haliydi.

Dünyadan habersiz bu önderler yeniden yerel feodal ilişkiler yaratmak, bu ilişkileri canlandırmak için Osmanlı düzenini özlüyorlar ve bu düzene benzer bir yapıya kavuşmak istiyorlar.
Abdullah Öcalan’ın sözünü ettiği yeni düzenin Kürt kanadının özlemlerini “İslam sancağı altında tekrar birlikte olmak” safsatası özetlemektedir. Bu gericilik sancağının bekçiliğini kuşkusuz meleler yapacaktır.
Bu, elbette Cumhuriye’in özüne aykırı bir yapıdır. Abdullah Öcalan, işte bu nedenle yeni bir düzenin sözünü etmektedir.


Efendi ağalar! Cumhuriyet’in kesip attığı kanserli uru Abdullah Öcalan & Recep Tayyip Erdoğan şirketi, Türkiye’nin bedenine metastas malzemesi olarak şırınga etmektedir.

Bitlisli İdris ne yapmıştır da bu denli muteber bir insandır? Bitlisli İdris, ilkin Kürt halkını Osmanlı’ya satarak ona ihanet etmiştir.

Osmanlı’nın derdi, Kürtlerin, Şii İran ile arasında bir tampon bölge oluşturmasıdır. Aslında ondan vergi ve askerlik gibi “tab’a” ilişkisini de umursamamaktadır. Dölek ve uslu dursun, bu, Osmanlı’ya yetmektedir.
Kürt halkı, Kürt hanedanlarının, beylerinin, şeyhlerinin, melelerinin boyunduruğunda inim inim inlesin umurunda bile değildir. Yeter ki zarar vermesin, fesatlık yapmasın.
Bu kirli ve hastalıklı ilişkiden dolayı Kürtler, Osmanlı’ya güya bağlı kaldı. Osmanlı döneminde ortaya çıkan Kürt isyanları Kürt halkının değil, hanedanların, beylerin ve şeyhlerin isyanıdı: 1806, Baban Aşireti, Abdurrahman Paşa İsyanı; 1833-1837, Mir Muhammed (Soran) İsyanı; 1838, Han Mahmud İsyanı; 1842 - 1847 2. Han Mahmud İsyanı (son döneminde Bedirhan Beyle ittifaken); 1843-1847 Bedir Han İsyanı; 1855, Yazhan Şer İsyanı; 1878-1881, Şeyh Ubeydullah. (Devam edecek)

Dünya işlerine karıştırıldığı zaman, başta din adamları olmak üzere insanlar dini yalana bulaştırırlar, ona yalan söyletirler. İslam dini ve onun büyüklü küçüklü bütün din adamları bu yalandan muaf değildir. Şeyhülislamlardan müftülere kadar verilen fetvalar arşivlerde tanıklık yapmak, kanıt olmak üzere durup duruyor.

Devrim yasaları falan

Yeni Şafak gazetesinin söyleşi yaptığı melelerin tamamı cumhuriyetten ve devrim yasalarından şikayetçi: Tekke ve Zaviyelerin Kapatılmasına Dair Kanun’dan (3 Mart 1924), Tevhid-i Tedrisat Kanunu’ndan (3 Mart 1924) şikayetçiler. Şikayetçi ne demek, tamamen karşısındalar.
Medreselerin yıllar boyunca büyük baskılar yaşadığını vurgulayan “Şeyh oğlu şeyh” Norşin Medresesi Şeyhi Nurettin Mutlu (babası da kendisinden önce şeyhmiş) konuşuyor (Yeni Şafak, 06.03.13):

“Özellikle 12 Eylül ve 28 Şubat süreçleri medreseler için çok sakıncalı geçti. Çok büyük baskılar gördü. Ancak ona rağmen irşat faaliyetlerinden vazgeçmedi. Birinci Dünya Savaşı’nda şeyhlerle beraber savaşan askerler tek parti rejiminde medreselerin karşısına dikildi. Şeyhler sürgün edildi. Sonraki dönemlerde kravatlı adam görünce kaçar hale geldik.”

Molla ayrıcalığı isteyen tipik bir gerici mantık. Osmanlı döneminde mollalar, medrese öğrencileri (suhte) askere alınmazlardı. Alınmaya başlayınca isyan çıkardılar.
Birinci Dünya Savaşı’nda şeyhler askerlerle birlikte savaşmışlar. Askerin hatırına mı savaştılar, vatan savunması angarya mı? İyi de Kurtuluş Savaşı sırasında neden onlarca isyan çıkartıp işgalcilerle işbirliği yaptılar?
Tek parti döneminde asker medreselerin karşısına dikilmiş. Neden dikildiği, yukarıda adını verdiğim iki yasanın gerekçesinde yazıyor. Medreseler, tekke ve zaviyeler 3 Mart 1924 tarihinden itibaren gayri meşru olup yasa dışına düşmüşlerdir. Cumhuriyet neden kuruluşundan 4 ay 4 gün sonra bu yasaları çıkardı? Tabakhaneye bir şey mi yetiştirecekti?

Cumhuriyet, Osmanlı İmparatorluğu’nun geri kalmasının en önemli nedeni olarak medreseleri, tekke ve zaviyeleri, tarikatları görmüş ve bu nedenle kapatmış.

Şeyh Nurettin Mutlu’nun görünce kaçtıklarını söyledikleri “Kravatlı Adam” bizzat Cumhuriyettir. Yeni Şafak gazetesi Cumhuriyet’ten kaçan mürtecilere övgüler düzüyor.
Haksız mı? Dizinin ilk yazılarındaki gülünç rezalet örneklerini anımsayalım. Müslüman halkı çağının düzeyinin çooook gerilerinde bırakan bir eğitim düzeni ve düzeyi. Osmanlı toplumu sadece dıştaki Hıristiyan dünyasının gerisinde değildi, aynı zamanda Osmanlı uyruğu Hıristiyan cemaatlerin de gerisindeydi.


Norşin Medresesi Şeyhi Nurettin Mutlu, AKP’nin devr-i saadetinde mutluluktan uçuyor ve “Şimdi öyle mi? Devletin her kadamesinde büyük bir iyileşme mevcut. Allah’a şükür şimdi tüm kolaylıklar önümüzde” diye övgü düzüyor.
Anayasal ve yasal demokratik dönemde AKP iktidarını mahkûm ettirecek bir itiraf. Şeyh, AKP iktidarının anayasaya ve yasalara aykırı hareket ettiğini itiraf ediyor ki, sözleri cumhuriyet savcıları nezninde ihbar olmaları gerekir.

Tahsil ve terbiye durumu

Mele Ahmet Akkurt medresenin odun sobasıyla ısınan (ayıp değil mi yani?) odasında, 5 medresede İslami eğitim gören 250 öğrencinin okuduğu dersleri sayıyor: Kuran, Hadis, Siyer, Fıkıh, Kelam, Sarf, Nahif ve Mantık.
Artık çağdaş bilimler okutulmuyormuş. Peki ağalar ne zaman okutuyordu ki? İstanbul’daki en büyük medreselerde kısa bir süre matematik, fizik, biyoloji, astronomi falan okutuldu. Sonra tavsadı. İkinci Meşrutiyet’te bu bilgiler tekrar müfredat programına alındılar ama yürümedi.
Şimdi bulunabilir ama kapatılmadan önce Norşin medreselerinde kimya, fizik, geometri, yabancı dil, tarih ve coğrafya okutacak öğretmen mi vardı? Atacaksanız küçük atın bari!
Medrese mezunlarının, şeyhlerin âlimliği İslam diniyle sınırlıdır. O kadar! Kendi kendilerine “âlim” sıfatı veriyorlarsa versinler. Bu ünvanların İslami piyasada bile geçerliği yoktur.
Bu şeyhler aslında dünya cahilidir!
Bu işi meleler ve imamlar halledermişmiş
PKK’ya silah bıraktırmak için başlatılan barış sürecine değinen Şeyh Mutlu şaşırtıcı şeyler söylüyor. Yüksek sesle okuyalım:
“Allah yardımcıları olsun. Allah muvaffak etsin. Başbakan konuşunca bakıyorum, hem İslamiyet’ten, hem insaniyetten anlıyor. İnsanın insana vurması yasaklanmış. Başbakan bunu anlamış olmalı ki şimdi sorunun bitmesi için çabalıyor. Mele ve imamlar toplumsal konularda görüş belirtmekten kaçınıyor. Sorunların bu kadar büyümesinin nedenlerinden biri de budur.Toplumla ilgili, yaşayışla ilgili görüşlerimiz bilinmeli. Kürt sorunu da bunlardan biri. Örgüte silah bıraktırmak için başlatılan sürece medreseler de destek veriyor.”

Dünya cahillerine özgü naif bir konuşma. Her cümlesi dökülüyor. Mele ve imamlar PKK militanlarına ne diyecekler? Bir iki tane Kuran ayeti okuyacaklar, kutsal kitabın insan öldürmeyi yasakladığını söyleyecekler. Bunu duyan PKK militanları da “Yahu babo Kuran’a ayıp etmişiz!” diyecekler, silahları oldukları yere bırakıp Irak’taki kamplarına kaçacaklar.

İnsan öldürmeyi sadece Kuran değil, ondan önce inen Tevrat ve İncil de yasaklıyor. “Öldürmeyeceksin!” 10 Emir’den 6’ncısı oluyor. Hz.Musa ve Hz.İsa’yı bilemem ama eli kılıçlı Hz.Muhammed’in inancını paylaşanların bu konuda pek fazla söz hakkının olmaması gerekir.

İnsan biraz alçak gönüllü olur: Dinden başka bir şey bilmiyorsun, tarih, coğrafya, ekonomi, strateji, uluslararası ilişkiler, sanayi ve teknoloji konusunda bir çakıl taşı kadar bilgin var; ama sen PKK’ya silah bıraktırmak için nasihatçi olmak istiyorsun. Pes doğrusu! (Devam edecek)
Konuyu bu eksen ve bağlamda uzatmanın bir yararı yok artık. Bir süre ara verip “İlmiye Sınıfının Serancamı” başlıklı bir dizi ile konuya bir başka boyutta dönüş yapacağım.
“Medrese Yalanları Üzerine” yazıları için hazırlık yaparken İsmet Berkan’ın 24.03.2013 tarihli Hürriyet gazetesinde yayınlanan “Osmanlı’nın medresesi neden ‘üniversite’ye dönüşmedi?” başlıklı yazısı dikkatimi çekti. Okudum. Okudum okumasına ama Osmanlı’nın medresesinin neden üniversiteye dönüşemediğinin nedenini öğrenemedim. Soruyu soran kendisi, kendi sorduğu soruya çevap ver(e)meyen kendisi.

Malumatfuruşluk
Avrupa’da üniversiteler tıpkı Müslüman ülkelerdeki medreseler gibi ilahiyat (teoloji) okullarıydı. Belli bir tarihten itibaren bu üniversitelerde ya da kolejlerde din dışı laik bilgiler de okutulmaya başlandı. Günümüz Sorbonne Üniversitesi, saraya bağlı bir din adamı olan Robert de Sorbon tarafından, 1253 yılında Paris Üniversitesi’ne bağlı bir teoloji koleji olarak kuruldu.
İsmet Berkan’ın yazdığına göre Galileo Galilei dünyanın güneş etrafında döndüğünü keşfettiği sırada, Padua Üniversitesi de bir teoloji okulu imiş. Sonra, tıpkı Sorbonne gibi, Avrupa’nın öteki üniversiteleri gibi her türlü bilginin araştırıldığı ve öğretildiği yüksek okullara dönüşmüş.
İyi! Bunları herkes yazabilir. Ama Osmanlı medreselerinin neden Padua ve Sorbonne üniversiteleri gibi din egemenliğinin dışına çıkamadığını sorduğunuz zaman buna da cevap getirmeniz gerekir. İsmet Berkan, batıda seküler üniversiteler kurulurken bizde din dışı eğitim kurumlarının kurulabilmesi için Tanzimat’ı, hatta Abdülhamid devrini beklememiz gerektiğini yazıyor. Bunu da herkes yazabilir.

Ben, İsmet Berkan’ın yeni bir bulguymuş gibi sorduğu sorunun yanıtını 25 yıldır yazıyorum: Osmanlı devletinin, Osmanlı Müslüman toplumunun, Osmanlı hukuk ve eğitim sisteminin gelişmemesinin, geri kalmasının, çürümesinin, taşlaşmasının bir tek nedeni vardır: İslam dininin vesayeti, İslam dininin Osmanlı dünyasını hacr altına alması. Avrupa’nın Hıristiyan dünyasında bizzat din adamları dinin vesayet ve hacrine karşı çıkmışlar ve din reformunu gerçekleştirmişlerdir.

İslam dünyasında bu türden girişimlerin bozguna uğramasının üç maddelik tek nedeni vardır:

1. Hazreti Muhammed son peygamberdir.
2. Kuran, vahiyle inen son kutsal kitaptır.
3. Kuran, geçmişin ve geleceğin bütün bilgilerinin kaynağıdır.

Bu üç maddenin panzehiri laik düşüncedir. İslam toplumu bu üç madde yüzünden laikliği kendi içinde üretemez. Bu nedenle, üst yapıdan itibaren, iktidardan halka doğru inmeli ve gelmelidir. Türkiye’de böyle olmuş, ancak tam anlamıyla başarıya ulaşmamıştır.
Alimlerin (!) bu konuda biraz kafa yormaları gerekmiyor mu?
İslam, demokrasiyle uzlaşır diyorlar. Laiklik olmadan demokrasi olmaz. Peki bu iş nasıl olacak?


Edebiyat yazılarımda, Tanzimat ve yeniliklerin Osmanlı’nın donmuş yapısında açtığı gedikler sayesinde edebiyatın da değişmek olanağı bulduğunu yazmışımdır. Edebiyatın yapısıyla toplumun yapısı arasında yakın ilişkiler vardır.
Fırsat çıktığına göre şunları da yazmam farz oldu: İsmet Berkan, Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun ne anlama geldiğini bir türlü anlamamış, günümüzde bazı işlerin gelip bu kanuna tosladığını yazmıştır. Cumhuriyet’in ve devrimlerinin orta direği olan bu kanun hakkında olumlu bir şey yazdığını hatırlamıyorum.
Bu muhterem zat, İmam-hatip okul ve liselerinin de 1950’den itibaren Cumhuriyet karşıtı fesat yuvaları haline getirilmesini de anlamamıştır. İmam-hatip mezunlarının elini kolunu sallayarak istedikleri üniversitenin, istedikleri fakültelerine girmesini engelleyen mevzuatı da mutlaka eleştirmiştir. Köy Enstitüleri için “iyi” düşündüğünü de sanmam. Köy Enstitüleri kapatıldıktan sonra neden imam-hatiplerin önü açılmıştır?

Anlamamak, anlayamamak, bir tür zihinsel yetenek kusurudur. Bildiği halde gerçekleri yazmamak ise bir ahlak ve etik sorunudur.

Öküzün trene bakması

İsmet Berkan ve gibiler tekke ve zaviyelerin yeniden açılmak istendiğini; ailelere evlilik terapisti yerine imamların tavsiye edildiğini; öğrencilerin sınav öncesi türbelere akın ettiklerini duyarlar, bir yerde okurlar. Aralarında bu durumu kınayanlar olur ama bu sapkınlıkların nedeninin karşı devrim olduğunu anlayamazlar, anlasalar da yazmazlar. Örneğin Kırklareli Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Dekanı ve felsefe hocası Prof. Dr. Teoman Duralı’nın Haber 7’ye açıklamalar yapmış.
Konuşmasında medrese tartışmalarına değinen Duralı, “Neden üniversite adını veriyoruz, ‘medrese’ adını koyalım. Fakültelere de ‘mektep’ dersin. Bu medreselerin fakültelerinden biri de ilahiyat olur. Bir tarafta üniversite diğer tarafta medrese ayrımı çok tehlikeli. Bu ülkenin bölünmüşlüğüne son vermek lazım artık” diye konuşmuş.

“Şimdiye kadar bu din eğitimini yasaklamak suretiyle sağlanıyordu şimdi de din ile dünyayı birleştirmek zorundayız. İmam hatiplerin müfredatının genelleştirilip tüm okullara uygulanması gerektiğini savunmuşumdur hep, en başta da askeri okullara. Disiplin, hayatın her alanında gereken bir şey. Askerlik dış disiplinle veriliyor. Din iç disiplini sağlıyor. İç disiplin olmadan dış disiplin bir kabuktur. Müslümanlar da iç disiplin var ama dış disiplinden yoksun. Dış disiplin olmadığı için hercümerç haldeyiz. Müslüman olmayana kendi dininde ders verilir, Alevi vatandaşa da özel müfredat hazırlanır. Ama şart olan şey yetişenin din bilgisiyle donanmış olmasıdır. Bu sadece dindar yetiştirme babında değil, dinsiz olacaksa da niye dinsiz olduğunu bilsin.” (Sol Portal, 11.10.2012)

İsmet Berkan’a bu konuda bir yazı ısmarlasak mı acaba?
2007 seçimlerinden önce nabız tutmak (!) için bir Orta Anadolu kentine gitmiştim. Nabız tutma seanslarından birinde, kentte acilen bir üniversite kurulmasını istediler. Komşu kentteki üniversiteye bağlı bir meslek yüksek okulu varmış ama rektörüyle, dekanıyla, şöyle tam takım üniversite istiyorlardı. İktisadi bakımdan önemliymiş. Öğrenciler gelecek, evler kiraya verilecek, alışveriş canlanacak...
İyi de bu öğrenciler hangi ortamda yaşayacaklardı? Doğru dürüst bir kütüphane yoktu kentte. Adama benzer bir kitapcı, kırtasiyeci bile yoktu. Kitapçı-Oyuncakçı karışımı iki dükkan vardı. Yabancı dilde kitap, gazete ve dergi satan bir yer yoktu. Kızlarla erkekler birlikte gezebilecek miydi?
Üniversitenin olduğu yerde sinema, tiyatro, opera, bale, konser salonu olmalıydı. Kahve, pastane, lokanta da yoktu. Sanki randevu evi sormuşum gibi yüzüme ters ters baktılar.
Dönüşte bunları gazetede yazdım. Ama Almanyalardan bile küfür yedim. Gül gibi memleketlerine iftira etmişim.

Söylemesi ayıp, üniversitenin de, üniversiteli kentin de ne anlama geldiğini biliyorum. Biraz da olsa Sorbonne’da bulundum. Heidelberg’i gördüm.
Dünyada üniversiteler bulundukları yeri etkilerler, Türkiye’de tam tersine, bulundukları yerden üniversiteler etkileniyor. Van’da ya da Kars’ta, Said Nursi seminerlerini kimler düzenliyor?
Kentte düzenlenen bir kongrede Isparta Süleyman Demirel Üniversitesi Rektörü Prof.Dr.Hasan İbicioğlu, materyalizm “İnsan ekonomik hayvandır” dediği için modernizm ve materyalizme karşı çıkmış ve kendi öz değerlerimize sahip olmamızı tavsiye etmiş. (Sol, 04.05.13) Ama bilimsel öz değerlerimizin ne olduğu belli değil.

Yedi gün süren “Medrese Yalanları Üzerine” dizisinden sonra bu yazıyı yazmamın özel bir nedeni yok. Bir rastlantı, ama güzel bir rastlantı.
İslamcı, Cumhuriyet karşıtı üniversite öğretim elemanları adresi belli yuvalardan, adresi belli ekürilerden, adı-sanı belli hocaların yanında yetişmiş ve üniversiteye demir atmıştır. 1960’larda ocak Erzurum Üniversitesi idi. ABD’de Utah ve Princeton, İngiltere’de Exeter Üniversitesi. Bilimsel donanımın hiçbir önemi yoktur. Önemli olan bir kadronun en azından 40 yıl elde tutulması ve yeni gelecekler için sığınacak bir liman, tutunulacak bir el ve etek.
Örneğin, Prof. Dr. Nevzat Yalçıntaş ve Prof. Sebahattin Zaim gibi hocalarının teşviki ve sağladıkları Milli Kültür Vakfı bursu ile 1976-1978 yıllarında Fehmi Koru ve Şükrü Karatepe ile birlikte İngiltere’ye gönderilen Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Exeter Üniversitesi’nde iki yıl eğitim-öğretim görmüş.
Dönüşte Sebahattin Zaim’in daveti ile Sakarya Üniversitesi’nde görev almış.
Doktara tezi, “Türkiye ile İslam Ülkeleri Arasındaki Ekonomik İlişkilerin Gelişimi” başlığını taşıyor. Tez hocası ise Prof. Dr. Nevzat Yalçıntaş! Eski Merkez Bankası Başkanı Durmuş Yılmaz da Abdullah Gül’ün bu üniversitedeki sınıf arkadaşı.

Nereden nereye?

4 Mayıs 2013 tarihli SOL gazetesinde “AKP’nin Şişirdiği Akademi Patladı” başlıklı yazıyı okuyunca aklıma böyle bir yazı yazmak geldi. Aslına bakarsanız konuyu yıllardır biliyordum. Ama adamlar işi iyice azıtmışlar kendi makalelerini yayınlamak için naylon bilim dergileri kurmuşlar.
İslamcı sağın Cumhuriyet üniversitelerini içerden yozlaştırmak dışında bir de kendi paralel üniversitelerini kurmak gibi bir projeleri vardı. Dağa taşa bakkal gibi teneke üniversitelerin açılmasının asıl ve gerçek amacı budur. Ülkeyi üniversiteyle boğmak ve sayı olarak kendilerine gerekli olan öğretim elemanlarını yetiştirmek. Kalitenin hiçbir önemi yoktur. Önemli olan, her alanda, her disiplinde yeterli sayıda doçent ve profesörün el altında bulundurulması.
SOL konuyu şöyle sunuyor: “Türkiye’de sayıları katlanan üniversite ve yeni tip akademisyenler. Yüzlerce niteliksiz makale üretmeye başlamıştır. Balon patlayınca, Türkiye, uluslararası bilim camiasına rezil oldu. Uluslar arası prestijli bilim dergilerini listeleyen kurum, çok sayıda yayın yapan Türkiye’den beş dergiyi listeden attı. AKP, çok sayıda üniversite ve yayın yapmakla övünüyordu.”
Yayınlanan makalelerin iyi olması mümkün olmayan bilimsel kalitelerini bir yana bırakalım, bunları yayınlayan dergiler TÜBİTAK’tan milyonlarca lira destek alıyormuş.
Uyduruk makaleler, uyduruk dergiler, havaya uçan paralar ve bunlar sayesinde edinilen uyduruk akademik ünvanlar. Biliyorsunuz, bu gibiler için ben “Doçentçi” ve “Profesörcü” ünvanları kullanıyorum.
AKP tarikatı için kalitenin değil sayının önemi var. Hedef karşı devrimci bir akademik kadro kurmak ve bilim alanına yıllarca egemen olmak. Bunun için her şey mübah: İntihal utanılacak bir kusur değil. İntihal yapmak bakan olmaya engel değil. Belki daha iyi.


Köy Enstitülerinin göçertilmesi ve yerine İmam-Hatiplerin ikâme edilmesi arasında diyalektik ilişki kuramayanlar 1950’den sonra Türkiye’nin başına gelenleri kesinlikle anlayamazlar. Köy Enstitüleri, özgür ve bağımsız, çağdaş bir birey yaratmayı amaçlıyordu. İmam-hatipler, tam tersine biat eden, bağımlı, güdülebilir ve birey olmayan bir “kişi” yaratmayı amaçladı ve yarattı.

1933’te yapılan Üniversite reformu çağının çağdaşı, meslek sahibi, fikri ve vicdanı hür, cumhuriyetçi ve demokrat bireyler yetiştirmeyi amaçlamıştı.
Türkiye’de 2012 itibariyle 173 üniversite varmış. Bunlardan 107’si devlet üniversitesi, 66’ü vakıf üniversitesi, 7 tanesi de vakıf meslek yüksekokulu imiş.
Ama çoğu Osmanlı’nın medreselerinden beter durumda; epeycesi tarikatların denetiminde. Cumhuriyet üniversitesi olmaktan fersah fersah uzak!
Köy Enstitüleri kapatılmasaydı, AKP gibi bir tarikat partisi asla iktidara gelemezdi!

Hiç yorum yok: