Prof. Dr. Sıtkı M.ERİNÇ Doğuş Üniversitesi Öğretim Üyesi
Son günlere kadar “açılım” sözcüğüne tek bir anlam yüklenirdi. Örneğin TBMM’nin açılımı Türkiye Büyük Millet Meclisi, MBK’nin açılımı Milli Birlik Komitesi, MİT’in açılımı da Milli İstihbarat Teşkilatı gibi. İnisiyallerle yapılan kısaltmaların açılımı, çok sözcüklü özel isimleri verir. TC’nin açılımı Türkiye Cumhuriyeti olur. Türkiye Cumhuriyeti’nin açılımı olmaz. Olsa olsa açıklanması olur, tanımlanması olur.
Açılım galiba “açı” sözcüğünden türeme. Böyle bakıldığında da iki anlam yüklenebilir açılıma: Ya açı kenarlarının, aynı köşeyi betimlemek koşulu ile daha uzatılması, ya da açıdan sapma yapma. İlkinde köşeler ne denli birbirinden uzaklaşırsa uzaklaşsın açı aynı kalır. Yani onun anlam olarak, verdiği ileti olarak değişmesi söz konusu değildir. Olsa olsa ulaşılması daha çetrefilli bir noktaya dönüşmüş, dönüştürülmüş olur. İkincisi ise açıdan sapma (eski deyişle inhiraf), açının anlamının, niteliğinin değişmesi, değiştirilmesi demektir ve zaman içinde de eski açı tamamen yok olacağından açılımın açı ile hiçbir ilişkisi kalmayıverir. Bu iki anlamda da açılım temel konuyu, ana noktayı bozmaktadır, en azından zedelemekte, tartışma alanı yapmaktadır. Eğer açılım sözcüğüyle bu isteniyorsa mesele yok. Çünkü son günlerde yaratılan ortam da bunu göstermektedir. Ama başka niyetliymiş gibi gözükmek, açıyı daha anlaşılır hale getirir gibi bir hava takınmak, ya da açının saklı kalmış, açılmamış yerlerini keşfediyormuş gibi gözükmek ya açılımcıyı ya da buna inananları safdillikle tanımlatır en azından.
Bir kez daha vurgulamada yarar görülebilir. Açılım, bir kısaltılmış ifadenin kelime kelime ortaya konması demektir, yukarıda örneklendiği gibi. Oysa bir sözcüğün, bir adın ya da kavramın açıklanması demek değildir açılım. Örneğin Türk’ün açılımı olmaz, olamaz. Olsa olsa açıklanması olur. Türk denince ne anlaşılması gerektiğinin bir gösterimidir açıklama. Bugün Türk deyince tıpkı Amerikalı, İsviçreli dendiğinde anlaşıldığı gibi, anlaşılması gerektiği gibi Türkiye Cumhuriyeti üyesi olan bir kimse anlaşılır. Ne dinine, ne ırkına ve cinsiyetine, ne siyasi tutumuna bakılır. TC’nin geçmişinde yani Osmanlı devletinde olan fakat bugün başka ülkelerin topraklarında yaşayan azınlıklar ise, sözgelimi Türk asıllı Bulgardır, Türk asıllı Yunandır.
Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı’nın ve onun kökü açık seçik belirlenemeyen kültürünün ve etnik yapısının vârisidir ve bizi biz yapan da bunlardır. Bizim hem millet ve milliyetçilik anlayışımız, hem de bir türlü sindirilemeyen demokrasi anlayışımız bu tarihsel yapının bir sonucudur ve bunun açıklanması olur ama açılımı olmaz. Çünkü bu iki kavramın içine alınabilecek, katılabilecek hiçbir unsur kalmamıştır, yoktur.
Örneğin ilk kurulan Osmanlı dönemi millet meclislerine bakın, ilk kurulan kabinelere bakın, Osmanlı olup da, Türk vatandaşı olup da bu meclisler içinde, bu kabineler içinde temsil edilmeyen var mıdır? Türkiye Cumhuriyeti kurulduğunda da durum değişmemiştir ve hâlâ da değişmemiştir. Hal böyle olunca millet kavramının, milliyetçilik kavramının açılımı ancak bu kavramların saptırılması demektir. Saptırma ise milletin bölünmesi anlamından öte gidemez. Belli bir dil, din, ırk, inanç gibi değerleri ölçüt almak, açılım değil aksine farklı açıların ortaya çıkması demek olur. Yani Türkiye Cumhuriyeti’nin, vatanın bölünmesi anlamına gelir. Aksini düşünmek, aksini söylemek ya bilinçsizliktir ya da başka amaçlara yönelik kurnazlıktır.
Çağımızda pek çok ülke; gerek Amerika, gerek Avrupa ve Asya, hatta Afrika ve Avustralya kıtalarındaki pek çok ülke farklı değerleri benimsemiş topluluklardan, azınlık ya da çoğunluklardan oluşmaktadır. Ama bunların bir kısmında ulus bilinci yerleştiğinden ve bunun eşelenmesine, açılımlara uğratılmasına izin verilmediğinden, hatta gerek bile olmadığından ne demokrasi, ne de milliyetçilik, iç ya da dış politik sürtüşmelere, rant hesaplarına hedef olmaktadır, olabilmektedir. Diğer bir kısmı ise ulusal bilincin, demokrasi kavramının bir türlü yerleştirilemediği, yerleştirtilmediği, sindirilmediği, sindirtilmediği ülkelerdir ki buralarda ekonomik, politik ve kültürel rant savaşları cirit atmaktadır. Önce Katolik Kilisesi’nin saldırıları, sonra gittikçe kimlik ve amaç değiştiren Haçlı Seferleri, en sonunda da özellikle 18. yüzyılda tamamen oturan Aydınlanma ve Avrupa Kimliği sürekli emperyalist tutkularla Osmanlı’yı yok etmek istemiştir. Bunun için içte ve dışta yapılan planlamalar Atatürk ve Kurtuluş Savaşı’na kadar sürmüş, hatta Cumhuriyetin ilk yıllarında pes bile etmiştir. Ama sonra özellikle idarede gösterilen zaaflar, yetersizlikler ve politik hırslar eski oyunların al baştan sahnelenmesine neden olmuştur. Şimdi en son oyun gibi gözükmektedir bu “açılım”.
Açılım önce ulus kavramını ve onun temel öğelerini sarstı, salladı ve belki de parçaladı. Ne bayrağa saygı var, ne İstiklal Marşı’na...
Dil ki tam anlamıyla ulusunun yapısal göstergesidir ve adı, Türkiye’de konuşulduğu için Türkçe olmasına karşın, içinde tüm ırkların ve kavimlerin dillerini de barındırmaktadır. Her ülkede olduğu gibi resmi dil kabul edilmiştir çoğunluğun dili de olduğundan. Şimdi bunun açılımı önce ikinci bir resmi dille, sonra üçüncü ve daha sonra da belki dördüncü, beşinciyle olacakmış gibi gösterilmek istenmektedir. İşte açılımdan bu anlaşılmaktadır, anlaşılmalıdır diye üstelenmektedir. Nerede görüldüyse...
Bugün açılım politikası, Küçük Kaynarca Antlaşması ile başlayan Batılıların “Doğu sorunu” politikasını anımsatmaktadır ister istemez. Sorunun çözümü de Sevr Antlaşması ve tüm ülkenin paylaşılmasıdır. Bütün bunlar olacak demek değildir şüphesiz. Ama tarih bilinci olanlar bu badirelerin nasıl başladığını ve nasıl bittiğini hatırlamaktan ve tedirgin olmaktan kendilerini alıkoyamazlar.
Politik terörün, politik fırsatçılığın kol gezdiği dönemlerde allak bullak olan sosyokültürel yapıya, sosyoekonomik yapıya idari yetersizlik, cehalet, bilinçsizlik ve hatta iyi niyet gerekçe olamaz. Olsaydı son padişahlar, Enver Paşa’lar, Cemal Paşa’lar ve Talat Paşa’lar daha pek çokları hâlâ saygıyla anılıyor olurdu.
İstemekle olur mu?
Demokrasi kavramı ve bu alandaki açılım da tam sindirilemeyen, doğru kavranamayan demokrasinin daha da kendinden uzaklaşmasından, uzaklaştırılmasından öte bir yükümlülük içermemekte gibi gözükmektedir. Nicedir demokrasiden, demokrasi adına bir grubun diktasını kurma, tek söz sahibi olma anlaşılmaktadır. Uygulamayı izleyenler, demokrasiyi böyle olur zannedip böyle kabul etmektedir. Bu kabul öylesine yaygınlaşma eğilimindedir ki baştan başlayıp en dip noktaya kadar yönelmekte ve bu da terörün, anarşinin ve etik sapkınlıkların temel nedeni olmaktadır. Yani demokrasi “Ben istedim böyle oldu”ya dönüşmektedir.
Kanımca bugün açılımdan bir kimsenin, bir grubun vazgeçilemez kurumlara, olgulara ya da süreçlere bakışları, bu bakışı somutlaştıran politikaları kastedilmektedir. Yani tekelci tutumun yumuşatılmış ya da genellenmiş halini betimlemektedir açılım. Bir başka deyişle de, art düşüncelerin, çıkarcı politikaların açıklanmasıdır açılım. Yani açılımın öznesi, sözgelimi demokrasi, ulusalcılık vb. kavramlar değil kimi politikacılardır, kimi çıkarcılardır. Böyle bir öznenin yaptığı, zaman zaman başka toplumlarda da görülmüş olan, fakat aslında 15. yüzyılda iflas etmiş bulunan Bizans politikasından başka bir şey değildir. Bu politikanın esas ilkesi de parçala, ufalt ve tek tek kendine bağla yöntemidir. Yani açının kenarlarını uzatabildiğin kadar uzat, sündür, böylelikle birbirinden uzaklaştır ama açı yerinde dursun ve buna açılım densin. Olacak şey değil.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder