Farkında mısınız bilmem ama son yıllarda acıklı kliplerle,
insanların hamiyet duygularını altüst ederek bir yardım çılgınlığı almış başını
gidiyor. Özellikle dini örgütler başta olmak üzere her yerde bağış hesapları,
bağış kutuları, sadaka ile ilgili hadisler, kemikleri çıkmış aç çocuk
resimleri, feryat eden yoksul videoları… Hele dini duyguların tavan yaptığı
kandil gecelerinde ve Ramazanda tam bir rezalete dönüşüyor bu durum. Sanki önceden haberleri varmışçasına, Van
depremi haberi gelir gelmez daha kim öldü, kim kaldı anlamadan, tüm dinci
kanallarda hesap numaraları gözümüze sokuldu. Her Ramazan bir yerlerde aç
insanlar ha öldü ha öleceklermiş gibi kampanyalar düzenleniyor ama Ramazandan
sonra ne bu haberler ne de toplanan yardımların esâmesi okunmuyor.
İrdeleyelim…
Dinen, ibadetler iki kısımdır. Mal ile yapılanlar ve Bedenen
ifa edilenler. Namaz, oruç bedenen ifa edilir. Zekât, Sadaka, Kurban ise mal
ile yapılır. Hac ise hem mal ile hem beden ile yapılan ibadettir. Mal ile
yapılan ibadetleri ifa edebilmek için malınızın olması gereklidir. Dinen zengin
sayılan her Müslüman bu ibadetleri ya bizzat veya vekâlet yolu ile yerine
getirir. Bedenen yapılması gerekenleri ise hiçbir şekilde başkasına havale
edemezsiniz. Bizzat kendiniz yapmalısınız. Namazı başkasına kıldıramazsınız
mesela. Oysa mal ile yapılan ibadetleri bir başkasına yaptıra bilirsiniz.
Örneğin Hacca gitmek yerine birine para verip yerinize göndere bilirsiniz.
İmdi, neden mali ibadetler vekâleten yapılabiliyor da,
bedeni ibadetler bir başkasına havale edilemiyor? İbadet kulun Allaha olan
kulluk vazifesi ise bazılarının para karşılığı başkalarına yaptırılabiliyor
olması mümkün müdür? Eğer ibadet dediğimiz görev vekâleten yaptırıla biliyorsa
diğer ibadetler neden yaptırılamasın?
Kısacası işin ucunda para olan ibadetleri biz yapmasak ta olur ama
parasız olanları ölüm döşeğinde bile olsak kendimiz yapmalıyız. Felçli biri
zekâtını bir derneğe verebilir ama namazını o derneğe kıldıramaz, gözüyle de
olsa kendisi kılmak zorundadır.
Neden?
Bu gün tüm dinler birer holdinge dönüştülerse, dini örgütler
milyar dolarlara hükmediyorlarsa sebebi bu komedidir. “Tanrıya inanmayan dini
yapılar” insanlardaki inanç zaafını çok güzel kullanıyorlar. Tanrıya inanmayan
dini yapılar diyorum çünkü gerçekten Tanrıya inanıyor ve öldükten sonra hesaba
çekileceklerini bekliyor olsalardı, yoksulun hakkı olan parayı bırakın
toplamayı, ellerini dahi sürmekten imtina ederlerdi. “Zekât ve sadaka ateştir”
sözü bu yüzden söylenmiştir. Ancak günümüzde yarışırcasına dini kuruluşlar
zekât, sadaka, kurban ne toplaya bilirlerse onu topluyorlar.
Peki, toplanan paralar nerde birikiyor? Doğal olarak
“faizsiz” finans kuruluşlarında. Peki, onlar ne yapıyorlar bu paraları? Londra
metal borsasındaki havuza havale ediyorlar. Bakın gene anglo-din ortaya çıktı,
ne tesadüf değil mi? Benim saf ve temiz Anadolu insanım bilmem nereye yardım
ettiğini zannederken parasının Kraliçenin havuzunda biriktiğini bilmiyor
elbette. İyi de, bunu kimse bilmiyor mu? Elbette biliyorlar ve dilsiz şeytanlar
gibi susuyorlar. İki sokak ötedeki yetim ve dulun hakkı olan parayı alıp
küresel finans sisteminin çarkları içerisine sokanları ifşa etmeyenler elbette
dilsiz şeytanlardır.
Amerika’daki Yahudi, ağlama duvarında yapılması gereken
ritüelleri para göndererek yaptırır. Hıristiyan Vatikan’da 10 avroluk eşyanın
kutsanmışına 20 avro verir. Müslüman zekâtını EFT yoluyla verir, Kurbanını
bağışlar, sadakasını bile cepten kısa mesajla gönderir…
Tanrının arzuladığı bu mudur acaba?
Elbette hayır…
Bu zulümdür, zavallı yoksulun hakkını gasptır. İslam’ı,
diğer semavi dinlerden ayıran en önemli fark zekâttır. Diğer dinlerde tavsiye
olunan hayır-hasenat, İslam dininde olmazsa olmaz bir şarttır. Her Müslüman zengin,
malını, olmayanlarla paylaşmak zorundadır ve bu yoksulun hakkıdır. O halde
yoksulun hakkını bin dereden getirilen fetvalarla gasp etmek dinin tahrifatı değil
midir?
Ayrıca dinen, inanç sömürücüsü leş kargalarına para vermek
de, onları bu sapkın yolda devam etmeye teşvik ettiğinden haramdır.
Hayır-hasenat sadece malın kırkta birini bir vakıf hesabına
EFT yapmak değildir. Hayır-hasenat, zenginin yoksula dokunmasıdır. Yüksek
duvarlarla çevrili evinden çıkıp yoksulun evinin kapısını çalmasıdır. Yoksula
misafir olması ve halini sormasıdır. Kendi çocuklarının yoksulun çocuklarıyla
arkadaş olmasıdır. Eşinizin yoksulun eşinden bir farkı olmadığını fark
etmesidir. Zengin ile yoksulun arasındaki sınıf farkının oluşmaması için hayati
bir önlemdir. Bakın Anadolu geleneğine, her mahallenin zengini de yoksulu da
vardır. Zengin ile yoksul aynı sokağı paylaşır, çocukları beraber büyür, eşleri
birbirlerine gider gelirler. Zengin mahallenin emniyet supabıdır. Mahallenin
sefaletini önler. Bu erdem yüzündendir ki,
Anadolu mahallelerinde sosyal patlama, sınıfsal kastlar oluşmadı yıllar
yılı.
“Zenginin malında yoksulun hakkı vardır” diyen bir dine
inanan biri, o hakkı nasıl olurda bir başkasına verebilir?
Kendini samimi dindar olarak görenlere sesleniyorum. Din
tacirleri Allaha inanmazlar. Daha doğrusu maslahatla tatlandırdıkları
menfaatleri dışında hiçbir şeye inanmazlar. Sadece yolunacak saf inançların
peşindedir onlar. Onların Tanrıları, sadece kendileri gibi inananların
Tanrısıdır. Sanki Allah tüm evrenin ve tüm insanların Rabbi değildir de, sadece
kendi cemaat veya meşreplerinin Rabbidir. Allah, anlasınlar diye onlara değil
kâfir dedikleri insanlara zaferler tattırır ama anlamazlar. Kâfir dedikleri
insanların hizmetkârı olurlar fakat fark etmezler. Hiç birinin “dünyada
Müslümanları galip eyle ya Rabbi!” dualarını kabul etmez ancak görmezler. Onlar
ki, yetimin, düşkünün, iflas etmişin, öğrencinin hakkı olan zekâtı, camii
yapmak, Kuran kursu açmak veya muhtaç talebelere burs vermek gibi insanı hayra
iten sebeplerle toplarlar, ancak topladıklarının kırkta birini dahi bu amaçla
harcamazlar. Çünkü onlar kendilerini Allahın temsilcileri olarak gördüklerinden
her yaptıklarının sonuçta dine hizmet olduğu gibi sapkın bir inanca
sahiptirler. Allah, peygamberlerine dahi yeryüzünde insanları hesaba çekme yetkisi
vermemişken bu zındıklar kimin cennetlik, kimin cehennemlik olduğuna karar
verirler. Kendi cemaatlerinden olmayan Müslümanlara bile zırnık koklatmazlar
topladıklarından.
Evvelki sene kurbanlar Somali’ye gitti, bu sene Arakan’a…
Peki ne oldu? Milyonlarca dolar Somali’yi ve Arakan’ı ihya ederdi. Sadece
diyanet milyonlar topladı. Cemaatlerde toplananın haddi hesabı yok. Arakanda
800 bin muhtaç olduğu söyleniyor. Bu paraları kişi başına dağıtsak obez olurdu
garipler. Peki, neden hala sefil durumdalar? Denetleyen var mı? Komşusunun
hakkı olan, akrabasının hakkı olan parayı ta Arakan’a gönderdi Müslümanlar ne
oldu? O paralarla şunları yaptık diyen odlu mu, kameralar önünde göstermelik çocuk
kucaklamaları dışında.
Bu sene Ramazanda gene eminim bilmem neredeki açlara yardım
toplanacak. En yakınından başlanarak dağıtılması gereken bu yardımlar gene
hesaplarda birikecek, o hesaplar başka hesaplarda değerlenecek, hesaplar
hesapları doğuracak ve o görüntülerdeki açlar bir sonraki Ramazanı bekleyecek ve
çocukları açlıktan, sefaletten ölecek…
Ve öteki âlemde soracaklar hakkı verilmeyenler, Anadolu’daki
hacı amcaya, benim hakkımı neden vermedin diye. Hacı amca da dekontunu
gösterecek. Zavallı hacı, yerine ulaşmadığını anladığı parasının hesabını sormak
için para toplayıcı Allah tanımaz dincileri arayacak. Nafile… Hakkını almaya
gidemeyecek. Çünkü o din tüccarlarından başka cehennemin dibine hiçbir günahkâr
giremeyecek de ondan…
Bir gün. Sadece bir tek gününüzü ayırarak bula bilirsiniz
zayıf bedenli, koca kafalı, lastik ayakkabılı çocukları. Elinizle giydirir,
doyurursunuz. Kimsecikler duymadan usulca kapılarına koyabilirsiniz market
poşetlerini ve kapıyı çalıp gidebilirsiniz. Belki o hanede sizin o güne değin
hiç haberdar olmadığınız bir takım değerleri öğrenirsiniz. Yüce var edenin
aslında hepimizi eşit yarattığını anlarsınız. Karnı, hepimizde olduğu gibi
pislik dolu insanları mübarek telakki etmek yerine, tüm insanların ne kadar
mübarek olduğunu fark edersiniz. İşte o zaman O’nu gerçekten hissede bilirsiniz
gönlünüzde.
Son yıllarda camilerimiz Katolik kiliselerine döndü. Ahret’e
müteallik tüm işlerin nakit para ile çözümlendiği kiliseler olma yolunda
camilerimiz maalesef. Aslında acil bir ihtiyaç halinde hep toplanırdı camilerde
para, fakat son 10 yıldır rutine bağlandı. Her Cuma, her bayram, her teravih,
her kandil… Cemaat camiyi terk etmeden dışarı fırlayıp bisküvi kutusunu bir
sandalye üzerine koyup Allah rızası için boş geçmememizi isteyen dedeler… Ya
bir camii inşaatı için, ya deprem, sel veya aç bir ülke için, ya da o caminin
ihtiyaçları için, ama mutlaka devamlı para toplanıyor.
Neden?
Öncelikle İslam geleneğine bakalım. Dinen, şayet insanlardan
para toplayarak bir cami yapacaksanız o caminin en sade şekliyle ve sadece
ihtiyaçları giderecek kadar olması gereklidir. Kamunun kaynaklarını kullanarak
şatafatlı cami yaptıramazsınız. Peygamberin ve dört halifenin zamanında yapılan
mescitler nerdeyse dört duvardan oluşan ve bazıları çatısı dahi olmayan
yapılardı. Daha sonraki dönemlerde de mahallelinin ihtiyacı için yapılan mescit
ve namazgâhlarda da durum böyledir. Eski mahalle aralarında görürsünüz son
derece basit ama estetik camileri. O mahallenin ihtiyacı kadar bir yapı, küçük
ve şirin bir minare, üstü çatı ile kaplı, içi loş ve sade… Olması gerektiği
gibi.
Eğer camiyi bir kişi kendi parası ile yaptırıyorsa o zaman
istediği kadar şatafatlı ve devasa yaptıra bilir. İslam coğrafyasındaki şaheser
mimari yapıların hepsi ya bir sultan ya bir hanedan üyesi ya da bir devlet
ulusu tarafından yaptırılmış yapılardır. Şam Emeviye cami, Sultan Ahmet cami
gibi. Bir kişi isterse kubbesi altınla kaplı, şerefeleri elmas döşeli bir cami
yaptıra bilir kendi parası ile ancak kamudan toplanan paralarla kubbeli, çifte
minareli, çinili, yerden ısıtmalı bir ibadet kompleksi yaptıramaz. Bu geleneğe
uygun olarak en son Adana’daki Sabancı camisini örnek vere biliriz. Kocaman bir
cami ama şahıs tarafından yaptırılmış.
Dükkân dükkân, ellerinde bağış makbuzlarıyla dolaşan hacı amcaların
topladığı paralarla Sultan Ahmet çakması cami yapmak veya yaptırmak haramdır.
Üstelik cami’de, üç şerefe ve çifte minare saltanat
nişanıdır. Yani hanedandan olmayan biri dört minareli ve üçer şerefeli bir cami
yaptırmamıştır. Hatta zafer kazanmamış bir sultanın dahi selâtin cami
yaptırması tuhaf karşılanırdı Osmanlıda. Bu da ayrı bir cehalet noktası.
Günümüzde zavallı gecekondu mahallelerinde hiçbir estetik
değeri olmayan çift veya dört minareli üçer şerefeli, mermer ve çini kaplı,
mahallenin ihtiyacının çok üstünde kocaman camiler yapılıyor. Bu camiler
halktan toplanan paralar ile yapılıyor. Gerçi beş cami yapılır o toplanan
paralarla ya, o konuya şimdi girmeyeceğim. Yoksul halkın parası ile padişah
camilerinin çakmalarını yapma yetkisini kim verir bilmiyorum. Diyanet neden bu
konuda bir kriter sunmaz. Âlimler neden bu şekilde para toplanarak şaşalı
camiler yapılmasının haram olduğunu bildikleri halde susarlar. Bu cami inşaatı
derneklerinin birçoğu mahkemelik olur yolsuzluk nedeniyle, medyada neden tek
satır yazılmaz, anlamak mümkün değil.
Şıkır şıkır avizeler, vitraylar, yerden ısıtmalar, kamera
sistemleri, mermer kaplı merdivenler, pirinç çeşmeli şadırvanlar… Ama asgari
ücretli, ucuz ayakkabılı, gecekondulu bir cemaat… Güler misin, ağlar mısın?
Şöyle kış aylarında yoksul semtlerdeki zengin camilere gidin bakalım, yerden
ısıtmalı camide dizlerini ısıtmaya çalışan ve camiden hiç çıkmak istemeyen
yaşlı dedeleri göreceksiniz. Evinde bağış olarak verilen kömürü bile idare ile
yakan halk, kombili cami için her hafta doğalgaz parası topluyor.
Cuma namazları dışında iki safı doldurmayan bir cami neden
futbol sahası büyüklüğünde yapılır? Aynı mahalleye neden ikinci hatta üçüncü
cami yapılması için dernekler kurulur?
Ayrıca geleneğimizde hiçbir zaman selâtin camiiler tek
başına yapılmaz. Mutlaka yanlarında medrese (okul), şifahane (hastane veya
sağlık ocağı), aşevi gibi yapılarla beraber inşa edilir. Bu gün bunlar neden
yapılmıyor. Eminim bir cami için toplanan paralarla bu gelenek çok rahat devam
ettirile bilir. Her cami derneğine bir okul, sağlık ocağı ve aşevi yaptırılması
şartı ile izin verilse ne olurdu acaba?
Peki, hazine arazisi üzerine kaçak olarak cami
yapılması caiz midir? Yani 75 milyonun hakkı olan bir arsaya cami yapıp orada
ruhumuzu dünyevi kirlerinden arındırmak mümkün müdür? İstanbul’da birçok cami
derneğinde, namazla hiç ilgisi olmayan insanların uğraştığını biliyoruz. Köylü
kurnazları, gasp edilmiş kamu arsaları üzerine diktikleri apartmanları
yıkılmasın diye, roket minareli camiler konduruveriyorlar mahallenin göbeğine.
Belediye yıkım ekipleri geldiğinde de kıyamet koparıyorlar “Allahın evini
yıkıyorlar” diye. Cübbeli hoca televizyonda beddua ediyor Çavuşbaşı’ndaki 2B
arazisi üzerine yaptırdıkları “medreseye” el koyanlara. “Burayı Allah rızası
için toplanan paralarla yaptık, ama devlet elimizden aldı, bağış yapanların hiç
biri hakkını helal etmiyor”” diyor. Devlet aldı da ne yaptı biliyor musunuz?
Okul yaptı, okul… Ama kendi meşrebince eğitim verilmediği için okulda, helal
etmiyor hakkını bağışçı ağabeyler. Peki, hakkını gasp ettiğiniz Türkiye halkı
helal ediyor mu size hakkını? Benim ve tüm vatandaşlarımızın hakkı olan
arsalara cami, medrese yapma yetkisini kimden alıyorsunuz. Bu nasıl
dindarlıktır. Uydurma kılıflarınıza bir bakın bakalım, hazine arazisi konusunda
ne diyormuş, var mı amme malı yemenin bir fetvası?
Hiç kimsenin camileri Katolik kiliselerine çevirmeye hakkı
yoktur. Bağış kutuları, bağış makbuzları, cami çıkışında bisküvi kutusunu es
geçenlere ciğerini sökecekmiş gibi bakan “patlıcan burunlu” dedeler… Bunlar
yakılacak mum için bile para isteyen Katolik kiliselerini andırıyor.
Osmanlı! Ecdat! diye dillerinde tüy bitenlerin şöyle bir
bakmaları gerekir yeni aldıkları helikopterleriyle şehirlerin siluetine… Sahil
yolundaki mütevazı ancak enfes mimarileriyle boğaza renk katan mescitlere bir
bakın ve sonra sırtlardaki göğe doğru çakılmış kazıkları andıran çirkin ve
müsrif yapılara…
Ecdat nire, siz nire!
Yıllardır egemen kapitalistler Anadolu insanının yastık altı
kefen paralarına göz dikmişti zaten. Son on yıldaki açılımlarımızdan biri de
işte bu kefen paraları ile Umre’ye gitmek.
İstediğiniz kadar kampanya yapın, istediğiniz kadar reklam
yapın, Anadolu’nun muhafazakâr insanını birkaç bin avro vererek bir Avrupa
turuna katılmaya ikna edemezdiniz düne kadar. Hele denizli, kumlu, kumarhaneli
bir tatile asla. Büyük Turizm tröstleri umudunu kesmişti bizden. Ancak beş on sene evvel zihinlerinde bir
ampul yandı. Evet, tabi ya! Neden olmasın ki? Madem mazbut Türk ailesi
Maldivler’e gitmek istemez, bizde gidecekleri bir yer buluruz. Hem öyle bir yer
ki kefen parasını memeleri arasında saklayan ninelerin bile koşarak gideceği
bir yer. Umre…
Genel ehlisünnet fıkhına göre, Hac ziyareti her Müslüman’a
farz olan bir ibadettir ve imkânı olanlar için bir kez gidilmesi ile ifa
edilmiş olur. Umre ise sünnettir. Yani gidersen sevabı var ama gitmezsen bir
günahı yok. Elbette her Müslüman peygamberinin kabrini ve kıblesi olan Kâbe’yi
görmek ister. Ancak bunu yaparken küresel kapitalizmin değirmenine su
taşıdıklarını bilmeye hakları olduğunu düşünüyorum. Önde gelen din adamları
bunu söylemez çünkü promosyon olarak ilk önce onlar gittiler umreye.
Suud’lu kapitalistler, petrolün giderek önemini
yitireceğinin, alternatif enerji kaynaklarının eli kulağında olduğunun ne
zamandır farkındalar. Bu sebeple petrol gibi, az emekle para kazanmaya alışmış
bedeviler inanmadıkları bir dini pazarlamaya yöneldiler. Kâbe ve etrafı yeniden
dizayn edildi. Dünyaca ünlü marka oteller gökdelenlerini diktiler peygamberin
şehrine. Gayri Müslimlerin girmelerinin yasak olduğu bir yere formalite icabı
şahadet getirerek giren batılı mimar ve mühendisler, ruhsuz, mekanik bir
Manhattan inşa ettiler. Dinle diyanetle ilgisi olmayan ünlüler Umreye reklam
amaçlı gönderildi. Hava alanlarında, gözyaşlarıyla dönen umreciler her akşam
haber kanallarında gösterildi. Beş yıldızlı, ultra her şey dâhil sistemiyle
çalışan otellerin reklamlarında da bir değişiklik yok. Bikini reklamında
oynayan kızlara türban takarak, ellerindeki zemzem suyunu, seksi bakışlarla
kokteyl yudumlarmış gibi içiren kapitalist Müslümanlar, sloganı da bulmuşlardı,
“Kâbe ayaklarınızın altında”.
Elbette umre pazarlamacıları bağlı bulundukları Turizm
Tröstlerinin adını kullanmıyorlar. İslam referanslı şirket isimleri
kullanıyorlar. Huzur Tur, Zemzem Tur, Katılan Cennete Gidiyor Tur, gibi.
Ofisleri de Bağdat caddesinde değil cami avlularında. İmamlar umre turu
düzenliyor. Cemaatlere grup indirimleri sağlanıyor. Tekaüt parası, iki bin
avrodan başlayan Umre turlarına yetmeyen Anadolu insanı, efendiden aldığı kredi
kartına taksit yaptırıyor. Ha! Ayrıca önemli bir din adamı ile gitmek
isteyenler ekstra para vermek zorundalar.
Bir an için Umrede dini hiçbir şeyin olmadığını var sayalım.
Aynı şartlarda dünyanın herhangi bir yerine gidilecek bir tura, yarı fiyatına
gide bilirsiniz. Pazarlayanlar için sizin Tayland’a veya Mısır’a gitmenizle
Umreye gitmeniz arasında hiçbir fark yok. Onlar yıllık cirolarının peşindeler.
O halde neden iki veya üç katı para veriyoruz Umre için? Tek nedeni var. O da
peygambere ve dinine olan inancımız. Yani, sizinle aynı dini paylaşmayan
insanlar sizin dininizden haksız kazanç sağlıyorlar. Bir birimlik hizmeti 2
veya 3 birime satıyorlar. Sizce bu fazladan alınan paralar kime gidiyor?
Şunu hiçbir zaman unutmamamız gerekiyor. Tanrı para ile
alınıp satılan, onun rızası da para ile elde edilen bir varlık değildir. Her
kim Allah’ın rızasının para ve mal karşılığında elde edileceğine dair bir söz
söylerse bilin ki, Allah’a inanmayan bir sahtekârdan başka biri değildir.
İnsanların inanç zaafını fark eden Tanrı tanımaz zalimler, din adamlarına,
hocalara sus payı vererek hakikati örtüyorlar.
Yoksul çocuğuna veya komşusuna yardım etmeyip Umre parası
biriktirenler! Tüm evrenin nedeni olan yüce var eden, üç dört bin avro
karşılığı lüks bir gezi ile tüm günahlarınızı affedecek ve sizi sevecek öyle
mi? Gidemeyenler ne yapacak peki? Faizle kredi çekecek. Onu da yapamayanlar,
“demek bize nasip değilmiş”mi diyecekler? Yani, selüloitleri yüzünden artık
podyuma çıkamayan mankenlere, hortumculara, ihale sahtekârlarına, din
pazarlayıcılarına nasip olmuş Allah’ın rızası, fakat asgari ücretliye, memura,
uçan balon satıcısına nasip olmuyor. Böyle bir Tanrıya mı inanıyorsunuz? Umre
için ayırdığınız para kaç ailenin bir aylık geçimini sağlar, kaç çıplak ayağa
ayakkabı olur, kaç üniversite öğrencisine burs olur, kaç ağaç dikilir veya
düşündünüz mü? Sizce Tanrıyı hangisi memnun eder?
Umre turizmi adı altında bir’i, üç’e beş’e satanlara
gelince; bu zulme alet olurken sizi kaça satın alıyorlar? Umreye yazdığınız her
kişi başına kaç para atıyorlar önünüze. O zavallı emekli amcalar, kefen
parasını veren teyzeler ecirlerini alacaklar ama siz ne alacaksınız? Çok ucuza
satıyorsunuz inanın.
Ya her sene misafir olarak davet edilen Hocalar, Şeyhler,
Ağabeyler! Size gönül veren insanların sömürülmesine, ne karşılığında izin
veriyorsunuz? Karşılıksız çay söylemeyen bu kapitalistler sizi süit odalarda
neden misafir ediyorlar? Peygamberin huzurunda beş yıldızlı otellerde yatmaya
utanmıyor musunuz? Ebucehilin bile sahip olmadığı bir konforla Allah’a nasıl
secde edebiliyorsunuz?
Sizler…
Sizler, kapitalizm denen deccal sofrasına abanmış
kaybedenlersiniz.
Sizler, çok ucuza tav olmuş müflislersiniz.
Sizler, onur, hamiyet, vakar gibi kavramları hiç tanıyamamış
zavallılarsınız.
Sizler, dini kisvelerinizi bir kenara bıraktığımızda, hiç kalan
cahillersiniz.
Sizler, ne Haccı, ne dini, ne de Allah’ı anlayamamış ahir
zaman sahtekârlarısınız.
Gerçekten hakikatin kör edici nuruna meftun olan gönüllere,
o güzel ağız ile deriz ki;
Hararet nardadır sacda değildir
Keramet baştadır tacda değildir
Her ne arar isen kendinde ara
Kudüs’te Mekke’de Hacda değildir
Sakın bir kimsenin gönlünü yıkma
Gerçek erenlerin sözünden çıkma
Eğer insan isen ölmezsin korkma
Aşığı kurt yemez uçta değildir
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder