8 Tem 2011

VAHDETTİN DOSYASI

VAHDETTİN VATAN HAİNİ DEĞİLDİR:
“Vahdettin vatan haini değildir” tezi, ilk kez 1929 yılında Mevlanzade Rıfat tarafından ortaya atılmıştır. Mevlanzade Rıfat, Halep'te basılan ve 1933’te Türkiye’de yayınlanan “Türkiye İnkılâbının İçyüzü adlı kitabında”,  “Vahdettin’in,  Mustafa Kemal’i,  Kurtuluş Savaşını başlatması için Anadolu’ya gönderdiğini” iddia etmiş ve bu iddiasını Vahdettin’in 14 Mayıs 1919 tarihinde Mustafa Kemal’e verdiği,  sözüm ona, bir fermana dayandırmıştır.(1)
Peki, ama kimdir bu Mevlanzade Rıfat? Mevlanzade Rıfat daha Atatürk Samsuna çıkmadan önce, 24 Mart 1919 da Hukuk-i Beşer adlı gazetede, I.Dünya Savaşına katılan komutanlara İttihatçıların vagon vagon altın dağıttıklarını ileri sürmüş ve komutanlara “Büyük alçaklar ve haydut başları…..” diye hakaret etmiştir. Bunun üzerine Atatürk,  Harbiye Nezaretine bir dilekçe ile başvurarak bu yazıyı kaleme alan Mevlanzade Rıfat’ın cezalandırılmasını istemiştir. Atatürk, Mevlanzade Rıfat’a “ O sefil iftiracı” diye hitap ettiği dilekçesinin bir örneğinide Vakit, Alemdar, Yenigün gazetelerine göndermiştir. (2) Atatürk, Mevlanzade Rıfat’ın Türk Ordusunun şerefli komutanlarına hakaret etmesine çok bozulmuştur. Türk ordusunun, namuslu ve yurtsever komutanlarını “haydut başı diye suçlamanın “büyük bir ahlaksızlık ve sefil bir vicdansızlık” olduğunu belirterek “bu namussuzca iftiranın sahibini lanetlemiştir.”
Ancak Atatürk’ün harbiye nezaretine gönderdiği “ şikâyet dilekçesi” dikkate alınmadığı gibi Mevlanzade Rıfat, kendisine hakaret edildiği gerekçesiyle Atatürk’e dava açmıştır.
Atatürk düşmanı Mevlanzade Rıfat’ın, Padişah Vahdettin’le arası çok iyidir. Padişah Vahdettin, Türkiye’den kaçtıktan sonra San Remo ya gitmiştir. Kaçak Padişahın San Remo’daki ziyaretçilerinden biride Mevlanzade Rıfat’tır. Mevlanzade Rıfat, San Remo’ya ilk defa 1922 de bir Yunan albayla birlikte gitmiş ve Vahdettin’e,  Ankara ya karşı Yunanistan’la anlaşma teklif etmiştir. Bu görüşmede Vahdettin, Mevlanzade Rıfat’a para teklif etmiştir.(3)
Mevlanzade Rıfat
Mevlanzade Rıfat, Vahdettin’i San Remo’da bir kez daha ziyaret etmiştir. Bu kez de Vahdettin’e, Türkiye Cumhuriyetine karşı “Kürtleri isyana teşvik etme” önerisinde bulunmuştur.(4) Mevlanzade, Türkiye’deki bütün Kürt isyanlarında rol almış kelimenin tam anlamıyla “bölücü” politikacı-yazardır.(5)
Kurtuluş savaşı öncesi Atatürk’e ve vatansever Türk subaylarına “büyük alçaklar ve haydut başları” diyen,  yurtdışında Vahdettin’i 2 kez ziyaret eden, onu Atatürk’e ve Türkiye Cumhuriyetine karşı harekete geçirmek isteyen ve Vahdettin tarafından çok iyi ağırlanan Mevlanzade Rıfat, bir süre sonra kaleme sarılarak “Cumhuriyet Tarihi yalancılarının” ana kaynağı durumundaki Türkiye İnkılâbının İçyüzü” adlı kitabını yazmış ve bu kitabında Vahdettin’i adeta “Kurtuluş Savaşı kahramanı” ilan etmiştir. Mevlanzade’nin bu kitabı daha sonra Atatürk’e ve Cumhuriyete saldırmak isteyenlerin ana kaynağı olmuştur.
Necip Fazıl Kısakürek, Nihal Atsız, Tarık Mümtaz Göztepe, Vehbi Vakkasoğlu, Kadir Mısıroğlu, Abdurrahman Dilipak, Hasan Hüseyin Ceylan, Yalçın Küçük, Burhan Bozgeyik ve Mustafa Armağan gibi tarihçi ve yazarlar, hep Mevlanzade Rıfat’ın “Türkiye İnkılâbının İçyüzü” adlı kitabını kaynak olarak kullanmıştır. Örneğin Mevlanzade Rıfat’ın “Vahdettin hain değildir!” tezinden yola çıkan Necip Fazıl Kısakürek, çok daha ileri giderek Vahdettin'i “Büyük vatan dostu” ilan etmiştir.(6) Kısakürek, söz konusu kitabında, belge ve bilgiye dayanmadan, sadece türlü kurnazlıklar yaparak, bütün Kurtuluş Savaşını Vahdettin’in eseri olarak göstermiştir. Dahası, eski başbakanlardan Bülent Ecevit de 6 Ağustos 2005 tarihinde, “Vahdettin Vatan Haini değildir!” demiştir. Vahdettin “vatan haini değildir!” tezini incelemeden önce Vahdettin’i biraz tanıyalım.
VAHDETTİN’İN HAYATI VE KAREKTERİSTİK ÖZELLİKLERİ: Vahdettin 1861 yılında doğmuştur. Babası Abdülmecit Efendi, annesi Gülistu Hanım’dır. Abdülmecit’in 33 çocuğundan 23.üncüsüdür. Dört aylıkken babası ölmüş, çocukluğu ve gençliği kapalı bir ortamda geçmiştir.
Vahdettin, çocukluğunda ve gençliğinde, saray entrikalarına, hatta cinayetlerine tanık olmuştur: Amcası Abdülaziz ve ağabeyleri V.Murat ve II. Abdülhamit’in öldürülmesi Vahdettin’i derinden etkilemiştir. Vahdettin korku içinde olduğunu Adliye Nazırı İbrahim Bey’e şöyle ifade etmiştir: Aczim var, korkuyorum. Maddeten hiçbir şeyden korkmam. Fakat pek ağır bir vazife üstlendim. Allahtan korkarım. Bu saray bizim baba ocağıdır. Siz böyle şeyleri anlarsınız. Odaların birinde doğmuşum, birinde büyümüşüm, birinde babam vefat etmiş, birinde amcam yada kardeşime bir şey olmuş, Elhasıl biri feci, biri ruhperver… Bunları gördükçe korkuyorum.”(7)
Veliaht Yusuf İzzettin efendinin intihar etmesi üzerine 1916 yılında veliaht olan Vahdettin, veliahtlığı sırasında Almanya ve Avusturya’ya seyahatler yapmıştır.(8) Bu seyahatleri sırasında ona Mustafa Kemal eşlik etmiştir.
Dört kez evlenen Vahdettin’in ilk eşi Nazikeda Başkadınefendi’den Ulviye Sultan ve Sabiha Sultan adlarında iki kızı olmuştur. İkinci eşi Müveddet Kadınefendi’den Şehzade Ertuğrul Efendi adlı oğlu dünyaya gelmiştir.(9)
Mutlakıyetçi, İttihat ve Terakki düşmanı, Hürriyet ve İtilaf partisine yakın, Alman karşıtı ve çok koyu bir İngilizci olan Vahdettin’in belli başlı karakteristik özellikleri şunlardır.
HASTADIR: Bedenen ve ruhen çok sağlıklı değildir. Çocukluğundan beri türlü hastalıklar geçirmiştir. Romatizmasından dolayı fazla yürüyememektedir. Birkaç defa baygınlık geçirmiştir. Doktoru Reşat Paşa’nın bildirdiğine göre sinirleri de zayıftır.
HEYECANLIDIR: başkatibi Ali Fuat Bey, Meclis Başkan Vekili Hüseyin Kazım Bey ve Amiral de Robeck Vahdettin’in çok heyecanlı olduğunu belirtmiştir.
KUŞKUCUDUR: Amcası Abdülaziz ve ağabeyleri V.Murat ve II. Abdülhamit’in tahttan indirilmeleri ve Abdülaziz’in öldürülmesi nedeniyle Vahdettin’de özellikle öldürülmekten korkmaktadır. Bu nedenle cebinde tabanca bulundurmaktadır.(10) Vahdettin’in kuşkuculuğuna tanık olanlardan biri de Mustafa Kemal Atatürk’tür.
MUHBİRDİR: Gençliğinde Abdülhamit’e  “jurnalcilik” yaptığı çok yaygın bir dedikodudur. Baş Mabeyinci Lütfi Simavi Bey, Vahdettin'in bu özelliğinden “Abdülhamit zamanındaki kötü şöhreti” diye söz etmiştir. Madrid’deki İngiliz elçisi Lord A. Harding, İngiltere Dışişleri Bakanına gönderdiği 9 Temmuz 1918 tarihli yazıda Vahdettin’in “Sultan II. Abdülhamit’in faal bir casusu olduğunu” belirtmiştir (11)
EĞİTİMİ ZAYIFTIR: Çocukluğunda ve gençliğinde geçirdiği rahatsızlıklar nedeniyle yeterince iyi bir eğitim alamamıştır. Başkatibi Ali Fuat Bey, Vahdettin’in “fıkıhla” ilgilendiğini belirtmiştir.
KONUŞMASI İYİDİR: Başkatibi Ali Fuat Bey, konuşması, yazması ve imlasının düzgün olduğunu belirtmiştir. Almanya gezisi sırasında Vahdettin’e eşlik eden Mustafa Kemal Atatürk’de Vahdettin’in düşüncelerini çok düzgün bir şekilde ifade ettiğini belirtmiştir.
KURNAZDIR: Baş Katibi Halit Ziya Uşaklıgil Vahdettin’i “yaradılışında, hileye entrikaya, gizli düzenlere, karışık girişimlere düşkün”  olarak tanımlamıştır. Adına gelen mektupların açılmadan kendine verilmesini istemesi, hükümetle haberleşmesinde Başkatibi Ali Fuat Bey yerine adamı Refik Beyi kullanması, bazı kimselerle gizlice özel dairesinde görüşmesi onun “kurnaz, entrikacı” biri olduğunu göstermektedir. Atatürk de Vahdettin’le yaptığı görüşmelerden onun “kurnaz ve entrikacı” biri olduğunu düşünmüştür.
ROL YAPAR:“Kuvayı Milliye tacımın pırlantasıdır! Mustafa Kemal Paşa nasıldır, afiyettedir inşallah! Ne zaman dönecek!”Kuvayi Milliye’yi yasaklarken, diğer taraftan da Mustafa Kemal’i etkisiz hale getirmeye çalışmaktadır. Vahdettin “rol yaparak” Mazhar Müfit beyin ağzından laf almaya çalışmaktadır.
PARAYA DÜŞKÜNDÜR: Bilinenin aksine Vahdettin paraya çok düşkündür. II. Abdülhamit’in kızı Şadiye “Osmanoğlu’nun Anıları” ve Lütfi Simavi’nin “Vahdettin Efendinin Paraya Karşı Olan Aşırı Sevgisi” başlığı altında yazdıkları, Vahdettin’in paraya çok önem verdiğini göstermektedir.
İYİ BİR BABA, AĞLAYACAK KADAR DUYGULU: (12)
VAHDETTİN VE GELENEKSEL DEĞERLER: Vahdettin’e Osmanlı Padişahı ve Halife olduğu için “dindardır”, “geleneksel değerlere bağlıdır “ diye sahip çıkanların bilmedikleri bazı çok önemli gerçekler vardır. Evet! Vahdettin dindardır, ama onun dindarlığı ”Batı Kültürü”ne sonuna kadar açık bağnaz olmayan bir dindarlıktır.
Vahdettin geleneklerin aksine sakal bırakmamıştır. Yavuzdan sonra sakal bırakmayan ikinci Osmanlı Padişahı Vahdettin’dir. Sakal bırakmamasının nedenini “Ben büyük ceddim Yavuz Sultan gibi sakal bırakmayacağım. Çünkü sakalımı kimsenin eline vermek niyetinde değilim”  diyerek açıklamıştır.(13)
Vahdettin zaman zaman içki içen, içkili toplantılarda, ziyafetlerde eline şarap kadehi almaktan çekinmeyen biridir. Örneğin Tütüncübaşı Şevki Bey, Padişah Vahdettin’in kendisine “daima konyak aldırdığını” belirtmiştir. (14)
Ulviye Sultan
Malta’dayken 20-30 Kasım 1922 tarihleri arasında Vahdettin’in ve yakınlarının şarap masrafı, 5 İngiliz lirasıdır.(15) Vahdettin, Almanya ziyareti sırasında verilen ziyafette, imparatorun şerefine şampanya kadehi kaldırmıştır.(16)
San Remo’da ikamet ettiği köşkün alt katındaki misafir odasının duvarında büyükçe bir çıplak kadın tablosu asılıdır. Halifelik iddiasında bulunan Vahdettin, misafirlerini bu tablonun altında ağırlamıştır. (17)
Vahdettin aile hayatında son derece moderndir. Örneğin, gelenek gereği Osmanlı hanedanına mensup kızların düğünden önce bile kocaları tarafından görülmeleri yasakken, Vahdettin, düğünden önce damadı İsmail Hakkı’yı davet ederek, kızı Ulviye Sultan’la görüştürmüştür.(18) O buluşmayı “Son Padişah Vahdettin” kitabının yazarı Yılmaz Çetiner, belgeler ışığında şöyle anlatmıştır: “İsmail Hakkı Beyefendi’ye Harbiye Nezaretinden resmi bir yazı geldi... Veliaht Vahdettin Efendi, Çengelköy’de köşküne çağırıyordu. İsmail Hakkı’yı bir korku Aldı! Acaba kızıyla buluştuğunu haber adlıda buna kızacak, darılacak mı endişesi içinde salonda beklerken Vahdettin Efendi girdi içeriye… Selamlaştıktan sonra oturdu hiç konuşmadan. Bir sigara içti ve birden ayağa kalkıp çıktı odadan… Garip bir durumdu ve İsmail Hakkı’nın yüreği küt küt atıyordu! Az sonra birde baktı ki Vahdettin yanında kızı Ulviye Sultanla beraber tekrar içeri giriyor. İşte kızım müstakbel kocan.”(19)
Sabiha Sultan
Vahdettin'in eşlerinin kızlarının ve kız torunlarının başı açıktır. Vahdettin kadın hanedan üyelerinin yurt dışında çekilmiş fotoğraflarına bakılacak olursa başlarının açık olması bir yana, padişah eşlerinin, kızlarının ve kız torunlarının son derece modern, hatta dekolte batılı kıyafetler giydikleri görülecektir. Örneğin Vahdettin’in torunu Neslişah Sultan, Hümeyra Sultan, Hanzade Sultan ve Hibetullah Necla; kızları Ulviye Sultan ve Sabiha Sultan ile ikinci eşi Müveddet Kadınefendi, Başları açık, modern giysiler içinde adeta batılı kadınlardan ayrılamayacak şıklıkta Avrupa’da arzı endam eylemişlerdir. (20) Vahdettin kadınlara çok düşkündür. İlk eşi Nazikeda Sultanla evlenirken ona “üzerine başka kadın nikahlanmayacağı” sözü vermiştir. Evet, Vahdettin 7 yıl boyunca sözünü tutmuş, başka bir kadınla evlenmemiştir, ama bu sürede başka kadınlarla birlikte olmuştur. “Vahdettin Efendi tıpkı babası gibi Sultan Abdülmecit ve ağabeyi Sultan Abdülhamit gibi kadınlara düşkündü.. Yemin ettiği için bir başka kadını nikâhına almıyordu ama gizli gizli kısa süreli aşklar yaşıyordu.”
Beste yapan, içki içen, şampanya kadehini kaldıran, misafir odasında çıplak kadın resmi bulunduran, sakal bırakmayan, evlenmeden önce kızını damat adayıyla bizzat görüştüren, gizlice başka kadınlarla birlikte olan ve eşlerinin, kızlarının, kız torunlarının başları açık olan Padişah Vahdettin’e  “Halifedir” diye sadece “dinsel gerekçelerle” sahip çıkanların şapkalarını önlerine koyup düşünmelerini öneririm.
VAHDETTİN “ŞAŞIRMIŞ BİR HALDEYİM”
Ağabeyi Sultan Reşat’ın ölümü üzerine 4 Temmuz 1918’de padişah olan Vahdettin, tahta çıktığında 58 yaşındadır. Vahdettin, Padişah olmaya hazır ve istekli değildir. Tahta çıktıktan hemen sonra Şeyhülislam Musa Kazım Efendiye  “Ben bu makam için hazırlanmadım. Çocukluğumdan beri vücutça rahatsız olduğumdan layıkıyla tahsil edemedim. Yaşım kemale erdi dünyada bir emelim kalmadı. Biraderle (Abdülmecit Efendi) hangimizin evvel gideceğimiz (Öleceğimiz) belli olmadığından bu makamı beklememekteydim. Fakat takdiri ilahi ile bu ağır vazifeyi üstüme aldım. Bana dua ediniz.” (22)
Vahdettin’in şaşkınlık içinde olması sadece iyi eğitim almamış olmasından ve bu makama hazır olmamasından kaynaklanmamıştır; onun şaşkınlık içinde olmasının asıl nedeni,  Osmanlı Devletinin içinde bulunduğu durumdur. I. Dünya savaşı sona ermiş, çok ağır bir yenilgi alan Osmanlı devleti, elindeki toprakların büyük kısmını kaybetmiş ve devlet uçurumun kenarına gelmiştir. İşte o günlerde Vahdettin Başmabeyni Ali Fuat’a “Ben sonucu iyi görmüyorum ah şu işin içinden az zararla çıkabilsek!” demiştir. (23)
Vahdettin I. Dünya savaşına girilmiş olmasından hiç memnun değildir. 20 Kasım 1918 de “Daily Mail” gazetesine verdiği demeçte “Eğer ben I. Dünya Savaşı çıkmadan önce tahta çıksaydım, Osmanlı Devletinin tarafsızlığını mutlaka korurdum” demiştir. Bu nedenle tahta çıkar çıkmaz bir an önce ateşkes antlaşmasının yapılmasını istemiştir.(24) Vahdettin’in I. Dünya Savaşı karşıtlığının temel nedeni, bu savaşta en büyük düşmanın İngiltere olmasından kaynaklanmaktadır. Vahdettin, Almanya ya karşı İngiltere’ye yakınlaşma taraflısıdır. İttihatçılarla Enver Paşa ile ayrılığın temelinde de bu vardır.
Emperyalizmle, özelliklede İngiliz emperyalizmiyle kuşatılmış bir devletin başına geçen Vahdettin’in tek düşüncesi mümkün olduğunca İngilizlere yakınlaşmaktır. “Ben büyük ceddim Yavuz Sultan gibi sakal bırakmayacağım. Çünkü sakalımı kimsenin eline vermek niyetinde değilim”  diyen Vahdettin evet belki sakalını kaptırmamıştır, ama bütün vücudunu İngilizlere ve İngilizci sadrazam Damat Ferit’e kaptırmıştır.
Kaynakça: (1) Mevlanzade Rıfat – “Türk İnkılabının İçyüzü”, İstanbul 2000, sf 215 (2) Vakit, Yenigün, Alemdar Gazeteleri 25 Mart 1919 (3) Tarık Mümtaz Göztepe “Vahdettin Gurbet Cehenneminde” İstanbul 1968 sf 159 – Turgut Özakman ‘Mustafa Kemal ve Milli Mücadele’ Ankara 2007 sf 75 (4) Özakman, age sf 75 (5) Uğur Mumcu “Kürt İslam Ayaklanması” İstanbul 1993 sf 11, 16, 59, 184 (6) N. Fazıl Kısakürek “Vatan Haini Değil, Büyük Vatan Dostu S. Vahdettin” 1975 (7) Mahmut Kemal İnal “Son Sadrazamlar” cilt 4 İstanbul 1982 sf 2096 (8) Özakman, age, sf (9)Yılmaz Çetiner “Son Padişah Vahdettin” İstanbul 1993 (10) İnal, age, 2101 (11) İngiliz Arşiv Belgeleri FO 371/3410/12379 Harding’den Balfor’a gizli yazı, Madrid – 9.7.1918; Salahi R Sonyel “Gizli Belgelerle Mustafa Kemal, Vahdettin ve Kurtuluş Savaşı” Ankara 2007 s10 (12) Özakman, age, sf 31 (13) Enver Behnan Şapolyo “Osmanlı Sultanları Tarihi” İstanbul 1961 sf 460,461 (14) Yakın Tarihimiz C 3 sf 188 (15)(FO 371/9118/E . 172; Colonial Office’ ten Fpreigen Office yazı, Bilal N. Şimşir “Vahdettinin Kaçışı ve Sonu” Cumhuriyet Gazetesi (16) Rıza Tevfik Bölükbaşı “Birazda Ben Konuşayım” İstanbul 1993 sf 32 (17) Göztepe, age, sf 147, Özakman, age sf 31 (18) İ. Hakkı Okday “Yanya2dan Ankara’ya 1994 istanbul, sf 206 (19) ) İ. Hakkı Okday “Yanya2dan Ankara’ya 1994 istanbul, sf 206 (20) Fotoğraflar için bknz Çetiner, age sf 381 (21) Çetiner, age, sf 52 (22) İnal, age, sf 295 (23) Tarık Mümtaz Göztepe “Vahdettin, Mütareke Gayyasında” İstanbul 1969 sf 15 (24) Lütfi Bey “Osmanlı Sarayının Son Günleri” “Hz.Ş. Kutlu” İstanbul 1978 sf 445, 446


Kadir Mısırlıoğlu

Kadir Mısıroğlu, “Sultan Vahdettin, ufukta beliren vahim tehlikelere karşı Anadolu’da bir direniş hareketi düşünüp, bunu tepesindeki işgal kuvvetlerine rağmen en dikkatli şekilde planladı. Bu cümleden olarak yaverlerinden Mustafa Kemal Paşa’yı geniş yetki ve imkânlarla donatarak Anadolu’ya gönderdi...” demiştir. Vahdettin’i aklamaya, hatta “Kurtuluş Savaşı kahramanı” yapmaya yönelik bu iddialar ne kadar gerçeği yansıtmaktadır? Bu soruya cevap vermek için Vahdettin’in Kurtuluş Savaşı’nın başından sonuna kadar nasıl bir politika izlediğine bakmak gerekecektir.

“ÖNCE BEN” DİYEN BİR PADİŞAH:
I. Dünya Savaşı sonlarına doğru padişah olan Vahdettin, bu savaşa bir an önce son verilmesini istemiştir. Padişah Vahdettin, Osmanlı Devleti’nin, I. Dünya Savaşı’ndan çekilmesini sağlayacak olan Mondros Ateşkes Antlaşması’nı kayınbiraderi Damat Ferit’in imzalamasını istemiştir. Ancak Sadrazam Ahmet İzzet Paşa, “Bu adam mecnundur! Bu kadar önemli görev kendisine nasıl verilebilir?” diyerek Damat Ferit’in görevlendirilmesine karşı çıkmıştır. Buna rağmen Padişah, “Biz onu idare ederiz!” diyerek kararında ısrar etmiş ve Ahmet İzzet Paşa’nın Damat Ferit’le görüşmesini istemiştir. Bunun üzerine Ahmet İzzet Paşa, Damat Ferit’le Ayan Meclisi’nde bir görüşme yapmıştır:
Amiral Calthorpe

“Mütareke konusunda neler yapılabileceğini, karşı karşıya oturup konuştular... Damat Ferit anlattıkça, İzzet Paşa renkten renge giriyor, bir megalomanla karşı karşıya bulunduğunu daha iyi anlıyordu... Üstelik kafasızdı bu adam!.. Ne devletler arası politikadan, ne siyasetten haberi vardı! Damat Ferit şunları söylüyordu sadrazama: ‘İngiliz Amirali Calthorpe ile görüşeceğim. Eğer devletin kesin ülke bütünlüğünü esas alan bir mütarekeye yanaşmazlarsa, derhal bir savaş gemisi, kruvazör isteyip Londra’ ya gideceğim... İngiltere kralına, ben senin baban olan kralın eski dostuyum! Arzularımın kabulünü senden beklerim, diyerek barış tekliflerimizi kabul ettireceğim!..’ Yanıma özel kâtip olarak da Rum Patrikhanesi kâtibi Kara Yeodori’yi alacağım...’ Sadrazam İzzet Paşa, bu sözler üzerine donmuş kalmıştı... Bu mevkiye gelmiş bu adam nasıl olurdu da, hala devletlerin yüce menfaatlerinde böyle dostlukların sökmeyeceğini bilmezdi? Üstelik, İngiltere kralının babasıyla hiçbir dostluğu filan da yoktu!..” Ahmet İzzet Paşa ve birçok bakan, eğer bu görev Damat Ferit’e verilirse istifa edeceklerini belirtmişlerdir. Ahmet İzzet Paşa Hükümeti, Mondros Ateşkes Antlaşması’nı imzalayacak heyetin başkanlığına Bahriye Nazırı Hüseyin Rauf (Orbay) Bey’i atamıştır. Padişah Vahdettin, bu atamayı bazı şartlar ileri sürerek kabul etmiştir. İşte tam da bu noktada Padişah Vahdettin’in tahtını, tacını ve politik geleceğini vatanından üstün tuttuğu anlaşılmaktadır. 1918 Kasımı’nda Padişah Vahdettin’in “önce kendini” düşündüğünün iki önemli kanıtı vardır:
Rauf Orbay
1- Vahdettin, ülkesinin geleceğini ilgilendiren çok önemli bir antlaşmayı imzalayacak heyetin başkanlığına Damat Ferit gibi aklı bir karış havada, ne yaptığını bilmeyen, Ahmet İzzet Paşa’nın deyimiyle “mecnun” birini atamak istemiştir: Vahdettin, bu önemli göreve atadığı kişinin niteliklerine değil, kendisine bağlı olmasına önem vermiştir. Basiretsiz ve niteliksiz bir maceracı olan Damat Ferit, Vahdettin’in ablası Mediha Sultan ile evlidir, dolayısıyla Vahdettin’le akrabadır. O günlerde tahtını kaybetmekten korkan Vahdettin, bu göreve akrabası Damat Ferit’i getirerek bir anlamda kendisini güvenceye almıştır. Fakat kendisini güvenceye alırken ülkesinin geleceğini hiçe saymıştır. Mondros Ateşkes Antlaşması’yla Osmanlı Devleti, çok ağır şekilde yenildiği I. Dünya Savaşı’ndan çekilecektir. İngiltere, Fransa ve İtalya gibi emperyalist devlerle masa başında bir boğuşma yaşanacağı kesindir. Türkiye’nin geleceği bu antlaşmaya bağlıdır. İşte böyle bir ortamda Padişah Vahdettin’in kafasındaki tek şey, “Diğer yenilen ülkelerde oldu¤u gibi acaba ben de tacımı ve tahtımı kaybeder miyim?” endişesidir. Bu endişe nedeniyle, sadece kendini düşünerek, bu önemli göreve eniştesi Damat Ferit’i getirmek istemiştir.
2- Vahdettin, Sadrazam Ahmet İzzet Paşa’nın ve diğer bakanların “istifa ederiz!” tehdidi üzerine Mondros Ateşkes Antlaşması’nı imzalayacak heyetin başına Bahriye Nazırı Rauf Bey’in atanmasını zoraki kabul etmiştir. Ancak iki şartı vardır: Bu şartlardan ilki, Vahdettin’in yine vatanından çok kendini düşündüğünü göstermektedir.

1- Hilafetin, saltanatın ve Osmanlı hanedanlığı hukukunun tamamının korunması,
2. Herhangi bir Osmanlı iline özerklik verilirse bunun siyasi değil idari (yönetsel) olmasının istenmesi.
Sadrazam Ahmet İzzet Paşa’ya göre Vahdettin’in öne sürdüğü bu şartların antlaşma ile hiçbir ilgisi yoktur. Padişah, savaş yenilgisinin yaratmış olduğu kargaşa içinde Osmanlı hanedanlığının devam etmemesinden korkmuştur ki, bu da Padişah’ın kendi tahtını kurtarmaktan başka bir şeye önem vermediğini göstermektedir. Turgut Özakman, bu durumu, Vahdettin’in “yalnız kendini ve tahtını düşündüğünün ilk somut ve belgeli davranışı” olarak değerlendirmiştir. Padişah Vahdettin’in, Türkiye’nin geleceğini ilgilendiren çok önemli bir antlaşma imzalayacak heyetin başkanından ilk isteğinin, “Hilafetin, saltanatın ve hanedanın haklarını koruyacaksın!” olması, Vahdettin’in önce vatan değil, “önce ben!” dediğini kanıtlamaktadır. Soruyorum şimdi: Önce vatan değil, ”önce ben!” diyen bir padişaha ne diyeceğiz?

GELECEĞİ GÖREMEYEN PADİŞAH
I. Dünya Savaşı’nda yenilen ülkelerde rejim değişikliklerinin olması, Kralların tahtlarını ve taçları kaybetmeleri Vahdettin’i kaygılandırmıştır. Bu nedenle Vahdettin, Mondros Ateşkes Antlaşması’nı imzalayacak heyetin başkanı Rauf Bey’den, önce “hanedan hukukunu” korumasını istemiştir. Ancak çok geçmeden kaygılanmasına gerek olmadığı görülmüştür. Çünkü emperyalistlerin Doğu’da saltanat rejimini tercih ettikleri anlaşılmıştır. Bir hükümdarla onun kullarını idare etmek, demokratik rejimle yönetilen özgür bir yurttaşlar topluluğunu idare etmekten çok daha kolaydır. Bu nedenle başta İngiliz emperyalizmi olmak üzere Türkiye’yi işgal eden tüm emperyalistler, Atatürk’ün etrafında gelişen halk hareketini boğmaya çalışarak, kendi kontrolleri altındaki padişahı ve monarşiyi desteklemişler, onu güçlendirmeye çalışmışlardır. Nitekim İstanbul’un işgali üzerine işgal Kuvvetleri Komutanlığı’nın yayımladığı bildiride, Kuvayı Milliyeciler, Padişahın emirlerine uymadıkları için suçlanmış ve herkes Padişah ve hükümetin vereceği emirleri dinlemeye çağrılmıştır. 
Horace Rumbold
Vahdettin, 4 Ekim 1918’de, ajanı Rüştü Bey’i İsviçre’nin başkenti Bern’de bulunan İngiliz elçisi Sir Horace Rumbold’la görüşmeye göndertmiş ve kafasındaki barış koşullarını İngilizlere önceden sunmuştur. Vahdettin’in barış koşullarına bakılacak olursa, yaşanan gelişmeleri doğru okuyamadığı anlaşılmaktadır; Çünkü, Vahdettin, Osmanlının dağılıp parçalandığını ve Anadolu’nun tehdit edildiğini göremeyerek, hala Hicaz’da, Filistin’de ve Mezopotamya’da hak iddia etmeye kalkmıştır. Rauf Bey ve delegeler kurulu, 30 Ekim1918’de Mondros Ateşkes Antlaşması’nı imzalayıp yurda döndüğünde Padişah Vahdettin, Rauf Bey’in başkanlığındaki delegeler kurulunu kabul etmemiştir. Vahdettinci yazarlar bu durumu, Vahdettin’in Mondros Ateşkes Antlaşması’nı beğenmediğine kanıt olarak göstermişlerdir. Ancak bu değerlendirme doğru değildir. Vahdettin’in delegeler kurulunu kabul etmemesinin nedeni, Padişahın, Rauf Bey’in başkanlığındaki bu kurulun Mondros’a gitmesini zoraki kabul etmiş olmasındandır.
Vahdettin, Mondros Ateşkes Antlaşması’nı şöyle yorumlamıştır: “Bu koşulları, ağır olmalarına karşın kabul edelim. Öyle tahmin ederim ki, İngiltere’nin Doğu’da asırlarca sürmekte olan dostluğu ve lütufkâr siyaseti değişmeyecektir. Biz onların hoşgörüsünü daha sonra elde ederiz...” Aslında bu sözler de Vahdettin’in ufuksuzluğunu olanca açıklığıyla gözler önüne sermektedir: Çünkü Vahdettin, İngiltere’nin Doğu’daki emperyalist politikalarını, onların Doğu’da asırlarca sürmekte olan dostluğu ve lütufkâr siyaseti olarak görmüş ve dahası, İngiliz emperyalizminin hoşgörüsünün elde edilebileceği yanılgısına düşmüştür. Vahdettin’in Kurtuluş Savaşı sırasındaki politikası, bizzat kendi ağzından açıkladığı gibi, İngilizlerin hoşgörüsünü elde etmektir. Bunun dışında söylenen her şey palavradır!

İNGİLİZLERE YARANMA POLİTİKASI
Ahmet İzzet Paşa
Vahdettin, Mondros Ateşkes Antlaşması’nın imzalanmasından hemen sonra İngilizlere yaranma politikasını uygulamaya koymuştur. Bu amaçla önce Ahmet İzzet Paşa Hükümeti istifa ettirilmiş, yerine İngilizci Tevfik Paşa Hükümeti kurdurulmuştur. Bu hükümet değişikliğinde Padişah’ın parmağı olduğunu bizzat Ahmet Rıza Bey ifade etmiştir. Tevfik Paşa’nın, İngilizci ve Vahdettin’in dünürü olması, padişahın onu tercih etmesinde etkili olmuştur. Sina Akşin, Ahmet İzzet Paşa Hükümeti’nin istifa ettirilip yerine Tevfik Paşa Hükümeti’nin kurdurulmasını, “Vahdettin’in, Osmanlı Devleti’nin kaderini belirleyecek olan İtilaf devletlerine göre bir kabine istemesine” bağlamıştır. Tevfik Paşa Hükümeti’nde İngiliz dostları dışında bazı Fransız dostlar›n›n da bulunması Akşin’i doğrulamaktadır. Padişah Vahdettin, genelde İtilaf devletlerini, özelde İngilizleri memnun etmek için iki önemli adım atmıştır:

1- Meclis-i Mebusan’ı dağıtmıştır,
2- Damat Ferit Paşa’yı sadrazam yapmıştır.
Anadolu’nun yer yer  işgal edilmesi üzerine sesini yükselten Meclis-i Mebusan, İngilizleri rahatsız etmeye başlamıştır. Meclisi kontrol etmektense, padişahı kontrol etmenin daha kolay olacağını düşünen İngilizler, Padişah Vahdettin’e baskı yaparak meclisin kapatılmasın sağlamışlardır. Vahdettin, 21 Aralık 1918’de anayasanın 7. maddesine dayanarak yayımladığı bir iradeyle meclisi dağıtmıştır. Vahdettin, Meclisi dağıtarak aklınca İngilizlerden hayat güvencesi aldığını düşünmüştür. Bu konuda başkâtibi Ali Fuat’a, “Ecnebiler; ‘Siz hayat hakkınızı korumak için çalışmalısınız. Eğer gereken çalışmayı yapmazsanız, hayat hakkınızı da tehlikeye atmış olursunuz.’ diyorlar” demiştir. Kendi hayatını düşünerek ulusal iradeye son veren Vahdettin’e ne diyeceğiz? “Büyük vatan dostu Sultan Vahdettin mi” diyeceğiz? Vahdettin, Tevfik Paşa’nın yeterince İngilizci olmadığını düşünerek çok koyu bir İngilizci olan eniştesi Damat Ferit’i göreve getirmiştir. Vahdettin’in Kurtuluş Savaşı’na yönelik politikasını biçimlendiren Damat Ferit Paşa hükümetleri olacaktır.

AKRABACILIK VE İNGİLİZCİLİK (Damat Ferit ve Vahdettin’in Ortak Paydası )
Vahdettin’in kız kardeşi Mediha Sultan’la evli olan Damat Ferit, padişahın akrabasıdır ve tahtını, tacını, hatta hayatını kaybetme korkusu taşıyan Vahdettin’in temel politikası akrabalarını iktidara getirmektir. Padişah Vahdettin, Milli Hareketi başından itibaren boğmaya çalışan, hain Damat Ferit’i tam 5 kere sadrazamlığa getirmiştir. Padişah Vahdettin’in Israrla Damat Ferit’i sadrazam yapmasının nedeni, Ferit’in “İngilizci” ve “akrabası” olmasındandır. Vahdettin, bir taraftan Damat Ferit’in İngilizciliği sayesinde İngiltere’ye yaklaşmaya çalışırken, diğer taraftan akrabalığı sayesinde onu çekip çevirmeye çalışmıştır. Dolayısıyla Damat Ferit hükümetlerinin, Atatürk’ün önderliğindeki Milli Hareketi yok etmek için attığı “ihanet adımlarını”, Padişah Vahdettin’den habersiz atılmış adımlar olarak görmek olanaksızdır. Nitekim Damat Ferit hükümetlerinin Atatürk’e ve Milli harekete yönelik birçok kararının altında doğrudan Padişah Vahdettin’in imzası vardır. Örneğin, Milli hareketi “eşkıya” hareketi olarak gören bildirinin yayınlanması, Atatürk’ün görevden alınması, Divanıharp’ta idama mahkûm edilmesi, rütbe ve nişanlarının geri alınması, Hilafet ordusunun kurulması gibi kararların altında doğrudan padişahın imzası vardır. Damat Ferit, Padişah Vahdettin’in sözcüsü gibidir. Örneğin, 9 Mart 1919’da İngiliz Yüksek Komiseri Yardımcısı Richard Webb’i ziyaret ederek, Efendisi Padişahla kendisinin ümitlerinin Tanrı’ya ve İngiliz yönetimine dayandığını” bildirmiştir. Atatürk, Kurtuluş Savaşı sırasında doğrudan Padişah Vahdettin’e gönderdiği telgraflarla, Damat Ferit Hükümeti’ni iktidardan uzaklaştırmasını istemiştir. Damat Ferit’in ikinci kez sadrazamlığa getirilmesine karşı çıkan Meclisi Mebusan Başkanı Hüseyin Kazım Bey’in, bunun memleket ve saltanat için felaket olacağını söylemesi üzerine Vahdettin sinirlenerek, “Ben istersem Rum Patriği’ni de Ermeni Patriğini de getiririm. Hahambaşı’nı da getiririm” demiştir. Yani Vahdettin bilerek, isteyerek hain Damat Ferit’i sadrazamlık makamına getirmiştir. Vahdettin eğer gerçekten Anadolu’daki Milli hareketten yana olsaydı, tam5 kere “vatan haini” Damat Ferit’i sadrazamlığa getirir miydi? Kurtuluş Savaşı sırasında Damat Ferit’ten bir türlü vazgeçmeyen Padişah Vahdettin, daha sonra Avrupa’dayken Refi Cevat’a, “Damat Ferit bir yalancıydı!” demiştir. Vahdettin’in İngilizlerle olan“şaşırtan” ilişkilerine önümüzdeki ay devam edeceğiz.
Padişah Vahdettin, İngilizlere yaklaşmak için öncelikle iki aracıdan yararlanmıştır.Bunlardan biri, 5 defa sadrazamlığa getirdiği İngilizci Damat Ferit, diğeride İngiliz Muhipler Cemiyeti'nin kurucusu Sait Molla'dır. Vahdettin'in sıkı ilişki içinde olduğu Sait Molla, İngiliz casusu Rahip Frew ile birlikte Milli hareketi yok etmek için türlü entrikalar çevirmiştir. Rahip Frew İngiliz Haberalma Servisi'nin önemli bir üyesidir. Frew, ayrıca, İngilterede ki "British Red Cresnet"in (Britanya Kızılay Derneği) İStanbulda ki temsilcisidir.Bu dernek Türkiye'deki İngiliz Muhipler Cemiyeti'yle sıkı ilişki içerisindedir.
Rahip Frew Anadolu'daki Milli hareketi bitirmek için Sait Molla aracılığıyla İngiliz Muhipler Cemiyeti'ne para yardımı dahil her türlü yardımı yapmıştır.Kurtuluş savaşında Anadoluda çıkarılan 21 ayaklanmanın arkasında Rahip Frew, Sait Molla işbirliği ve İngiliz Muhipler Cemiyeti'nin çalışmaları olduğu anlaşılmıştır.Sait Molla ve Rahip Frew arasındaki yazışmalar ele geçirilmiştir.Atatürk Nutuk'ta Sait Molla'nın Rahip Frew'a gönderdiği 12 Mektubu yayınlamıştır.Bu 12 mektup incelendiğinde molla ve papazın işgalci İngilizlere nasıl uşaklık ettikleri çok açık bir şekilde görülmektedir.Bu 12 mektup incelendiğinde şöyle bir tablo ortaya çıkmaktadır.

  1. Anadolu halkını Atatürk'e karşı ayaklandırmak için paralı ajanlar kiralanmış ve bu ajanların propagandaları sonunda Anadolu'da çok sayıda isyan çıkmıştır.
  2. Sadrazam Damat Ferit, Şeyhülislam Mustafa Sabri ve Zeynel Abidin efendiler ile iç işleri bakanı Ali Kemal, Polis Müdürü Nurettin bey ve padişah Vahdettin'in İngiliz Muhipler Cemiyeti'yle ilişkileri vardır.
  3. Kürt Teali Cemiyeti ile yakın ilişkiler içindedir.
  4. Mebuslar Cemiyeti için yapılacak seçimleri önlemeye yönelik gizli girişimlerde bulunmuştur.
Padişah Vahdettin, Hazine-i Hassa Müdürü Refik bey, aracılığıyla randevu alan gizli servis elemanlarıyla, özellikle de İngiliz Muhipler Cemiyeti temsilcileriyle sıkça görüşmüştür.Meclis başkanı Halil Menteşe'nin anıları bu gerçeği doğrulamaktadır."O günlerde Vahdettin'in rahatsızlığı nedeniyle, hareme çekilmiş arzu etmediği ziyaretçileri kabul etmiyordu; fakat harem kapısından geceleri Rahip Frew'leri, Hoca Sabri'leri, Ali Kemaller'i kabul ediyordu."
Yusuf Hikmet Bayur, Vahdettin'i Rahip Frew gibi İngiliz ajanlarının kışkırttığını ileri sürmüştür."Papaz Frew gibi İngiliz Muhipler Cemiyeti'nin habis ruhu durumunda olan İngiliz casuslarıyla gizlice ve sık sık görüşen Vahdettin'in...onlarca kışkırtıldığı da güvenle düşünülebilir."
Neşit Hakkı Uluğ, Padişah Vahdettin'in, İngiliz casusu Rahip Frew'la nasıl ilişki kurduğunu şöyle anlatmıştır. Saray ile İngiltere arasında bir haberleşme aracı olacak...bu alçaklığı yapacak, üstlenecekler vardı.Bunlar bir "sultanzade" ile Rahip Frew denilen kimseler olsa gerekir. Çünkü Sultanzade Sami, Vahdettin'in kızkardeşinin oğlu olup Kendisi gençliğinde bir İngiliz Mürebbiyenin eline verilmiş veya bir İngiliz öğretmen tarafından yetiştirilmiş olmasından dolayı daima işin içine İngilizleri karıştırırdı. Rahip Frew denilen şahsı saraya dolandırmakta bu Sultanzade'nin ilgisi vardır.Bazı kişilerin telkinleri, Sultanzade ile Rahip Frew'un teşvikleri Vahdettin'e pusulayı şaşırtmıştır.
Fethi Tevetoğlu "Milli Mücadele Yıllarında Kuruluşlar" adlı kitabında, İngiliz Muhipler Cemiyeti'nin kurucularından birinin doğrudan Sultan Vahdettin olduğunu belirtmiştir.
"Türkiye İngiliz Muhipler Cemiyeti, başta Padişah VI. Mehmet Vahdettin ve Sadrazam Damat Ferit Paşa, Dahiliye Nazırı Ali Kemal, Adil, Mehmet Ali ve Saadettin Beyler'le Ayan'dan Hoca Vasfi Efendi olmak üzere, İngilizlerin idareye biran önce el koymasını isteyen ve İngiliz Himayesi projesini hazırlayan, milli güç ve güvenden yoksun, umudunu yitirmiş gafiller, korkaklarla bir takım satılmışlar tarafından, İngilizlere muhabbet ve taraftarlık, kendilerine çıkar sağlamak için, milli mücadeleye karşı kurulmuş bir ihanet şebekesidir."
Gotthard Jaeschke,"İngiliz Belgelerine" dayanarak, İngiliz Muhipler Cemiyeti'nin kurucusu Sait Molla ile çok sıkı bir ilişki içinde olduğunu,"sultanın İngiliz dostluğuna kur yapmak için kullandığı baş şahıs Sait Molla idi" diyerek ifade vermiştir.
Ruslar bile Padişah Sultan Vahdettin'in İngiliz Muhipler Cemiyeti ile ilişkide olduğunu anlamıştır.Bolşeviklerin Ankara büyükelçisi Aralov, İngiliz Muhipler Cemiyeti kurucularından birinin Padişah Vahdettin olduğunu belirtmiştir.
"İngiliz Muhipler Cemiyeti" İstanbul'da İngiliz İntelligence Sarvice teşkilatının temsilcisi Rahip Frew'ın para desteği ile Padişah Vahdettin ve Sadrazam Damat Ferit tarafından kurulan gerici bir teşkilattır. Bu derneğin başında o zamanlar çıkmakta olan gerici (Yeni İstanbul) gazetesinin sahibi Sait Molla bulunmaktaydı.
Atatürk, daha Kurtuluş Savaşı sırasında kendisine ulaşan haberlerden Padişah Vahdettin'in İngiliz Muhipler Cemiyeti'nin iki ajanı Rahip Frew ve Sait Molla ile sıkı ilşki içinde olduğunu anlamıştı. Mazhar Müfit Kansu anılarına göre Atatürk, bir gece İngiliz Muhipler Cemiyeti'yle Padişah Vahdettin arasındaki ilişkiyi şöyle açıklamıştır.Bir gece Mustafa Kemal Paşanın yatak odasında birkaç arkadaşla görüşmekte ve durumu Paşa bize anlatmakta iken, birdenbire Paşa ayağa kalktı "siz rahip Frew'a yalnız devletmi para veriyor da bu teşkilatı yapıyor zannediyorsunuz? Ben Padişahında buna yardımda bulunduğunu zannediyorum. Siz ne fikirdesiniz?" dedi. Bizde ihtimaldir dedik ve sonra Paşa "dahası var. Bu rahip Frew benim aldığım özel bilgiye göre hükümetin de en sevgilisi. Görüyorsunuz ya  bir papaz hayatımızla, istklalimizle nasıl oynuyor. O papaz memleketinin Türkiye üzerinde nüfus ve hakimiyetine çalışıyor. Ulemadan Sait Molla da Türkiye'nin hakimiyetini kaybederek İngiliz hakimiyetine girmesi için çalışıyor." diye çok öfkelendi. Hüsrev Sami de bu sıra 'Ya Padişah' dedi.
Mustafa Kemal de 'evet o da Sait Molla'nın öncüsü' dedi. Fakat arkadaşlar millet hiçbir zaman bir hain padişahın, bir rahip Frew'ın, bir Sait Molla'nın esiri eğlencesi olamaz. Cihanı başlarına toplasınlar da gelsinler. İş kalabalıkta değil hak ve hakikattedir. Hak ve hakikat, millet rehberimizdir.Mutlaka biz muvaffak olacağız. Şimdiye kadar olduğu gibi bütün engelleri aşacağız.Vakit yaklaştı. Pek yakında tam istiklal ve hakimiyetimize kavuşacağız' diyerek, bizimde manevi kuvvetimizi arttırdı"
Vahdettin, İngilizlere yaklaşmak için, Türkiyeyi İngiliz emperyalizmi yararına bölüp parçalamaya çalışan  İngiliz Muhipler Cemiyeti'yle ilişki kurmak istemiştir. Padişah bu amaçla Rahip Frew ve Sait Molla gibi İngiliz Casuslarıyla "sıkı fıkı" olmuştur.Bu zararlı cemiyetin içerisinde bizzat padişahı temsil etmekte olan Sadrazam Damat Ferit , İçişleri Bakanı Ali Kemal ve Adil bey, Şeyhülislam Mustafa Sabri, Zeynel Abidin ve Hoca Vasfi gibi kişiler yer almıştır.
Özetle Necip Fazıl'ın büyük v"atan dostu" dediği  Padişah Vahdettin, vatanı parçalamaya çalışan İngiliz Muhipler Cemiyeti'nin faal bir üyesi gibidir.
VAHDETTN: "İngiliz Milletine kuvvetli sevgi ve hayranlık duygularım vardır"
Vahdettin, kelimenin  tam anlamıyla bir "İngilizseverdir". Bu gerçeği bir çok kere kendisi ifade etmiştir. Jaeschke'nin dediğine göre Padişahın İngiltere'ye karşı sevgi tezahurlarının uzun serisi, The Daily Mail muhabiri G. Ward Price ile 24 Kasım 1918 de yaptığı mülakat ile başlar. Vahdettin bu mülakatta İngiliz gazeteciye şunları söylemiştir.
"Eğer ben tahtta olsaydım bu esef verici olay olmazdı.İngiltere'de öteden beri Türklere karşı mevcut dostluk duyguları savaş başladığı zaman hemen yok olmuş değildi. Fakat Ermenilerin öldürülmeleri, İngilizlerin Türkiye'ye karşı duygularında derin bir değişiklik yaratmıştır. Bu kötülükler kalbimi yaralamıştır. Adalet çok geçmeden yerini bulacaktır.İngiliz milletine, kuvvetli sevgi ve hayranlık duygularımı Kırım savaşında İngilizlerin müttefiki olan babam Sultan Abdülmecit'ten miras aldım. Şimdi ...bu sebepten, memleketim ile Büyük Britanya  arasında öteden beri mevcut dostane ilişkileri yenileyip kuvvetlendirmek için elimden geleni yapacağım."
Görüldüğü gibi Padişah Vahdettin İngiltereye şirin gözükmek için laf arasına "Ermenilerin öldürülmeleri, İngilizlerin Türkiye'ye karşı duygularında derin bir değişiklik yaratmıştır. Bu kötülükler kalbimi yaralamıştır. Adalet çok geçmeden yerini bulacaktır." diyerek Ermeni soykırım iddialarını da kabul etmiştir.
VAHDETTİN'İN Sürekli İngilizlerden Yardım Dilenmesi: Padişah Vahdettin, güvendiği adamlarını İngiliz yetkililerine göndererek bıkıp usanmadan İngiliz yardımı dilenmiştir.
Bu amaçla yapılan ilk girişim, 1918 Kasımının sonlarında olmuştur. Sadrazam, İngiltere ve Osmanlı'yı çok yakından ilgilendiren bir sorunu görüşmek üzere, Padişahın isteği doğrultusunda, Londra'ya gizli bir temsilci göndermek istediğini bir haberci ile İngiltere Yüksek Komiserliğine bildirmiştir. Padişah ve Sadrazam İngiliz Hükümeti ile "siyasi ve ekonomik" konuları görüşmek istemiştir.
General Milne, 16 Aralık 1918 de İngiltere'ye gönderdiği raporda "Padişahın Sami Bey'i Ordu Genel Karargahına gönderdiğini Türkiye'nin idaresini mümkün olduğu kadar çabuk ele alması için Britanya Hükumetinden  istirhamda bulunduğunu, barışın beklenilmesi halinde geç kalınmış olacağını söylediğini, Britanya memurlarının kontrol maksadıyla memleket içine gönderilmesini ve bu takdirde Britanya subaylarının idareye yardımda bulunmalarını rica ettiğini" bildirmiştir.


Vahdettinci yazarlar ve onların takipçisi liberal tarihçiler, “Canım hiç bir padişah kendi ülkesini satmak ister mi?”diye mantıksal bir çıkarım yaparak “Padişah Vahdettin’in Türkiye’yi İngilizlere bırakmak istediği” tezine karşı çıkmaktadırlar. Aslına bakılacak olursa, mantıksal açıdan yaklaşıldığında evet, bir padişahın kendi ülkesini, üstelik can düşmanı olan İngiliz emperyalizmine, kendi elleriyle teslim etmesi “çok mantıksız” bir davranış olarak görülebilir. Ancak söz konusu Vahdettin olunca işler değişmektedir.
Çünkü Vahdettin’in kafasında “İngilizlere sığınmak dışında” başka hiçbir kurtuluş seçeneği yoktur. Bu nedenle, Padişah Vahdettin, “İngilizcilik” konusunda sınır tanımamıştır. Vahdettin, İngilizlerin güvencesini almak, tacını ve tahtını korumak için İngilizlere akıl almaz bir teklif yapmıştır. İngilizleri bile şaşırtan bu teklifle Sultan Vahdettin, Türkiye’nin bütün yönetimini 15 yıllığına İngiltere’ye bırakmak istemiştir. Sadrazam Damat Ferit, Padişah Vahdettin’le birlikte hazırladığı bir projeyi, 30 Mart 1919’da İngiliz Yüksek Komiseri’ne sunmuştur. Akıllara durgunluk verecek bir şekilde Osmanlı Padişahı ve Sadrazamı Türkiye’yi kendi elleriyle İngiltere’ye teslim etmişlerdir.
İşte, “Büyük vatan dostu Vahdettin’in(!)” Sadrazamı Damat Ferit aracılığıyla İngiltere’ye sunduğu teklif: “İngiltere, Avrupa ve Asya’da, gerek doğrudan doğruya Sultanın hâkimiyeti altında bulunan, Türkçe konuflan ve gerekse özerklikten faydalanan vilayetlerde, Türkiye’nin ecnebilere karşı bağımsızlığını ve memleket içinde sessizliği temin etmek için gerekli gördüğü yerleri 15 yıl süreyle işgal edecektir... İngiltere, dostluk hisleriyle duygulanarak Osmanlı bakanlıklarında gerekli gördüğü yerlere İngiliz müsteşarlarının Sultan tarafından tayinlerine izin verecektir. Bundan başka İngiltere Hükümeti, her vilayete birer İngiliz Başkonsolosu tayin edecek ve bu konsoloslar 15 yıl süreyle vali yanında müşavirlik görevi yapacaklar. Vilayet, Belediye Meclisleri seçimleri ve parlamento üyelerinin seçimi İngiliz konsoloslarının kontrolü altında yapılacaktır. İngiltere hem başkent İstanbul’da, hem vilayetlerde maliyeyi çok sıkı kontrol etme hakkına sahip olacaktır. Anayasa, Doğu halkının siyasi anlayışına ve yeteneklerine uygun olarak sadeleştirilecektir.” [1] Ey Vahdettin’i “Kurtuluş Savaşı kahramanı” yapan utanmazlar!... Vahdettin’in, 30 Mart 1919 tarihinde Sadrazam Damat Ferit aracılığıyla İngilizlere sunduğu bu onursuzca teklifi nasıl açıklayacaksınız? diye sormak istiyorum...
1. İngiltere, gerekli gördüğü yerleri 15 yıllığına işgal edebilecek.
2. Sultan, Osmanlı bakanlıklarında gerekli görülen İngiliz müsteşarlarının tayinine izin verecek.
3. Her ile birer İngiliz konsolosu tayin edilecek.
 4. Bu konsoloslar 15 yıl süreyle valinin yanında müşavirlik yapacak.
5. Türkiye’deki seçimleri İngilizler kontrol edecek.
6.  İngiltere, Türk maliyesini çok sıkı kontrol etme hakkına sahip olacak.
7. Doğu halkının anlayışına göre anayasa sadeleştirilecek.
İngilizler  M. Kemal destekçilerini kurşuna dizdiler 
 Bu 30 Mart anlaşma tasarısına İngilizler, olumlu ya da olumsuz hiçbir cevap vermemişlerdir. [2] Vahdettin’in, İngilizlere yaptığı bu teklif, Türkiye’nin “kayıtsız, koşulsuz” İngiliz sömürgesi olmasını istemesinden başka nedir? Üstelik Vahdettin, İngilizlerin zoruyla, baskısıyla değil, kendi aklıyla ve iradesiyle hareket ederek, bilerek, isteyerek ülkesini 15 yıllığına İngilizlere vermek istemiştir. Vahdettin, Türkiye’yi kayıtsız şartsız İngilizlere teslim etmeyi teklif etti¤inde, Mustafa Kemal Atatürk’ün Samsun’a çıkmasına sadece 50 gün vardır. “Vahdettin, Atatürk’ü, Kurtuluş Savaşı’nı başlatması için Samsun’a gönderdi” diyen Vahdettinciler, soruyorum size “bu 50 gün içinde ne oldu da Vahdettin doksan derece ‘dönerek’ tam bağımsızlığı düşünür oldu?”
Vahdettin İngiltere’ye yalvarıp yakarmaya devam etmiştir. Damat Ferit, 8 Eylül 1919’da “Türkiye’yi kontrol etmelerini istedikleri İngilizlere” Padişahın daha cazip bir teklifini sunmuştur. İngilizler bu teklifi kabul etmişler ve Damat Ferit, Padişah Vahdettin’in temsilcisi sıfatıyla İngilizlerle 12 Eylül 1919’da bir “gizli antlaşma” imzalamıştır. Atatürk bu “Türk-İngiliz Gizli Antlaşması” hakkında Nutuk’ta şu bilgileri vermiştir:
“12 Eylül 1919’da Sadrazam Damat Ferit ile İngiliz temsilcisi arasında imzalandığı ve az sonra padişahça onaylandığı ileri sürülen bir gizli antlaşma, Fransızlarca ele geçirilip yayınlanmıştır. Bu belgenin gerçekten var olup olmadığı üzerinde çok tartışılmıştır, ancak o sırada duruma ve hem İngilizlerin, hem de padişahın istek ve düşüncelerine çok uygun olduğu ve bunların kâğıt üzerine dökülmesinden ibaret bulunduğu için gerçek durumun bir ifadesi sayılabilir. (…)
Türlü yerlerde yayınlanmış olan ‘antlaşmanın’ metni aşağıda görülecektir. Bu ilk olarak 22 Ocak 1920 günü The New York Gerald Tribune adlı Amerikan gazetesinde çıkmıştır. Daha sonra Ankara Antlaşması adını taşıyan ve 20 Ekim 1921’de imzalanan Türk Fransız antlaşmasının imzalayıcısı, Fransa Mebusan Meclisi’nin Dışişleri Komisyonu sözcüsü Franklin Bouillon, bu belgeyi kendisinin elde etmiş olduğunu, ancak bir Amerikan gazetesinde yayımlanmasının daha etkili olacağını düşündüğünden onu anılan gazeteye verdiğini bizlere söylemiştir ve olayın kesin olarak doğruluğu üzerinde direnmiştir.
12 Eylül 1919 günlü olan metin şöyledir:
1. İngiltere Hükümeti, kendi kumandası altında Türkiye’nin bütünlüğünü ve bağımsızlığını garanti eder.
2. İstanbul, Hilafet ve saltanat merkezi olacak ve Boğazlar İngiltere’nin kontrolüne bırakılacaktır.
3. Türkiye bağımsız bir Kürdistan kurulmasına engel olmayacaktır.
4. Bunlara karşılık Türkiye İngiltere’nin Suriye ve El cezire hâkimiyetini sağlayacak ve hilafete ait manevi kudret ve yetkinin İngiltere’nin lehinde gerek Suriye bölgesinde ve gerekse Müslümanların yaşadığı diğer yerlerde egemen kılınmasını vaat eder.
5. Milli akımların önüne geçebilmek için Türkiye’de yeniden kurulacak olan Meşruti yönetime karşı meydana gelecek olumsuzlukları etkisiz hale getirmek için İngiltere Hükümeti bir zabıta teşkilatı kuracaktır.
6. Türkiye, Mısır ve Kıbrıs üzerindeki bütün haklarından vazgeçerek, özel ve resmi niteliği olan İngiltere Hükümeti konferansta, Türk temsilcilerinin bu yöndeki arzularını kabul edecektir.
7. Barış şartlarının tekrarından sonra padişah, dördüncü maddedeki özelliği konuşmak için İngiltere Hükümeti’yle ayrıca bir sözleşme imzalayacaktır. Bu sözleşmenin maddeleri gizli tutulacaktır.
İşbu sözleşme iki nüsha olarak düzenlenip imzalayanlarca kabul edilmiştir.” [3]
Atatürk, bu anlaşmanın özellikle “dördüncü maddesi” üzerinde durmuş ve bu belgenin akıbeti hakkında şu değerlendirmeyi yapmıştır: “Görüldüğü gibi Halife-İngiltere anlaşması, İngiliz-Fransız çekişmelerinin en çetin olduğu bir sırada imzalanmış olup, İngiltere’ye Suriye’den elini büsbütün çekmemek imkânını verecek özde idi. Ancak şu yönü de söylemek gerekir ki, bu güne kadar bu belgenin gerçekten var olup olmadığı kesin olarak anlaşılamamıştır. Vahdettin, bir İngiliz savaş gemisiyle İstanbul’dan kaçarken bunu da yok etmiş veya yanında götürmüş olmalıdır. İngilizler ise belgeyi o sırada yalanlamış olmalarına rağmen, bunu eğer var idiyse yayınlamaları beklenemez.” [4] Vahdettin’in İngilizlerle yaptığı bu anlaşma hakkında Sina Akşin’in değerlendirmesi ise şöyledir: “30 Mart tasarısından pek çok tavizler vermiş olarak İngilizlerle 12 Eylül ön anlaşmasını yaptı ve böylece İngiltere’ye olan uyduluğunu kesinleştirdi.” [5]
İngilizlere birkaç kere akıl almaz tavizlerle anlaşma teklif eden Vahdettin, 30 Mart 1919 tasarısından sonra 12 Eylül 1919 gizli antlaşmasıyla adeta Türkiye’yi İngiltere’ye “peşkeş” çekmiştir. Aynı Vahdettin, bununla da yetinmeyerek İtilaf devletleriyle, Türkiye’nin idam fermanı olan Sevr Antlaşması’nı imzalamıştır. Önce geleneksel bir Saltanat şurası toplanmış, burada yapılan oylamada Sevr Antlaşması’na karşı sadece bir tek oy çıkmıştır. Ve Padişahı temsilen Rıza Tevfik, Reflat Halis ve Hadi Paşa 10 Ağustos 1920’de Sevr Antlaşması’nı imzalamışlardır.
“Sevr Antlaşması’na Vahdettin’in imzasının olmadığını” söyleyerek, Vahdettin’i aklamaya çalışanları ciddiye almak olanaksızdır. Çünkü anlaşmaya imza koyanlar doğrudan Padişah Vahdettin’den aldıkları talimat doğrultusunda hareket ederek Sevr’i imzalamışlardır. Atatürk Lozan’dan sorumlu oldu¤u gibi Vahdettin de Sevr’den sorumludur. “Vahdettin, Sevr’i mutlaka imzalamak zorundaydı” iddiası da gerçek dışıdır! Pekâlâ, Vahdettin, bir takım şeyleri göze alıp (sürgün edilmek, tahttan indirilmek, hatta öldürülmek) bu anlaşmayı imzalamayabilir ve cihat ilan edebilirdi. Ama ülkesinin kaderini tamamen İngilizlere bırakan Vahdettin, hiç bir riski göze alamamış ve Sevr’i kabul etmiştir. Vahdettin, korkakça davranıp ülkesini düşmana teslim ederken Atatürk ve TBMM cesurca birtakım riskleri göze alarak düşmana karşı mücadele etmiş ve Sevr Antlaşması’nı asla kabul etmeyerek, bu anlaşmayı kabul edenleri “hain” ilan etmiştir. [6] Kurtuluş Savaşı’nın kazanılmasından sonra imzalanan Lozan Antlaşması’yla da Sevr’i yırtarak tarihin çöp tenekesine atmıştır.
Padişah Vahdettin, o kadar “onursuz” ve “teslimiyetçidir” ki, onun bu aşırı teslimiyetçiliği İngilizleri bile şaşırtmıştır. İngilizler, başlangıçta Vahdettin’in bu aşırı teslimiyetçiliğinden kuşkulanmışlar ve uzun süre onunla doğrudan görüşmemişlerdir.
14 Mart 1919’da İngiltere Dışişleri Bakanlığı Paris, Roma ve Washington’daki Büyükelçilerine gönderdi¤i telgrafta Padişah Hükümeti’nin İngiliz koruyuculuğu için yalvardığını; ama İngiltere’nin buna “ret” yanıtı verdiğini bildirmiştir. [7]
Vahdettin, “ezik”, “korkak” ve “aciz” bir şekilde İngilizlere yalvarıp yakarırken, İngilizler Vahdettin’le doğrudan görüşmeyi uzun süre kabul etmemişlerdir. Örneğin, İngiliz Yüksek Komiseri Amiral de Robeck, Vahdettin’in kendisiyle görüşme ricasını reddetmiştir. [8] İngilizler Vahdettin’in Milli harekete karşı olduğunu tam olarak anladıktan sonra ancak onunla doğrudan muhatap olmuşlardır. Özellikle, Türkiye’nin ölüm fermanı Sevr Antlaşması’nın imzalanmasından sonra İngilizler, Vahdettin’le çok sık görüşmüşlerdir. Hatta bir süre sonra İngiltere, Sadrazam Damat Ferit ve Padişah Vahdettin’in kişisel güvenliklerini sağlayacağına söz vermiştir. 18 Ağustos 1919’da, İngiltere Dışişleri Bakanlığı’ndan Calthorpe’a gönderilen bir yazıda, Padişah Vahdettin ve Damat Ferit’in kişisel güvenlikleri konusunda önlem alınması istenmiştir. [9]
8 Haziran 1919’da Yıldız Sarayı’nda, padişahı çok tedirgin eden bir yangın çıkmıştır. A. F. Türkgeldi’ye göre “elektrikten” kaynaklanan yangını, İngiliz donanması itfaiye takımı söndürmüştür. Yangında, neredeyse bütün eşyaları yanan padişah canını zor kurtarmıştır. Daha sonra Vahdettin, yaverini göndererek İngiliz askerlerine teşekkür etmiştir. Calthorpe, bu konuda İngiltere’ye gönderdiği yazıda “suikast” söylentilerinden söz etmiştir. Yıldız’da zaten “titreye titreye” oturan Padişah Vahdettin, bu yangının kendisine yönelik bir suikast olduğunu düşünerek daha çok korkmaya başlamıştır. Calthorpe, 17 Haziran’da İngiltere’ye gönderdiği telgrafta, yangından dolayı padişahın sinirlerinin çok bozuk olduğunu, tahtını ya da hayatını tehdit eden ve bütün İttihatçıları toplayan ulusçuları fesatlıklarından çok korktuğunu belirtmiştir. Sina Akşın, İstanbul hükümetlerinin,  Atatürk’e ve Milli harekete karşı çıkmasında, Padişah Vahdettin’in bu tür korkularının çok önemli bir yeri olduğunu belirtmiştir. [11]
Vahdettin, 20 Eylül 1919’da yayınladığı bir bildiride, Paris Barış Konferansı’ndan beklenen sonucun alınabilmesi için “Büyük devletlerin adaletli duygularına” güvendiğini ifade etmiştir. [12]
İngilizlerse yavaş yavaş Padişahı daha iyi tanımışlardır. Örneğin, 4 Kasım 1919’da İngiliz Yüksek Komiseri Robeck, danışmanlarından Tom  Hohler’in, Padişah hakkındaki bir raporunu Lord Curzon’a göndermiştir. Hohler’in Vahdettin hakkındaki gözlemleri şunlardır:
“Sultanlık flimdi bayağı bir komedi olmuştur ve görünürde yüksek prensipleri ve amaçları olan, karakteri zayıf, az cesaretli ve (…) Abdülhamit döneminde bile var olan üstün zekadan  yoksun olan Padişah Yıldız’da titriyor... Osmanlı hanedanı görünürde yorgun düşmüştür...” [13]
Anadolu’da Atatürk’ün liderliğindeki Milli hareketin gün geçtikçe daha çok güçlenmesi üzerine telaşlanan İngilizler, daha önce mesafeli durdukları Vahdettin ve Damat Ferit’e şimdi daha fazla yaklaşmaya başlamışlardır. Örneğin, İngiliz Yüksek Komiserliği üyelerinden Ryan, İngiltere Dışişleri Bakanlığı yetkililerinden Forbes Adam’a gönderdiği mektupta İngiltere açısından Padişah Vahdettin’in önemine şöyle işaret etmiştir: “Türkiye’nin hiçbir bölümü denetsiz olarak Türk yönetimine bırakılmamalıdır… Bu da barış konferansının görevidir. Halifelik varlığını sürdürecekse, Halifenin dünyevi gücünün İngiltere’den başka herhangi bir devletin denetimine geçmesine izin vermemek İngiltere’nin başlıca politikası olmalıdır.” [14]
İngiliz Muhipleri Derneği, 27 Kasım 1919’da Padişah’a verdiği bir yazıda ondan açıkça İngiliz yanlısı bir politika izlemelerini istemiştir:“ İngiliz yanlısı siyaset uygulanması için emir vermenizi istirham eyleriz. Damat Ferit’in önderliği altında bir kabine kurulması gereklidir.” [15] Kurt İngiliz siyaseti, elindeki kukla Vahdettin’i nasıl kullanacağına, gelişmeleri dikkate alarak karar vermiştir. Örneğin Londra Konferansı’nın toplandığı günlerde, ulusçuların konferanstaki tutumları doğrultusuna Padişah Vahdettin’e bir rol verilmesine karar verilmiştir. İngiliz Yüksek Komiseri Robeck, 29 Şubat 1920’de İngiltere Dışişleri Bakanlığı’na gönderdiği gizli telgrafta gelişmelere göre Vahdettin’e verilecek rolden şöyle söz etmiştir: “Barış konferansının niyetleri konusunda bize vaktinde bilgi iletiniz. Anladığıma göre, İzmir ve Trakya Yunanistan’a verilecektir. Bu doğruysa barış ancak silah gücüyle empoze edilebilir... Barış koşulları daha ılımlıysa, bunun ulusçu akımın muhaliflerine ve Padişaha duyurulması için daha az gizlilikle bildirilmelidir. Ulusçulara karşıt öğeleri ancak barış koşulları yumuşaksa kullanabiliriz. Trakya’da, Edirne dahil bir Türk egemenliği sürdürülecekse Padişahın etrafında ulusçulara karşı bir blok oluşturmaya hemen başlayabiliriz.” [16]
İngilizler Anadolu’yu bölüp parçalayan, Türklere yaşama alanı bırakmayan Sevr Antlaşması’nı da Padişah Vahdettin’den yararlanarak imzalatmışlardır. 21 Ağustos 1920’de Vahdettin’le bizzat görüşen Amiral de Robeck, Vahdettin’in Sevr Antlaşması’nın imzalanmasındaki rolü hakkında İngiliz Dışişlerine şu bilgileri vermiştir: “Vahdettin, Türkiye’nin ölüm fermanı demek olan Sevr Antlaşması’nın imzalanması için emir verirken gelecekte İngiltere’nin yardımına dayanacağı ümidi beslediğini... Yaşayacak olduğu takdirde bir dost yardımına ihtiyacı olduğunu... Belirtmiştir.” [17] Robeck, bu konuşmada Vahdettin ’in, Sevr Antlaşması’nın imzalanması için bizzat emir verdiğini belirtmiştir. Ayrıca İngiliz Yüksek Komiseri Sır Horace Rumbold, 10 Aralık 1921’de Dışişleri Bakanı Lord Curzon’a gönderdiği “gizli” bir yazıda, “Vahdettin’in Sevr Antlaşması’nın imzalanmasına izin verdiğini” belirtmiştir. [18] Ancak bugün Vahdettinciler, Padişah’ın Sevr Antlaşması’na imza koymadığını ileri sürerek, akıllarınca Vahdettin’i sorumluluktan kurtarmaya çalışmaktadırlar. Vahdettin zaman içinde, sadece İngiliz temsilcilerle değil, Fransız ve İtalyan temsilcilerle de görüşmeye, başlamış, böylece ülkeyi artık sadece İngiliz emperyalizmine değil, bütün Batı emperyalizmine peşkeş çekmenin yollarını denemiştir.
Gelecek sayıda Vahdettin’in İngilizlerle birlikte Milli Harekete yönelik gerçekleştirdiği “ihanet planları” kanınızı donduracak… •

Atatürk'ün çok az bilinen 300 fotoğrafıAtatürk’ün Vahdettin’i Milli Harekete Yaklaştırma Çabaları
Atatürk, hem Anadolu’ya geçmeden önce İstanbul’da Padişahla yaptığı görüşmelerle, hem de Anadolu’ya geçtikten sonra Padişaha gönderdiği mektup ve telgraflarla onu Milli harekete katılmaya, en azından Milli harekete karşı olmamaya çağırmıştır. Ama Vahdettin, Atatürk’ün bu çağrılarını hep reddetmiştir.
Atatürk, İstanbul’da bulunduğu 13 Kasım 1918 ile 16 Mayıs 1919 tarihleri arasında birçok defa Padişah Vahdettin’le görüşmüş, bu görüşmelerde Harbiye Nazırı olmanın ve Vahdettin’i Anadolu’ya geçirmenin yollarını aramıştır.[1] Ancak bu görüşmeler sonunda padişahın kendisini Harbiye Nazırı yapmak ve Anadolu’ya geçmek istemediğini anlamıştır. Atatürk, işgal İstanbul’unda Harbiye Nazırı olup Padişah Vahdettin’i Anadolu’ya götürme düşüncesini, 1920 Nisanı’nda Ankara’da Yunus Nadi Bey’e açıklamıştır.[2] Atatürk, bu düşüncesini daha sonra Yusuf Hikmet Bayur’a da açıklamıştır.  [3] Atatürk, 2 Şubat 1923 tarihinde İzmir İktisat Kongresi sırasında da işgal İstanbul’unda Harbiye Nazırı olmayı ve hükümeti Anadolu’ya taşımayı düşündüğünü belirtmiştir.[4] Atatürk, 1920 yılının başlarında Mazhar Müfit Bey aracılığıyla Padişah Vahdettin’i açıkça Anadolu’ya davet etmiştir. Padişahla görüşen Mazhar Müfit Bey, “Efendimizin Anadolu’ya, hatta Bursa’ya kadar teşrifleriyle mesele hallolur...” diyerek Padişahı Anadolu’ya çağırmıştır. Bu çağrıya, “Bana ulu ecdadımın başkentinden firar mı teklif ediyorsunuz?” diye bir soruyla cevap veren Vahdettin’e Mazhar Müfit Bey, “Hayır! Milletin ve vatanın bu sıkışık ve zor zamanında ulu ecdadınız gibi milletin başına geçmenizi teklif ediyorum” demiştir. [5] Atatürk’ün, Kurtuluş Savaşı sırasında Padişah Vahdettin’i Anadolu’ ya geçirmek istemesinin belli başlı nedenleri şunlardır:
1. Halife-sultana duyulan geleneksel bağlılıktan dolayı halkın moral gücünü yükseltmek ve kurtuluş inancını artırmak.
2. Ülkenin İstanbul ve Ankara hükümeti diye ikiye ayrılmasını önlemek, bağımsızlık mücadelesini bir bütün halinde daha etkili bir şekilde yürütmek.
3. Halifenin Anadolu’ya geçip bağımsızlık mücadelesine katılmasıyla İslam dünyasındaki İngiliz karşıtı propagandayı daha da etkili hale getirmek ve Müslüman sömürgelerini kaybetmeyi göze alamayan İngiltere’nin Yunanistan’dan desteğini çekmesini, işgal ettiği yerlerden çok daha erken bir tarihte çekilmesini sağlamak ve böylece Kurtuluş Savaşı’nı daha kısa sürede ve daha az kayıpla kazanmak. [6] “Vahdettin, İstanbul’da kalmakla partiyi daha başlangıçta kaybetmiştir. Hâlbuki İstanbul’un işgaline (16 Mart 1920) ve hatta bir süre sonraya kadar, Vahdettin’in elinde tahtını koruyacak büyük bir fırsat vardı. Anadolu’ya geçmek. Eğer bunu yapabilseydi, Mustafa Kemal Paşa, Zat-ı şahane’nin nihayet bir sadrazamı olurdu. Bütün memleket bir ölüm kalım mücadelesi içinde yaşarken Padişahın Yıldız Sarayı’nda oturması payitaht halkının acılarının azalmasına bile yaramamıştır.”[7] Padişah Vahdettin’in hiçbir zaman Anadolu’ya geçmeyi düşünmemesinin nedeni, kurtuluşu “Anadolu merkezli bir halk hareketinden değil, “İstanbul merkezli İngiliz desteğinden” beklemesidir. “İngilizlerin yardımını almak” dışında kafasında ikinci bir kurtuluş planı olmayan Vahdettin, bu yardımın alınabilmesi için öncelikle Anadolu’ daki Milli hareketin yok edilmesi gerektiğine inanmış, politikasını bu doğrultuda şekillendirmiştir. Atatürk, İstanbul hükümetini İngiliz isteklerine boyun eğmeye hazır görünce, Padişah Vahdettin’e bir telgraf çekerek onu uyarmak istemiştir. “Üçüncü Ordu Müfettişi ve Fahri Yaveri Hazreti Şehriyarı” diye imzaladığı uzun telgraf, aslında bir şikâyetnamedir. Atatürk, bu telgrafının sonunda padişahı tehdit edercesine, “Eğer mecbur edilirsem, resmi görevimden istifa ederek Anadolu’da ve sine-i millette kalacağım ve vatani görevime açık adımlarla devam edeceğim.
Ta ki millet ve padişah bağımsızlığına kavuşana kadar… ”[ 8 ] demiştir. Atatürk’ün bu ve buna benzer çağrılarına kulak tıkayan Padişah Vahdettin, Damat Ferit Hükümeti’nin Atatürk’ü görevden almasına, hatta tutuklama kararı çıkarmasına göz yummuştur. Bu gelişmeler üzerine Atatürk 7, 8 Temmuz 1919 gecesi ordu müfettişliğinden ve askerlik görevinden istifa etmiş ve İstanbul’a dönmeyerek Anadolu’da halkla birlikte bağımsızlık için mücadele edeceğini belirtmiştir. Atatürk’ü bu kararından vazgeçirmek isteyen Vahdettin, onun Selanik’ten yakın arkadaşlarından Abdülkerim Paşa’yı devreye sokarak Atatürk’le telgraf başında görüştürmüş, ancak herhangi bir sonuç alamamıştır. Bunun üzerine kurnaz Vahdettin, taktik değiştirmiş, 2 Temmuz 1919’da Atatürk’e bir telgraf çekerek, İstanbul’a gelmesinin ve azledilmesinin doğru olmadığını belirtmiş ve Harbiye’den 2 ay hava değişimi istenerek durum belli oluncaya kadar istediği şehir ya da kasabada dinlenmesini en uygun çözüm olarak sunmuştur.[9] Ancak, Atatürk, “Buralarda havalar iyi!” diyerek Vahdettin’in bu kurnazca planını etkisiz hale getirmiştir. Vahdettin, son olarak Atatürk’ü ve ulusalcıları Milli hareketten vazgeçmeye ikna etmek için “nasihat heyetleri” oluşturmuştur.
Vahdettin, 1920 yılından sonra İngiliz yetkililerle yaptığı görüşmelerde sözü döndürüp dolaştırıp Milli hareketin yok edilmesine getirmiştir. Örneğin 21 Ağustos’ta Robeck’le yaptığı görüşmede Milli hareket hakkında şunları söylemiştir: “İngiltere’nin gelecekteki yardımı konusunda biraz direniş gösterdi ve ülkesini yıkmış olan macereraperestleri sertçe kınadı... Onların Türk olmadıklarını öne sürerek, kurmuş oldukları gruplara saldırdı... Onların İngiltere ile Türkiye arasındaki geleneksel dostluğu ayaklar altına aldıklarını; ülkede çoğunluğu oluşturan gerçek Türklerin bu geleneğe sadık olduklarını ve bu dostluğu canlandırmak ve ona uymak için uğraştıklarını söyledi…” [10] Londra Konferansı bitmeden önce Padişah Vahdetin, 23 Mart 1921’de sırasıyla İngiliz, Fransız ve İtalyan temsilcisiyle görüşmüştür. O gün Padişahla görüşen İngiliz temsilci Rumbold, Lord Curzon’a gönderdiği bir yazıda görüşmenin detaylarından şöyle söz etmiştir: “Salonda, Sultan, ben ve yardımcım Andrew Ryan’dan başka kimse yoktu. Sultan kendi tercümanını salı verdi ve Ryan’ın tercümanlık etmesini buyurdu. Sonra da Londra’da yapılmakta olan konferansla ilgili Mustafa Kemal’den Tevfik Paşa’ya gönderilmiş olan üç telgrafa değindi ve Ankara’nın kendi tahtını tehlikeye düşürmek ve kendi yetkisini kırmak amacı güttüğünü söyledi. Şunları ekledi:  ‘Anadolu’daki durum şöyledir: Bir avuç haydut orada erki ele geçirmiştir. Sayıları azdır, ama tam olarak halkın boğazına ilmiği geçirmişledir. Ve halkın itaatkâr, korkak ve yoksul olmasından yararlanmaktadırlar. Onların gücü, tek kaygıları, kendi çıkarları olan 16.000 subayın desteğine dayanır...  Ankara önderleri, bu ülkede gerçek çıkarları olmayan, ülkeyle kan veya başka ilişkileri olmayan kişilerdir. Mustafa Kemal, kökeni bilinmeyen Makedonyalı bir asidir. Onun kanı Bulgar, Yunan veya Sırp kanı olabilir. Türk olmayan, Arnavut, Çerkez olan hepsi de birbirlerine benzemektedir. Onlar arasında tek bir gerçek Türk yoktur. Buna rağmen, ben ve hükümetim onların önünde güçsüzüz. Onların kıskacı o kadar etkindir ki, propaganda vasıtasıyla bile Türklere ulaşmak olanaksızdır. Gerçek Türker merkeze sadıktır; ama tehdit ediliyor veya aldatılıyorlar. Bu adamlar bana boyun eğdirmeye çalışıyorlar ve dıştan Bolşeviklerden yardım sağlamaya uğraşıyorlar. Bolşevikler şimdi Türk hududuna yaklaşmıştır. Ankara önderleri onlarla hâlâ entrika çeviriyor.” 
Rumbold, yazısını şöyle sürdürmüştür: “Ankara önderleri Halifeliği İstanbul’dan kaldırmaya yeltenirse bunun Avrupa için çok tehlikeli olacağını vurguladı... Padişaha İngiltere’nin Londra Konferansı’nda oynadığı iyi (!) rolden söz ettim. Ona konferansta öne sürülen önerilerin, uzlaşmaya varılmasına olumlu bir zemin hazırlamış olduğunu anlattım; yeter ki, iyi niyetli tüm Türkler Padişahın önderliği altında birleşsin, makul bir barış yapılması fırsatından yararlansın ve İngiltere’nin eski dostluğunu kazansın; ama aşırı eğilimliler aşırı taleplerde direnirse bunun sonucu olarak kararsızlık ve olaylar çıkmasından kaçınılmayacağını anlattım. Padişah beni büyük dikkatle dinledi ve bana teşekkür etti...”
[11]
Görüldüğü gibi bir “yobaz yalanı” olan “Atatürk Türk değildir!” yalanını, yıllar önce İngilizlere yaltaklanan Padişah Vahdettin de söylemiş!... Demek ki “hainlik”, Atatürk’e dil uzatanların genetik yapısında var...[12] Şimdi soruyorum: “Bu Vahdettin mi Atatürk’ü, Kurtuluş Savaşı’nı başlatsın diye Anadolu’ya gönderen? Bu Vahdettin mi “büyük vatan dostu?” Gerçi sizin vatanınız İngiltere’yse orasını bilemem... İngilizler, kendilerine yalvarıp yakaran Padişah Vahdettin’i, Anadolu’daki Milli harekete ve bu hareketin lideri Atatürk’e karşı kullanmak istemişlerdir. İstanbul’daki İngiliz Yüksek Komiseri Sir Horace Rumbold, 10 Aralık 1921’de İngiltere Dışişleri Bakanı Lord Curzon’a gönderdiği “çok gizli” yazıda, Padişah Vahdettin’i “korumaktan” ve Mustafa Kemal Atatürk’e karşı kullanmaktan şöyle söz etmiştir: “Ulusçuların amacı... Padişaha karşı hiç toleransları yoktur ve padişah şu üç seçenekle karşılaşacaktır: İstifa, sürgün veya ölüm... Şimdiki durumda hem gücünü hem saygınlığını yitirmiştir; ama onun tahtından indirilmesi, ciddi düşünceli kamu arasında şok etkisi yapacaktır... Ankara’yı hizaya getirmemiz gereklidir ve onlarla işlemlerimizde kararlılıkla davranmalıyız.
Padişahın kişiliği ve tahtta kalması arasında ayrım yapıyorum. Olağanüstü bir durumda onu korumaya söz vermiş bulunuyoruz. Bunun iki nedeni vardır:
1. Sevr Antlaşması’nın imzalanmasına bizim baskımızla izin vermiştir; 
2. İstifa etmeyi ciddi olarak tasarlarken onu bu görüşten vazgeçirmiştik. Ancak onun tahtında kalmayı sürdürmesi için hiçbir sorumluluk altında değiliz. Kendi görüşümce Padişah, durumu oldukça umutsuz bir evreye gelinceye kadar görevinde kalmalıdır. Şu anda pek az gücü vardır. Ankara’daki önderler ondan hoşlanmıyor ve Türkiye’deki halk arasında pek popüler değildir...”[13] İngilizler, “Ankara’yı hizaya getirmek” için, Sevr Antlaşması’nın imzalanmasına izin veren Padişahı, “durumu oldukça umutsuz bir evreye gelinceye kadar görevinde tutarak” kullanmayı planlamışlardır.
Vahdettin, Kurtuluş Savaşı’nın başından sonuna kadar her fırsatta Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşlarını İngilizlere şikâyet etmiş, onları ortadan kaldırmaları için İngilizleri harekete geçirmeye çalışmıştır. Vahdettin’in “Atatürk” ve “Milli hareket” düşmanlığı o kadar fazladır ki, Büyük Taarruz’un yaklaştığı günlerde, 7 Ağustos 1922’de İngiltere Yüksek Komiseri Rumbold’a şunları söyleyebilmiştir: “Millici liderler bir hükümet değildir, bir isyancılar ve bir ihtilalciler topluluğudur. Onlar İttihat Terakki’nin canlandırıcılarıdır. Çeşitli adlar altındaki bunların sonuncusu milliyetçilerdir kişisel çıkarları için ülkede egemenliklerini kurmaya çalıştılar. Masum halkın vatanseverliğini ve iyi niyetini sömürdüler. İnançları ve politikaları bakımından onlar Bolşevik’ten başka bir şey değildirler. Ben ve hükümetim barış yapmaya ve bu yolda özverilerde bulunmaya hazırdır... Millicilerin gücü abartılıyor. Onların gücü, Yunanın Türk arazisini işgal altında tutmasından ve merkezi hükümetin sözünü geçirme olanaklarından yoksun bırakılmasından ileri gelmektedir.
Yunanın geri çekilmesi ve boşalan arazinin kısım kısım meşru hükümete teslim edilmesi Millicileri güçsüz bırakacaktır…” [14] Türk ulusunun kaderini belirleyecek olan Büyük Taarruz’un başlamasına, tamı tamına 19 gün varken, Padişah Vahdettin, İngilizlere, Milli hareketi kötüleyerek, “özverilerde bulunarak” barış yapmaya hazır olduğunu belirtmiştir. Kurnaz Vahdettin, İngilizleri kışkırtıp Yunanlılara saldırtarak ele geçirilen toprakların “merkezi hükümete” yani kendisine verilmesini istemiştir. Atatürk’ün vatanı düşman işgalinden kurtarma hesapları yaptığı günlerde, yukarıdaki hesapları yapan Padişah Vahdettin’e ne diyeceğiz? İngilizler, Kurtuluş Savaşı’nın sonlarına doğru Milli hareketi ortadan kaldırmak için Atatürk’ü etkisiz hale getirmeye karar vermişlerdir. Atatürk’ü etkisizleştirmek için de Padişah Vahdettin’i kullanmaya çalışmışlardır.
Örneğin, 9 Ocak 1922’de Rumbold, Lord Curzon’a gönderdiği bir yazıda Atatürk’ü etkisizleştirmek için Padişaha verilecek rolden şöyle söz etmiştir: “Bağlaşıklar aralarında birliği sürdürür ve padişaha bir antlaşma sunarak onaylatabilirlerse, padişahın Anadolu’ya başvurarak halkın desteğini sağlaması ve Kemal’i güç bir durumda bırakması olanaklıdır.” [15] İngiltere Büyükelçiliği Baş tercümanı Ryan’ın, 7 Şubat 1922’de Londra’ya gönderdiği “Atatürk’ü devirme planına” göre, Atatürk dışarıdan itilaf devletlerinin askeri gücüyle değil, içeriden saltanatın gücüyle devrilecektir. Bunun için daha makul bir barış antlaşması yapıp sultana imzalatılacaktır. Bunun üzerine sultan milliyetçilerin bir kısmını kendi yanına çekip otoritesini yeniden kuracaktır. Arkadan da itilaf devletlerince desteklenecektir. İtilaf devletleri Türk halkının milli amaçlarına istekli gözüküp Sevr Antlaşması’nda yapılacak bazı değişiklikleri “tantanayla” ilan edecekler ve bunları kabul etmeyenlere karşı her türlü tedbiri uygulayacaklardır. Böylece Atatürk kendiliğinden etkisizleştirilmiş olacaktır. [16] Yüksek Komiser, Rumbold, 15 Ocak’ta Lord Curzon’a gönderdiği gizli telgrafta, itilaf devletleri Sevr Antlaşması’ndan çok daha iyi bir antlaşmayla, ulusalcılara uzlaşma önerisinde bulunurlarsa ve Atatürk bunu reddederse, yeni önerilerin Padişaha sunulmasını, itilaf devletlerinin desteğiyle padişahın da halkın yardımına başvur masını önermiştir. [17]
Bu sırada Padişah da boş durmamış, yeğeni Prens Sami aracılığıyla 13 Ocak 1922’de Rumbold’a gizli bir göndererek, “harekete geçme zamanının geldiğine inandığını ve Ankara’nın gücüne karşı kendi gücünü kurmak amacıyla İngiltere’nin yardımı konusunda Rumbold’la görüşmeyi dilediğini” bildirmiştir. [18] Rumbold, 7 Ağustos 1912’de Padişah Vahdettin’le bir görüşme yapmıştır. Görüşmede Vahdettin, Rumbold’a, İngiltere’nin barışı kendisiyle yapmasını, Yunan işgalindeki toprakların boşaltılıp kendisine teslim edilmesini ve Kemalist asileri temizlemede İngiltere’nin kendisine destek olmasını istemiştir. Vahdettin, İngiltere’nin daha önce Kavalalı Mehmet Ali Paşa isyanını bastırdığını, şimdi de askeri gücünü kullanarak Atatürk’ün isyanını bastırabileceğini söylemiştir.[19] Milli harekete birlikte başlayanlardan Rauf Bey ve Kazım Karabekir’ in zaman içinde Atatürk’e karşı “bayrak açtıkları” ve muhalif gruba geçtikleri bilinen bir gerçektir. Atatürk bu durumu Nutuk’ta, “Milli Mücadele’ye beraber başlayan yolculardan bazıları, milli hayatın bugünkü cumhuriyete ve cumhuriyet kanunlarına kadar gelen gelişmelerinde kendi fikir ve ruhlarının kavrama sınırları bittikçe bana direnmişler ve muhalefete geçmişlerdir...” diyerek açıklamıştır. Atatürk, Kurtuluş Savaşı sırasında TBMM’de kendisine karşı başlayan muhalefeti, “Milli Mücadele’ye beraber başlayan yolculardan bazılarının... Fikir ve ruhlarının kavrama sınırlarının bitmesine” bağlamıştır; ancak bu muhalefetin -Atatürk’ün bilmediği başka bir nedeni daha vardır. İngiliz arşivlerinden çıkan bu gerçeği de biz açıklayalım. İngilizler, Padişah Vahdettin aracılığıyla, Atatürk’ün silah arkadaşlarından Rauf Bey’i ve Kazım Karabekir’i Atatürk’e karşı muhalefete geçirmeye çalışmışlardır. Ankara’da Atatürk’e karşı güçlü bir “muhalefet” olduğunu düşünen Rumbold, Mayıs 1922’de, Lord Curzon’a gönderdi¤i bir yazıda, “Anadolu’daki Anti Kemalistlerin Ankara Hükümeti’ni yıkmak için yararlı bir eleman olacaklar›n›” belirtmiştir. [20] İngilizler, Atatürk’ü devirmek için meclis içi muhalefete ve Enver Paşa’ya güvenmiştir. İngilizler, özellikle Atatürk’le bazı konularda görüfl ayrılıkları olan Rauf Bey ve Kâzım Karabekir Paşa’dan yararlanmak istemişlerdir. İngiliz arşivlerindeki bazı belgeler, İngilizlerin bu planı uygulamak için Padişah Vahdettin’den yararlandıklarını göstermektedir. Rauf Bey’le, Kazım Karabekir’i kendi yanına çekmek isteyen Vahdettin, İzzet Paşa aracılığıyla onlarla ilişki kurmuştur. 23 Şubat 1922 tarihli İngiliz gizli istihbarat raporuna göre, Vahdettin, Mahmut Sadık Bey aracılığıyla Kâzım Karabekir’e önemli bir mesaj göndermiştir. Padişah, Karabekir’e gönderdiği mesajda özetle, Halifelik haklarını korumasını, barış koşullarının kabul edilmesi için gerekirse şiddet kullanmasını, Atatürk’ü ve Milli hareketi desteklememesini öğütlemiştir. [21] Padişahın, Atatürk’ü meclis içinden vurmak için attığı bu haince adım, İngilizleri heyecanlandırmıştır. Örneğin, İngiltere Dışişleri Bakanlığı yetkililerinden Francis Osborn, 28 Şubat 1922’de gönderdiği yazıda Padişahın bu girişimden flöyle söz etmiştir: “Padişah, Kazım Karabekir ve Rauf Bey’i, kendisinden yana çekebilirse belki Anadolu’yu Kemal’den kurtarabilir; ama bu iki etkili ulusçunun tutumu hakkında pek az bilgimiz vardır. Bildiğimiz, ikincisinin (Rauf Bey) son günlerde Ankara’daki Bakanlar Kurulundan çekilmiş ve Mustafa Kemal’le arasının açılmış olduğudur.” Bu yazıya, Dışişleri Bakanı Lord Curzon da şunları eklemiştir: “Albay Rewlinson, her ikisinin de Kemal’e karşıt olduklarını söylüyor.” [22] 10 Mart 1922 tarihli İngiliz gizli istihbarat raporuna göre Karabekir, Padişahın isteğine sözlü olarak verdiği yanıtta, “Ankara Hükümeti’nin uygulamakta olduğu ‘aşırı siyaseti’ yumuşatmak için elinden geleni yapacağını...” belirtmiştir. Nitekim kısa süre sonra Karabekir Paşa; Rauf Bey, Refet Paşa, Selahattin Bey ve ötekilerden oluşan Atatürk karşıtı muhalif grupları desteklemeye başlamıştır.[23] Bunun üzerine İngiltere Dışişleri Bakanlığı yetkililerinden Francis Osborne, 1 Nisan’da şu değerlendirmeyi yapmıştır: “Bu grup, Kemal’e karşı müthiş bir muhalefet oluşturacaktır.” [24] İngilizlerin, Padişah Vahdettin’i kullanarak Milli hareketi bölme planı kısmen sonuç vermiştir. Mayıs 1922’de, Büyük Taarruz öncesinde meclis, Atatürk’ün başkomutanlığını bir kez daha uzatmayı reddetmiştir. En kritik dönemde meclis içi muhalefet yüzünden ordu başsız bırakılmıştır. Temmuz 1922’de Rauf Bey, Atatürk’e rağmen Bakanlar Kurulu Başkanı seçilmiştir. Atatürk’ün, bakanları aday gösterme yöntemine de son verilmiştir. Ancak Atatürk, böyle bir dönemde orduyu başsız bırakmayacağını, fakat zaferden sonra köşesine çekileceğini belirterek başkomutanlık yetkisini uzattırabilmiştir.
“Atatürk’ün, Milli Mücadele’yi birlikte başlattığı arkadaşları ve meclis çoğunluğu, Büyük Taarruz öncesi günlerde İngiltere ve Vahdettin’i umutlandıran böyle bir aymazlık içindedirler.” [25] şimdi soruyorum: “Milli hareketi yok etmek için İngilizlerle anlaflan ve en kritik bir dönemde, Atatürk’le silah arkadaşlarının arasını açmaya çalışan bu Vahdettin’e ne diyeceğiz?” •
sinanmeydan@butundunya.com.tr


Hiç yorum yok: