Felsefe doktoru Karl Marx’ın düşünsel ilgi alanına siyasal iktisadın girmesi, Ren Eyalet meclisinde görüşülen “Odun hırsızlığı yasasının” tartışmalarını, yayın yönetmenliğini yürüttüğü gazeteye yazması sürecinde olur. Marx’ın düşünsel çalışmalarının kapitalist toplumun anlaşılmasında ve aşılmasında açtığı büyük çığıra bakarak, orman kanunlarının şaşırtıcı bir başlangıç öğesi olması ilginçtir.
Marx’ın düşünsel gelişiminin ilk uğraklarından birini yansıtan bu makaleleri Cem Çomunoğlu ile Alper Yavuz, çevirerek bizim için bir dipnot olmaktan kurtardılar. İnsancıl’ın birkaç sayısında yayımlanan yazılarda, hukuk eğitimi gören Marx’ın suç, ceza, yasa ve sınıf çıkarları arasındaki ilişkiyi güncel toplumun somut bir uygulamasından yola çıkarak derinlemesine sorguladığını görüyoruz.
Balta ile testere
Marx, mecliste yasa yapan kapitalist sınıfın temsilcilerinin sınıf içgüdülerinin yasa maddelerinin yazımına nasıl yansıdığını ayrıntılı biçimde çözümleyerek, suç ve ceza ilişkisinin sınıflı toplum için nasıl özel mülkiyet önyargılarıyla kurulduğunu gösteriyor. Yasa yazılırken kavramların seçiminde köylülerin hakları sözkonusu olunca vurdumduymaz davranan milletvekilleri, kendi çıkarlarını ilgilendiren konularda ise kuyumcu terazisi gibi duyarlıdırlar. Burjuvazinin henüz devrimci olduğu bir çağda, halkın desteğine gereksinim duyduğu dönemde bile kaçınmadığı bu acımasız ayrımcılık bugün dünyanın bütün meclislerinde temel yöntemdir. Bizde ise, daha da ötedir; egemen sınıfın çıkarlarını kanun diline çeviren “torba yasa” keşfedilmiştir.
Marx, bu ayrımcılığı orman özgülünde şöyle somutluyor: “Meclis devrilmiş odunların toplanması, orman düzenleme kurallarına uymama ve odun hırsızlığı arasında ayırım olduğunu reddetmektedir. (...) Orman düzenlemelerini ihlaller sözkonusu olduğunda eylemin karakterinin belirlenmesini reddederek bu eylemler arasındaki ayrımı inkâr etmekte, ancak orman sahipleri sözkonusu olduğunda bu ayırımı gözetmektedir.” Kurumuş bir ağacı yakmak için ormandan alıp götürenle yaş bir ağacı keserek alanı aynı “hırsız” kategorisine sokmakta ve buna göre cezalandırmakta duraksamayan meclis, orman sahipleriyle ilgili bir konuda yasaya şunu yazmaktadır: “Kerestelik ağaç keskin ağızlı aletlerle kesilir veya balta yerine testere kullanılırsa ağırlaştırılmış durum olarak kabul edilir.”
Marx bu tutumu şöyle eleştirir: “Meclis bu ayırımı onaylar. Kendileriyle ilgili bir sorun sözkonusu olduğunda bir baltayla testereyi dürüst bir biçimde ayırt eden duyarlılık, kendi dışındakilerin sorunları söz konusuysa yere düşmüş odunla canlı ağaç odunu arasında ayırım yapmayı reddederken dürüst değildir.” Bunun sonucu ceza ile adaletin birbirine karışmasıdır.
Torbalı yozlaşma
Torba yasalardan biri, yurtsever aydınları yıllardır hiçbir suçu kanıtlanmaksızın Silivri hapishanesine kapatan ÖGM’lerin adını Terörle Mücadele Mahkemeleri olarak değiştirme inceliğini gösterdi. Yeni yasayla Silivri tutsaklarının tahliye talepleri reddedilirken, 70’li yılların faşist katilleri birer birer hapishaneden serbest bırakıldı. Görülüyor ki, Marx’ın orman kanunlarındaki ayrımcılık çözümlemesi, günümüzde de geçerliliğini sürdürüyor. Toplumda “orman kanunlarının” tek yasa haline getirildiği koşullarda, egemen sınıfın meclis adamları kimi cezalandırıp kimi ödüllendireceğini kuyumcu terazisinde değerlendirecek ölçüde duyarlılar.
Marx aynı yerde Montesquieu’nün şu sözünü aktarıyor: “İki türlü yozlaşma vardır. Birincisi, halkın yasalara uymadığı durumlar, diğeri ise yasaların halkı kötü yola itmesi. Bu ikincisi iyileştirilemez bir hastalıktır çünkü düzelmeyi sağlaması gerekenin kendisi düzeltilmeye muhtaçtır.” Ezilenleri bu kadar horgören çıkarların kanun haline getirildiği günlerde bu sözü not etmekte yarar var. Marx’a ve Montesquieu’ya döndükçe ezilenlerin bayramına yaklaştığımızı daha iyi anlıyoruz.
Yalçın Küçük, Türkiye Üzerine Tezler’in birinci kitabına 1920’de yasalaşan orman kanununun incelemesiyle başlar. “Baltalık Kanunu” olarak adlandırılan bu yasayla kurtuluş savaşını yürüten Meclis, orman köylülerine gereksinimlerini karşılamak üzere belirli büyüklükte ormanı kullanma hakkını vermektedir. Yeni meclisin köylüleri savaşımına katmak için verdiği bu hak köylülerin ormandan özgürce yararlanmasını sağlarken, ormanların tahrip olmasına da kapıyı açmıştır. Kısa süre sonra yasa değiştirilir ve orman köylüsüne verilen alanlar geri alınır. Yeni yasayla köylülerden alınan ormanlar şirketlerin işletmesine açılır. Bu kez tahribat daha acımasız ve kalıcı olacaktır.
Bir kez daha orman kanunlarının öğreticiliğinden sözedebiliriz. Yalçın Küçük açısından orman kanunlarının incelenmesi Cumhuriyetin sınıfsal yapısını çözümlemenin ilk adımlarından biri olmaktadır.
Tür bilinci yoksunu
Marx’ın, Almanya’da henüz Alman burjuva demokratik devriminin gerçekleşmediği koşullarda, Ren eyalet meclisinde görüşülen odun hırsızlığı yasası üzerine incelemeleri, ilgisini iktisadi konulara çekerken, bu incelemelerde bir gazetecinin güncel yaklaşımının ötesine geçen hukuk felsefesi tartışmaları vardır. Marx toplumsal nitelikte olması gereken yasaların, nasıl egemen sınıfın çıkarlarının koruyucusu haline geldiğini tartışırken, hayvan dünyasıyla insan dünyası arasında paralellik kurduğu bir benzetmeye başvurur; feodal toplum henüz hayvanlık aşamasında bir insan dünyasının kurallarıyla yönetilir. Biz bu benzetmeye bugünün emperyalist dünyasını da ekleyebiliriz.
Marx, şöyle yazar: “Dünyanın özgürlüksüz ortamı bu özgürlüksüzlüğü ifade eden yasalara gereksinim duydu. İnsanın yasaları özgürlüğün varlığının bir temsiliyken bu hayvan yasaları özgürlüksüzlüğün varlığının temsilidir. Feodalizm en geniş anlamda dini bir hayvan krallığı, bölünmüş insanlığın dünyasıdır.” Gücü gücü yetene düzeni de diyebileceğimiz bu hayvan krallığında orman kanunları geçerlidir. Hayvan dünyasında türler arasında bir savaşım vardır; hiç olmazsa aynı türün bireyleri birbirlerini yok etmezler. Eşitsiz toplumlar ise birbirine düşman sınıflar, deyim yerindeyse, alt insan türleri yaratmıştır. Tür bilinci olmayan tek hayvan insandır dense yeridir.
Marx benzetmesini şöyle sürdürür: “Benzer şekilde feodalizmde bir tür diğerinin harcanması karşılığında beslenir. Birçok koluyla dünyanın nimetlerini toplayarak daha yüksek seviyelere gelmeye çalışır. Oysa doğal hayvan krallıklarında işçi arılar çalışmayan erkek arıları öldürür. Dini hayvan krallıklarında ise erkek arılar, işçi arıları çalıştırarak öldürür. Ayrıcalıklı sınıflar yasal adaletten kendi geleneksel alışkanlıklarını talep ettiklerinde adaletin insani içeriğini değil, hayvansal biçimini isterler.” Marx, toplumun biliminin zooloji, hayvan bilimiyle benzeştiği koşulların incelemesini yazarken, aynı dönemde, Balzac da bu incelemeyi romanla yapmaya girişmişti.
Korkaklığın karakteristik özelliği
“Çıkarların küçük, katı, cimri ve bencil ruhu yalnızca bir noktayı görür.” diye yazar Marx. Bugünün küçük burjuva kalemşorlarını anlamak için ipucudur ve günümüz yasama dünyasını pek iyi anlatan şu saptamayı yapar: “Zalimlik, korkaklığın zorla kabul ettirdiği yasaların karakteristik özelliğidir çünkü korkaklık ancak zalim olursa enerjik olabilir. Buna karşın kişisel çıkarlar her zaman korkakçadır çünkü kalbi, ruhu, her zaman burkulup zedelenebilen bir dış nesnedir. Üstelik kalbi ve ruhunu kaybetme tehlikesi karşısında kim titrememiştir? Üstün özü insan olmayan, yabancı malzemeden bir öz ise bencil yasa koyucu nasıl insan olabilir?”
Çevrenize şöyle bir bakın. Gazetelerdeki haberlere göz atın yeter. Yaşamı zalimliğin esir aldığını göreceksiniz. Kalbi nasırlı egemenlerin bencil çıkarları uğruna yasaları, memurları, kalemli hizmetlileri eliyle kurdukları bir hayvan krallığında mı yaşıyoruz?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder