29 Nis 2012


Cumhuriyet 29.04.2012

İstanbul Barosu Genel Sekreteri Hüseyin Özbek: Sivilleşiyoruz söylemi bir yanılsama
Hesaplaşma gerçek değil

İstanbul Barosu Genel Sekreteri avukat Hüseyin Özbek bugün Türkiye’de yaşananların ciddi bir hesaplaşma olduğunu söylüyor. Hükümetin “sivilleşiyoruz” söylemlerine inanmadığına dikkat çeken Özbek, 12 Eylül ve 28 Şubat’la ilgili birkaç emekli ya da muvazzaf askerin tutuklandığının ancak gerek 12 Eylül gerekse de 28 Şubat’ın perde arkasında hangi güçler ve hangi sermayelerin kesinlikle sorgulanmadığının altını çiziyor.
- 28 Şubat süreciyle hesaplaşma adı altında pek çok emekli ve muvazzaf asker tutuklandı. Sizce Türk Silahlı Kuvvetleri’nin (TSK) üzerine adalet ya da kanun yoluyla neden gidiliyor? Bu yapılanlar hukuka uygun mudur?
H.Ö.- TSK’nin toplumsal ve siyasal yaşamımız üzerindeki etkisi Cumhuriyet’ten önce başlar. Ordunun toplum içindeki saygınlığı ve etkisi Cumhuriyet döneminde de devam etti. İttihat ve Terakki’nin hayalci, aşırı unsurları süreç içinde ayıklandı; tasfiye oldu. Daha gerçekçi bir kadro Türkiye’nin siyasi kaderine Kurtuluş Savaşı’yla birlikte hâkim oldu.
23 Ekim 1923’ten sonra da ülkeyi işgalcilerden kurtaran ordunun prestijinin tavan yaptığı hepimizin malumu. TSK, Cumhuriyet’i savunma misyonunu hep üstlendi. Türkiye’nin NATO üyeliğinden sonra NATO kültürü de TSK içine yerleşti. Ama TSK, hep Atatürk ilke ve devrimlerini, ülkenin üniter, laik yapısını korumakla sorumlu hissetti. Bu süreç içinde bunun yasal dayanakları da oluştu: Buna en önemli örneklerden birisi TSK İç Hizmet Kanunu’nun 35. maddesidir. Bu madde kamuoyuna TSK’ye darbe yapma olanağı sağladığı biçiminde yansıtılıyor ama bu madde ülkenin dış saldırılara karşı korunması misyonunu da TSK’ye veriyor. Hatta ağırlıklı olarak da böyledir.
Bugün Türkiye’nin geldiği siyasal denklemde TSK’nin geleneksel ağırlığına, rejim içindeki belirleyiciliğine, devlet içinde güç odağı olmasına ihtiyaç kalmadı. Örneğin ABD, TSK’nin artık geleneksel ideolojik yapısı içinde olmasını istemiyor. TSK’nin Ortadoğu’da anayasayla uyumlu bir güç olarak kalması arzu ediliyor. ABD Merkezi Haberalma Örgütü’nün (CIA) burada istasyon şefliği yapmış ajanları da çıkıp, “Artık Kemalizm devri geçti” diyorlar. Öte yandan AB de zaman zaman Atatürk’ün referans alınmasının artık günümüz Türkiye’sinde anlamsız olduğunu beyan etti.
Böylece TSK’nin bu süreç içinde postmodern bir saldırıyla karargâhta yenilgiye uğradığına tanık oluyoruz. Artık TSK’ye, “Kışlandan çıkmayacaksın. Rejimi, cumhuriyeti koruma ve kollama misyonun yoktur” deniyor.

Yargı bağımsızlığı kalmadı
Yargıtaya yeni atanan üyeler için 160 kişi blok oy kullanıyor. Bunlar aşiret, klan, akraba değil ama yeni atanan 160 yargı mensubu aynı doğrultuda oy kullanıyor
- Aslında bu ülkeye demokratik diyorsak olması gereken bu değil mi? Orduya siyasetin bulaşması çok ciddi bir hata olmuyor mu?
H.Ö.- Bakın, 12 Mart ve 12 Eylül’de yapılan tutuklamalar, işkenceler, çok sayıda insanın mağdur edilmesi bir antipati yarattı. Ama şunu da görmeliyiz: 12 Eylül’ün öncülü, hazırlayıcısı esas olarak 24 Ocak kararlarıdır. 24 Ocak kararlarının alınmasından sonra bir işveren sendikası başkanının “Daha önce sendikalardaydı. Şimdi gülme sırası bize geldi” sözleri hatırlardadır. Uluslararası sistem, uluslararası sermaye 12 Eylül’ü onayladı. 12 Mart’ta, 12 Eylül’de darbe yapan asker imajından bugün yararlanılarak bir sivil darbe dönemine girdik. İleri demokrasi söylemiyle ortaya çıkıp demokratik alanı daraltan bir süreç yaşıyorsak orduya neden kırmızı kart gösterildiği anlaşılmaktadır.
- Yani bu süreci siz sivilleşme, demokratikleşme olarak görmüyor musunuz?
H.Ö.- Bu içtenlikle sivilleşme, demokratikleşme midir? Yoksa önemli ve caydırıcı bir gücü tasfiye ederek bir sivil darbenin dokunulmazlığını mı sağlamaktır? Buna bakmak lazım.
Bu konuda bizi endişeye sevk eden birçok unsur, yapılan uygulamalar var. Kuvvetler ayrılığı esastır. Demokrasinin olmazsa olmazı yasamanın, yürütmenin ve yargının ayrı olmalarıdır. Birbirlerine müdahale etmemeleridir.
Bugün bir milli irade fetişizmi var. “TBB’deki vekiller halkın özgür iradesiyle seçilmiştir. Milli irade TBMM’de tecelli eder. O halde TBMM’nin bu iradeye saygı duymak gerekir. Onun her yaptığı doğrudur” deniyor.
Siz yargıyı istediğiniz gibi şekillendiriyorsunuz. Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK), Anayasa Mahkemesi, Danıştay, Yargıtay üyelerini istediğiniz gibi şekillendiriyorsunuz. Yargıtay’a yeni atanan üyeler için 160 kişi blok oy kullanıyor. Bu son derece tuhaf. Yargı tarihimizde böyle dikkati çekecek bir olgu düşünebilir misiniz? Bunlar aşiret, klan, akraba değil ama yeni atanan 160 yargı mensubu aynı doğrultuda oy kullanıyor. Bu tuhaf ve düşündürücü bir durum. Yargı bağımsız olmazsa kişilerin hukuk güvenliği ortadan kalkar.
Milli irade söylemiyle siyasi iktidara bağımlı, siyasi iktidarın şemsiyesi altında olduğu ya da en azından böyle algılanan yargıya karşı halkın adalete olan güven duygusu kaybolur. Türkiye tam da bu süreci yaşıyor.
Örneğin, geçenlerde Danıştay Başkanı Sayın Karakullukçu bir açıklama yaptı. “Biz farklı bir Danıştay olacağız. Biz idareye zorluk çıkarmayacağız” dedi. Bu, hukuk tabiriyle ihsası reydir. Yani niyetini, oyunu belli etmektir.
Sivil söylemle diktatörlük de yapabilirsiniz
Kuvvetler ayrılığı olduğu iddia edilen bir devlette bir yargıç hükümetin elini rahatlatacaklarını söyleyebilir mi?
H.Ö.- Böyle bir şeyi nasıl söyler? HSYK oluşturuldu. Tayinlere, görevlendirmelere bakıyoruz. Balyoz, Ergenekon gibi davalarda tahliye kararı veren ya da sanıklar lehine oy kullanan yargıçlar ya da mahkeme başkanlarının değiştirildiğini görüyoruz. Bunlar tasfiye ediliyorlar, başka yerlere atanıyorlar.
Böyle bir yapılanma içinde insan ister istemez endişeye kapılıyor. Yargı, yasama ve yürütmenin bu şekilde iç içe geçtiği bir yerde kuvvetler ayrılığı belki söylem olarak var olur ama esasta var olmaz. Bir de bunun beni şahsen endişelendiren, halkın da kafasını bulunduran sivillik söylemiyle yapılmasıdır. Anlaşılan bu söylem makyaj terim olarak kullanılıyor. Sivil dediniz mi akan sular duruyor. Bazı dönemlerde bazı sözcüklerin büyüleyici, illüzyon özelliği vardır. Siz sivil söylemle diktatörlük de yapabilirsiniz. Dikta rejimi de uygulayabilirsiniz.
Darbenin mağduru halk ve soldur
- Hitler ve Nazi Partisi örneklerinden mi söz ediyorsunuz?
H.Ö.- Tabii. Onlar da seçimle iktidara geldiler. Orada, bizim şu anda yaşadığımız süreçle kısmen benzeşen tuhaf bir durum var. Hitler kendi iktidarını sağlamlaştırmak için Alman parlamento binası Reichstag’ı kendi adamlarına yaktırdı. Sonra da “Bunu muhalefet yaptı” dedi.
Muhalifler, sosyalistler, komünistler, Yahudiler düzmece yargıda yargılanıp tasfiye edildiler. O tasfiyenin bir enstrümanı olarak yargı kullanıldı. Türkiye’de yargıya müdahale edilmesinin uzun dönemde sancılı sonuçları olacaktır. Toplumsal travmalara yol açılacaktır. Türkiye’nin devlet olarak saygınlığına gölge düşürülecektir.
Zaten özel mahkemelerde yapılan yargılamalar ve uygulamaların tereddüt uyandırmaya başladığı anlaşılıyor. Başlangıçta, “Darbeciler tasfiye ediliyor. Sivilleşiyoruz” deniyor. Bunun böyle olmadığını, siyasi iktidarla ters düşen her türlü muhalefetin sindirilmesine, korkutulmasına ve tasfiyesine çok önemli bir kaldıraç olduğu, bu süreci kolaylaştırdığı, toplumu da bu şekilde etkilediği anlaşılıyor. Gelecekte bunun sıkıntıları, olumsuz sonuçları mutlaka görülecektir. Ben bir hukukçu olarak toplumun bu konulara dikkatini çekmek istiyorum.
- Bu hükümet 12 Eylül ve 28 Şubat’la hesaplaştığını söylüyor.
H.Ö.- 12 Mart’ta solcular ve sol örgütler yargı önüne çıkarıldı. 12 Mart’ın bir mağduru varsa esas olarak halk ve solculardır. 12 Eylül’ün mağduru yine benzer siyasal eğilimlere sahip olan insanlardır. 12 Eylül döneminde palazlanan bir grup oluştu. ABD’yle çıkarlarını uyumlulaştıran, dini referans alanlara 12 Eylül dokunmamıştır. Kaldı ki eğer 12 Eylül’le ve 28 Şubat’la hesaplaşılacaksa 12 Eylül’ün arkasındaki sermaye, finans, ekonomik güçler de sorgulanmalıdır. 12 Eylül’ün arkasındaki dış güçlerdir. Bunlar Türkiye’yi mezhep, etnik kavgaya sürüklemek için provokasyonlar yapmışlardır. Bu provokasyonları yapanlar da sorgulanmalıdır. Bunlar yapılmıyor da yaşları neredeyse 100’e yaklaşmış iki emekli general hakkında 12 Eylül davası açılıyorsa bunu samimi bulmuyorum. Ama bunun siyasi iktidara çok büyük bir avantaj sağladığı kesin. AKP hükümetinin sivillik söylemini ve onun sivilleşmeyi istediği algısını güçlendirecektir. 12 Eylül mağduru, o dönem işkence görmüş, tutuklanmış insanlar bu davaya müdahil oldular. CHP ve MHP’nin de bu davaya müdahil olma girişiminde bulunduğunu görüyoruz. Her iki muhalefet partisinin AKP’ye siyasi getiri sağlayacak bu davaya müdahil olmasının nedenlerini anlamakta zorlanıyorum.

Hiç yorum yok: