Atatürk düşmanlarının öteden beri Atatürk’e saldırmak için
kullandıkları en önemli yöntem, Atatürk’ün “dinsiz” olduğu ve “dindarlara baskı
yaptığı” şeklindeki yalanı durmadan tekrarlamaktır. Yokluk ve yoksulluk
içindeki bir toplumla önce emperyalizmi dize getiren sonra da çağdaş bir ulus
yaratan Atatürk’ün, “onunla Allah arasında” kalması gereken din-inanç
konusundaki tutumuna göre değerlendirilmesi, (gerçekten inanlar için
söylüyorum) her şeyden önce günahtır! Çünkü din, Atatürk’ün de dediği gibi,
“Allah ile kul arasındaki bağlılıktır”. Atatürk'ün inanıp inanmadığı, az yada
çok inandığı kişisel bir tercih olduğundan sadece Atatürk'ü ilgilendirir, ancak
"Atatürk'ün din düşmanı olduğu ve dindarlara baskı yaptığı" iddiası
herkesi ilgilendirir, bu nedenle de üzerinde durulması gerekir.
ATATÜRK'Ü "DİNSİZ" OLARAK GÖSTERMENİN DIŞ AYAKLARI
DA VAR
Atatürk'ün "dinsiz" gösterilerek Müslüman Türk
insanının gözünden ve gönlünden düşürülmesi projesinin dış ayakları da vardır.
Üstelik bu proje daha Atatürk'ün sağlığında başlamıştır. Örneğin,‘Alman asıllı
Ortadoğu uzmanı Kurt Ziemke, 1930 yılında ‘Die Neu Türkei’ (Yeni Türkiye)
adında bir kitap yayımlamıştır. Bu kitapta Almanya’nın Türkiye’ye yönelik
uygulaması gereken politika ve stratejisi anlatılmaktadır. Bu strateji ve
politikalara göre: ‘İngilizler Musul’da hedeflerine ulaşmak için bir yandan
Türkiye’deki ayrılıkçı hareketlere destek verirken bir yandan Kemalist akımın
yayılmasını engelleyecek önlemlere başvurmuşlardır.Yapılması gereken Kemalist
Cumhuriyetin hem din düşmanı, hem de Kürt düşmanı olduğu temasını ortaya atıp
işlemektir.’ Ziemke'nin bu projesi doğrultusunda dış ve iç Türkiye Cumhuriyeti
düşmanları "dinsiz Atatürk" propagandasına 1930'larda başlamışlardır.
Atatürk'ün hayatı incelendiğinde onun hayatının hiçbir
döneminde hiçbir dine ve hiçbir din mensubuna kötü gözle bakmadığı, hangi
dinden olursa olsun bütün dindarlara saygıyla yaklaştığı, hiçbir din mensubuna
baskı yapmadığı görülecektir. Nitekim Atatürk, "Her türlü düşünceye ve
inanışa saygılıyız" diyerek laiklik ilkesini hayata geçirmiştir.
Atatürk’ün anladığı laiklik her şeyden önce dine ve dindara saygıdır. Aynı
şekilde dinsizliğe ve dinsize de saygıdır. Yani düşünce ve inanç özgürlüğüdür.
Öteden beri Atatürk düşmanları, Atatürk’ü Müslüman-Türk
milletinin gözünden düşürmek için Atatürk’e “dinsiz” diye iftira atmışlar, genç
nesilleri bu çirkin iftirayla zehirlemişlerdir. İşin asıl şaşırtıcı tarafı,
kendisini "Atatürkçü" diye adlandıran bazı çevrelerin de Atatürk'ü
yüceltmek adına onu "dinsiz" diye adlandırmış olmalarıdır. Yani, bir
grup "aşağılamak" için, bir başka grup ise "yüceltmek" için
Atatürk'ün "dinsiz" olduğunu iddia etmiştir. Gerçek şu ki hiçbir
konuda anlaşamayan din istismarcıları ile Atatürk istismarcıları
"Atatürk’ün dinsizliği" noktasında anlaşmıştır. Örneğin, bugün
Türkiye’de Atatürk'ün "dinsiz olmadığını" iddia edenler, hem Atatürk
düşmanı yobaz din istismarcılarının hem de sözde Atatürkçü Atatürk
istismarcılarının saldırısına uğramaktadır. Din istismarcısı Atatürk
düşmanlarının ve Atatürk istismarcısı söze Atatürkçülerin Atatürk’e yönelik bu
asılsız iddialarına yanıt vermek için 15 yıllık bir çalışmayla 1153 sayfalık
“Atatürk İle Allah Arasında” adlı bir kitap yazdım. Bu kitabımda Atatürk’ün din
anlayışını, doğumundan ölümüne kadar çok ayrıntılı bir şekilde belgelere dayalı
olarak inceledim. Neredeyse bütün arşivlere girdim, yerli yabancı bütün
kaynakları taradım ve 15 yıllık çalışmalarının sonunda Atatürk’ün bu ülkeye
gelmiş geçmiş en bilinçli ve en gerçek inananlardan biri olduğunu gördüm.
Araştırmalarım sonunda; Atatürk’ün inancını kendi içinde yaşayan, toplumun her
şeyden önce dinini anlamasını isteyen, bunun için de bir Dinde Öze Dönüş
Projesi geliştiren, din istismarıyla ve yobazlıkla savaşan, başka inançlara
saygı duyan "kendince samimi bir dindar" olduğunu gördüm.
ATATÜRK VE DİN
Atatürk’ün nasıl "gerçek bir dindar" olduğunu bu
makalenin sınırları içinde bütün boyutlarıyla özetlemek neredeyse imkânsızdır.
Ancak yine de birkaç başlık altında onun kendine özgü dindarlığını şöyle
özetlemek mümkündür:
Atatürk, daha 7 yaşında annesi Zübeyde Hanım’ın isteği ile Kuran-ı Kerim’i hatmetmiştir. 8 Yaşında Kuran’ın tamamını ezbere okuyabilmektedir. (Atatürk bu gerçeği 1927 yılında Ankara'da ABD Büyükeçlisine açıklamıştır.) Atatürk, daha çocukluk yıllarında Selanik’te Mevlevi-Bektaşi tekkelerine giderek ayinlere katılmıştır. (F. Rıfkı Atay "Çankaya” da bu konuda bilgi vermektedir). Atatürk, Çanakkale Savaşı yıllarında yakın dostlarına, arkadaşlarına yazdığı mektuplarda Allah’a olan inancını dile getirmiş ve “Allah’ın inayeti sayesinde” bu savaşı kazanacaklarını belirtmiştir. Atatürk, Kurtuluş Savaşı yıllarında camilere, cem evlerine gitmiş, cuma namazlarını kılmış, cami minberine çıkıp “Allah birdir, şanı büyüktür” diye başlayan Hz. Peygamber’den övgüyle söz eden bir hutbe vermiş, TBMM’yi tekbir ve dualarla açtırmıştır. I. TBMM’de girişte hep bir hafıza Kuran okutmuştur. Aynı şekilde Cumhuriyet döneminde Topkapı Sarayı’nda Kuran okutma geleneğini sürdürmüştür. Atatürk, özel hayatında fırsat buldukça Kuran okumuş veya Kuran okutup dinlemiştir. Özellikle özel hafızı Hafız Yaşar Okur’a Kuran okutmuştur. Atatürk zaman zaman da manevi kızlarından Nebile’ye ezan ve Kuran okutup dinlemiştir. Atatürk’ün en yakın arkadaşı Fevzi Paşa ve annesi Zübeyde Hanım beş vakit namazlarını kılan, İsmet Paşa ise elinden geldiğince ibadetlerini aksatmayan insanlardır. Atatürk çevresinde namazlarını kılan ibadetlerini yapan herkese çok saygılı davranmıştır. Atatürk Kurtuluş Savaşı sırasında tuttuğu özel notları arasında zaman zaman “Hafızı çağırıp Kuran okuttuğunu” yazmıştır. Yine özel notları arasında “TANRI BİRDİR VE BÜYÜKTÜR” notu göze çarpmaktadır. Atatürk, cumhuriyeti ilan ettikten sonra 1932 ramazan ayında dönemin tanınmış hafızlarını köşke/saraya çağırarak onlara Kuran okutup dinlemiştir. Makamla Kuran okunmasına büyük önem veren Atatürk, hafızların makam hatası yapmamalarına ve ayetleri tane tane okumalarına büyük önem vermiştir. Atatürk, 1930’larda Çanakkale Şehitleri için her yıl Çanakkale Mehmet Çavuş abidesi önünde mevlit okutmuştur. Aynı şekilde her yıl annesi Zübeyde Hanım’a da mevlit okutmuştur. Atatürk döneminde okullarda din eğitimi devam etmiştir. Köy ilkokullarında din derslerinde “Cumhuriyet Çocuğunun Din Dersleri” adlı kitap okutulmuştur. Atatürk, Kurtuluş Savaşı sırasında Yunanlılar tarafından yakılıp yıkılan yüzlerce camiyi onarttırmış ve yeniden yaptırmıştır. Hatta Eskişehir Mihalıççık camisini cebinden 5000 lira verip yeniden yaptırmıştır. Ayrıca Atatürk’ün yurt dışında Paris ve Tokyo camilerinin yapımına katkıda bulunduğuna ilişkin kanıtlar vardır. Atatürk, İslam dünyasıyla da yakından ilgilenmiştir. Kurtuluş Savaşı sırasında İslam dünyasının desteğini yanına alan Atatürk Kurtuluş Savaşı’ndan sonra da İran-Irak ve Afganistan gibi Müslüman ülkelerle Sadabat Paktı’nı kurarak, Hıristiyan haçlı saldırılarına karşı Müslüman ülkelerle birlikte hareket etmiştir. Atatürk, Müslüman ülkelerin liderleriyle de çok iyi ilişkiler geliştirmiştir. Örneğin Afgan Kralı Amanaullah Han ve İran şahı Rıza Pehlevi ile kişisel dostluk kurmuştur. Atatürk, 1937 yılında Filistin’e yönelik bir Siyonist- Haçlı Hıristiyan saldırısı olacağını haber alır almaz “Filistin’e el sürülmez” diye bir bildiri yayınlayarak Müslüman Filistinlilerin yanında olduğunu herkese göstermiştir. Tarihe çok meraklı olan Atatürk en çok Hz. Muhammet’ten etkilenmiştir. Onun savaşlarını bütün detaylarıyla öğrenmiş, liselerde okutulan Tarih kitaplarında İslam tarihi bölümünün yazımına bizzat katkıda bulunarak bu kitaplarda Hz. Muhammed’in savaşlarını anlatan haritaları bizzat kendisi çizmiştir. Tarih çalışmaları sırasında Hz. Muhammet’i eleştirmeye kalkanları, “Hz. Muhammet’in kıymetinden habersiz cahil serseriler bizim tarih çalışmalarımıza katılamazlar” diye azarlamıştır. Hz. Muhammet’ten, “Benim senin adın silinir ama o ölümsüzdür” diye söz etmiştir. Atatürk, 1922 Sakarya Savaşı’ndan 1934 Soyadı Kanunu’na kadar ad olarak İslami içerikli “Gazi” unvanını kullanmıştır. Soyadı Kanunu’ndan sonra da zaman zaman “Gazi” unvanını kullanmaya devam etmiştir. Dâhinin Felsefi Kodları, Bilimsel Kafa Yapısı ve Din
"O SÜREKLİ
DEĞİŞMEYİ ARZULAYAN BİR BİREY"
Atatürk, çağını aşmış bir "savaş ustası", gelmiş
geçmiş en büyük örgütçülerden biri ve Asya'nın en büyük devrimcisidir. O
tartışmasız bir "dahidir". (Prof.İlber Ortaylı'da son kitabı
"Cumhuriyetin İlk Yüz Yılı"nda uzun uzun bu gerçeğin altını
çizmiştir.) Bu kadar "üstün yeteneklere" sahip bir insanı, bir
"dahiyi" anlamak doğrusu çok da kolay değildir. Hele hele
"okumanın" sadece "boş zaman" etkinliği olarak kabul
edildiği, "felsefe" dersinin "önemsiz" görülerek
müfredattan kaldırıldığı, kitabi ve akıl süzgecinden geçirilmiş bilgininin
yerine "kulaktan dolma" nakilciliğin egemen olduğu bir toplumda,
Atatürk gibi çağını aşmış bir "dehayı" anlamak, özellikle de onun
"felsefi derinliğini" çözmek çok zordur. Buna, bir de değişik
kaygılarla bu dehanın "çarpıtılması" da eklenince, Atatürk'ün
"insana”, "evrene", "doğaya" ve "tanrı"ya
bakışını tam olarak ortaya koyabilmek neredeyse imkânsızlaşmıştır.
Atatürk üzerine yaklaşık olarak 15 yıldır kafa yoran ve
Atatürk'ü doğumundan ölümüne kadar inceleyen biri olarak şunu söyleyebilirim
ki: Atatürk sürekli genişleyen evren misali sürekli gelişen ve olgunlaşan bir
düşünce dünyasına sahiptir. Bir taraftan ömrünü adadığı toplumunu kurtarmaya
çabalarken, diğer taraftan içinde yaşadığı "evreni" anlamaya
çalışmıştır. Atatürk’ün felsefeden, tarihe, dinden, dile, matematikten kuramsal
fiziğe kadar pek çok farklı alanda 5000 civarında kitap okumasının altında
"bilimsel zeka" ve "bilim insanlarına has bir "merak"
ve "sorgulama dürtüsü" vardır. Atatürk'ün "göz kamaştıran
başarılarının" anahtarını da burada aramak gerekir.
Yarı bağımlı, az
gelişmiş bir imparatorluğun "sürekli değişimi arzulayan bir bireyi"
olarak yetişen Atatürk, aile kucağında ve çevrede aldığı geleneksel dinsel
eğitimden sonra (Zübeyde Hanım etkisiyle), eğitim hayatında, özellikle İstanbul
Harp Okulu ve Harp Akademisi yıllarında dünyayı etkilemeye başlayan Pozitivizm,
Materyalizm, Darvinizm, Sosyalizm üzerine kafa yormaya başlamış ve nitekim
1905'de not defterlerinden birine "Evvela Sosyalist olmalı maddeyi
anlamalı" diye bir not düşmüştür. Atatürk'ün sonraki yıllarda karşımıza
çıkacak olan "Akıl ve bilim" vurgusunun kökleri bu dönemlere gider.
J. Jack Rousseau'dan, Montesquieu'ya, Namık Kemal'den Abdullah Cevdet'e birçok
yerli ve yabancı aydının görüşleriyle bu dönemde tanışmıştır.
Atatürk bir taraftan pozitivizm ve materyalizm üzerine kafa
yorarken diğer taraftan da "din üzerine" okumaya ve düşünmeye devam
etmiştir. Okuduğu kitaplar arasında bütün tek tanrılı dinlerin kutsal
kitaplarıyla birlikte özellikle İslam dini konusunda başta Kuran olmak üzere
"yüzlerce kitap" vardır. Onun sıradan insanlardan farkı, atadan,
deden gelen her bilgiyi çağının gelişmelerine paralel olarak yeniden
değerlendirmesi ve sorgulamasıdır. Dolayısıyla mensup olduğu İslam dini de
dahil, din ve tanrı kavramlarını bile yaşamı boyunca ciddi biçimde
sorgulamıştır. Atatürk'ün, din ve inanç konusundaki görüşlerini anlamak için bu
"sorgulamalara" da göz atmak gerekir.
O'NU DİĞER
LİDERLERDEN AYIRAN FARKI "DİN"
Atatürk'ün, Lenin, Stalin, Napolyon, İskender gibi
liderlerden ve devrimcilerden farkı "din üzerine" de ciddi bir
biçimde, entelektüel düzeyde kafa yormuş olması ve dini yok etmek için değil,
gerektiğinde sorgulayarak anlaşılması, anlaşılarak anlatılması için
uğraşmasıdır.
Atatürk, özellikle Çanakkale Savaşı yıllarında, savaş
meydanlarında karşılaştığı manzaralardan dolayı olsa gerek, din ve tanrı
kavramı üzerinde düşünmüştür. Atatürk'ün Çanakkale Savaşı’ndan yakın dostlarına
yazdığı mektupların satır aralarındaki "Allah
büyüktür", "Allah dilerse olur", "Allah’ın inayetine
sağınarak çalışıyorum" gibi dinsel ifadeler ve Çanakkale anıları
arasında bize aktardığı “Bombasırtı vakası”, onun 1915 yılında Çanakkale'de din
ve Tanrı kavramını "içselleştirdiğini" kanıtlamaktadır. O günlerde
askerlerinin inancıyla gurur duyan Atatürk, o günlerde bile "akılcı
düşünceyi" bir kenara bırakmamıştır.

Atatürk, Kurtuluş Savaşı sonrasında, devrimler sürecinde
"dinsel söylemlerden" neredeyse tamamen vazgeçmiştir. Büyük bir
"taktisyen" olan Atatürk'ün 1923 sonrasında olumlu anlamda dinsel
söylemlerini önce azaltmasının, sonra din eleştirileri yapmasının ve son olarak
da dinsel söylemlerden tamamen vazgeçmesinin nedeni yine
"stratejiktir": Şöyle ki: Atatürk, nasıl ki Kurtuluş Savaşı
yıllarında dinin, Müslüman toplumu bir araya getireceğine inanarak olumlu
anlamda "dinsel söylem" kulandıysa, dinden "övgüyle" söz
ettiyse, devrimler sürecinde de "akıl ve bilimi" esas alan
"laik" bir devlet kurma sürecinde dinsel söylemlerden o kadar uzak
durmuş, hatta zaman zaman sarsıcı "din eleştirileri" yapmıştır.
(Örneğin,VATANDAŞ İÇİN MEDENİ BİLGİLER ve TARİH II kitapları.) Tanrısal
kaynaklı monarşik Osmanlı'nın yerine kurduğu laik Türkiye Cumhuriyet’in lideri
olarak Atatürk’ün, Cumhuriyet’in ilanından sonra da "dinsel söylem"
kullanmaya devam etmesi onu, hep eleştirdiği “dinden meşruiyet alan” Osmanlı
padişahları durumuna koyardı ki, hiç kuşkusuz bu durum büyük bir tutarsızlık
olurdu.
ATATÜRK'ÜN İSLAM
DİNİNE HİZMETLERİ
Atatürk, 1923-1938 arasında Dinde Öze Dönüş Projesi
kapsamında çok önemli çalışmalar yapmış, bir anlamda 13. yüzyılda ardına kadar
kapanan “içtihat kapısını” biraz olsun aralamayı başarmıştır. Her şeyden önce
İslam dininin “akla, mantığa uygun bir din” olduğu gerçeğini hatırlatmıştır.
Din ile hurafeyi birinden ayırmak için mücadele etmiştir.
Özetlemek gerekirse
Atatürk:
Haçlı Hıristiyan emperyalizmine karşı İslam’ın “cihat”
ilkesini hayata geçirerek verdiği Kurtuluş Savaşı sonunda hem Müslüman Türk
insanının namusunu, canını, malını, vatanını kurtarmış, hem de camilerinde
ezanların susmasını engellemiştir. Din işlerini yürütmek ve din
istismarcılarının dini kullanarak halk üzerinde baskı kurmalarını engellemek
için Diyanet İşleri Başkanlığı’nı kurmuştur. İslam dinini “Türk’ün milli dini”
olarak görmüş, Hz. Muhammed’i sahiplenmiş ve bu konuları da içeren Dinde Öze
Dönüş Projesi’ni geliştirmiştir. Türk tarihinde İslam dini konusunda
entelektüel düzeyde ciddi ciddi bizzat çalışan tek devlet adamı Atatürk’tür.
İslam dininin ana kaynağı Kuran-ı Kerim’i bu konunun uzmanlarına Türkçeye
tercüme ve tefsir ettirmiştir. Elmalılı Hamdi Yazır tefsir ve tercümesi.
Binlerce bastırılarak ücretsiz dağıtılmıştır.
En güvenilir hadis kaynaklarından biri olan Buhari Hadislerini Türkçeye tercüme
ettirmiştir. Kamil Miras tercümesi. Binlerce bastırılıp ücretsiz dağıtılmıştır.
Müslüman Türk halkının anlayarak, hissederek Tanrı’ya daha
kalbi bir şekilde ve aracılara ihtiyaç duymadan yönelebilmesi için camilerde
Türkçe Kuran, Türkçe hutbe ve Türkçe ezan okutmuştur. Bu iş için 1932 yılında
İstanbul'un 9 hafızını özel olarak hazırlamıştır. Onlara camilerde önce
Kuran'ın Arapçasını sonra Türkçesini nasıl okuyacaklarını bizzat göstermiştir.
Eline Kuran'ı alıp tane tane Kuran'ın nasıl okunması gerektiğini göstermiştir
hafızlara.
İslam dininin akla ve bilime aykırı hiçbir şey içermediği
gerçeğinden hareket ederek yeni Türk devletinin temeline “aklı” ve “bilimi”
yerleştirmiştir. Din-bilim çelişkisi içinde savrulup gitmemiş, saf/öz İslam
dininin akla ve bilime engel olmadığını düşünerek Müslüman Türkiye’nin aynı
zamanda çağdaş bir Türkiye olabileceği formülünden hareket etmiştir. Atatürk, "Türk milleti daha dindar olmalıdır,
yalnız bütün sadeliği ile dindar olmalıdır. Dinime, bizzat hakikate nasıl
inanıyorsam buna da öyle inanıyorum. Şuura muhalif terakkiye aykırı hiçbirşey
içermiyor", "İslam dini akla ve mantığa tamamen uygun bir
dindir." gibi açıklamalarıyla din, bilim arasındaki ilişkiye dikkat
çekmiştir. İslam dininin gereği zannedilen, ancak aslında İslam diniyle hiçbir
ilgisi olmayan ya da zaman içinde ilgisini kaybetmiş olan saltanat, halifelik,
medreseler, tekke ve zaviyeler, falcılık, büyücülük, üfürükçülük, fes gibi
kurum, kavram ve objeleri kaldırmıştır. Cumhuriyeti ilan ederek yüzyıllar önce
Emevi halifesi Muaviye’nin saltanata dönüştürdüğü devlet başkanlığını yüzyıllar
sonra yeniden aslına, özüne, meşveret/danışma/halkın seçimi biçimine
dönüştürmüştür. Laiklik ilkesiyle bir taraftan din ve devlet işlerini
birbirinden ayırırken diğer taraftan din istismarını önlemiş ve din özgürlüğünü
garanti altına almıştır. Yüzyıllar boyunca sözüm ona “dini nedenlerle”
erkeklere göre birçok konuda geri bırakılmış, sınırlandırılmış, baskılanmış,
hatta insanlık onuru ayaklar altına alınmış kadına, “analık vasfına” yakışır
bir şekilde kadınlık ve insanlık onurunu yeniden kazandırmıştır. Atatürk’ün,
Müslüman Türk kadınına verdiği medeni, sosyal, kültürel ve siyasal haklar her
bakımdan İslam dininin ruhuna uygundur. Kazandığı Kurtuluş Savaşı ile
emperyalizmin ayakları altında ezilen bütün bir İslam dünyasına “bağımsızlık”
modeli oluşturmuş, Cumhuriyet döneminde ise İslam dünyasıyla çok iyi ilişkiler
kurup, İtalya, Almanya ve Rusya gibi ülkelerin yayılmacı emellerine karşı
Türkiye, Afganistan, İran ve Irak arasında Sadabat Paktı’nı kurmuştur.
Atatürk döneminde ezanlar okunmaya devam etmiş, camiler açık
olmuş, ibadet yasaklanmamış, Kuran ilk kez anlaşılarak okunmuş, din adamlarının
Allah ile kul arasına girmemesi, yani ruhban sınıfının oluşması –ki zaten İslam
da ruhban sınıfı yoktur- engellenmiştir. Şevket Süreyya Aydemir’in dediği gibi,
“…Cumhuriyet inancı ve ibadeti serbest
bırakmıştı. Namaz kıldığı için tek bir kişi suçlanmadı. Camiye gitmek kimseye
suç sayılamadı. Camiler daima çık kaldı. Din ve itikat, zaten dinin kabul
ettiği gibi Allah’la kul arasında bir iç bağlantı olarak kaldı.”
"DİNİ
TÜRKÇELEŞTİRMEK İSLAMIN ÖZÜNE AYKIRI DEĞİLDİR"
Atatürk’ün din dilini Türkçeleştirmesi, ezanı Türkçe
okutması, halifeliği kaldırması, laiklik ilkesi, Arap harflerini kaldırması,
tekke ve zaviyeleri kapatması ve kılık kıyafet devrimi gibi devrimlerinden
hiçbiri İslam’ın özüne aykırı uygulamalar değildir. Hiç kimse şapka takmadığı
için idam edilmemiş, İstiklal Mahkemeleri dini gerekçelerle tek bir din adamını
bile idama mahkûm etmemiştir. İdam edilenler ya vatan hainliğinden ya da
devrimlere karşı halkı kışkırttığından dolayı idam edilmiştir. Kadınların kılık
kıyafeti konusunda da hiçbir devrim kanunu çıkarılmamıştır. Bu tür iddialar,
Atatürk ve Cumhuriyet düşmanlarınca uydurulmuş yalanlar, safsatalardır.
Gerçek şu ki, Atatürk kişisel olarak, inansın, inanmasın, az
ya da çok inansın aslında hiçbir önemi yoktur, çünkü O önce Kurtuluş Savaşı’yla
sonra Türk Devrimi’yle Müslüman Türk insanını iki kere kurtarmıştır. Bu nedenle
bugün Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde yaşayan her Müslümanın Atatürk’e çok
büyük bir minnet borcu vardır.
Atatürk kişisel olarak inanmazsa ne yazar! Onun inanıp ya da
inanmaması inanların çoğunlukta olduğu bir ülkeyi ve o inanların inancını
kurtardığı gerçeğini değiştirir mi?
NOT 1: ATATÜRK'ÜN CENAZE NAMAZI: Son zamanlarda DİN
BEZİRGANLARI Atatürk'ü "dinsiz" gösterip Müslüman Türk insanının
gözünden düşürmek için akıl almaz "cinliklere" başvuruyorlar. Örneğin
Atatürk'ün cenaze namazının kılınmadığı yalanını yayıyorlar. İşte Gerçek:
ATATÜRK'ÜN CENAZE NAMAZI 19 KASIM 1938 TARİHİNDE DOLMABAHÇE SARAYI'NIN MUAYEDE
SALONU'NDA SAAT SEKİZ'İ ON GEÇE ATATÜRK'ÜN YAKIN DOSTLARININ ARALARINDA OLDUĞU
BİR CEMAATLE DİN ALİMİ, DİYANET İŞLERİ BAŞKANI "ŞERAFETTİN YALTKAYA
HOCA" TARAFINDAN KILDIRILMIŞTIR. Bazı din bezirganları da "Ama bu
namazı gösteren bir fotoğraf yok" diyorlar. İyi de CENAZE NAMAZI
KILINIRKEN FOTOĞRAF NEDEN ÇEKİLSİN? ATATÜRK VE DOSTLARI BUGÜNKÜ "DİN
ŞOVMENLERİ"NE BENZEMEZ Kİ! UNUTULMASIN Kİ İBADET KULA ŞOV YAPMAK İÇİN
DEĞİL ALLAH İÇİN YAPILIR! NAMAZIN CAMİDE KILDIRILMAMASININ NEDENİ İSE
ATATÜRK'ÜN CENAZE NAMAZININ KILANIBİLECEĞİ BÜYÜKLÜKTE BİR CAMİNİN HENÜZ İNŞA
EDİLMEMİŞ OLMASINDANDIR! ŞÖYLE Kİ ATATÜRK'Ü ÇOK SEVEN TÜRK İNSANI ONUN CENAZE
NAMAZINA KATILMAK İÇİN NAMAZIN KILINACAĞI CAMİYE AKIN EDECEĞİNDEN YAŞANACAK
İZDİHAM SIRASINDA ONLARCA İNSANIN ÖLMESİ MUHTEMELDİR. BUNU DÜŞÜNEN YÖNETİM
ATATÜRK'ÜN CENAZE NAMAZINI DOLMABAHÇE'DE KILDIRMIŞTIR. BUNA RAĞMEN ATATÜRK'ÜN
NAŞI SARAYBURNU'NA NAKLEDİLİRKEN ONU GÖRMEK İSTEYEN İNSANLAR CAMİ KUBBELERİNE
MİNARELERİNE KADAR ÇIKMIŞ, BÜYÜK BİR İZDİHAM YAŞANMIŞ VE 20'DEN FAZLA İNSAN BU
İZDİHAMDA ÖLMÜŞTÜR. Ayrıca İSLAMDA cenaze namazının mutlaka camide kılınması
diye bir şart da yoktur. Doğrusu kişi nerede öldüyse namazın orada
kılınmasıdır. Atatürk Dolmabahçe'de ölmüş namazı da orada kılnımıştır. YANİ
İSLAMA SAPINA KADAR UYGUNDUR.
NOT 2: KARABEKİR'İN GÜNAHI: Atatürk'ün "din
düşmanı" ve "dinsiz" olduğu YALANINI besleyen en önemli
kaynaklardan biri maalesef Atatürk'ün silah arkadaşı Kazım Karabekir'in Atatürk
ve din konusundaki UYDURMALARIDIR. Karabekir, 1923 sonrasında Atatük ile
yolları ayrılınca, Atatürk'ün Nutuk'taki ithamlarına yanıt vermek için yazdığı
kitaplarında Atatürk'ü "din düşmanı" gibi göstermiştir. Örneğin
Karabekir, Atatürk'ün Kuran'ı bir kısım İslam karşıtı kişilere tercüme
ettireceğini belirtmiştir. Oysaki bilindiği gibi Atatürk Kuran tercüme ve
tefsir işini bu işin iki üstadına vermiştir. Mehmet Akif ve Elmalılı Hamdi
Yazır. Yani tarih ve gerçekler Karabekir'i yalanlamıştır. Karabekir ayrıca
Atatürk'ün "Dini ve namusu olanlar aç kalmaya mahkûmdur!" gibi
açıklamalar yaptığını iddia etmiştir. Ancak Terakkiperver Cumhuriyet Fırka
üzerinden 1925 Şeyh Sait İsyanı ile ilişkili görülerek İstiklal Mahkemesinde
idam istemiyle yargılanıp berat eden Karabekir'in Atatürk'e olan kin ve
öfkesinin bir yansıması olan bu tür açıklamalarının neredeyse tamamı maalesef
UYDURMADIR. Nitekim Atatürk, Karabekir'in bütün iddialarına 27 madde altında el
yazısıyla yanıt vermiştir. Örneğin Karabekir'in "Atatürk bizim Bolşevik
olmamızı istiyordu" iddiasına Atatürk şöyle yanıt vermiştir kendi
elyazısıyla: "TAMAMEN ALÇAKA UYDURMUŞ, BANA YAPIŞTIRMAK İSTİYOR".
Şunu da eklemeliyim ki, Atatürk'ü halkın gözünden düşürmek için "din
düşmanı" olmakla itham eden Karabekir, hiç de öyle beş vakit namazında
koyu bir DİNDAR da değildir. Hatta evine gelen çarşaflı bir hizmetçiye,
"Bir kere daha o çarşafla gelirsen o çarşafı yırtarım" demiş,
Atatürk'ün bazı uygulamalarını da FAZLA DİNDARCA diye eleştirmiştir. Atatürk,
İsmet Paşa, Fevzi Paşa Karabekir'e göre çok daha dindardır. (Bkz. İsmet Paşa ve
Din). Ancak Karabekir, dini en iyi şekilde istismar etme konusunda bütün bu
paşalardan daha ileri gitmiştir. Bugün Atatürk düşmanı yobaz takımının
Karabekir düşkünlüğünün nedeni, onun Kurtuluş Savaşı'nda Atatürk'ün silah
arkadaşı olarak elde ettiği başarılar değil, Atatürk'ü "din düşmanı"
olarak itham etmiş olmasıdır. Ah ah... Bu konuda da benim ATATÜRK İLE ALLAH
ARASINDA adlı kitabımda geniş bilgi vardır.
NOT 3: ATATÜRK'ÜN SANSÜRLENEN MEKTUBUNU CIMBIZLAMAK: Son
zamanlarda Atatürk'ü "dinsiz" diye adlandıran din bezirgânlarının
eline yeni bir koz verildi. Atatürk'ün 1931 yılında İslam tarihini yazmakla
görevli TTK uzmanlarına gönderdiği zehir zemberek bir mektup bu. Söz konusu
mektuba geçmeden önce şunu bilmek gerekir ki, Atatürk, TARİH kitaplarında
anlatılan İslam tarihi anlatımlarının da alışılmış biçimde DİNSEL değil
BİLİMSEL olmasına özen göstermiştir. Daha doğrusu Atatürk BİLİM kitaplarında
BİLİMSEL, din kitaplarında ise hurafelerden arınmış akılcı bir DİNSEL
anlatımdan yanadır. Bu nedenle Atatürk döneminde hazırlatılıp okullarda
okutulan TARİH, BİYOLOJİ, FİZİK kitapları tamamen "bilimsel"
hazırlanmıştır. Bu kitaplarda EVRİM KURAMI başta olmak üzere dönemin bütün
bilimsel kuramları anlatılmış, bu bilim kitaplarında eğer dinden söz edilecekse
bu anlatımların da BİLİMSEL olmasına özen gösterilmiştir. Hatta bilim ve din
arasında bir uyuşmazlık görüldüğünde derin felsefi tartışmalara girilmeden
BİLİMSEL anlatım tercih edilmiş, zaman zaman klasik din eleştirilmiştir. Buna
karşın Atatürk döneminde hazırlatılıp okullarda okutulan DİN kitapları ise
hurafelere kaçmayan bir dinsel dille yazılmıştır. Örneğin Atatürk'ün 1929'dan
sonra okullarda okuttuğu CUMHURİYET ÇOCUĞUNUN DİN DERSLERİ adlı kitapta ALLAH,
PEYGAMBER, İSLAM DİNİ en mükemmel şekilde DİNSEL olarak anlatılmıştır. İşte
Atatürk, Cumhuriyetin genç kuşaklarının okuyacağı ders kitapları hazırlanırken
bu TEMEL İLKEYE uygun hareket edilmesini istemiştir. Bu ilkeye uyulmadığında
ise her zaman yaptığı gibi muhataplarını çok ağır bir dille uyarmıştır.
Atatürk'ün en önemli stratejik hareket biçimlerinden biri ki bu aynı zamanda
onun ÜSLUBUDUR, bir konuya ne kadar önem verdiğini göstermek için zaman zaman
ELEŞTİRİLERİNİ ÇOK SARSICI, SERSEMLETİCİ BİR DİLLE ifade etmesidir. İşte 1931
yılında Hz. Muhammed'in hayatını anlatan tarihçilerin yazdıklarından da memnun
olmayarak onları ÇOK SARSICI, SERSEMLETİCİ bir dille uyarmıştır. Atatürk, TARİH
kitabının bir DİN KİTABI olmadığı için BİLİMSEL ilkelere göre hazırlanmasını
istemiş, bu kitapta dinler tarihinin de bilimsel biçimde anlatılmasını önceden
tarihçilere söylemiştir. Ancak, buna karşın HZ. Muhammed’in hayatını yazan bir
Arap tarihçinin İSLAMIN DOĞUŞUNU BİLİMSEL DEĞİL DİNSEL EKSENLİ anlatması
Atatürk'ü çileden çıkarmıştır. Bu ARAP TARİHÇİYE NE KADAR "CİDDİ"
OLDUĞUNU göstermek için TTK üyelerine hitaben yazdığı mektupta, "Ikre,
Bismi, Rabbi safsatası" ifadesini kullanmıştır. Mektubun bütününde ise
TARİH yazanların BİLİMSEL GERÇEKLERE dikkat etmelerini bir kere daha hatırlatmıştır.
Atatürk, onu iyi tanıyanların çok iyi bildikleri gibi "bu ifadesiyle"
muhataplarına, ÇOK ETKİLİ, SARSICI, bir uyarı yapmıştır. Kuşkusuz İslam
tarihini yazan birine yapılabilecek en etkili uyarı DİN üzerinden yapılandır.
Atatürk TARİH yazarken dinsel inançların değil BİLİMSEL gerçeklerin dikkate
alınması gerektiğini AĞIR BİR DİN ELEŞTİRİSİYLE anlatmak istemiştir. Çağını
aşan deha, radikal devrimci Atatürk'ün YÖTEMLERİNDEN BİRİDİR bu! Birilerinin bu
yöntemi doğru bulmaması, "aşırı" ve "yanlış" bulması da pekâlâ
mümkündür. "Böyle yöntem mi olurmuş, Muslüman adam ne olursa olsun ayete
safsata der mi?" biçiminde, "onu diyen kişinin gerçekten ne
düşündüğünü, ne hissettiğini" dikkate almadan sadece "lafza"
bakarak bir değerlendirme yapmak da mümkündür tabi. Ama beğenin ya da
beğenmeyin insanları çok iyi tanıyan Atatürk, iş yaptırırken zaman zaman işleri
çabuklaştırmak için bu tarz SARSICI BİR ÜSLUP kullanmıştır. Ancak Atatürk'ün bu
ÜSLUP/TARZ/YÖNTEM biçiminden yola çıkarak CIMBIZCILIK yapıp, "AHA DA YAKALADIM!
ATATÜRK AYETE SAFSATA DEMİŞ! DEMEK Kİ DİNSİZ!" demek ancak Atatürk'ü hiç
ama hiç tanımayan, Atatürk'ün dehasından, yönteminden, üslubundan habersiz
kişilerin yapacağı bir çıkarım, bir çarpıtmadır. Atatürk'ün ne söylediği
önemlidir, ama nerede, ne zaman, kime ve NEDEN söylediği en az ne söylediği
kadar önemlidir. Atatürk'ün SANSÜRLENEN MEKTUBU Atatürk'ün
"dinsiz-imansız" olduğunu değil, Atatürk'ün BİLİME ne kadar büyük bir
önem verdiğini kanıtlamaktadır. En önemlisi Atatürk, sansürlenen mektubunu Kuran'ı,
ayetleri eleştirmek için yazmamıştır. Atatürk o mektubu, tarih yazanların
bilimsel kurallara uygun hareket etmelerinin önemini anlatmak için yazmıştır.
Oysaki din bezirgânları -mektuptaki malum cümleyi çarpıtarak- Atatürk'ün o
mektubunu KURAN, AYET ELEŞTİRİSİ YAPMAK için yazdığı şeklinde bir hava
yaratarak kamuoyunu kandırmaktadır. Ayrıca Atatürk eğer Kuran'ın (ayetlerin)
"safsata" olduğuna gerçekten inanmış olsaydı, bir devrimle
aydınlatmaya çalıştığı Türk insanının Kuran'ı(ayetleri) çok daha iyi anlaması
için büyük bir mücadele içine de girmezdi. Oysaki bilindiği gibi Atatürk,
Kuran'ın (ayetlerin) anlamını önemsediği için Müslüman Türk insanının bu
ayetlerin anlamlarını öğrenmesini istemiş, bu nedenle Kuran-ı Kerim'i TBMM'den
aldığı onayla Elmalılı Hamdi Yazır'a tefsir ve tercüme ettirmiştir. Bugüne
kadar Elmalı'nın "Hak Dini Kuran Dili" adlı tefsirinden daha iyi bir
tefsir yapılabilmiş değildir. Atatürk'ün belirli bir amaçla dile getirdiği
SÖYLEMİNİ, onun aynı konudaki EYLEMİ ile karşılaştırdığımızda herşey çok net
olarak ortaya çıkmaktadır. Atatürk'ün Kuran'ın anlaşılması için verdiği
mücadele ortadadır. Atatürk, Kuran'ın gerçekten "safsata" olduğuna
inansaydı SAFSATANIN ANLAŞILMASIYLA değil ortadan kaldırılmasıyla uğraşırdı.
Bundan hiç kimsenin kuşkusu olmasın. Bu arada Atatürk'ün gerçek din anlayışını,
onun ne halka yaptığı konuşmalardan, ne birilerine yazdığı mektuplardan, ne
belirli amaçlarla yazdırdığı kitaplardan tam olarak anlayabilirsiniz,
Atatürk'ün gerçek din anlayışını onun HER TÜRLÜ KAYGIDAN UZAK BİR ŞEKİLDE
KALEME ALDIĞI ÖZEL NOTLARINDAN, NOT DEFTERLERİNDEN ANLAYABİLİRSİNİZ.ATATÜRK'ÜN
NOT DEFTERLERİNE BAKILDIĞINDA, "Hafıza Kuran okuttuğunu" yazan,
"TANRI BİRDİR VE BÜYÜKTÜR" notunu düşen Atatürk'e illa da
"dinsiz" demek isteyenlere kızacak da değiliz tabi! Çünkü önemli olan
Atatürk'ün inanıp inanmadığı değil, milleti için yapıp ettikleridir, o da
ortadadır! Hiç unutmamak gerekir ki MÜSLÜMAN TÜRK MİLLETİNE hizmet etmiş bir
DİNSİZ, MÜSLÜMAN TÜRK MİLLETİNE zarar vermiş bir DİNLİDEN her zaman daha
makbuldur, saygıya, sevgiye ve hürmete daha layıktır! Gerçekten de HİÇBİR ŞEY
GÖRÜNDÜĞÜ GİBİ DEĞİLDİR anlayacağınız.
NOT 4: Bu yazıya ek olarak "Cami Yalanlarına Yanıt
Veriyorum" , "O Yalan Çürüdü" ve "Atatürk Dinsiz
Miydi" adlı yazılarımla, özellikle de ATATÜRK İLE ALLAH ARASINDA adlı
kitabımı öneririm. Ayrıca bu makalede geçen ATATÜRK'ÜN DİNDE ÖZE DÖNÜŞ PROJESİ
hakkında AKL-I KEMAL-ATATÜRK'ÜN AKILLI PROJELERİ, 4. CİLT adlı kitabımda çok
geniş bilgi vardır.
İŞTE GİZLENEN BELGELER: Atatürk ve din konusunda asıl sansürlenen belge fotoğraflar şunlardır: (Atatürk'ü "dinsiz" göstermek için buldukları herşeyi "İşte Atatürk'ün sansürlenen mektubu, el yazısı, şusu busu!" diye kamuoyuna duyuranlar, nedense şimdi göreceğiniz belge-fotoğraflardan hiç söz etmezler!)
Atatürk’ün hediye ettiği Kuran’lardan: 8 teşrin –i sani (kasım) 1925 – Çankaya “Gazi Kız Numune Mektebine dikkatle okunmak… için hediye ediyorum.” Gazi Mustafa Kemal “
Cemil Sait Bey'in tercümesi olan bu KURAN, 1932'de Atatürk tarafından Hafız Yaşar Okur'a ithaf edilerek imzalanıp hediye edilmiştir.
Bir lider düşünün hem "dinsiz" hem de kitap hediye ederken Kuran da hediye ediyor! Tabi burada Atatürk'e "dinsiz" diyenlere hayatlarında kaç kere birine veya bir kuruma Kuran hediye ettiklerini sormak gerekir!
Atatürk, 1922 tarihli 18 numaralı not defterine, önce yapacağı yenilikleri, devrimleri yazmış sonra da iki kalın çizgi arasına Osmanlıca "TANRI BİRDİR VE BÜYÜKTÜR" notunu düşmüştür. (Can Dündar'ın Mustafa filmini çekerken görmediği notlardan biri (!)
(Can Dündar'ın Mustafa filmini çekerken görmediği notlardan biri (!)
Atatürk'ün kendi el yazısıyla, "Din, milliyetin bir parçasıdır! Ancak taassubun (bağnazlığın) milletleri ümmet haline düşüreceğini unutmamalıdır!” notu.
Atatürk'ün Abdülbaki Gölpınarlı'ya hazırlatıp KÖY İLKOKULLARINDA okuttuğu "Cumhuriyet Çocuğunun Din Dersleri" adlı kitabın kapağı. (1930-1931).
Atatürk'ün DİN ÖZGÜRLÜĞÜNE vurgu yaptığı el yazılı metin: "Türkiye Cumhuriyeti'nde herkes Allah'a istediği gibi ibadet eder. Hiç kimseye dini fikirlerinden dolayı bir şey yapılmaz. Türk Cumhuriyeti'nin resmi dini yoktur. Türkiye'de, bir kimsenin fikirlerini zorla başkalarına kabul ettirmeye kalkışacak kimse yoktur ve buna müsaade edilmez. Artık samimi mutekitler, derin iman sahipleri, hürriyetin icaplarını öğren." (1930. Vatandaş İçin Medeni Biligler). İşte Atatürk'ün ağzından laiklik tanımı.
Atatürk 1920'lerde Ankara'da çalışma odasında Kurtuluş Savaşı planları yapıyor, yanında İsmet Paşa. Atatürk'ün hemen arkasındaki duvarda, Halide Edip'in "Türk'ün Ateşle İmtihanı" adlı romanında "Atatürk'ün çalışma odasındaki masanın hemen arkasındaki duvarda bir hoca ya da kahin tarafından yazılmış Arapça yazılar" diye ifade ettiği bazı ayetler görülmekte.
Atatürk Kurtuluş Savaşı sırasında emperyalizmin pençeleri altında ezilen bütün İslam dünyasının kahramanıydı. 1920'lerde İslam dünyasında Atatürk, Selahaddin Eyyübi veŞeyh Ahmet Sünusi, Hıristiyan Haçlı emperyalizmine başkaldıran üç lider olarak görülüyordu. Üstelik Şeyh Ahmet Sünusi Kurtuluş Savaşı'nda Atatürk'le omuz omuza Türkiye'nin kurtuluşu için mücadele ediyordu. Bu üç İslam kahramanını aynı karede gösteren fotoğraflar İslam dünyasında elden ele dolaşıyordu. İslam dünyası Atatürk'ü "Son İslam Mücahidi", "İslamın Kılıcı"olarak adlandırmıştı.
Atatürk'ün ÖZEL HAFIZI, Hafız YAŞAR OKUR
Hafız Yaşar Okur, Atatürk'ün emriyle 1932 yılında Çanakkale şehtilerine HATİM okumuştur. İşte Hafız Yaşar Okur'un "Atatürk'le On Beş Yıl Dini Hatırlar" adlı kitabında bu dini töreni gösteren fotoğraflardan biri. Fotoğraf dikkatle incelenecek olursa hatim okuyan hocaların geleneksel dini giysileriyle (başlarda sarık) olduğu görülecektir.Yani bazı din bezirganlarının dediği gibi hocalar giyim kuşam konusunda zorlanmamıştır. Hatimi izleyen halk kılık kıyafet devrimi çerçevesinde şapkalı, hocalar ise sarıklıdır.
Hafız Yaşar Okur, Atatürk'ün emriyle 1932 yılında Çanakkale şehtilerine MEVLİD okumuştur. İşte Hafız Yaşar Okur'un "Atatürk'le On Beş Yıl Dini Hatırlar" adlı kitabında bu dini töreni gösteren fotoğraflardan biri. Fotoğraf dikkatle incelenecek olursa mevlit okuyan hocaların geleneksel dini giysileriyle (başlarda sarık) olduğu görülecektir. Yani bazı din bezirganlarının dediği gibi hocalar giyim kuşam konusunda zorlanmamıştır. Mevlidi izleyen halk kılık kıyafet devrimi çerçevesinde genelde şapkalı, hocalar ise sarıklıdır.
Atatürk Edirme Selimiye Camii'ni gezerken (25 Aralık 1930)
Caminin giriş kapısının üstündeki kitabeyi inceleyen Atatürk, orada yazılı olan AYETİ okumuş ve caminin imamı Fereli Ahmet Efendi’ye bu ayetin anlamını sormuştur. Daha sonra da camiye girerek incelemelerde bulunmuş ve bazı açıklamalar yapmıştır:
Atatürk, caminin içinde minberle avize arasında durmuş ve, “Beyler, hiçbir dine bağlı olmayan kalp istirahattan mahrumdur” diye söze başladıktan sonra şunları söylemiştir:
“Bakınız, ecdadımız İstanbul’un fethinden tam 125 sene sonra bu şaheser camiyi İstanbul’da değil de Edirne’de yapmış, böylece Edirne’ye mührünü basmış, tapulamıştır. Dahi Mimar Sinan sanat ve din aşkıyla bu eseri bina etmiştir.” Daha sonra avizenin üzerinde yarım kubbede yer alan Arapça yazıyı okuyan Atatürk, Müftü’ye dönerek “Hocam, bu ayet Tövbe Suresi’nin 18. Ayeti değil mi?” diye sormuş, Müftü, “Evet Paşa Hazretleri” cevabını vermiştir. Atatürk, tekrar Müftü’ye dönerek, “Bana bu ayetin manasını söyleyebilir misiniz?” diye sormuştur. Müftü de, “Bildiğim kadarıyla bu ayette ‘Allah’ın, mescitlerini, camilerini yapan ve imar edenler Allah’a ve ahiret gününe iman edip, namazlarını kılan, zekatlarını veren ve ancak Allah’tan korkanlardır. Onlar doğru yoldadır’ demektedir.” demiştir.
1932 yılında Atatürk'ün isteğiyle Sultanahmet Camii'nde yapılan Büyük Mevlitten bir görünüş. (Baştan sıra ile Hafız Yaşar Okur, Hafız Burhan, Beşiktaşlı Hafız Rıza, Muallim Hafız Buri, Beylerbeyli Hafız Fahri). Fotoğrafta çok net olarak görüldüğü gibi din adamlarına yine kıyafet konusunda bir baskı yapılmamıştır. Büyük Mevlidi okumakla görevli din adamları tertemiz, en şık giysileriyle Allah'ın ve milletin karşısına çıkmıştır. Hafızlardan birinin başındaki SARIK çok net olarak görülmektedir. Yani yine din bezirganlarının iddia ettiği gibi, Atatük, din adamlarına Türkçe Kuran, mevlit okuturken onlara kılık kıyafet konusunda bir baskı yapmış değildir. Şık, temiz ve İslamın ruhuna uygun olmak kaydıyla din adamları istedikleri gibi giyinmiştir. Sarık takan da olmuştur, kıravat takan da, frak giyen de. Burada Atatürk'ün "HOCALIK SARIKLA DEĞİL DİMAĞLA (AKILLA)DIR" sözünü hatırlamak gerekir.
26 Şubat 1923, Hakkı Tarık Us’un Vakit gazetesi Atatürk'ün Eskişehir'de kendisine tesbih bakarken çekilmiş bir fotoğrafını yayınlamış: Alt yazıda“Hususi fotoğrafçımızın aldığı resim” diye bir not var.
Tesbih, Atatürk'ün bütün ömrü boyunca en önemli aksesuarlarından, en çok sevdiği özel eşyalarından biri olmuştur. Çok güçlü bir İslami çağrışımı olan tesbih Atatürk'ün elinde birçok fotoğrafına da yansımıştır. Ancak hem din karşıtı Atatürkçüleri, hem de Atatürk karşıtı dincileri fazlaca rahatsız eden ATATÜRK'ÜN TESBİHLERİ kanımca ortak bir sansüre kurban gitmiştir. Atatürk'ün çok bilinen bazı fotoğraflarında elinde görülen tesbihler bilinçli olarak silinmiştir. Atatürk'ün tesbihini sansürleyenleri anladığımızda Türkiye'yi de anlamış olacağız inanın!
Atatürk TBMM'nin açılış töreninde dua ederken
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder