24 May 2013

Türk’ün okumayla imtihanı


Kırkların başında Hasanoğlan Köy Enstitüsü’nü ziyarete gelen Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, enstitünün hayvanlarını güden Hatice’ye azığında olanları sorar: ekmek, peynir, soğan ve bir de kitap vardır. O günlerde yeni yayımlanmış Sofokles’in Antigone’si. İnönü, yanındaki genelkurmay başkanına dönerek şöyle der: “Görüyor musunuz paşam, bu kitap daha yeni çıktı, ben bile okumadım. Ne zaman şehirlerdeki gençlerimizin de azıklarından kitap çıkar, ülkemiz kurtulmuş demektir.”
Yazı kitapta durduğu gibi durmaz. Yoğunlaşmış, amaçlı kılınmış, öğrenme sevgisi dolu insanla buluşunca bire bin veren tohumlara dönüşür. Bunun en iyi örneklerinden biri, Köy Enstitüleri uygulamasıdır. Köy öğretmeni yetiştirmek için ülkenin 21 yöresinde açılan bu okullarda kitaba kavuşan köylü çocuklarından kısa sürede ülke çapında yazarlar yetişmiştir. Kendi de enstitüden yetişmiş Emin Özdemir’in deyişiyle Türk edebiyatının coğrafyasını değiştiren yazarlar. Bütün ülke insanının yaşam kavgası kitaplara işlenmiştir ve kendini kitaplarda gören insanların çocukları adil bir toplum için daha çok okuyarak, daha örgütlü mücadelelerin içine girmişlerdir.
Kısa hasat
Aynı dönemde Milli Eğitim Bakanlığının dünya düşün ve edebiyatını “tercüme” seferberliği başlatılmıştı. Bakanlığın yayınladığı kitaplar, enstitülerde okunuyor, özetleri çıkarılıyor, tartışılıyordu. 1940 yılında İlköğretim Müdürü İsmail Hakkı Tonguç ile Milli Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel’in kurdukları bu verimli öğretim kurumlarının ilk ürünleri egemen sınıfı ürkütmüştür. Bilgiyle buluşan köylü çocukları, yetiştirecekleri öğrencilerle, köyün ve ülkenin çehresini değiştirecek gizilgücü harekete geçirebilir, egemen sınıfın sömürüsüne engel olabilirdi.
Türkiye’yi yönetenlerin en korktukları insan türü okuyan, yazan, haksızlığa boyun eğmeyen insandı. Köy Enstitülerinde bu insanın yetiştiğini dehşetle gördüler. Pakize Türkoğlu’nun, “kısa süren hasat” dediği ilk ürünler yetmişti. 1946 yılında Tonguç ile Hasan Âli görevden alındı, yerlerine, enstitüleri okuma yazmanın soruşturmaya uğratıldığı okullara çeviren bakan ve müdürler getirildi. Eskiden okuyup tartıştığı için ödüllendirilen öğrenciler, şimdi okudukları kitaplardan dolayı sorgulanıyorlardı. Bir liseye öğretmen olarak atanan Tonguç bile bir öğrencisine Silone’nin Fontamara’sını önerdiği için kovuşturmaya uğratılmıştı.
İsyan hali
1938 yılında, kitap okumayı çok seven Harp Okulu öğrencilerinin başına gelenler de bu tabloda yerini buluyordu. Köylü kızı Hatice’nin Antigone okumasını Genelkurmay Başkanına öven İnönü, birkaç yıl önce Nâzım Hikmet, Gorki, Balzac okuyan Harp Okulu öğrencilerini Büyük Şair’le yargılayıp mahkûm ettiklerini unutmuş görünüyordu. A. Kadir “1938 Harp Okulu Olayı ve Nâzım Hikmet” kitabına başlarken, okumanın Harp Okulu’nda “isyan”la eşdeğer görüldüğünü not etmişti.
Gerçeğe kavuşmak için okuyup öğrenme becerisini edinmiş insanlardan kurulu bir toplum egemen sınıfın korkulu rüyasıydı. Böyle bir topluma süreklileşmiş “isyan hali” de diyebiliriz. Köy Enstitülerinde de bu isyanı görmekte gecikmediler. Hızla etkisizleştirip adım adım kapatmaya götürdüler. Onlar kapatılırken, boyuneğen insanın imal edileceği imam hatip okulları da açılmaya başlamıştı.
Bugünlerde, hapishanelere kapatılan Harp Okulu çıkışlı paşalarımızın harıl harıl kitaplar yazmaları, TSK ve ülke gerçeğini aramaya girişmeleri geç kalan bir “isyan” olarak da yorumlanabilir.
Son Güncelleme: Çarşamba, 08 Mayıs 2013 21:03

Hiç yorum yok: