3 Eki 2012

Bir tarih tezi ve Türkiye’nin dönemeci

Amerikancı bir sivil darbe ile iktidara gelen AKP-Cemaat koalisyonunun yürüttüğü Balyoz ve Ergenekon soruşturmalarıyla Türkiye’de son Kemalist kadrolar ordudan, bürokrasiden ve geleneksel iktidar blokundan tasfiye edildi. Böylece 60 yıla yayılan karşı devrim, emperyalizmin bölgesel ihtiyaçlarıyla örtüştüğü için yakaladığı tarihsel fırsatı utanç verici yöntemlerle değerlendirerek başarıya ulaştı.

Ergenekon operasyonu ve soruşturmasının (Balyoz ve benzer diğer davalar dâhil) Cumhuriyet tarihinin en önemli siyasal ve toplumsal kırılma noktalarından biri olduğu açıktır. Bu siyasal hamle ve saldırı üzerinden düşük yoğunluklu bir İslamizasyon projesinin (ılımlı İslam) hayata geçirilmek istendiği, artık tartışılmayacak şekilde ortaya çıkan bir gerçekliktir.

Bu operasyon ve davalar, Birinci Cumhuriyeti tasfiye siyaseti ve stratejisinin en önemli, dahası belirleyici etabıdır.

Durum böyle olunca, AKP-Cemaat koalisyonunun siyasal hedeflerine ulaşmasının önünde engel oluşturabilecek kurumların, kadroların, yargı bürokrasisinin, toplum önderlerinin, aydınların, gazetecilerin, askerlerin ve politikacıların siyasal şiddet de kullanarak tasfiye edildiği bir süreç yaşandı.

Balyoz davasında verilen kararın siyasal ve tarihsel anlamı budur.,

Sonuç olarak, Ergenekon operasyonunun demokratikleşme ve derin devletin tasfiyesiyle ilgisinin bulunmadığı; gerici ve karşı devrimci bir dönüşüm projesinin hayata geçirilmesinden başka bir anlam taşımadığı tatmin edici şekilde ortaya çıktı.

Türkiye’de Birinci Cumhuriyetin tasfiye edilmesi ve bir ılımlı İslam rejimi kurulmasının teorik temeli ve tarihsel gerekçesini, Müslüman ülkelerdeki Batı tipi modernleşme girişimlerinin başarısızlıkla sonuçlandığı varsayımı oluşturuyor.

İslam’la laikliğin olamayacağı, eleştirel akla ve bilime dayalı bir toplumsal ve siyasal düzen kurulamayacağı; dolayısıyla Batılı anlamda “demokratik” rejimlerin Doğu’da maddi, kültürel ve tarihsel temellerinin bulunmadığı ileri sürülüyor. Bu nedenle “Doğu’ya özgü” ve “düşük yoğunluklu” bir demokrasinin, örneğin sandığa dayalı çoğunlukçu bir düzenin yeterli olacağı belirtiliyor. Dinsel dogmaların birey ve toplum hayatını belirlediği fakat mutlak şekilde Batı yanlısı olacak bir model/rejim öneriliyor.

Batılı emperyalist ve oryantalist teorisyenler genel olarak Doğu’nun, özel olarak da İslam dünyasının, Batı’da gerçekleşen aydınlanma ve modernleşme yolundan ilerleyerek laik düzenler kurup kendilerini yakalamasından korkuyorlar. Bu nedenle kötü ve yozlaşmış örnekleri gösteriyorlar ve bakın “olmuyor” diyorlar. Aralarındaki en başarılı model olan Türkiye’de ise Cumhuriyeti tasfiye ediyorlar.

Bu anlayışı Doğu’nun İslamcı ve muhafazakâr yazıcıları da tersinden destekliyorlar. Onlar da seküler modernleşme modelinin başarısız olduğunu ileri sürüp, “Batı’nın ilmini ve fennini alıp, kültürünü reddetmeliyiz” diyorlar.

Oysa sorun tam da burada yatıyor. Çünkü Batı’yı Batı yapan tam o reddedilmesini istedikleri “kültür” oluyor. O kültür, insan aklının özgürleştirildiği, laik bir toplumsal düzen, felsefe eğitimi, akla ve bilime dayalı bir devlet yönetimidir.

Burada sorun Doğulu kimliğini, yerel kültürünü, geleneklerini ve değerlerini korumak değildir. Aynı İslamcılar ve muhafazakârlar bütün bunların ayaklar altına alınmasına hiç ses çıkarmadılar.

Durum böyle olunca İslam dünyasının tarihine, coğrafyasına, kültürüne (dinine) ve toplumsal dokusuna özgü; Batı’yla uyumlu yeni bir modelin oluşturulması gerekiyordu. Bu model uzunca süredir Batı medyasında ve akademik çevrelerde tartışılmaya başlandı. Dolayısıyla, "ılımlı İslam" kavramı ve stratejisinin, ABD ve Batılı ortaklarının çıkarları için geliştirilmesinin yanı sıra, böyle fikri bir arka plana ve tarih tezine de dayanıyordu.

Bu tezin yaşama geçirilmesi için öncelikle bir model oluşturulması gerekiyordu. İşte bu model Türkiye oldu.

Elbette Türkiye için istenen yeni bir Suudi rejimi değildi. Türkiye’yi İslam dünyasına daha çok yakınlaştıracak, hatta bu ülkelere liderlik yapmasını sağlayarak radikal eğilimleri terbiye edecek düşük yoğunluklu bir İslamizasyon yeterli görülüyordu.

Türkiye’de rejimin çok partili ve seçimli bir İslam Cumhuriyeti yönünde dönüştürülmesi; ABD’nin doğrudan ve tam olarak sağlayamadığı bölge hegemonyasının Ankara üzerinden tahkim edilmesi demekti. Elbette bu projenin tek bir koşulu vardı; Türkiye-ABD ilişkilerini bozmayacak nitelikteki İslamcı kadroları iktidara taşımak ve orada kalmalarını sağlamak...

İşte AKP, bu ihtiyacın ve siyasal toplu durumun ürünüydü.

ABD’li siyaset planlamacıları şöyle düşünüyordu; laik ve Cumhuriyetçi Türkiye, İslam dünyasını etkileyemeyecek kadar bu ülkelerden uzaklaştı. Dolayısıyla Müslüman toplumlara bir model oluşturabilmek için, öncelikle (biçimsel bakımdan da olsa) İslam’la demokrasiyi buluşturacak bir siyasal düzen yaratmak gerekiyordu.

Müslüman toplumlar artık laik bir ülke olma ve kalkınma (sanayileşme) hedefini artık bir yana bırakmalıydı.

Türkiye’deki AKP-Cemaat darbesinin ve bölgedeki “Arap Baharı”nın ve genel olarak Büyük Ortadoğu Projesi’nin aktüel ve tarihsel anlamı budur.

1 yorum:

Muharrem Erdoğan dedi ki...

DÜŞÜNECEKSİNİZ!
AB-D Teorisyenleri,Bu projeleri harekete geçirirken ,Acaba nerede duracağını?,Durdurulabileceğini de hesapladılar mı? Hiç sanmıyorum! Afganistan örneği ortada iken,buna inanmak mümkün değildir.Tabii,Bir başka açıdan da bakmak da yarar var.Bu onlar için ne kadar önem taşıyor?Bölge Ülkelerinin hangi rejimle?,Hangi koşullarda? Yaşadıklarını düşündükleri de şüpheli. Dahası, Olası Karışıklıklardan çıkar sağlama düşüncelerinin olması daha fazla ihtimal dâhilindedir. Yapılması gereken nedir? Cevabı bulunması gereken budur! Bir Ülke, Yöneticileri tarafından, Bütün kurumları,"Pasif" duruma düşürülmüş, Adeta "İşgale" Uğramış bir Ülke durumuna düşmüşse, Önce bu durumdan kurtulmak gerekmektedir. Zor durumdayız! Ancak,1919 koşullarında değiliz! O tarihte, içte ve dışta, Düşman Güçlü olmasına Karşın, Ülkesinin kurtuluşuna inanan, Tek başına, Mustafa Kemal Vardı. Ve "O Tek inanan" olarak, Bu durumdan kurtulmayı başarmıştı. Bugün ne kadar eleştirsek de, Ülkesini seven, Kurtuluşa inanan,"Aydın Yurtsever" İnsanlarımız var. Yani, o günlerden çok fazlasıyla iyiyiz. İsmet Paşa'nın Söylediği gibi; "Bir İşi Hale yola koymak için dahi olmaya gerek yoktur. Önce Namus, Biraz akıl, Bir baş ve iki el, Başınızı iki elinizin arasına alacaksınız ve DÜŞÜNECEKSİNİZ!" Yetmez mi?...
Muharrem Erdoğan DÜŞÜNECEKSİNİZ!
AB-D Teorisyenleri,Bu projeleri harekete geçirirken ,Acaba nerede duracağını?,Durdurulabileceğini de hesapladılar mı? Hiç sanmıyorum! Afganistan örneği ortada iken,buna inanmak mümkün değildir.Tabii,Bir başka açıdan da bakmak da yarar var.Bu onlar için ne kadar önem taşıyor?Bölge Ülkelerinin hangi rejimle?,Hangi koşullarda? Yaşadıklarını düşündükleri de şüpheli. Dahası, Olası Karışıklıklardan çıkar sağlama düşüncelerinin olması daha fazla ihtimal dâhilindedir. Yapılması gereken nedir? Cevabı bulunması gereken budur! Bir Ülke, Yöneticileri tarafından, Bütün kurumları,"Pasif" duruma düşürülmüş, Adeta "İşgale" Uğramış bir Ülke durumuna düşmüşse, Önce bu durumdan kurtulmak gerekmektedir. Zor durumdayız! Ancak,1919 koşullarında değiliz! O tarihte, içte ve dışta, Düşman Güçlü olmasına Karşın, Ülkesinin kurtuluşuna inanan, Tek başına, Mustafa Kemal Vardı. Ve "O Tek inanan" olarak, Bu durumdan kurtulmayı başarmıştı. Bugün ne kadar eleştirsek de, Ülkesini seven, Kurtuluşa inanan,"Aydın Yurtsever" İnsanlarımız var. Yani, o günlerden çok fazlasıyla iyiyiz. İsmet Paşa'nın Söylediği gibi; "Bir İşi Hale yola koymak için dahi olmaya gerek yoktur. Önce Namus, Biraz akıl, Bir baş ve iki el, Başınızı iki elinizin arasına alacaksınız ve DÜŞÜNECEKSİNİZ!" Yetmez mi?...
Muharrem Erdoğan-muharremhaber@hotmail.com