29 Eki 2012

Recep Tayyip Erdoğan’dan seçmeler


Başbakan, politik çiğlikten mi yoksa pişkinlikten mi kaynaklandığına bir türlü karar veremediğim çocukça bir üslupla, güven belgesi (accrédité) vermedikleri 6 gazete için “Hadlerini bildirdik!” buyurmuş. Başbakan, basına açık olması gereken kongresini, eviyle, özel uçağıyla, çalışma dairesiyle karıştırıyor.
Örneğin, haddini bildirdiğini iddia ettiği bir gazetenin yazarı olarak beni evine, uçağına, bürosuna çağırsa kesinlikle gitmem. Kendisiyle söyleşi yapmaya talip olmam. Ancak, kendisiyle, Aydınlık gazetesinin bürosunda, teke tek söyleşi yapmayı düşünebilirim. Bu da benim tarzım!
Öküze özenen kurbağa metaforudur karşımızda duran. Bilelim ki bilelim!

İkinci Cumhuriyet tartışmaları

Bay Recep Tayyip Erdoğan’ın değişmez ruh ve zihin dünyasını, kafatası yapısını yansıtan 13 sayfalık bir metin var: Metin Sever ve Cem Dizdar’ın 20 siyasi ve yazarla yaptıkları röportajlardan oluşan, Ağustos 1993 tarihinde Başak Yayınevi tarafından yayınlanan “2. Cumhuriyet Tartışmaları” adlı kitap. Artık çoktandır piyasada yok. Beş-altı yıl önce kendisiyle bu konuda konuştuğum Metin Sever’in de kitabı tekrar yayınlatmaya niyeti yok. “Aradan zaman geçti, aralarında düşünce değiştirenler olmuştur” diyordu. Bence, kitabı yayınlatmamak için ciddi bir mazeret ve bahane değil. Değiştirmişse, değiştirmiştir düşüncelerini. Bir insan değiştirdi diye geçmişteki düşünceleri yok olmaz, olmamalı. Kimse izin vermez. “Dün öyle düşünüyordum, bugün böyle düşünüyorum” formülü geçerli değildir. “Dün neden öyle düşünüyordun, bugün neden böyle düşünüyorsun?” Düşünceleri kara tahtadan siler gibi silemezsiniz. En azından 1993 yılında böyle düşündüğünü söylersiniz.
Ama o düşüncelerin eylem ve eserleri vardır, iyilik ve kötülükleri, suçları vardır, onlar kalır. Örneğin, kendisiyle söyleşinin yapıldığı tarihte Refah Partisi İstanbul İl Başkanı olan Recep Tayyip Erdoğan’ın, Cumhuriyet ve Kemalizm’den İslamcı İslam’a, parlamenter demokrasiye, üniter devletten eyalet sistemine, cumhurbaşkanlığından başkanlık sistemine, ümmetten azınlıklara ve Kürtlere , ABD’den NATO’ya kadar düşüncelerinin % 95’i bugün de aynı. Değişimemiş. Sadece ABD ve NATO hakkındaki düşünceleri değişmiş. 1993 yılında ABD ve NATO’ya karşı imiş, şimdi ikisinin de buyruğu altında.

Zavallı demokrasi

1993 R. T. Erdoğan’ı konuşuyor: “Demokrasi bugüne kadar bazen amaç bazen ise araç olarak görülmüştür. Hem amaç hem de araç olarak yorumlayanlar olmuştur. Bize göre ise demokrasi ancak bir araçtır. Hangi sisteme gitmek istiyorsanız, bu düzenlerin seçiminde bir araçtır. Yani demokrasi ile düzenler gelir düzenler gider. Tabii bunun demokrasiyle gerçekleşmesi, halkın iradesinin tecelli etmesi güzel bir şey. Fakat bugün ülkemizde demokrasi bir amaç olarak yorumlanıyor. Ve bir amaç olarak görülen demokrasi, ne yazık ki bugün Türkiye’de totaliter bir yapıyı gündemde tutuyor. Bugün Türkiye Cumhuriyeti’nde demokrasi adına bir dikta rejimi görüyoruz. Ne yazık ki demokrasi kavramı bizde tam olarak yerine oturmamıştır.” (S.419)


R. T. Erdoğan’ın okuduğunuz düşünceleri ciddi ve yeterli bir öğrenim görmemiş birine özgü sıradan düşünceler. Her şeyi tıpkı bugün gibi birbirine karıştırıyor. Demokratik düzen içinde, seçimle iktidara gelen bir partinin, isterse devletin düzenini (rejimini) değiştirebileceğini sanıyor. Demokrasinin ilk koşulu olan seçimlerle sadece iktidarların değişebileceğini, rejimin değiştirilemeyeceğini bilmiyor. Bilmek istemiyor.

Bir anayasanın biçimlendirdiği bir demokratik rejimin yüzde bilmem kaç oy alan bir parti tarafından değiştirilebileceğine inanıyor. Yani AKP gibi bir parti % 49 oy alarak iktidara geldiği için, laik cumhuriyetin yerine İslam’a dayalı bir düzen getirmeye hakkı olduğunu sanıyor. Cehalet desek cehalet değil, bu daha başka bir şey. Bu nedenle, iktidara geldiği 2002 yılından bu yana, Cumhuriyet düzenine karşı durmadan suç işliyor. Suç işliyor, çünkü kendisine emanet olarak verilen iktidarın sonsuza kadar kendi mülküne geçtiğini sanıyor ve iktidarı kendi mülküne geçirmek için her türlü yola baş vuruyor. Çünkü demokrasinin bir amaç değil bir araç olduğunu düşünüyor.

Bir “amaç” olan demokrasi durmadan gelişir ve asla yozlaşmaz; bir “araç” olan demokrasi artık demokrasi falan değildir. Böyle bir anlayış sahibi başbakan, elbette, kendisine karşı duran, kendisine muhalefet eden her şeye, her kimseye haddini bildirecektir. Böyle bir insanı (seçimle geldiği için seçimle) bir daha geri gelmemek üzere, geldiği yere göndermek gerekir.

Kürt sorunu

Soru: “Milli bütünlüğün korunmasından söz ettiniz. Bu değişim süresi içinde eğer, ülke içinde yaşayan bazı grup insanlar milli yapı içerisinde kalmak istemezlerse ne olacak?..” (s.422)
RTE: Onun kararını gene halk verecek.
Soru: Örneğin Kürtler biz ayrı yaşamak istiyoruz diyebilirler...
RTE: Bu durumda belki Osmanlı eyaletler sistemi benzeri bir şey yapılabilir. [...] Eyaletler tarzı bir sistem içinde olabilir diyorum. (S.422-423)

Recep Tayyip Erdoğan’ın Osmanlı’nın eyaletler düzeninden haberi bile yok. Rumeli Eyaleti’nin kendi bağımsız yönetim yapısı olduğunu sanıyor, Vali’nin, Kadı’nın İstanbul’dan gönderildiğinden bile haberi yok.
Tam anlamıyla “Osmanlı” olan bir “Kürdistan Eyaleti”ni, üniter Türkiye’ye karşı olan Kürtlere önersin bakalım, nasıl bir cevap verecek?

“2. Cumhuriyet Tartışmaları” (Başak Yayınları) adlı kitabı hazırlayanlar (Metin Sever ve Cem Dizdar) soruyorlar:
“Demokrasi ve İslâm hukuku noktasında bir şeyler sormak istiyorum. İnsanların benimsedikleri hukuk anlayışını terk etme gibi bir şansları var mı?” (s. 431)
Günümüzün AKP Başbakanı, 1993 yılının Refah Partisi İstanbul İl başkanı R.T. Erdoğan’ın cevabını ikiye bölerek aktarıyorum:

Birinci Bölüm

“İnsanların benimsedikleri bir şeyi terk etme şansı niçin olmasın? O zaman yukarıda sözünü ettiğim değişimin hiçbir anlamı kalmaz. Eğer bugünün Türkiye’sinde yaşayan, sözüm ona laikliği benimsemiş insanların, bu anlayışlarını terkedip, İslâmi bir anlayışa ve hukuka geçmeleri mümkün müdür diye sormak istiyorsanız, öncelikle şunu hatırlatmak isterim: Bu insanların ataları 100 yıl önce, 200 yıl önce hangi hukuk sisteminde yaşıyorlardı. Bugünkü hukuk sistemini kabullenmeleri ve adapte olmaları nelerin pahasına, hangi yöntemlerle gerçekleştirildi? Bundan 30 sene önce halkın İslâma ilgisi ne kadardı, bugün hangi seviyede? Biz inanıyoruz ki Türkiye’de insanların hemen hemen tamamı gerek varlık olarak fıtratları gereği, gerekse üzerinde yaşadıkları coğrafya ve tarihi misyon gereği zaten Müslümandırlar. Ancak bu özelliklerini ortaya koymaları engellenmiştir. Cebri yollarla bastırılmıştır. Eğer insanların beyinlerindeki ipotekleri kaldırırsak onlar kendiliğinden İslâm’ı seçecektir. Çünkü özlerinde inanç vardır.” (S.431-432)

Türkiye Cumhuriyeti anayasasına, yasalarına aykırı düşünceler bunlar. R.T. Erdoğan, 1993 yılında bunları söylemiş, söyledikleri ortak bir söyleşiler kitabında yayınlanmış ama ne kendisi, ne kitabı hazırlayanlar ne de yayıncı herhangi bir soruşturmaya uğramamış, mahkemeye verilmemiş. Demek ki 1993 yılında uygulanan demokrasi, bir siyasetçinin anayasa ve yasalara aykırı sözlerini düşünceyi açıklama özgürlüğü içinde görüyormuş.
R.T. Erdoğan, Türklerin atalarının 100-200 yıl önce yaşadıkları İslâmi hukuk TBMM’de demokratik yollarla laikleştirilmesine karşı çıkıyor. Türk Ceza Kanunu 13.3.1926, Türk Medeni Kanunu 14.4.1926, Borçlar Kanunu 4.10.1926, Türk Ticaret Kanunu 15.5.1926, Hukuk Usulü Mahkemeleri Kanunu 4.10.1927, Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu 20.8.1929, İcra İflas Kanunu, 4.9.1932, Soyadı Kanunu 2.7.1934 tarihlerinde TBMM’de demokratik yöntemlerle kabul edilmiş ve toplum ortaçağdan 20.yüzyıla gelmiş. Ama R.T. Erdoğan bu demokratik hukuk reformuna karşı.

Şimdi, İskilipli Atıf Hoca gibi, bu yasalara karşı çıktıkları için cezalandırılanların ardından R.T. Erdoğan istediği kadar gözyaşı dökebilir. Dahası, artık kudretli bir başvekil olduğuna göre, mağdur ve mazlum olarak kabul ettiği insanların itibarlarını geri verip heykellerini dikebilir. Önünde hiçbir engel yok. Ama Cumhuriyet karşıtlığını bir kez daha kanıtlamış ve İslâmcı takınak ve saplantılarını itiraf etmiş olur.

R. T. Erdoğan’ın karşı çıktığı bütün devrimler Anayasa’nın değiştirilmez maddeleri tarafından korunuyor. Şu anda hazırlanmakta olan anayasada bu engellerin kaldırılmasını sağlamaya çalışıyor. Ve bu yasalardan memnun Türkiye halkının tercihine en küçük bir saygısı yok. O zaman da yoktu. Şimdi de yok!

İkinci Bölüm

“İstiklal Mahkemeleri vasıtası ile kurulan dar ağaçlarında kimlerin ve hangi suçlamayla idam edildiğini nasıl izah edecekler? Tevhid-i Tedrisat kanunu nelerin önünü tıkamak, nelerin önünü açmak içindi. Harf inkilabı vasıtası ile ülkenin tamamının bir anda sıfır okur-yazar seviyesine indirgenmesi kimlere yaramıştır?
Bir fazilet rejimi olarak takdim edilen demokrasinin ana özelliği çoğunluğu elde etmektir. Yani yüzde 51. yüzde 49’a tahakküm eder. Oysa bize göre yüzde 99’un, yüzde 1 üzerinde dahi tahakküm kurma hakkı yoktur. Bir ferdin dahi bir ülke menfaati için hakları elinden alınamaz. Bizim geçmişimiz bunun referansları ile doludur.”

R.T. Erdoğan, güzel ve mantıklı konuştuğunu sanıyor ama medrese safsatasının mantığıyla konuşuyor. Aklı sıra TBMM’de demokratik oylamalarla kabul edilmiş reformları gayri meşru gösterecek.

Tevhid-i Tedrisat Kanunu, medreseleri, dine dayalı mahalle mekteplerini kaldırıp eğitim ve öğretimi bütün evrelerde laikleştirmek için çıkartıldı. Anayasanın 174 maddesi tarafından korunan 3.3.1924 tarih ve 430 sayılı yasası hâlâ yürürlüktedir. AKP iktidarı türlü yasadışı girişimlerle laik okulları mahalle mektebi ve medrese haline getirmektedir. Yok etmek istediği bu yasanın gerekçesini Başbakan okumuş mudur acaba?

Gelelim harf devrimi gerçeği ile safsatasına: TBMM, 1.10.1928 tarihinde çıkardığı 1353 sayılı yasa ile Harf Devrimi’ni başlattı. 1993 yılının Refah Partisi İstanbul İl Başkanı R.T. Erdoğan’ın TBMM’nin çıkardığı yasalara saygısı yok. Şart değil! Ama RTE, ahır haline getirilen camiler iftirasında olduğu gibi, “sıfıra indirgenen okur-yazarlar” iftirasını yapmaktan geri durmuyor.

Türkiye halkının 1928 yılında okuma-yazma bilmeyen yüzde 98’i, Harf Devrimi’nden sonra açılan “Sabit“, “Seyyar” (Gezici), “Özel” olmak üzere üç tür Millet Mektebi’nde okuma-yazma öğrendi. Bunlara daha sonra “Köy Yatı Mektepleri” ile “Halk Okuma Odaları” eklenmiştir.

Sonuç

1993 yılında, Refah Partisi İstanbul il başkanı olan R.T. Erdoğan’ın yukarıda okuduğunuz Cumhuriyet ve devrimler karşıtı düşüncelerinin hiçbiri değişmemiştir. İktidarda bulduğu yetki ve fırsatlardan yararlanarak 1923 öncesinin yasadışı “restorasyon”unu yapmaktadır.

.T. Erdoğan’ın bir numaralı sorunu ne şudur ne de budur. Onun bir numaralı sorunu Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile imam-hatip okullarıdır. Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nu tersine çevirdiği, imam-hatipleri genel ortaöğretim kurumu haline getirdiği zaman, yetişen (dindar ve kindar) kadro ile tarihin makarasını tersine sarabilecektir. Fethullah Gülen de aynı şeyi kendi okul ve dershanelerinde yetişen “Altın nesil” marifetiyle yapmaktadır.

Millet İkinci Cumhuriyet’le, Yeni Cumhuriyetçilik’le Özal’ın köşe dönme yöntemleriyle uğraşırken, Varlık Dergisi’nin Ağustos 1994 sayısında, geleceği (bugünü) gören “Pathameta Mathemata! Evet, acı deneyimler öğreticidir” başlıklı bir yazı yayınlamışım. Bu yazı “Tarih Bağışlamaz” ve “Yazmasam Olmazdı” adlı kitaplarımda yer almaktadır. “İmam vali” deyimi ilk kez bu yazıda kullanıldı.

Hürriyet Gazetesi’nde Tevhid-i Tedrisat Kanunu ve imam-hatip okulları konusunda yazı yazmamam için AKP tarafından gazete yönetimine sürekli baskı yapılmıştır. Bu baskıyı AKP adına kim yapmıştır, bunun cevabı gazetenin sahibinde ve yönetenlerde. Bu baskılar sonucu, Genel Yayın Yönetmeni Enis Berberoğlu ve Yönetim Kurulu Başkanı Vuslat Doğan Sabancı tarafından epeyce uyarıldım; bu iki konuda yazı yazmamam rica edildi. Ama ben zorunlu kaldıkça yazdım. Bunun sonucu olarak Nisan 2011’de haftalık yazı sayım 5’ten 1’e indirildi, maaşım azaltıldı; Nisan 2012’de de gazeteden atıldım.
Türkiye, uzun süredir ikinci bir 28 Şubat süreci yaşıyor. Şu farkla, birinci 28 Şubat, Milli Güvenlik Kurulu’ndan çıktığı ve kararların altında zamanın hükümetinin üyelerinin imzaları bulunduğu için yasaldı. AKP’nin 28 Şubat’ının hiçbir yasal ve yazılı dayanağı yok. Yapılanların tamamı anayasaya ve yasalara aykırı. Cumhuriyet’e karşı İsâmcı darbe!

AKP’nin hukuk anlayışı

5 Ekim 2012 akşamı Sky-Türk kanalında konuşan başbakanın başdanışmanı ve Ankara Milletvekili Yalçın Akdoğan, dokunulmazlıkları kaldırılmak istenen BDP milletvekilleri hakkında, “Bunlar anayasaya ve yasalara karşı çıkıp meydan okumuşlarsa, bunlar hakkında bundan başka ne yapılabilir?” diye soruyordu.
Ama anayasa ve yasalara aykırı eylemlerin odağı olan Refah Partisi’nin kapatılmasını kabul etmiyorlar ve AKP’nin kapatılmaktan kıl payı, para cezası ile kurtulmasını şiddetle eleştiriyorlardı. Oysa, şu anda, AKP iktidarının, Anayasaya (Madde: 2, 4, 14, 24/4 ve 174) Tevhid-i Tedrisat Kanunu’na aykırı olarak ülkeyi imam hatip okullarının istilasına açması, başlı başına bir parti kapatma gerekçesi olabilir.

Laiklik

“2. Cumhuriyet Tartışmaları” adlı kitaptan 1993 yılının Refah Partisi İstanbul İl Başkanı R.T. Erdoğan’ın Cumhuriyet ve devrimler karşıtı düşüncelerini aktarmayı sürdürelim:
“Çağdaşlık anlayışı, ahlak anlayışı v.s. Hatta Türkiye, din konusunda da aynı anlayışı seçmiş; kendine din olarak ‘Kemalizm’i almış ve başka hiçbir dine hayat hakkı tanımayarak kitlelere dikte etmiştir.” (S.421)

—Refah Partisi İstanbul İl Başkanı R.T. Erdoğan tarihin ve gerçeklerin gözünün içine baka baka doğru konuşmamaktadır. Cumhuriyet döneminde bütün camiler, kiliseler ve sinagoglar açıktır. Ancak, laiklik, ilk kez, toplumu ve bireyleri dinlerin baskısına karşı korumaktadır. Cumhuriyet yasa ile Hilafeti kaldırmış, Şer’iye ve Evkaf Vekaleti ile Harbiye-i Umumiye Vekaleti’ni kaldırmış, din ile askeriyeyi yürütme organından (hükümetten) uzaklaştırmış; “Tekke ve zaviyelerle türbelerin kapatılması”na dair yasa çıkarmış... Neden? Çünkü tarikatlar, Kurtuluş Savaşına karşı çıkmaları ve ihanetleri bir yana, yüzyıllardır toplumun gelişmesini engelleyen kurumlar haline gelmişti. Tıpkı günümüzde, tarikat ve cemaatlerin demokratik gelişmeyi engellemeleri ve politikayı AKP’nin denetim ve kullanımına vermeleri gibi. Tarikatların tekke ve zaviyelerinin kapatılmaları için sadece Şeyh Said isyanı yeterlidir. Atatürk, 30.8.1925 tarihinde bakın ne diyor:

“Efendiler ve ey millet! İyi biliniz ki, Türkiye Cumhuriyet’i, şeyhler, dervişler, müritler, mensuplar ülkesi olamaz. En doğru, en gerçek tarikat uygarlık tarikatıdır. Uygarlığın buyurduğunu ve istediğini yapmak insan olmak için yeterlidir. Tarikat başkanları bu dediğim gerçeği bütün açıklığı ile algılayacak ve kendiliklerinden derhal tekkeleri kapatacak, müritlerinin bundan böyle olgunluğa eriştiklerini kabul edecektir.”

Tekkeler ve zaviyeler kapatılmasaydı R.T. Erdoğan bir tekke ve zaviyenin kapısında mürit, derviş ve mensup olmaktan ileri gidemezdi. Cumhuriyet sayesinde Refah Partisi’ne il başkanı, İstanbul’a belediye başkanı, Türkiye’ye de başbakan oldu. Refah Partisi’ne il başkanı olması neyse ne ama İstanbul’a belediye başkanı, Türkiye’ye başbakan olması son derece talihsiz bir durum. Ama tekke ve zaviyeler açık olsaydı ülkenin kader ve kısmeti iyice kapanırdı. R.T. Erdoğan’ın yaptığı tahribatı düzeltmek mümkün!

Kemalizm’e gelince: Tam bağımsız, çağdaş, çağcıl, laik, demokratik ve sosyal hukuk devletini kuran, kadınlara özgürlüğünü veren düşünce ve anlayışın adı ve sıfatıdır. Bu anlayış Şer’iye ve Evkaf Vekâleti’ni kaldırarak Başbakanlığa bağlı Diyanet İşleri Başkanlığı’nı kurmuş; Erkânı Harbiye-i Umumiye Vekâleti’ni kaldırarak, kurulan Genel Kurmay Başkanlığı’nı başbakanlığa bağlamıştır.
Bunların ne anlama geldiğini anlamak ve değerlendirmek için herhangi bir tarikatın müridi olmamak ve şeyhler önünde diz çökmemek gerekir. (Devamı yarın).

NOTA BENE: Dostumuz Tevfik Çavdar bizi bıraktı ve gitti. Kendisinden çok şey öğrenmiştik. Fidel Castro’yu da ondan öğrenmiştik. O “Fidelio” diye yazıyordu İkinci Yeniciler’in Pazar Postası’nda. Fidel henüz dağlardaydı, Havana’ya inmemişti.


1948-1949 ders yılında Mersin Lisesi’nin orta kısmının 1-A sınıfında okuyordum. Göbek Emmi lâkaplı çok sevimli bir Türkçe öğretmenimiz vardı. Yaşlıydı, babacandı, hoşgörülüydü, çocuk ve öğrenci severdi ama kafası atınca bol bol döverdi. Lâ, bu hırgür içinde öğrenmemiz gereken ne varsa hepsini öğretirdi.
Sınıfta kimin kim olduğunu bilmezdi. Bir gün, sınıfın bıçkınlarından, bizden iri ve yaşlı olduğu için İzzet Dayı dediğimiz birini tahtaya kaldırdı. İzzet Dayı soruların hiçbirini bilemedi, “mütemmimli cümle” bile diyemedi. Göbek Emmi, hiç kızmadı sadece “Senin adın ve nümöron nedir?” diye sordu. İzzet Dayı, hasta olduğu için epeydir okula gelmeyen çalışkan bir öğrencinin adını ve numarasını söyledi. Göbek Emmi, sabit kalemini çıkartarak “Sana zıfır nümöro vermişim” dedi.

Bundan sonra, tahtaya kalkıp beceremeyen öğrenciler hep o öğrencinin adını ve numarasını söyledi. Göbek Emmi durmadan sıfır verdi ve verdikçe kızdı. Sonra birgün o çocuk iyileşip okula geldi. Göbek Emmi, onu fark etti, sorular sordu, sonunda değerlendirmek için tahtaya kaldırdı. Çocuk Göbek Emmi’nin sorduğu bütün soruları bildi. Neşelenen Göbek emmi çocuğa adını ve numarasını sordu. Çocuk söyledi. Göbek Emmi not defterinde öğrencinin adının bulunduğu sayfayı açtı, gözleri fal taşı gibi açıldı. “Te ben sana yigirmi tene zıfır vermişem ama şimdi 10 verirem” dedi ve sabit kalemini çıkartıp bütün sıfırların önüne bir “1” yazarak hepsini 10 yaptı.

Kemalizm

Kimileri için Kemalizm de o hesap! Herkes bütün pislikleri(ni) Kemalizm defterine yazdırıyor. Tarımdan, madencilikten futbola kadar...
Yakında bakmaya başlayacağım “Sol Kemalizme Bakıyor” (1991) adlı kitaba bakacak olursak: Sadece solcular değil, İslamcılar, sağcılar, liberaller, Kürtçüler, Yeni Osmanlıcılar, post-modernler, Soroscular, sefil toplum örgütleri ve belki de Kanarya Yetiştirenler Derneği, ipini koparan herkes, Kemalizmle hesaplaşmak istiyor, onu yerden yere vuruyor; ülke sathındaki her kötülüğün kaynağında onu arıyor, onu suçluyor. Ama Kemalizm neyin nesidir hiçbiri bir tanım yapamıyor. Kimileri var ki, onlar da “Kemalizm = Resmi İdeoloji” diyor ama bu kez resmi ideolojiyi tarif edemiyor.

“Doğu, bizdeki Kemalistler gibi, kendini fetheden, tecavüzcüsü olan, onu tartışmasız yenen ve cenneti adeta yeryüzüne indiren Batı’ya büyük bir hayranlık besliyordu. Nefret ve aşk ilişkisi.” (Markar Eseyan, Taraf, 17.09.12)
“Kemalist laikçilerin din konusundaki tavırları gibi, Türkiye’de Kürt kimliği özel alanda kalsın, kamu alanında gözükmesin mi istiyor?” (Ahmet İnsel, Radikal, 18.09.12)

Tam anlamıyla “laf söyledi bal kabağı” durumu. Bu iki adam içinde Kemalizm olmadan bu cümleleri kuramazlar mıydı, düşünceleri eksik mi kalırdı? Sıkıştıkları anda ellerinde bir maymuncuk, bir “Vur abalıya!” var. AKP’yi eleştirirken bu iki sözcüğü kullanmak zavallılıktır, korkaklıktır. AKP, Kemalist olsaydı, Suriye sınırında kabadayılık yapmazdı: Fiyaka yapmak için 100 bin Suriyeli’yi yerinden yurdundan etmezdi. AKP olsa olsa Kemalizmin tersi olur.

RTE ve Kemalizm

RTE diyor ki: “Türkiye’nin yarınında artık Kemalizm’e veya başkaca herhangi bir resmi ideolojiye yer yoktur. Kemalizm’in yeniden kendini üretmesi söz konusu değildir. Çünkü böyle bir alt yapıya ve argümanlara sahip değildir. Aradan 70 yıl geçti. Artık, militarist ve sivil bürokrasi ‘devleti biz kurduk, korumak ve kollamak görevi de bizimdir’ diyemez. Çünkü insanlar böyle bir devleti istemiyor. En önemlisi de bu düşüncelerini açıkca dile getiriyorlar.
Bu bağlamda Kemalizm’in kendini yeniden üretmesi söz konusu değildir. 2000’li yılların dünyasında ve büyük dünya ailesinin bir birimi olan Türkiye’de artık Kemalizm’e ve Kemalizm benzeri rejimlere, sistemlere yer yoktur.” (s.425)

Refah Partisi İstanbul İl Başkanı R.T. Erdoğan’ın ne demek istediğini anlamakta güçlük çekiyorsanız “Kemalizm” sözcüğünü kaldırıp yerine “Laik Cumhuriyet” ya da “1923 Cumhuriyeti” yazın demek istediğini hemen anlarsınız. Günümüz Başbakan’ı 1993 yılının İl Başkanı’nın düşüncelerini uygulamaktadır. Deri haline geldiği için üzerindeki gömleği çıkartmamıştır.
1923’ün laik Cumhuriyeti’ne karşı olan “bir kısım” Batı bu nedenle AKP’yi desteklemiştir, desteklemektedir. Müflis ve dönek solcular, liberaller, “Yetmez ama evet”çiler, İslamcılar, Fethullahçılar, Kürtçüler bu nedenle AKP’yi desteklemişler ve son Anayasa referandumunda ona oy vermişlerdir.
1923 Cumhuriyeti, 3 Mart 1924 tarihinde, Şer’iye ve Evkaf Vekâile Erkân-ı Harbiye-i Umumiye Vekâleti’ni (Genel Kurmay Başkanlığı Bakanlığı’nı) kaldırmak suretiyle, Din ve TSK’yı hükümet ve dolayısıyla siyaset dışına çıkarmıştır. CHP’nin tek parti iktidarını bir yana bırakalım, 1950-2002 arasının iktidarları neden “Kemalist” kalmıştır, kalmış mıdır?

3 Mart 1924 tarihli yasanın ruhuna uygun olarak Askeri Vesayet’e karşı olan AKP iktidarı, bu yasaya aykırı olarak neden din vesayeti kurmaktadır? Sözde Kemalizm karşıtlarının bu soruyu yanıtlamaları gerekmektedir.

Bu ne çelişki ah bu ne ıstırap!

Refah Partisi İstanbul İl Başkanı RTE, “Halka rağmen iktidar olunmaz. Tarihe baktığımız zaman totaliter rejimlerin halk tarafından yıkıldığını görürüz. Eğer halk totaliter rejimi istiyorsa buna saygı duymalıyız. Ama rejim geldi ve halk bundan memnun değil, bunu değiştirecek olan yine halktır.” (s.420) diyor.
Halk, Cumhuriyet’in sözde totaliter (!) rejimini yıkarsa iyi! Ama aynı halk AKP’nin kurduğu totaliter rejimi isterse, bu daha iyi! Yani “Rab bana, hep bana!” durumu. Aferin vallahi!

Hiç yorum yok: