6 May 2014

Din Dili ve Hermeneutik

Din dili, her toplum ve inanç biçimi için hep bir problem olmuştur. Hikâyeler, misaller, anlaşılamayan şifreler…

Bilinen en eski dinlerden olan Brahmanizm’in sayısız kutsal metni mevcuttur. On binlerce varak, yüz binlerce cümle… İyi bir Brahman bu metinleri ezbere bilir. Karşılığında bir ömür… Sıradan bir Hindu’nun bu metinleri okuyabilmesi, okuyabilse bile anlayabilmesi mümkün değildir. O kadar karışık ve çetrefillidirler ki, anlamadan iman etmek en kolayıdır. Zaten Hindular da böyle yaparlar. İman ederler. Kast’a da, Reenkarnasyon’a da, ineğin kutsiyetine de…

Yahudilerde de durum farklı değildir. Kutsal metinler, Hinduizm’de olduğu kadar olmasa da, anlam yönüyle oldukça kapalıdır. Anlamak için ömür vermek gerekir. Misaller, teşbihler, menkıbeler… Bir Yahudi, kutsal kitapları olan Tevrat’ı okumaz. Zira Tevrat’ı anlayacak seviyede değildir. Üst düzey Rabbiler ne derse ona iman eder, onların kutsal metinlere dair tefsirlerini okur. Neden Adonay’ın bu kadar öfkeli olduğunu, sürekli ceza verdiğini, kendilerini seçmiş olmasına rağmen tarih boyu neden hep ezilen olduklarını sormaz. İman ederler…

Hıristiyanlar ise daha zavallıdırlar bu konuda. İncili okuyabilirler ama anlayabilmeleri için kiliseye muhtaçtırlar. Kilise babaları olmaksızın ne doğabilirler, ne evlenebilirler, ne de ölebilirler… İyi bir Rahip olmak için 15-20 yıl eğitim almak gerekir. İzahlar, detaylar, bitimsiz yorumlar… İsa Aramca konuşmuştur ama en eski kutsal metinler nedense hep Latincedir. Yani papaz değilseniz anlayamazsınız. Zaten anlayamayasınız diye Latincedir. Kötülük neden var? Âdem’in günahını 21. Yüzyılda niçin ben çekmek zorundayım? Tanrı neden eziyet çekme ihtiyacı hissetti? Sorma! İman et! En değerli ve kolay olanı bu…

İslam bu dinler içerisindeki en genç olanı. Hiç değilse peygamberinin var olup olmadığı tartışılmıyor. Dili Arapça. Ama durun bakalım. Arapça dediysek öyle her Arapça bilenin anlayabileceği bir Arapça değil. En az 15-20 yıl Arap dili eğitimi almalısınız. Öyle ki, Türkiye’de 20 yıl Arapça eğitimi alan bir medreseli Mısır’a gittiğinde, bir taksiciye adres sorarken o kadar ağdalı bir Arapça ile konuşuyor ki Taksici, “sadakallahul azim” diyor bizim mollanın ayet okuduğunu zannederek. Müteşabihat, kapalı anlamlar, şerhler… Sormuyor veya soramıyor Allah Arapça dışında bir dil bilmiyor mu ki ibadet dili Arapça? Madem Arapça bu kadar önemli neden hepimizi Arap yaratmadı? Şeytan niye var? İbadet nedir? Tanrı ne ister? Âlimler ne derse iman etmeli, vesselam…

Din Müessesesi, din dilinin anlaşılmazlığı üzerine kuruludur. Din dili anlaşılmaz olmalıdır ki şerhe ve şarihe muhtaç olsun. Sıradan insan Tanrının ne dediğini anlamamalıdır. Eğer metin, Brahman metinleri gibi karmakarışıksa halk zaten istese de anlayamaz. Ama İncil veya Kuran gibi çoğu anlaşılır metinlerse eğer, operasyon gerekir. Küçük dokunuşlarla, yer değiştirmelerle, yazım kurallarıyla işi anlaşılmaz hale getirebilirsiniz. Hele hermeneutik denen, dini ifadelerin yorumlanma sanatı devreye girince apayrı uzmanlıklar ortaya çıkar. Bu ayet nasıl telaffuz edilir? Bu kelime hangi manada kullanılmıştır? Bu ayette muradı ilahi nedir? Filanca ayet nasıl anlaşılmalıdır? Dinlerin literatürlerine bir insan ömründe vakıf olmak mümkün değildir. Bu sebeple sıradan insan dini metinleri anlayamaz, ne zamanı ne şartları elvermez buna. Bu durumda ahrette cennete gitmek için din adamları gerekli olur. İnsanlar, özellikle de en yoksullar, bu “din adamlığı müessesesi” için varlarını yoklarını seferber ederler.

Peki, dinlerin kurucusu gerçekten Tanrı ise, neden anlaşılmak istemiyor? Sıradan insanların kendisine inanmasını istiyor ama onların anlayamayacağı metinler gönderiyor. Neden, ne demek istediğini düz bir şekilde söylemiyor? Ne demek istediğini anlamak için ömür boyu gereksiz ve bitimsiz metinler okunmak ve hatta ezberlenmek zorunda? Bunca emek verilse dahi, gene muradı ilahinin ne olduğu konusunda bir ittihat yok. İnananlar zar atan zavallılar gibi, birini doğru kabul ediyor ve bekliyor. Hadi sadece semitik dinleri kabul edelim. Üç semavi din, yüzlerce mezhep, binlerce yol… Hangisi cehennemde barbekü olmamızı engelleyecek? En kötüsü, her bir din adamı, kendi yorumuna iman etmeyenlerin azaba duçar olacağı tehdidini de boş geçmiyor. En acısı ise biz hiçbirinin ne dediğini anlamıyoruz.

Garantici kalabalıklar “iman et, bak dalgana” anlayışıyla rahatlar. Ya hakikat? Hakikate talip olan ne yapacak?

Aslında Tanrı anlaşılmak istiyor. Ama O anlaşıldığında din adamları işsiz kalacağından, kutsal adamlar onu anlaşılmaz hale getiriyorlar. Her daim onlara muhtaç olabilmemiz için. Her insan gibi bağırsaklarında pislikle dolaşan insanlara Tanrısal payeler biçmemiz, önlerinde eğilmemiz, ellerini eteklerini öpmemiz için. Karıştırdıkça karıştırıyorlar Tanrıya ait ne varsa. Eğip-büküp, tahrif edip, çelişkilerle yoğurup, zihni kusmuklarıyla pişirdikleri din lapasını yemeye mecbur bırakıyorlar insanları. İnsanlar Tanrının bir dile, bir dil izahçısına muhtaç olmayacak kadar apaçık olduğunu anladıklarında bunca, insanların sırtından geçinen din adamlarını kim besleyecek? Toplum içindeki o ayrıcalıklı statülerini hangi doktrin sağlayacak? İnsanlık tarihi boyunca Tanrılar, dinler, kitaplar değişti. Değişmeyen tek şey Tanrı adına söz söyleyenler topluluğu. Kendilerine bile fayda veremeyen putlar gibi duruyorlar öylece binlerce yıldır.

Oysa aydınlanma çağında bir kısım akıllı adam, kutsal labirentlerde kaybolmak yerine direk Tanrıyla konuşmayı seçtiler. Onun var ettiği her nesnede onu temaşa ederek. Hakikati, çürümüş parşömenlerde değil de, açan taç yapraklarda, Nebulalarda, insan denen âlemin, hücre denen gezegenlerinde dolaşarak buldular. Bir yol açtılar…

Artık Tanrı peygamber göndermiyor. Kitap yollamıyor… Direk konuşuyor… Bilim adamlarına vahyediyor hakikatin sırlarını iki kere iki dört edercesine…

Komik olan şu ki, bu yeni peygamberlerin çoğu, dinlerin önlerine koyduğu lapayı yemiyorlar. İnkâr ediyorlar. Her ne kadar Tanrı nefesiyle meşgul bilim insanları, bir Tanrının var olduğuna inanmasalar da, Tanrı onlar aracılığıyla varlığını insanlara serimliyor. Peygamberlerin kendi dönemlerinde mücadele ettikleri din adamlarıyla, bu çağda bilim insanları mücadele ediyor. Varoluşun nedenselliğini bir gün çözeceksek, bunu manastır yosunları sayesinde değil, akıl ve ışık savaşçıları sayesinde çözeceğiz.

Dinlere göre bu adamlar kâfirler. Gerçi hangi peygambere kâfir denmedi ki? Ama başta bu insanları kâfir ilan edenler olmak üzere tüm insanlık, son üç yüz yıldır bu kâfirlerin tedavilerine uyuyor, onların keşifleriyle ve icatlarıyla hayatlarımızı kolaylaştırıyoruz. En önde gelen din adamları bile paralarını kâfir bankalara emanet ediyor, tedavi olmak için kâfir tıp merkezlerine gidiyor, seyahat ederken kâfir icadı araçlara biniyorlar.

Belki de Tanrının muradının ne olduğunu anlayabilmemiz için, Kurosawa gibi objektiflerimizi göğe tutmamız gerekecek. Direk Tanrıya ve onun nefesiyle var olmuş Kozmoz’a.
Ortaçağ boyunca kilise babaları Tanrıyı temsilen hayatı kontrol ediyorlardı. Ancak biryanıyla Tanrının temsilcisi olan bu adamlar, doğal olarak insana ait tüm zaaflarla da doluydular. Kalplerinde var olan ama yüzlerindeki din maskesi ile örttükleri her türden hırs, arzu ve kin, çobanlık ettikleri insanlar üzerine bir zulüm sisi olarak çökmüştü. Bir insanın, insan olmaktan öte anlam kazanmış olması yanılgısıydı bu. İnsan ama Tanrı gibi…

Din adamları, yerel Tanrılar olan krallarla işbirliği içerisinde eğitimsiz ama imanlı kitleleri son kuruşlarına kadar sömürünce, geriye en son kalan canlarına göz diktiler. İmanlı kalabalıkları, anlamadıkları bir dilde ettikleri dualarla ölüme gönderdiler. Haçlı seferleri, koskoca bir kıtanın, Tanrı adına çıldırışının beklide ilk örneğiydi. Hem Müslümanlar, hem Hıristiyanlar yüz yıllarca birbirlerini katlettiler Tanrıyı memnun etme adına. “Öldürmek niçin bir ibadet olsundu?” sormadan…

Bu meyanda kimse kalkıp ta, “İnsanlar birkaç din adamına kızıp Tanrıyı mahkûm edeceklerine kendileri dini öğrenip uygulasalardı” diyemez. Zira insanların kilise babaları olmaksızın Tanrıya ulaşa bilmeleri olanaksızdı. Sıradan insan bırakın kutsal metinleri okuyup yorumlamayı, din adamları olmaksızın ne doğabiliyor, ne evlenebiliyor, ne de ölebiliyordu. Affetme dâhil, her türlü Tanrısal yetki kilise babalarına aitti. Bu halin en önemli sebebi dinin diliydi. Kutsal metinler Latinceydi ve o Latinceyi anlayıp yorumlamak ile ilgili eğitimi sadece manastırlarda alabiliyordu insanlar. Yani sistem kendini koruyacak mekanizmaları da oluşturmuştu. Dolayısıyla matematik öğretmenine gıcık olup matematikten nefret eden çocuk gibi, insanlar kiliseden ve onun temsil ettiği Tanrıdan da nefret eder hale geldiler. Nietzsche’nin “Deccal”ine baktığınızda, bu birikmiş öfkenin Tanrıya uzanan yolculuğuna tanık olursunuz.

Tanrıyla olan ilişkide, insanın gönlünden başka hiçbir merci tanımama misyonu ile gelen İslam dini, peygamberinin ölümüne müteakip bedeviyetin verdiği sadeliği, medeni toplumların şaşaasına feda edip, kurumsallaşan dini yapılara öykündü. Din dili öyle bir hal aldı ki, Araplar dahi o metinleri anlayamaz hale geldiler. Kuranı anlamak için 15-20 yıl boyunca medreselerde eğitim almak gerekiyordu. Kuran, onu açıklayan tefsirler, o tefsirlere yazılmış şerhler, o şerhleri destekleyen daha on binlerce kitap. Doğal olarak dine dair kisveler, organizasyonlar ve kurumlar, tıpkı Hıristiyanlıkta olduğu gibi bir sınıf oluşturdu. Anlayacağınız, İmam Ali’nin dediği gibi “ilim bir nokta idi ve cahiller onu çoğaltmıştı”… Bunca “ilim” ile uğraşmak, özellikle İslam ile yeni tanışmış olan göçebe Türkler için imkânsızdı. O yüzden, yerleşik insana ait olan “okulluluk” yoksunu Türkler, kendilerine dini öğreten adamlara iman ettiler. Anlamadıkları bir din adına Ortadünya’ya gönderilen Cermen yığınları gibi Türkler de kılıç elde, cihat fisebilillah fütuhata yollandılar.

Anadolu İslam anlayışında, özellikle Bektaşiliğin, uzunca bir süre din kurumlarıyla mücadelesi olmakla birlikte, iktidarın halkı yönetme erklerinden olan ulema, her zaman baskın gelmeyi başardı.

Endülüs güneşi batıp, yerine Avrupa’dan yeni huzmeler belirince işler değişti. Akıl sahibi insanlar, Tanrı gibi günahları bağışlayan din adamlarının aynı zamanda para çalan, zina eden, hırsları ve tutkuları için çekinmeden yalan söyleyen kişiler olduğunu görünce, yani Tanrısal nitelikler yükledikleri kişilerin düpedüz insan olduklarını fark edince, dine ve dinin sahibi olan Tanrıya olan güvenlerini de yitirdiler. Sadece din adamlarından değil temsil ettikleri değerlerden de soğumaya başladılar ve bu soğuma zamanla nefrete dönüştü.

Aydınlanmacı filozoflarda karşılaştığımız teolojik nefretin psikolojik temelleri biraz eşelendiğinde engizisyonun işkence fantezileri, Vatikan entrikaları ve bitmek bilmez hasenat talepleri ile karşılaşılacaktır. Tanrı, din adamlarının “Tanrının adıyla” zulmetmesine izin vermişti ve böyle bir Tanrı, Tanrı olamazdı. Avrupa aklı dinsizleşiyor ve dinsizleştikçe Tanrıya yakınlaşıyordu. Din adamlarına inanan toplumlar, Tanrıya inananlar karşısında aciz kalıyorlardı.

Din adamları yok olacaklarını anlayınca yeni stratejiler geliştirdiler. Sert suratları gülümsemeye başladı. Pazarladıkları Tanrı da gün günden hümanist bir yapıya büründü.

Artık azapla korkutma, yerini sevgi mesajlarına bırakmış ve din dili kendisini her dile tercüme etmişti. Ancak bir sorun vardı. Anlaşılmazlık ilkesi nasıl sağlanacaktı?

Hermeneutik, can simidi gibi yetişti imdadına Rahiplerin. Her ayete deruni anlamlar, yorumlar, gizemler eklenmek suretiyle egzotik bir tiryak geliştirildi. En basit söylemlere bile deruni, mistik açıklamalar eklendi. Yani aklın başkaldırısı karşısında ruhban sınıfı evrim geçirdi.

Farklı dinlerin din adamları, ortak düşmanları saydıkları aklı ve bilimi alt edebilmek için savaş baltalarını gömdüler. Dinler arası diyaloglar başladı. Zira din çarşısı kapanırsa, tüm dükkânlar iflas edecekti. İslamcıların 80’lerin başlarında çıkardıkları dergilerin tamamının Vatikan destekli veya menşeli olması bir tesadüfün değil, zorunlu evliliğin kanıtıdır. Bilim ve aklın karşısına daha hümanist bir dil yerleştirildi.

Ülkemize de hemen ihraç edildi bu dil. Mevlana ve Yunus, zamanında zındık kabul edilmişken birden yeni İslam’ın dili olarak vitrine konuldu. Atatürk devriminin din sınıfını kaldırıp, Allah ile insan arasındaki aracısız ilişkiyi tesis etme çabası da, maalesef, günlük siyasi çıkarlar sebebiyle bir kenara itildi. “Tek tek insanları ikna etmektense, insanların iman ettiği bir kişiyi ikna etmek” şeklinde bir demokrasi, pragmatik Türk siyasetçileri için bulunmaz bir madendi ve teşvik edildi.

Seksenli yıllarda kapitalizmin vahşi yüzüyle karşılaşan Anadolu insanı metropollere yığılıyor ve refleks olarak çocuklarını, kapitalizmin uyuşturucu, fuhuş, kumar vs. gibi ağlarına kaptırma korkusuyla sığınacak limanlar arıyorlardı. Bu durumu fırsat bilen din adamları organize olmaya başladılar. Yerel ve ananevi tarikatlar ya yok oldu, ya da holdingleştiler. Yeni cemaatler kuruldu. Artık eğitimsiz ama mazbut Anadolu insanı için yeni bir aidiyet (asabiye) hâsıl olmuştu. Komşu ile olan dostluk, cemaat kardeşliğine yöneldi. Akraba ile olan yardımlaşma, cemaat fertleri ile sınırlandırıldı. Kocaman şehirlerde, kapalı klanlar halinde dindarcılık oynanmaya başlandı.

Cemaatlerin tıpkı kiliselerde olduğu gibi vekilleri, ağabeyleri veya halife adı verilen babaları vardı. Bu cemaatlerin ne dilleri, ne ritüelleri alışılagelen İslam anlayışıyla örtüşmüyordu. Bu topraklarda sanki insanlar yeni Müslüman oluyorlarmışçasına bir “Müslümanlık” yaşanmaya başlandı. Evrim geçiren din, elbette ki yeni bir din dili de oluşturmuştu. Öncesini anlayamayan halk, bu yeni dinin dilini hiç anlayamadı.

Alışageldiği gibi iman edip geçti. Devletin resmi kurumları bu bağlamda halkı bilinçlendirmek yerine, küçük menfaatleriyle o kadar meşguldüler ki, insanların, “din” adına gene insanlara iman ettiklerini fark edemediler. Fark edenler ise ya fildişi kulelerinden tenezzül edip bir şey yapamadı veya yaptıkları, üzerinde düşünülmeden, acelece ve günü kurtarma adına yapılan hareketler olduğundan, dini cemaatlerin ikna argümanlarına destek oldu. “Tanrı karşıtlığı” damgasını yiyiverdiler.

Sonuç, Mine Kırıkkanat’ın son kitabında söylediği gibi, tekerrür eden Ortaçağ…

Tanrıyı anlamak için zihnin özgür olması şarttır. İnsanların, bu yeni aidiyetlerine olan imanlarını sarsmadan özgür olabilmelerinin imkanı yoktur. Yeni dinin dili, ahreti garanti etmekle kalmayıp dünya için de zevk ve hazlarla donatılmış bir yaşam vaat ediyor. Bu günkü din adamları kurumlarını ve koltuklarını kaptırmama adına her türlü erdemden, ahlaktan ve kutsallıktan feragat etmişlerdir. Dilleri, var olabilmek adına, her ilkeyi reddeder hale gelmiştir. Erdem, ahlak, hikmet vs… Hepsi yorumlanabilir ve değiştirilebilir bir hal almıştır. Ortaçağda yaşayan bir din adamının “şeytani” bulacağı her fiil, bir din adamının eteğine yapıştığınız taktirde meşru görülüyor günümüzde. Kendilerini, hem dünya içerisinde bir bütüne ait gören ve bundan nemalanan, hem de ahret necatı beklentisiyle huzurlu hisseden kitlelere, “Taptıklarınız yalandır” demekten ve buna ikna etmekten başka çaremiz yoktur. Peygamberlere özgü bir çaba ile…

Bu sebepledir ki, peygamberlere özgü bir çaba verenlerin, peygamber ahlakıyla donanmış olmaları şarttır. Kesin ve sağlam bir ahlakla donanmamış kimseler, “din” adamlarının tezgâhındaki Tanrıyı kaldıramayacaklardır. Din adamları ve sundukları karşısında durabilmenin yegane yoludur bu. Sahtekarların karşısına, bizden olan sahtekarları çıkarmakla, sahtekarlık mefhumuyla mücadele edeceğini sananlar, aldanmışların ta kendileridirler. Ayrıca insanları ve inançlarını aşağılamak ta aydın tavrı olamaz.

Yapılması gereken, din adamlarının anlaşılmazlık üzerine inşa ettikleri yapının anlaşılır kılınmasıdır. Bu filmin kamera arkası görüntülerini yayınlamaktır. Teker teker her bir gönlü, tutarsızlıklar üzerine kurulu ön kabullerinden kurtarıp, özgür kılmaktır.

İnsanların, yüksek ahlak sahibi bireyler olunabilmesi için cübbe giymiş olmalarının gerekli olmadığını anlamaları için… Tanrıya yakın olmanın, kiliseye veya camiye yaptığı bağışın miktarıyla orantılı olmadığını anlamaları için… Tanrının, hiçbir kurumun veya zümrenin tekelinde olamayacak kadar sonsuz olduğunu anlayabilmeleri için… Tanrının, hiç kimseye, kendi adına söz söyleme ve hüküm verme hakkını vermediğini bilebilmeleri için… Putların sahte, Tanrının ise hakikat olduğunu haykırmak için…


Keşke dememek için…

Din dilinin anlaşılmazlığı üzerine yazdığım yazıları keyifli bir son ile bitirmek isterken, aklıma Kadı Beydavî’nin, “Envaru't Tenzîl ve Esraru't Te'vil” (tenzilin nurları ve tevilin esrarları) adlı klasik eseri geldi.

Zamanın birinde bir kadın, çocuğunun sürekli ağlayıp, uyumamasından şikâyet ediyormuş. Öyle ki, komşular bile hiç uyumayıp, sürekli ağlayan bu bebekten bizar olmuşlar. Zavallı kadın ne yapacağını bilmez bir halde şehrin medresesinin yolunu tutmuş. Medresenin müderrisine varıp halini arz etmiş. “Hocam! Çocuğum günlerdir uyumuyor, bitap düştüm, ne olur bir muska yazın veya bebeğime okuyup üfleyin de, bir gece olsun gözüme uyku girsin”. Müderris efendi hemen talebelerinden birine seslenmiş, “evladım! Bana Beydavî tefsirini getirin!” Talebeler hemen tefsir kitabını getirmişler. Müderris, kitabı rastgele açmış ve bebeğin yüzüne doğru tutmuş. Bir süre afal afal kitabın sayfalarına bakan bebek, birden mayışmış ve minik kafası annesinin göğsüne düşüvermiş. Mışıl mışıl uyumaya başlamış. Kadın hayretler içerisinde bir sürü dua ve teşekkür cümleleri ardından, bu mucizenin nasıl olabildiğini sormuş müderris efendiye. Müderris cevap vermiş; “Kızım! Ben ömrümü ilme verdim. Binlerce kitap okudum. Ancak ne zaman bu Beydavî’yi açsam, iki satır ya okurum ya okuyamam, hemen üstüme bir ağırlık çöker, uykuya dalarım. Sen, bebek uyumuyor deyince, beni uyutan bu kitabın, bebeği de uyutacağını düşündüm ki, haklı da çıktım.”

Beydavî tefsiri, apaçık olduğu söylenen Kuran için yazılmış, yüzlerce “anlaşılamaz açıklama”nın başında gelen tefsirlerdendir. Arap diline hâkim âlimler bile birçok yerini anlayamaz. Arapça bilmeyenler için söyleyeyim, Beydavî’yi okurken, Orhan Pamuk’un romanlarını okurken ki hisse kapılırsınız. Anlaşılmazlığı deruni içeriğinden çok, anlaşılmaması kastıyla yazılmış olmasından kaynaklanır. Geçtiğimiz yıllarda eksik ve sansürlenmiş olarak günümüz Türkçesine de çevrildi. “Sansürlenmiş” diyorum, zira günümüz “ulemasında”, “halkın anlaya bileceği seviye” veya “kafaları karıştırmama” gibi şamandıralar mevcut. Zaten anlaşılamaz, uydurma rivayetler, israiliyât denen söylenceler ve akıl ve bilim dışı bilgilerle dolu bu eserleri, bir de konjonktüre uygun hale getirme çabası var. Bu nedenle olmalı ki, tercüme edenler bazı yerleri olduğu gibi bırakmış, bazı yerleri de, anlaşılmasını istedikleri veçhile “terceme” etmişler, muhtasar olarak.

Osmanlı ulemasının başucu kitabı, saray derslerinin vazgeçilmezi olan Beydavî için şerh üstüne şerh kaleme alınmıştır. Avrupa aklı bilim felsefesi ile uğraşırken, Dekart’lar, Newton’lar, A. Pope’lar çığır açarken hem de… Osmanlı uleması, Beydavî ve familyasını anlamak için verdiği mesainin yarısını, Allah’ı anlamak için harcasaydı, bir kurtuluş savaşı vermek zorunda kalmayacaktık beklide…


Bir şey kaçırmayın! sosyal ağlardan bizi izleyin...

Hiç yorum yok: