Siyaset bazen bir kuruluş aracı, bazen ahenkli bir toplumun yönetim biçimi, bazen de parçalı bir toplumda bir grubun diğer grup ya da gruplar üzerinde sosyal baskılama ya da radikal değişim aracıdır. Örneğin, Cumhuriyet bir kuruluş siyasetidir; radikal bir sosyal dönüşüm projesidir. Cumhuriyet kalkışı maalesef ancak kısa süreli başarılı olmakla birlikte, toplumun çağdaşlık yolunda mesafe almasında önemli katkılar yapmıştır. 2023 yılı hedeflenerek günümüzde yürütülen sosyal ve siyasal dönüşüm projesi ise “Çağdaş Cumhuriyet” kalkışıyla bir şekilde hesaplaşma projesi olarak gelişmektedir. Devleti ele geçirenlerin bu projenin fevkalade ustalıkla yürütülme sürecinde baskı aracı olarak uygulamaya koydukları siyasi tutuklama ve davalar olağan yargılama sistemi içinde değerlendirilemez. Zaten amaç da hukukun kurallarını uygulamak değil, siyasal amacı sağlamada hukuku bir araç olarak kullanmaktır. O nedenle, son yargılamalarda bir dizi usul ve esas hatalarının saptanmış olması kimsenin dikkatini çekmemektedir. Mesele hukuksal olmadığından, uygulamadaki hatalar ve aksaklıklar da hukuk alanında tartışılabilecek konuları oluşturmamaktadır. Geçmişle açık veya gizli hesaplaşma içinde yürütülen günümüz siyasetini, Oidipus kompleksinin erişkinlerde görülen“babanın katli” şeklinde yorumlayabiliriz. Böylesi patolojide yürütülen siyasetin baskı aracı olan hukuk uygulamasına usul ve esas hataları açılarından yüklenmek, esası gözden kaçırmak ve abesle iştigalden başka bir şey değildir.
GAZETECİLER KİŞİLİKLERİNİN ÜZERİNE MEZAR TAŞI DİKİYOR
Bu yaklaşım doğrultusunda; TV ekranlarında “fikir sahibi” oldukları kendilerinden menkul ünlü basın mensuplarının bazıları, kimlerden destek aldığı örtülü olarak, deneyimli saldırganlıkları ile, bazıları da, çıkar alanlarına cesur giriş yapma adına, cehaletin yansıdığı çocuksu şımarıklıkları ile siyasal davalar üzerinde tartışırken, belki de kendilerinin de farkında olmadan yüklendikleri siyasal misyon doğrultusunda kişiliklerinin üzerinde birer mezar taşı diktiklerini görememekteler. Meselenin hukuki olmayıp, siyasi ağırlıklı olması bu tür tartışmaları anlamsız kılıyor olmakla beraber, yürütülen çirkin siyasetin perdelemesi için kaçınılmaz görülmektedir.
Konuya geniş yaklaşım yapılarak, tartışmalarda sıkça gündeme getirilen“darbeler ülkesi” sloganının arkasına sığınılmamalıdır. Eğer bu ifade gerçek ise, darbeleri değil, darbelerin gerekçelerini tartışmak hem bilimsellik hem de toplumsal gelecek açısından daha yararlıdır. Zira bir toplumsal olayın bataklığı görülmez ve ona göre önlem alınmaz ise, mücadele adına yaşanan her karşı hareket toplumu gerileteceği gibi, ileriki dönemlerde de önü alınamaz karşıt hareketleri yaratabilir. İşte böyle bir ülke, Türkiye gibi “darbeler ülkesi” konumuna dönüşür. Darbeler ya da “askeri vesayet” iddiaları “buzdağının tepesi”ni gösterirken, aynı zamanda buzdağının altında da içi urlarla dolu koca bir kütlenin varlığına işaret eder. Buzdağının tepesinde darbeciler var ise, atında da darbeye yol açan siyasiler bulunmaktadır. Keşke, siyasiler din sömürücülüğü yapmayıp, feodal yapılara hizmet ederek onlara teslim olmayıp, sadece sermaye çıkarını güderek halka sırtını dönmeyip, oy hesabına takılmayıp, geçmiştekinden daha büyük cesaretle toplumun kalkınmasına ve çağdaşlaşmasına çalışmış olsalardı da darbe ortamını ülkenin kaderinden silselerdi. Keşke ikinci sınıf burjuvazimiz de kısa yoldan dünya milyonerleri arasına girmeyi değil de, devlet desteği ile de olsa, gerçek sanayileşmeyi hedefleyip ekonomiyi ilerilere taşımayı becerebilseydi de emperyalizmin siyasilerimize bu denli duhulünü önleyebilseydi.
Gündemimizi oluşturan olgular pozitif hukukun değil, baskıcı küresel emperyalist güç politikalarının içte siyaset ve toplumu etkileme ve dönüştürme konularıdır. Darbeler kabullenilmez, ancak aynı şekilde küresel gücün içte halkların çıkarı aleyhine siyasete yansımaları da kabullenilmez. Jakobenizm budur; çarpıtılmış ve savunmanın dışlandığı hukuk baskısıyla eskiyle hesaplaşma; eğitim ve idari baskılarla da geleceği şekillendirme!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder