21 Eki 2007

17 EKİM 1999 GÜNÜ AHMET TANER KIŞLALI ÖLDÜRÜLDÜ


AHMET TANER KIŞLALI'NIN CUMHURİYET GAZETESİ'NDE 17 EKİM 1999 PAZAR GÜNÜ YAYINLANAN YAZISI...

Tanrı'yı Kim Kullanır?


Giordano Bruno ne güzel söylemiş:
''Kötüler Tanrı'yı, Tanrı ise iyileri kullanır!..''
Tanrı peygamberleri kullanmış. Bilge kişileri kullanmış. Atatürk ve benzeri devrimcileri kullanmış...
Ya Tanrı'yı kimler kullanmış?
Gerilere gitmeye ne hacet!.. Ne demiş Türkiye'deki Nurcuların önderi Mehmet Kutlular :
''- 28 Şubat sürecinin planları Gölcük'teki Deniz Kuvvetleri'nde yapıldı. Depremin üssü de orası. Depremin olmasında başörtülü öğrencilerin okullara alınmaması da rol oynadı...''
Hem de bunları camide, Said-i Nursi için düzenlenen mevlitte söylemiş.


Türkiye'deki Nurcuların aslında iki önderi var. Birisi Mehmet Kutlular, ötekisi ise Fethullah Gülen .
Said-i Nursi Atatürk'ü ''deccal'' ilan etmiş. Cumhuriyete karşı savaş vermiş.
Ama ilkin Demokrat Parti'yi yönetenlerden, arkasından da Sayın Demirel 'den büyük saygı görmüş. ''İade-i itibar'' ı sağlanmış.
Derken sahneye Prof. Şerif Mardin gibi, özellikle Amerikalılar nezdinde büyük saygınlığı olan bilim adamları çıkmışlar. Said-i Nursi'yi peygamberlik düzeyine çıkaran, mucizeler yarattığını öne süren, ''Anadolu aydınlanmasının öncüsü'' gibi gösteren, övücü kaynakları alıp karşıt kaynaklara sırt çeviren, çok ''bilimsel'' (!) incelemeler döktürmüşler.
Ardından, Sayın Mardin'in Türkiye Bilimler Akademisi'ne üye yapılması için baskılar başlamış. İç ve ''dış'' baskılar... Özellikle de basındaki bazı numaracı cumhuriyetçiler tarafından desteklenen ve körüklenen baskılar.
Ve bu arada Fethullah Hoca almış başını gitmiş.
Işık evleri.. Öğrenci yurtları.. Özel okullar.. Devletin köşe başlarına kadar uzanan bir imparatorluk.. Devletin okullarına devletçe ''tavsiye'' edilen cumhuriyet ve çağ karşıtı kitaplar.
Papa ile sağlanan görüşme.. Devletin dış temsilcilerince havaalanlarında karşılanmalar.. Elçiliklerde konuk edilmeler.
Niçin?
''Ilımlı İslam'' olduğu için. Müslümanları ''cumhuriyet ile barıştıracağı'' için!


Bir yanda Mehmet Kutlular.
17 yaşındaki kızı dört yıl önce eroinden ölmüş. Depremi, ''türban'' ı vesile edip, Tanrı'yı en ilkel bir şekilde kullanmaya çalışıyor.
Öte yanda Fethullah Gülen.
Son yıllarda, kamu önünde ağzından tek bir cumhuriyet karşıtı söz çıkmamış. Devlet büyükleriyle iyi ilişkiler kurmuş. Ordu dışında hemen tüm önemli kurumlarda önemli ''mevziler'' elde etmiş. ABD'nin ''etkin'' desteğini sağlamış.
Görünüşte Atatürk'e ve cumhuriyete saygılı. Ama tüm eğitim ağı ile, cumhuriyetin temellerini ağır ağır kemiriyor. Amacına ürkütmeden, acıtmadan ulaşma yöntemini seçmiş.
Kutlular ve Gülen.
İkisi de Nurcu.. İnançları ve amaçları aynı, yöntemleri ayrı.
Hangisini seçersiniz?.. Kırk katırı mı, kırk satırı mı?
Hakkındaki bilgilerimiz arttıkça, Sayın Gülen beni korkutuyor. Bay Kutlular'a ise gönülden teşekkür etmek istiyorum.
En körlerin bile gözünü açmak konusundaki katkıları için!
Tanrı'nın kullandıkları ile Tanrı'yı kullananları daha iyi ayırmamızı kolaylaştırdığı için!



AHMET TANER KIŞLALI’NIN KIZI DOLUNAY KIŞLALI ULUÇ:
Denizyıldızıöğreten adamdı
Ankara’nın biraz dışında oturuyorduk. Otobüs çok sık gelmezdi. Arabamız olduğu dönemde, durakta bekleyenleri muhakkak alırdı babam... Bir defasında arabasına yalnızken üç genç almış ve parasını çaldırmıştı. O zaman bile pes edip “Artık kimseyi almayacağım” diye düşünebilecekken, “İki, üç genç yüzünden bir sürü insanı potansiyel hırsız yerine koyamam” dedi. O soğukta bekleyen bir sürü insan varken, babamın 2-3 kişiyi alarak kendi vicdanını rahatlattığını söylerdim. O zaman bana “denizyıldızlarının hikâyesini” anlatırdı:
Denizyıldızlarını dalgalar kumsala sürükleyip atıyormuş. Binlerce denizyıldızı karaya vuruyor ve ölüyormuş. Adamın biri denizyıldızlarını tek tek alıp suya atıyormuş. Oradan geçen biri şaşırmış, onu izlemeye başlamış ve dayanamayıp sormuş:
“Binlerce denizyıldızını kurtarmanız mümkün değil. Sizin bu yaptığınız hiçbir işe yaramaz, bir tanesini atmanız neyi değiştirir ki?”
Adam eğilmiş, bir denizyıldızını eline alıp denize attıktan sonra, “Onun için çok şey değişti!” diye yanıt vermiş...
Babamın birçok davranış biçiminde bu felsefe geçerliydi. Örneğin, Ankara’nın bir köşesine ağaç dikilse, dünyanın en mutlu adamı oluveriyordu. “Aman baba, iki ağaç dikildi diye Ankara İsviçre mi olacak?” derdik ve yine“denizyıldızı”nı dinlerdik! Ne kadar haklı olduğunu zaman bize gösterdi... Bakanlık dönemi çocukluk çağıma damgasını vurdu ve bende bazı izler bıraktı. Terör korkusu, babamın ölmesi veya öldürülmesi korkusu vardı içimizde... Apartman kapısının önünde bir koruma bulunurdu. Buna rağmen, dışarı çıkarken hep bizi sıkı sıkı tembihlerlerdi:
“Kapı çalınırsa arkasında durmayın, mutfağa girip öyle ‘Kim o’ deyin. Kapıyı tararlarsa arkasında bulunmayın!”
Ya bomba patlarsa?
Sabahları evden hep beraber çıkardık. Önce annem çıkar, arabanın motorunu çalıştırır, o esnada biz apartmanın içinde beklerdik. Arabada bomba patlarsa bize bir şey olmasın diye... Bu alışkanlık yıllar sonra da sürdü. Annem hep babamın öldürüleceği endişesini taşıdı. En ufak ayrıntılara bile dikkat ederdi. Özellikle de Uğur Mumcu öldürüldükten sonra... Ben annemi biraz paranoyak buluyordum ama zaman onu da haklı çıkardı. Ortaokuldayken Nâzım Hikmet hayranı olmuştum ve her gece onun şiirlerini okuyup uyuyordum. Sabahları, daha babam yatağındayken yanına gidip, Nâzım Hikmet’in o gece keşfettiğim bir şiirini okuyordum, heyecanla... Her seferinde, bu şiirleri ilk kez duyuyormuş gibi yapar, heyecanımı paylaşırdı. Nâzım’ın, “Kız Çocuğu” şiirini ağlayarak okuduğumda, onun da gözleri dolmuştu... O dönemde, edebiyat hocam bir sınıf ödevi verdi. İstediğimiz bir şair veya yazarın hayatını anlatacaktık. Hiç tereddütsüz, Nâzım Hikmet’in hayatını yazmıştım, çünkü biliyordum. Hocam o zaman bana bu ödevi kabul edemeyeceğini, çünkü Nâzım Hikmet’in okullarda okutulmasının “yasak” olduğunu anlattı. Sanıyorum “yasak” kelimesiyle o gün tanıştım... Hemen babama gittim ve isyan ettiğimi, hemen müdüre çıkıp durumu düzeltmesi, acilen bir şeyler yapması gerektiğini söyledim. Beni dinledi ve Nâzım’ın “yasak” olduğunu bildiğini söyledi. İyice şaşırdım. Bu kadar insancıl bir adam nasıl “yasak”olurdu? Bana komünizmi, faşizmi anlattı ama yasaklanmayı izah edemedi, çünkü evimizin kitaplığında Nâzım’ın tüm eserleri bulundurdu.
Ve o gün...
Günler, saatler birbirine girmişti. Kocam, beni ve ablam Altınay’ı bu acıya dayanmaya, güçlü olmaya hazırlamak için çırpınıyordu. Canilere keyif verecek umutsuzluk görüntüsü yansıtmamalıydık. Ama öylesine bir acı vardı ki içimizde... Öğrencileri bize çok güç verdiler. Onları gördük, pek çok kardeşimiz olduğunu fark ettik. Gurur duyduk. Atatürk Bulvarı’nda yürürken, etrafımdaki insanların gözlerine baktım, onlardan müthiş bir enerji aldım, kardeşlik duygularını sineme çektim. Bunları ifade etmek pek zor. Sanki bu insanlar, paramparça olmuş yüreğimizi sevgileriyle onarmaya çalışıyorlardı bakışlarıyla... Herkese tek tek sarılıp, onları teselli etmek istiyordum... Camiye gelindi sonra... Aile için ayrılmış bir yer vardı. Bulunduğumuz o yerden, cami avlusuna gelen devlet büyüklerini göremiyorduk ama alkışları veya atılan sloganları duyuyorduk. Altınay ile birlikte, atılan sloganlardan yola çıkarak, gelenin cumhurbaşkanı mı, başbakan mı, muhalefet lideri mi, asker mi olduğunu tahmin etmeye çalışıyorduk. Kimi zaman protesto, kimi zaman alkışlar oluyordu. Birden olağanüstü bir alkış ve tezahürat koptu. Kulakları patlatan bir alkış... Sevgi dolu sloganlar. Tüylerim diken diken oldu. Altınay’la birbirimize baktık.“Sivil, asker herkes geldi. Bu alkış, bu kıyamet, bu sevgi kime?” Arkamızdan bir ses kulağımıza eğildi ve konuştu:
“Babanız geliyor...”
Babamız geliyordu, bir tabut içinde...
Seven, sevilen bir babam vardı benim... Gurur duyuyorum.

Hiç yorum yok: