29 Oca 2013

Din ve Para İlişkisi


Farkında mısınız bilmem ama son yıllarda acıklı kliplerle, insanların hamiyet duygularını altüst ederek bir yardım çılgınlığı almış başını gidiyor. Özellikle dini örgütler başta olmak üzere her yerde bağış hesapları, bağış kutuları, sadaka ile ilgili hadisler, kemikleri çıkmış aç çocuk resimleri, feryat eden yoksul videoları… Hele dini duyguların tavan yaptığı kandil gecelerinde ve Ramazanda tam bir rezalete dönüşüyor bu durum.  Sanki önceden haberleri varmışçasına, Van depremi haberi gelir gelmez daha kim öldü, kim kaldı anlamadan, tüm dinci kanallarda hesap numaraları gözümüze sokuldu. Her Ramazan bir yerlerde aç insanlar ha öldü ha öleceklermiş gibi kampanyalar düzenleniyor ama Ramazandan sonra ne bu haberler ne de toplanan yardımların esâmesi okunmuyor.

İrdeleyelim…

Dinen, ibadetler iki kısımdır. Mal ile yapılanlar ve Bedenen ifa edilenler. Namaz, oruç bedenen ifa edilir. Zekât, Sadaka, Kurban ise mal ile yapılır. Hac ise hem mal ile hem beden ile yapılan ibadettir. Mal ile yapılan ibadetleri ifa edebilmek için malınızın olması gereklidir. Dinen zengin sayılan her Müslüman bu ibadetleri ya bizzat veya vekâlet yolu ile yerine getirir. Bedenen yapılması gerekenleri ise hiçbir şekilde başkasına havale edemezsiniz. Bizzat kendiniz yapmalısınız. Namazı başkasına kıldıramazsınız mesela. Oysa mal ile yapılan ibadetleri bir başkasına yaptıra bilirsiniz. Örneğin Hacca gitmek yerine birine para verip yerinize göndere bilirsiniz.

İmdi, neden mali ibadetler vekâleten yapılabiliyor da, bedeni ibadetler bir başkasına havale edilemiyor? İbadet kulun Allaha olan kulluk vazifesi ise bazılarının para karşılığı başkalarına yaptırılabiliyor olması mümkün müdür? Eğer ibadet dediğimiz görev vekâleten yaptırıla biliyorsa diğer ibadetler neden yaptırılamasın?  Kısacası işin ucunda para olan ibadetleri biz yapmasak ta olur ama parasız olanları ölüm döşeğinde bile olsak kendimiz yapmalıyız. Felçli biri zekâtını bir derneğe verebilir ama namazını o derneğe kıldıramaz, gözüyle de olsa kendisi kılmak zorundadır.

Neden?

Bu gün tüm dinler birer holdinge dönüştülerse, dini örgütler milyar dolarlara hükmediyorlarsa sebebi bu komedidir. “Tanrıya inanmayan dini yapılar” insanlardaki inanç zaafını çok güzel kullanıyorlar. Tanrıya inanmayan dini yapılar diyorum çünkü gerçekten Tanrıya inanıyor ve öldükten sonra hesaba çekileceklerini bekliyor olsalardı, yoksulun hakkı olan parayı bırakın toplamayı, ellerini dahi sürmekten imtina ederlerdi. “Zekât ve sadaka ateştir” sözü bu yüzden söylenmiştir. Ancak günümüzde yarışırcasına dini kuruluşlar zekât, sadaka, kurban ne toplaya bilirlerse onu topluyorlar.

Peki, toplanan paralar nerde birikiyor? Doğal olarak “faizsiz” finans kuruluşlarında. Peki, onlar ne yapıyorlar bu paraları? Londra metal borsasındaki havuza havale ediyorlar. Bakın gene anglo-din ortaya çıktı, ne tesadüf değil mi? Benim saf ve temiz Anadolu insanım bilmem nereye yardım ettiğini zannederken parasının Kraliçenin havuzunda biriktiğini bilmiyor elbette. İyi de, bunu kimse bilmiyor mu? Elbette biliyorlar ve dilsiz şeytanlar gibi susuyorlar. İki sokak ötedeki yetim ve dulun hakkı olan parayı alıp küresel finans sisteminin çarkları içerisine sokanları ifşa etmeyenler elbette dilsiz şeytanlardır.

Amerika’daki Yahudi, ağlama duvarında yapılması gereken ritüelleri para göndererek yaptırır. Hıristiyan Vatikan’da 10 avroluk eşyanın kutsanmışına 20 avro verir. Müslüman zekâtını EFT yoluyla verir, Kurbanını bağışlar, sadakasını bile cepten kısa mesajla gönderir…

Tanrının arzuladığı bu mudur acaba?

Elbette hayır…

Bu zulümdür, zavallı yoksulun hakkını gasptır. İslam’ı, diğer semavi dinlerden ayıran en önemli fark zekâttır. Diğer dinlerde tavsiye olunan hayır-hasenat, İslam dininde olmazsa olmaz bir şarttır. Her Müslüman zengin, malını, olmayanlarla paylaşmak zorundadır ve bu yoksulun hakkıdır. O halde yoksulun hakkını bin dereden getirilen fetvalarla gasp etmek dinin tahrifatı değil midir?

Ayrıca dinen, inanç sömürücüsü leş kargalarına para vermek de, onları bu sapkın yolda devam etmeye teşvik ettiğinden haramdır.

Hayır-hasenat sadece malın kırkta birini bir vakıf hesabına EFT yapmak değildir. Hayır-hasenat, zenginin yoksula dokunmasıdır. Yüksek duvarlarla çevrili evinden çıkıp yoksulun evinin kapısını çalmasıdır. Yoksula misafir olması ve halini sormasıdır. Kendi çocuklarının yoksulun çocuklarıyla arkadaş olmasıdır. Eşinizin yoksulun eşinden bir farkı olmadığını fark etmesidir. Zengin ile yoksulun arasındaki sınıf farkının oluşmaması için hayati bir önlemdir. Bakın Anadolu geleneğine, her mahallenin zengini de yoksulu da vardır. Zengin ile yoksul aynı sokağı paylaşır, çocukları beraber büyür, eşleri birbirlerine gider gelirler. Zengin mahallenin emniyet supabıdır. Mahallenin sefaletini önler. Bu erdem yüzündendir ki,  Anadolu mahallelerinde sosyal patlama, sınıfsal kastlar oluşmadı yıllar yılı.

“Zenginin malında yoksulun hakkı vardır” diyen bir dine inanan biri, o hakkı nasıl olurda bir başkasına verebilir?

Kendini samimi dindar olarak görenlere sesleniyorum. Din tacirleri Allaha inanmazlar. Daha doğrusu maslahatla tatlandırdıkları menfaatleri dışında hiçbir şeye inanmazlar. Sadece yolunacak saf inançların peşindedir onlar. Onların Tanrıları, sadece kendileri gibi inananların Tanrısıdır. Sanki Allah tüm evrenin ve tüm insanların Rabbi değildir de, sadece kendi cemaat veya meşreplerinin Rabbidir. Allah, anlasınlar diye onlara değil kâfir dedikleri insanlara zaferler tattırır ama anlamazlar. Kâfir dedikleri insanların hizmetkârı olurlar fakat fark etmezler. Hiç birinin “dünyada Müslümanları galip eyle ya Rabbi!” dualarını kabul etmez ancak görmezler. Onlar ki, yetimin, düşkünün, iflas etmişin, öğrencinin hakkı olan zekâtı, camii yapmak, Kuran kursu açmak veya muhtaç talebelere burs vermek gibi insanı hayra iten sebeplerle toplarlar, ancak topladıklarının kırkta birini dahi bu amaçla harcamazlar. Çünkü onlar kendilerini Allahın temsilcileri olarak gördüklerinden her yaptıklarının sonuçta dine hizmet olduğu gibi sapkın bir inanca sahiptirler. Allah, peygamberlerine dahi yeryüzünde insanları hesaba çekme yetkisi vermemişken bu zındıklar kimin cennetlik, kimin cehennemlik olduğuna karar verirler. Kendi cemaatlerinden olmayan Müslümanlara bile zırnık koklatmazlar topladıklarından.

Evvelki sene kurbanlar Somali’ye gitti, bu sene Arakan’a… Peki ne oldu? Milyonlarca dolar Somali’yi ve Arakan’ı ihya ederdi. Sadece diyanet milyonlar topladı. Cemaatlerde toplananın haddi hesabı yok. Arakanda 800 bin muhtaç olduğu söyleniyor. Bu paraları kişi başına dağıtsak obez olurdu garipler. Peki, neden hala sefil durumdalar? Denetleyen var mı? Komşusunun hakkı olan, akrabasının hakkı olan parayı ta Arakan’a gönderdi Müslümanlar ne oldu? O paralarla şunları yaptık diyen odlu mu, kameralar önünde göstermelik çocuk kucaklamaları dışında.

Bu sene Ramazanda gene eminim bilmem neredeki açlara yardım toplanacak. En yakınından başlanarak dağıtılması gereken bu yardımlar gene hesaplarda birikecek, o hesaplar başka hesaplarda değerlenecek, hesaplar hesapları doğuracak ve o görüntülerdeki açlar bir sonraki Ramazanı bekleyecek ve çocukları açlıktan, sefaletten ölecek…

Ve öteki âlemde soracaklar hakkı verilmeyenler, Anadolu’daki hacı amcaya, benim hakkımı neden vermedin diye. Hacı amca da dekontunu gösterecek. Zavallı hacı, yerine ulaşmadığını anladığı parasının hesabını sormak için para toplayıcı Allah tanımaz dincileri arayacak. Nafile… Hakkını almaya gidemeyecek. Çünkü o din tüccarlarından başka cehennemin dibine hiçbir günahkâr giremeyecek de ondan…

Bir gün. Sadece bir tek gününüzü ayırarak bula bilirsiniz zayıf bedenli, koca kafalı, lastik ayakkabılı çocukları. Elinizle giydirir, doyurursunuz. Kimsecikler duymadan usulca kapılarına koyabilirsiniz market poşetlerini ve kapıyı çalıp gidebilirsiniz. Belki o hanede sizin o güne değin hiç haberdar olmadığınız bir takım değerleri öğrenirsiniz. Yüce var edenin aslında hepimizi eşit yarattığını anlarsınız. Karnı, hepimizde olduğu gibi pislik dolu insanları mübarek telakki etmek yerine, tüm insanların ne kadar mübarek olduğunu fark edersiniz. İşte o zaman O’nu gerçekten hissede bilirsiniz gönlünüzde.


Son yıllarda camilerimiz Katolik kiliselerine döndü. Ahret’e müteallik tüm işlerin nakit para ile çözümlendiği kiliseler olma yolunda camilerimiz maalesef. Aslında acil bir ihtiyaç halinde hep toplanırdı camilerde para, fakat son 10 yıldır rutine bağlandı. Her Cuma, her bayram, her teravih, her kandil… Cemaat camiyi terk etmeden dışarı fırlayıp bisküvi kutusunu bir sandalye üzerine koyup Allah rızası için boş geçmememizi isteyen dedeler… Ya bir camii inşaatı için, ya deprem, sel veya aç bir ülke için, ya da o caminin ihtiyaçları için, ama mutlaka devamlı para toplanıyor.
Neden?
Öncelikle İslam geleneğine bakalım. Dinen, şayet insanlardan para toplayarak bir cami yapacaksanız o caminin en sade şekliyle ve sadece ihtiyaçları giderecek kadar olması gereklidir. Kamunun kaynaklarını kullanarak şatafatlı cami yaptıramazsınız. Peygamberin ve dört halifenin zamanında yapılan mescitler nerdeyse dört duvardan oluşan ve bazıları çatısı dahi olmayan yapılardı. Daha sonraki dönemlerde de mahallelinin ihtiyacı için yapılan mescit ve namazgâhlarda da durum böyledir. Eski mahalle aralarında görürsünüz son derece basit ama estetik camileri. O mahallenin ihtiyacı kadar bir yapı, küçük ve şirin bir minare, üstü çatı ile kaplı, içi loş ve sade… Olması gerektiği gibi.

Eğer camiyi bir kişi kendi parası ile yaptırıyorsa o zaman istediği kadar şatafatlı ve devasa yaptıra bilir. İslam coğrafyasındaki şaheser mimari yapıların hepsi ya bir sultan ya bir hanedan üyesi ya da bir devlet ulusu tarafından yaptırılmış yapılardır. Şam Emeviye cami, Sultan Ahmet cami gibi. Bir kişi isterse kubbesi altınla kaplı, şerefeleri elmas döşeli bir cami yaptıra bilir kendi parası ile ancak kamudan toplanan paralarla kubbeli, çifte minareli, çinili, yerden ısıtmalı bir ibadet kompleksi yaptıramaz. Bu geleneğe uygun olarak en son Adana’daki Sabancı camisini örnek vere biliriz. Kocaman bir cami ama şahıs tarafından yaptırılmış.  Dükkân dükkân, ellerinde bağış makbuzlarıyla dolaşan hacı amcaların topladığı paralarla Sultan Ahmet çakması cami yapmak veya yaptırmak haramdır.
Üstelik cami’de, üç şerefe ve çifte minare saltanat nişanıdır. Yani hanedandan olmayan biri dört minareli ve üçer şerefeli bir cami yaptırmamıştır. Hatta zafer kazanmamış bir sultanın dahi selâtin cami yaptırması tuhaf karşılanırdı Osmanlıda. Bu da ayrı bir cehalet noktası.
Günümüzde zavallı gecekondu mahallelerinde hiçbir estetik değeri olmayan çift veya dört minareli üçer şerefeli, mermer ve çini kaplı, mahallenin ihtiyacının çok üstünde kocaman camiler yapılıyor. Bu camiler halktan toplanan paralar ile yapılıyor. Gerçi beş cami yapılır o toplanan paralarla ya, o konuya şimdi girmeyeceğim. Yoksul halkın parası ile padişah camilerinin çakmalarını yapma yetkisini kim verir bilmiyorum. Diyanet neden bu konuda bir kriter sunmaz. Âlimler neden bu şekilde para toplanarak şaşalı camiler yapılmasının haram olduğunu bildikleri halde susarlar. Bu cami inşaatı derneklerinin birçoğu mahkemelik olur yolsuzluk nedeniyle, medyada neden tek satır yazılmaz, anlamak mümkün değil.
Şıkır şıkır avizeler, vitraylar, yerden ısıtmalar, kamera sistemleri, mermer kaplı merdivenler, pirinç çeşmeli şadırvanlar… Ama asgari ücretli, ucuz ayakkabılı, gecekondulu bir cemaat… Güler misin, ağlar mısın? Şöyle kış aylarında yoksul semtlerdeki zengin camilere gidin bakalım, yerden ısıtmalı camide dizlerini ısıtmaya çalışan ve camiden hiç çıkmak istemeyen yaşlı dedeleri göreceksiniz. Evinde bağış olarak verilen kömürü bile idare ile yakan halk, kombili cami için her hafta doğalgaz parası topluyor.

Cuma namazları dışında iki safı doldurmayan bir cami neden futbol sahası büyüklüğünde yapılır? Aynı mahalleye neden ikinci hatta üçüncü cami yapılması için dernekler kurulur?
Ayrıca geleneğimizde hiçbir zaman selâtin camiiler tek başına yapılmaz. Mutlaka yanlarında medrese (okul), şifahane (hastane veya sağlık ocağı), aşevi gibi yapılarla beraber inşa edilir. Bu gün bunlar neden yapılmıyor. Eminim bir cami için toplanan paralarla bu gelenek çok rahat devam ettirile bilir. Her cami derneğine bir okul, sağlık ocağı ve aşevi yaptırılması şartı ile izin verilse ne olurdu acaba?

Peki, hazine arazisi üzerine kaçak olarak cami yapılması caiz midir? Yani 75 milyonun hakkı olan bir arsaya cami yapıp orada ruhumuzu dünyevi kirlerinden arındırmak mümkün müdür? İstanbul’da birçok cami derneğinde, namazla hiç ilgisi olmayan insanların uğraştığını biliyoruz. Köylü kurnazları, gasp edilmiş kamu arsaları üzerine diktikleri apartmanları yıkılmasın diye, roket minareli camiler konduruveriyorlar mahallenin göbeğine. Belediye yıkım ekipleri geldiğinde de kıyamet koparıyorlar “Allahın evini yıkıyorlar” diye. Cübbeli hoca televizyonda beddua ediyor Çavuşbaşı’ndaki 2B arazisi üzerine yaptırdıkları “medreseye” el koyanlara. “Burayı Allah rızası için toplanan paralarla yaptık, ama devlet elimizden aldı, bağış yapanların hiç biri hakkını helal etmiyor”” diyor. Devlet aldı da ne yaptı biliyor musunuz? Okul yaptı, okul… Ama kendi meşrebince eğitim verilmediği için okulda, helal etmiyor hakkını bağışçı ağabeyler. Peki, hakkını gasp ettiğiniz Türkiye halkı helal ediyor mu size hakkını? Benim ve tüm vatandaşlarımızın hakkı olan arsalara cami, medrese yapma yetkisini kimden alıyorsunuz. Bu nasıl dindarlıktır. Uydurma kılıflarınıza bir bakın bakalım, hazine arazisi konusunda ne diyormuş, var mı amme malı yemenin bir fetvası?
Hiç kimsenin camileri Katolik kiliselerine çevirmeye hakkı yoktur. Bağış kutuları, bağış makbuzları, cami çıkışında bisküvi kutusunu es geçenlere ciğerini sökecekmiş gibi bakan “patlıcan burunlu” dedeler… Bunlar yakılacak mum için bile para isteyen Katolik kiliselerini andırıyor.

Osmanlı! Ecdat! diye dillerinde tüy bitenlerin şöyle bir bakmaları gerekir yeni aldıkları helikopterleriyle şehirlerin siluetine… Sahil yolundaki mütevazı ancak enfes mimarileriyle boğaza renk katan mescitlere bir bakın ve sonra sırtlardaki göğe doğru çakılmış kazıkları andıran çirkin ve müsrif yapılara…

Ecdat nire, siz nire!


Yıllardır egemen kapitalistler Anadolu insanının yastık altı kefen paralarına göz dikmişti zaten. Son on yıldaki açılımlarımızdan biri de işte bu kefen paraları ile Umre’ye gitmek.

İstediğiniz kadar kampanya yapın, istediğiniz kadar reklam yapın, Anadolu’nun muhafazakâr insanını birkaç bin avro vererek bir Avrupa turuna katılmaya ikna edemezdiniz düne kadar. Hele denizli, kumlu, kumarhaneli bir tatile asla. Büyük Turizm tröstleri umudunu kesmişti bizden.  Ancak beş on sene evvel zihinlerinde bir ampul yandı. Evet, tabi ya! Neden olmasın ki? Madem mazbut Türk ailesi Maldivler’e gitmek istemez, bizde gidecekleri bir yer buluruz. Hem öyle bir yer ki kefen parasını memeleri arasında saklayan ninelerin bile koşarak gideceği bir yer. Umre…
 
Genel ehlisünnet fıkhına göre, Hac ziyareti her Müslüman’a farz olan bir ibadettir ve imkânı olanlar için bir kez gidilmesi ile ifa edilmiş olur. Umre ise sünnettir. Yani gidersen sevabı var ama gitmezsen bir günahı yok. Elbette her Müslüman peygamberinin kabrini ve kıblesi olan Kâbe’yi görmek ister. Ancak bunu yaparken küresel kapitalizmin değirmenine su taşıdıklarını bilmeye hakları olduğunu düşünüyorum. Önde gelen din adamları bunu söylemez çünkü promosyon olarak ilk önce onlar gittiler umreye.

Suud’lu kapitalistler, petrolün giderek önemini yitireceğinin, alternatif enerji kaynaklarının eli kulağında olduğunun ne zamandır farkındalar. Bu sebeple petrol gibi, az emekle para kazanmaya alışmış bedeviler inanmadıkları bir dini pazarlamaya yöneldiler. Kâbe ve etrafı yeniden dizayn edildi. Dünyaca ünlü marka oteller gökdelenlerini diktiler peygamberin şehrine. Gayri Müslimlerin girmelerinin yasak olduğu bir yere formalite icabı şahadet getirerek giren batılı mimar ve mühendisler, ruhsuz, mekanik bir Manhattan inşa ettiler. Dinle diyanetle ilgisi olmayan ünlüler Umreye reklam amaçlı gönderildi. Hava alanlarında, gözyaşlarıyla dönen umreciler her akşam haber kanallarında gösterildi. Beş yıldızlı, ultra her şey dâhil sistemiyle çalışan otellerin reklamlarında da bir değişiklik yok. Bikini reklamında oynayan kızlara türban takarak, ellerindeki zemzem suyunu, seksi bakışlarla kokteyl yudumlarmış gibi içiren kapitalist Müslümanlar, sloganı da bulmuşlardı, “Kâbe ayaklarınızın altında”.

Elbette umre pazarlamacıları bağlı bulundukları Turizm Tröstlerinin adını kullanmıyorlar. İslam referanslı şirket isimleri kullanıyorlar. Huzur Tur, Zemzem Tur, Katılan Cennete Gidiyor Tur, gibi. Ofisleri de Bağdat caddesinde değil cami avlularında. İmamlar umre turu düzenliyor. Cemaatlere grup indirimleri sağlanıyor. Tekaüt parası, iki bin avrodan başlayan Umre turlarına yetmeyen Anadolu insanı, efendiden aldığı kredi kartına taksit yaptırıyor. Ha! Ayrıca önemli bir din adamı ile gitmek isteyenler ekstra para vermek zorundalar.

Bir an için Umrede dini hiçbir şeyin olmadığını var sayalım. Aynı şartlarda dünyanın herhangi bir yerine gidilecek bir tura, yarı fiyatına gide bilirsiniz. Pazarlayanlar için sizin Tayland’a veya Mısır’a gitmenizle Umreye gitmeniz arasında hiçbir fark yok. Onlar yıllık cirolarının peşindeler. O halde neden iki veya üç katı para veriyoruz Umre için? Tek nedeni var. O da peygambere ve dinine olan inancımız. Yani, sizinle aynı dini paylaşmayan insanlar sizin dininizden haksız kazanç sağlıyorlar. Bir birimlik hizmeti 2 veya 3 birime satıyorlar. Sizce bu fazladan alınan paralar kime gidiyor?

Şunu hiçbir zaman unutmamamız gerekiyor. Tanrı para ile alınıp satılan, onun rızası da para ile elde edilen bir varlık değildir. Her kim Allah’ın rızasının para ve mal karşılığında elde edileceğine dair bir söz söylerse bilin ki, Allah’a inanmayan bir sahtekârdan başka biri değildir. İnsanların inanç zaafını fark eden Tanrı tanımaz zalimler, din adamlarına, hocalara sus payı vererek hakikati örtüyorlar.

Yoksul çocuğuna veya komşusuna yardım etmeyip Umre parası biriktirenler! Tüm evrenin nedeni olan yüce var eden, üç dört bin avro karşılığı lüks bir gezi ile tüm günahlarınızı affedecek ve sizi sevecek öyle mi? Gidemeyenler ne yapacak peki? Faizle kredi çekecek. Onu da yapamayanlar, “demek bize nasip değilmiş”mi diyecekler? Yani, selüloitleri yüzünden artık podyuma çıkamayan mankenlere, hortumculara, ihale sahtekârlarına, din pazarlayıcılarına nasip olmuş Allah’ın rızası, fakat asgari ücretliye, memura, uçan balon satıcısına nasip olmuyor. Böyle bir Tanrıya mı inanıyorsunuz? Umre için ayırdığınız para kaç ailenin bir aylık geçimini sağlar, kaç çıplak ayağa ayakkabı olur, kaç üniversite öğrencisine burs olur, kaç ağaç dikilir veya düşündünüz mü? Sizce Tanrıyı hangisi memnun eder?

Umre turizmi adı altında bir’i, üç’e beş’e satanlara gelince; bu zulme alet olurken sizi kaça satın alıyorlar? Umreye yazdığınız her kişi başına kaç para atıyorlar önünüze. O zavallı emekli amcalar, kefen parasını veren teyzeler ecirlerini alacaklar ama siz ne alacaksınız? Çok ucuza satıyorsunuz inanın.

Ya her sene misafir olarak davet edilen Hocalar, Şeyhler, Ağabeyler! Size gönül veren insanların sömürülmesine, ne karşılığında izin veriyorsunuz? Karşılıksız çay söylemeyen bu kapitalistler sizi süit odalarda neden misafir ediyorlar? Peygamberin huzurunda beş yıldızlı otellerde yatmaya utanmıyor musunuz? Ebucehilin bile sahip olmadığı bir konforla Allah’a nasıl secde edebiliyorsunuz?

Sizler…
Sizler, kapitalizm denen deccal sofrasına abanmış kaybedenlersiniz.
Sizler, çok ucuza tav olmuş müflislersiniz.
Sizler, onur, hamiyet, vakar gibi kavramları hiç tanıyamamış zavallılarsınız.
Sizler, dini kisvelerinizi bir kenara bıraktığımızda, hiç kalan cahillersiniz.
Sizler, ne Haccı, ne dini, ne de Allah’ı anlayamamış ahir zaman sahtekârlarısınız.
Gerçekten hakikatin kör edici nuruna meftun olan gönüllere, o güzel ağız ile deriz ki;

Hararet nardadır sacda değildir
Keramet baştadır tacda değildir
Her ne arar isen kendinde ara
Kudüs’te Mekke’de Hacda değildir
Sakın bir kimsenin gönlünü yıkma
Gerçek erenlerin sözünden çıkma
Eğer insan isen ölmezsin korkma
Aşığı kurt yemez uçta değildir

Hiç yorum yok: