Türkiye’nin kendisini, eteğinin dibinden ayrılamayacak denli Amerika’ya ve NATO’ya bağlamasının öyküsü eskilere dayanıyor. Bedelinin büyük olduğunu biliyoruz. Kore Savaşı’nı ve Truman Amerikası’na yanaşabilmek için Türkiye’de komünizm tehlikesinin büyük olduğu masalının uydurulmasını, DTCF tasfiyelerini ve Türkiye’nin tarihindeki en büyük komünist tutuklamasını, 51 Tevkifatı’nı hatırlıyoruz, başlangıç oldu. Türkiye’nin en önemli dönüm noktalarından biri, o güne dek görülmemiş bir sömürüye ve İslam’a açılan kapı, Türkiye tarihine Amerikanca yazıldı: “Our boys have done it”. Amerika’ya bağlılık Türkiye’yi hep küçülttü; aydınlarımızı ve gençlerimizi, aklımızı ve ufkumuzu, estetiğimizi ve onurumuzu kurban verdik. Ancak tarihte ve kavgada diyalektik var. Gene en güzel aydınlarımız ve gençlerimiz bu ülkenin emekçileri uğruna verdikleri bu akıl ve onur savaşında yetişti.
Küçüldükçe övülen ülke
Türkiye küçüldükçe övüldü; bunda şaşılacak bir yan yok. Ne kadar küçülürse, Amerika ile Türkiye içindeki hayranlarının o denli övüleceğini çoktan öğrenmiş olmamız gerekiyor. Sürekli bir aşağılanma durumu içindeyken, bu boş sözlere kanmanın ne denli büyük bir sığlık gerektirdiğini söylemeye gerek yok; küçülmenin olmazsa olmaz parçasıdır ve her gün yeniden, her gün daha derinden üretilebilmesi için, büyük medyanın köşe yazarlarından imam hatiplere, magazinden sözde muhalefet partilerine sığlık fabrikaları dört bir yanda çalışmaktadır.
Amerika yolu hep küçülttü, küçüldükçe övüldük. Şimdi en çok övüldüğümüz dönemi yaşıyoruz. Büyük aktörüz, stratejik ortağız, bölgesel gücüz. Son iki günde, İsrail’deki yeni koalisyon hükümetinin ortağı Kadima partisinin liderinden “süpergüç” olduğumuzu duyduk; medyamız Erdoğan’ın Obama ve Putin’e ekonomi dersi vereceğini yazdı.
İsrail merkezli Osmanlılaştırma
Daha önce de yazdık, büyük aktör, küçük Türkiye’dir. Amerika’nın yeni Ortadoğu projesi, bölgeyi, tıpkı Osmanlı döneminde olduğu gibi, sınırları net olmayan, etnik ve dini cemaatlere, vilayetlere bölünmesinden geçiyor ve bu etnik ve dini vilayetlerin bağlı olacağı merkezin İsrail olması hedefleniyor. Türkiye, Amerika açısından, kendi bindiği dalı kesmek anlamına da gelen bu projede görebileceği işlev açısından önem taşıyor.
Dış İlişkiler Konseyi’nden brit çağrısı
Geçtiğimiz ay içinde Amerika’nın en güçlü think-tanklerinden biri olan Council of Foreign Relations, Dış İlişkiler Konseyi, çok sayıda neo-con “ağır topun” katıldığı bir grupla Türkiye üzerine önemli bir rapor hazırladı. Aydınlık’ta belli açılardan incelendi. Ancak Obama ile Erdoğan arasındaki “kişisel” ilişkinin ve Obama’nın Türkiye övgülerinin ön plana çıktığı bugünlerde, hem Amerika’nın, hem de Erdoğan’ın sıkışmışlığını ortaya koyması açısından yeniden ele alınmayı hak ediyor. Daha ilginci, rapor, çalkalanan Ortadoğu’da gittikçe yalnızlaşan ve ayak sürümeye başlayan Amerika’nın, Türkiye’yi artık, büyük değil ama Amerika açısından daha güvenilir ve daha az meseleyi eline yüzüne bulaştıran bir aktör olarak görme ihtiyacını tanıdığını gösteriyor. Bu ihtiyaç, 1996’da İsrail ile Türkiye arasında imzalanan brit’e, gizli ittifaka benzer bir anlaşma arayışını beraberinde getiriyor. CFR’nin Amerikan yönetimine önerdiği budur.
Denize düşen Türkiye’ye sarılır
Amerika’nın Suriye konusunda sıkışmış olduğu artık ortada. Rusya ve Çin engelini aşamıyor. Ancak bununla da kalmıyor; Libya müdahalesinde pek yardımcı olmuş Sarkozy artık yok. Avrupa Birliği ise kendi derdinde görünüyor. Nitekim Obama, Meksika’daki g-20 toplantısında Putin ile yaptığı ortak açıklamada, Suriye meselesinde, “BM, Kofi Annan ve diğer uluslararası aktörlerle yan yana” hareket edileceğini dile getirmek zorunda kaldı. Açık bir geri adımdır; ancak, Obama’nın Ortadoğu’daki sıkışmışlığını anlamak açısından, bundan daha büyük tabloya bakmak gerekiyor ve bunun için, Barış Zeren’in, dünkü Aydınlık yazısının okunmasını öneriyorum. Barış, Obama’nın içeride Pentagon ile birlikte Clinton ile İsrail lobisinin saldırganlığını dizginlemeye çalıştığını aktarırken, bunun nedenlerinden biri olarak, “Rusya ile Çin’in giderek büyüyen ortaklaşması sonucu, Amerika egemenlerinin” büyük bir “sınırlanma ve yalıtılma” korkusuna kapılmasını gösteriyordu. Bu korku, yeni bir cepheyi beraberinde getiriyor ve adına Pasifik cephesi diyoruz. Amerika’nın Ortadoğu’ya, istediği ağırlığı vermesi gittikçe güçleşiyor.
Amerika’nın Ortadoğu’daki elinin zayıfladığı tartışmasızdır. Artık şahın olmadığı, Mübarek’in olmadığı, Suriye ile kavgalı olduğu bir dünyada kendi içinde bölünmüş ve yalnızdır. Denize düşmüştür ve sarılacak yılan aramaktadır.
Türkiye’ye sarılabilir mi?
Erdoğan da böyle okumuş olmalı ki, çok geçmeden füze kalkanı projesiyle ilgili ilk olumlu görüş geldi. Daha önce de yazdık, Erdoğan’ın Obama’yı bunca kızdırmasında etkili olan, Amerika’dan bağımsız adımlar atma sevdası değil, Amerika’nın Barzanistan’ı düşman bir Ortadoğu ortasında bırakmamak ve bölgede İran’ın etkisini azaltmak için başta Suriye olmak üzere bölge ülkelerini Batı eksenine çekme çabasında Türkiye’nin kendisine kaldıramayacağı oranda büyük rol biçmesiydi. Ancak, hevesle atladığı arabuluculuk görevlerinden hiçbir sonuç alamaması bir yana, İran’la uranyum takası anlaşmalarında özellikle fazla ileri gitti. Amerika’nın bunu, AKP’nin, içinde yaşadığı dünyayı anlamamasının ve beceriksizliğinin bir sonucu olarak görmesine şaşmamak gerekiyor.
CFR’nin Amerikan yönetimini ikna çabası
Öte yandan, kendine söylenen masallara inanmayı pek seven Erdoğan’ın, füze kalkanı, Libya ve Suriye konularında dize getirilebilmesi, bölünmüş ve çaresiz Amerika’da bir kesimde bir umut uyandırıyor. Bu, Amerika’ya yalnızca gerektikçe Toronto’da yaptığı gibi “dobra” konuşularak hizaya çekilen Erdoğan’la ve her daim hevesli Davutoğlu’yla kurulanın ötesinde, her düzeyde daha derinden bir ilişki ve kontrolle, Türkiye’nin, merkezi İsrail olacak Osmanlılaşmış bir Ortadoğu uğruna küçülme yolunda, daha az beceriksiz ve daha kullanışlı bir aktör aparatçik haline getirebileceği umududur. Çaresiz Amerika, Türkiye ile bir gizli ittifak arıyor. Rapor ve ayrıntılarıysa Salı’ya kalıyor.
Lügatçe
1996 İsrail-Türkiye Brit’i: Türkiye ile İsrail arasında 1996 yılında imzalanan gizli antlaşmadır. Ağustos ayında imzalandığı söylenmektedir. İki ülke arasındaki, doksanlı yıllardan beri süre gelen büyük yakınlaşmanın son noktasıdır. İki taraflı önemli ve üst düzeyli ziyaretlerin ardından imzalanmıştır. 1993 yılında Dışişleri Bakanı sıfatıyla Hikmet Çetin, 1994 yılında Tansu Çiller, 1996’da da Süleyman Demirel İsrail’i; yine aynı dönemlerde Dışişleri Bakanı olarak Şimon Peres, İsrail Cumhurbaşkanı Ezer Wiezman ve çeşitli üst düzey İsrailli diplomatlar da Türkiye’yi ziyaret etmişlerdi. Benzer biçimde bu dönem iki ülke arasında çeşitli anlaşmalara da sahne oluyordu. 1996 yılının Şubat ayında Orgeneral Çevik Bir ile İsrail Savunma Bakanı Yardımcısı David Ivry tarafından Askeri Eğitim ve İşbirliği Anlaşması imzalanmış, bunu aynı yılın Mart ayında Dışişleri Bakanı Emre Gönensay ile İsrail Dışişleri Bakanı Ehud Barak’ın imzaladığı Serbest Ticaret Alanı Anlaşması takip etmişti. Gizli 1996 Brit’i bu gelişmelerin ardından gündeme geliyor ve Türkiye’yi İsrail’e bağlıyordu. Türkiye tarafında bu anlaşmanın mimarları İsmail Hakkı Karadayı, Çevik Bir ve Refah Partisi Devlet Bakanı A. Gül’dü. Nitekim A. Gül, Erbakan’ı ikna etmek amacıyla, Mısır’da yayımlanan El-Ahram gazetesine, “Amerikalılar bizi İsrail ile anlaşmaya zorladılar” açıklamasını yapıyor ve anlaşmayı asıl olarak Amerikalılar’ın istediğini ileri sürüyordu. Sonuçta Brit, Erbakan tarafından da imzalanıyor ve yürürlüğe giriyordu. Hala gizlidir ve yürürlüktedir.
1951 Tevkifatı: Menderes iktidarı döneminde, 1951 yılı Ekimi’nde başlatılan, Türkiye Komünist Partisi’ne yönelik tutuklama kampanyasının adıdır. Bu kampanyayla Şefik Hüsnü, Behice Boran, Mihri Belli, Enver Gökçe, Arif Damar, Ruhi Su, Ahmed Arif, Zeki Baştımar gibi tanınmış isimler Ankara Askeri Mahkemesi’nde yargılanmış ya da tutuklanmışlardır. Yargılamaların neticesindeo sırada zaten güçsüz bulunan sol daha da fazla dağılıyor, 1960’ların başına dek tüm politik gücünü yitiriyordu.
1948 DTCF Tasfiyesi: Demokrat Parti dışındaki muhalefete yönelik sert saldırıların olduğu 40’ların ikinci yarısına denk gelmektedir. 1945 yılında başlayan, Ankara Üniversitesi Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi öğretim üyeleri Pertev Nail Boratav, Niyazi Berkes, Behice Boran’ın “komünistlik” suçlamasıyla aktif görevden el çektirilerek bakanlık emrine alınmaları, ardından da üniversite ile ilişiklerinin kesilmesiyle sonuçlanan tasfiyelerdir. 1945 yılındaki Tan olayları ile sonrasındaki gerilimli siyasal sürecin bir evresidir. Her üç öğretim üyesinin de, Danıştay’ın “göreve iade edilmeleri” ve Yargıtay’ın “görevlerini kötüye kullandıkları tespit edilememiştir” yollu hükümlerine rağmen, 1948 yılında üniversiteden, kadroları kaldırılarak uzaklaştırılmalarıyla son bulmuştur.
Son Güncelleme: Cumartesi, 23 Haziran 2012 20:09
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder