2 Oca 2009

DİLE GETİRİLMEYEN GERÇEKLER

Can Dündar’ın “Mustafa” Filmi Vesilesiyle

Zeki Sarıhan

Can Dündar’ın 29 Ekim günü gösterime giren “Mustafa” filmi kamuoyunda pek az filme kısmet olacak bir ilgiyle karşılandı. Kimileri filmi hem teknik hem de ele aldığı konuyu yansıtması açısından mükemmel bulurken, kimileri de ona büyük tepki gösterdiler. Gerekçe olarak da Atatürk’ün kitlelere, hele çocuklara gösterilmemesi gereken özel hayatını öne çıkardığını, Atatürk imajını zedelediğini ileri sürdüler. Bu tartışma bizi de Atatürk dönemiyle ilgili bazı saptamalarda bulunmaya özendiriyor.
Önce şu gerçeği saptayalım: Atatürk, bin yıllık Türk tarihinin yetiştirdiği en büyük devlet adamıdır.
Türklerin içinden Fatih, Yavuz Sultan Selim, Kanuni, İkinci Mahmut, Mithat Paşa gibi ünlü padişahlar ve devlet adamları yetişti. Fakat bunların hepsi ya kurulmuş bir imparatorluğun sınırlarını genişletmekle, ya da gerileyen bir imparatorluğu kurtarmak için reformlar yapmakla uğraştılar. Enver ve Talat Paşa gibi bazıları ise Meşrutiyet devriminin öncüleri olmakla birlikte kıt öngörüleri nedeniyle devleti de, kendilerini de felakete sürüklediler. Bu nedenle halk kitleleri içinde itibarlarını kaybettiler. “Atatürk” soy adını hak eden Mustafa Kemal Paşa ise, emperyalizm döneminde yok edilmek istenen bir milletin başkomutanı olarak hem yeni bir devlet kurdu, hem de milletin bir siyasi rejimden başka bir rejime yani imparatorluktan cumhuriyete geçmesine öncülük etti.
Esasına bakılırsa Atatürk’ün büyüklüğü, kendisinin de dile getirdiği gibi, Türk milletinin büyüklüğü ile orantılıdır. Türkler tarih boyunca özellikle devlet kurup yönetmede dünyanın sayılı milletlerinden olmuştur. Fakat bu millet işte tam da Mustafa Kemal Paşa’nın içinde yer aldığı tarihsel dönemde ezilen milletler arasında ilk kez ulusal bir kurtuluş savaşını başarıya ulaştırmış, bunun ardından da bir Cumhuriyet devrimi yapmıştır. Asıl büyüklüğü buradan gelmektedir.
Durum genel hatlarıyla böyle olmakla birlikte Atatürk’ü insan üstü bir varlık olarak görmek, bu işleri tek başına yaptığını ileri sürmek ve onun döneminde yanlış hiçbir iş yapılmadığını söylemek doğru olmaz.
Tarihi yapan biricik güç halktır. Hem Kurtuluş Savaşımız, hem Cumhuriyet devrimini, Atatürk’ten önceki uzun bir birikimin sonucudur. Osmanlı devletini sömürgeci Batının tasallutundan ve Osmanlı hanedanının keyfi yönetiminden kurtarmak için binlerce aydın çaba göstermiş, sürgünleri, darağaçlarını göze almış, gerek Birinci Dünya Savaşı’nda, gerek Kurtuluş Savaşı’nda yüz binlerce insanımız şehit olmuştur.

Mustafa filminde en çok eleştiri konusu olan hususlar, onun çocukluğunda bazı travmalar yaşadığı, mutlu bir evlilik yapamadığı, içkiye ve sigaraya düşkün olduğu, özellikle de hayatının son yıllarında Çankaya’da yalnızlık çektiğidir. Bunların gizlenmesinde bir fayda yoktur. Atatürk’ün siyasi ve özel hayatı hakkında binlerce kitap yazılmıştır. Bu gibi gerçekler yıllarca önceden de yazılmış fakat bugünkü gibi tepki çekmemişti. Bugün oluşan tepkinin nedeni Batılıların esas olarak bir bağımsızlık projesi olan Kemalizm’den vazgeçilmesi yolundaki dayatmalarıdır.
Tarih sınıf mücadelesinin bir aracıdır. Dolayısıyla tarafsız bir tarih yoktur. Her sınıf, kendi çıkarları için nasıl bir geleceğe sahip olmak istiyorsa tarihte onun kanıtlarını arar, bulur ve bunu tarih diye yayar. Yayar ki, herkes bunları ezberlesin ve diğer sınıfların gerçekleri revaç bulmasın.
Can Dündar’ın “Mustafa”sı, “Küreselleşen Dünyada” insanların bireyselleştiği, özel zevklerin ve farklı tercihlerin öne çıkarıldığı bir dönemin ürünüdür. Eğitim felsefeleri bile “Birey merkezli”dir. Batı toplumlarının kahramanlara ve tanrılara ihtiyacı yoktur. Onların tanrıları ve kahramanları paradır. Ellerinden maddi zenginlikler alındığında veya bu zenginlikleri kaybetme tehlikesi belirince yapmayacakları şey yoktur. Savaşlar, hükümet darbeleri, kitle katliamları, işkenceler bunların bazılarıdır. Ellerinde maddi servetleri olmayan Doğulu toplumlar ise dinlerin, ideolojilerin ve kahramanların çevresinde toplanarak kendilerini var ederler. Mustafa filmi sonuçta kahramanlar döneminden çıkılması önerisidir. Bu nedenle yurtsever halk Mustafa Kemal’in yaşantısında zaaf olarak algılanabilecek unsurların öne çıkarılmasına tepki duymakta birleşmiş gibidir.
Fransız ihtilalinin etkisiyle Tanzimat’tan beri aydınlanma süreci yaşayan Türkiye toplumu paranın imparatorluğunu ve değerlerini reddetmek zorundadır, ancak eski kahramanlar döneminin kalıplaşmış ve ezberlenmiş değerleriyle de idare edemez. Çünkü onun elinde bilim gibi gerçeğe dayanan, tahlilci, doğrulara götüren bir araç vardır. “Fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür” insanlar olmak zorundayız.
Mustafa filmi tartışmasında üzerinde durulacak en önemli konu Atatürk’ün özellikle ömrünün son yıllarında Çankaya’ya (ve bu arada Dolmabahçe’ye, Yalova’daki sayfiyeye) kapanması ve yalnızlaşmasıdır. Bir çok Kemalist yazar tarafından da daha önce yazılmış bu durumun çok önemli ve mutlaka irdelenmesi gereken tarihsel nedenleri vardır.
Atatürk neden yalnızlaşmıştır?
Bu aslında yalnız onun değil, Türkiye’yi yöneten Cumhuriyet bürokrasisinin başına gelen bir durumdur. Kurtuluş Savaşı yıllarında vatanın kurtuluşu için gerçekleştirilen geniş cephe, bu savaştan sonra dağıtılmış, iktidarı ele geçiren bürokrat-burjuvazi, yalnız önder kadrolar içinde yer alan bazı şahıslardan kurtulmakla kalmamış, halk kitlelerinden de adım adım uzaklaşmıştır. 1922 yılı Eylül başlarında ordunun kesin bir zafer kazanacağı anlaşılınca zamanın başbakanı Rauf Bey, Türkiye Halk İştirakiyun Partisi mensuplarını çağırarak artık örgütlerini ve yayın organlarını kapatmalarını istemişti. Yeni rejimin artık emekçilere ihtiyacı yoktu!Yakup Kadri de Kurtuluş Savaşı sonrasında yeni seçkin sınıfın Batı özentili yaşamını ve halktan nasıl koptuğunu “Ankara” romanında yetkinlikle açıklar.
Siyasi mücadele, bir paylaşım kavgasıdır. İktidarı ele geçiren bu yeni sınıf, köylülere yüklenmiş, ağır vergi ve angaryalardan yaratılan zenginlik esas olan iktidardaki sınıfın mensuplarının refahı için kullanılmıştır. Emekçi sınıfların hak kavgasında bulunmasını önlemek için de onların örgütlenmesi yasaklanmış, Türkiye daha o zaman bir soğuk savaş dönemine girmiştir. 1936’da İtalyan Ceza Yasası’ndan Türk ceza Yasası’na ithal edilen ve sınıf mücadelesini yasaklayan 141 ve 142. maddeler bunun hukuki belgesidir.
Tek parti dönemini, bir cennet olarak gören anlayışlar, kent burjuvazisi içinde köklü olarak yerleşmişse de köylüler ve kent yoksulları bu kanıda değildir. Nitekim daha 1930’daki Serbest Fırka denemesinde halk kitleleri liberalizme eğilim duyan politikacıları bir kurtarıcı gibi karşılamışlar, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra girilen yeni dönemde de Demokrat Parti’ye akmışlardır. Türkiye’nin bugünkü siyasi tablosunun temelleri tek parti döneminde atılmıştır. Türkiye’yi yönetenler, 1923-1950 döneminde liberal partilerin yasaklanmasını bir kusur olarak görürken emekçi örgütlerinin yasaklanmasını bir hak olarak görmüşlerdir. Şimdi bile aklı başında bir çok insan böyle bir şeyi dert edinmemektedir!
Tek parti iktidarı o kadar denetimsizdir ki, onun başında olan Atatürk bile bundan sıkılarak Meclis’teki milletvekillerinden bir kısmını ayırmış, iktidarı eleştirebilmeleri için bağımsız bir grup oluşturmayı denemiştir. Ne var ki, onlar ve sofranın müdavimleri yalnız her gün Atatürk’ün büyüklüğüne yüzüne söylemekle yarış etmekten başka bir şey yapmamışlardır.
1946 yılına gelindiğinde Atlantik ötesinden güç alan bir siyasi hareket CHP’nin elinden iktidarı almaya soyunduğunda ve 1950’de de dizginleri ele aldığında CHP çaresizdir. Yalnızdır. Oysa iktidarı döneminde halk kitleleri, işçiler, köylüler, esnaf kendi sınıf partileri içinde örgütlenme olanağı bulabilselerdi, hatta bizzat CHP’nin kendisi bunu özendirseydi, Türkiye’de geniş bir yurtsever halk cephesi oluşurdu ve DP’ye iktidarı kolay kolay vermezdi. Değil bu örgütleri kurmak ve desteklemek, 1946’da kurulan iki sosyalist parti İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı tarafından kapatılmıştır.
İşte bu bürokrat burjuva sınıftır ki, üst yapıda bazı devrimler yaptıktan sonra “Yeter, buraya kadar!” diye düşünmüş, yoksul köylüyü toprağa kavuşturmak bir yana toprak ağalarıyla iş birliği halinde devleti yönetmiş, yeteri kadar zenginleşince de dümenini Batı emperyalizmine doğru kırmıştır. 1940’ta bir aydınlanma ve köyde üretimi artırma projesi olarak uygulanmaya başlanan Köy Enstitüleri bile, onu kuranlar tarafından boğulmuştur.
Mustafa filmine karşı çıkanların bu tarihsel gerçekleri bilmesi ve dile getirmesi gerekir.
Gerçek devrimcidir.
Atatürk de ne demişti: “Gerçekleri söylemekten korkmayınız"
(Öğretmen Dünyası, Aralık 2008)

Hiç yorum yok: