Mucize ve keramet, kısa bir ifadeyle, doğaüstü hal, oluş ve belirişler olarak kabul edilir. Teo-logların bir kısmı, mucizeyle keramet arasında fark görmezken, diğer bir kısmı bu ikisini yapı ve hedef bakımından ayırırlar. İslam ilahiyatçılarının büyük çoğunluğu mucizeyi peygamber-lerden, kerameti velilerden zuhur eden olağanüstülükler diye ifadeye koyarlar. Ne var ki, aynı olay bir peygambere mal edilince mucize, bir veliye mal edilince keramet adını alabilmektedir.
Konuya Kur’an açısından baktığımızda varlık ve oluş, bütünüyle harikuladedir, hayranlık ve-ricidir, güzeldir, coşturucudur. Bunun zorunlu sonucu, Kur’an’a göre şudur: Varlık ve oluşu tanımak ve oluşa doğrudan katılmak en büyük mucize, en büyük keramettir. Bunu gerçekleş-tirmek ise beden ve düşünce faaliyetiyle olur. Kur’an buna amel (iş, eylem, hareket) demek-tedir.
Düşünülebilecek en güzeli ve en olağanüstüyü yakalamak, hareketle mümkündür. Varlık ve oluşu amel ve emek yoluyla incelemek, onunla kucaklaşmak ve Yaratıcı Kudret’le beraberliğe ulaşmaktır. Tasavvuf düşüncesi bunu ‘yaşadığımız anı işe çevirmek’ ve ‘Yaratıcı’nın faali-yetine katılmak’ olarak adlandırır.
İslam Peygamberi ve onu tarih içinde gerçek kişiliğiyle tanıyanlar, mucize ve kerameti varlık ve evrenin fethedilmesi ve oluşa katılmak şeklinde anlamışlardır. İşte bu yüzden, onlara göre,amel ve onun dayandığı emek, kutsanmaya birinci derecede layık olan değerlerdir.Hayat, insan ve tarihin motör gücü amel ve emektir. Yaratıcı Kudret’in; oyunu, daima amel ve emekten yana kullandığını, Kur’an diyalektiğinin bir özelliği olarak görüyoruz. Ve Hz. Peygamber’in ifadesine göre, düşünce (tefekkür), amel ve emeğin burcuna oturan bir numaralı değerdir.
GERÇEK KERAMET, DÜŞÜNCE VE EYLEMDİR
Amel ve emeğin bedensel olanının onurunu, “Allah ve Peygamberin sevdiği el, değer üretenin elidir” diyerek ifadeye koyan Son Peygamber, düşünceyi onurun doruğuna oturturken de şöyle konuşuyor: “Bir anlık düşünce bir yıllık ibadetten üstündür.” Bu yaklaşımın çok güzel bir belirişini, İslam mistiklerinden Bişr el-Hâfî’ye (ölm. 226/840) atfedilen şu anekdotta görebiliriz: Kendisinden, çoluk çocuğu için dua isteyen bir işçiye bu sûfî şöyle diyor: “Benden dua istemek yerine, çocuklarının yiyecek ve giyecek için seni sıkıştırdıkları anda, sen bana dua et. Çünkü senin o anda yapacağın dua benimkinden daha makbuldür.” Burada, geleneklerin ‘keramet’ sandığı değerin yerine emeğin, özellikle, karşılığını alamamış emeğin konduğunu görüyoruz.
Kur’an’ın ve Hz. Muhammed’in mucize ve kerametten anladıkları, kısaca, budur.
İnsanlık, deveyi Allah’a teslim etmek için onu bağlamanın gerekli olduğunu ilk defa Hz. Muhammed’den öğrenmiştir. Başıboş bırakılmış devenin Allah’a teslim edilemeyeceğini, anlayışının hareket noktası yapan bir sistemde insanın kaderi, insanın fiil ve emeğinden başka hiçbir şeye emanet edilemezdi. Ve edilmemiştir. Bu yüzdendir ki, Kur’an, Son Peygamberi bir amel, emek ve hareket sembolü olarak göstermekte ve Peygamberi, meleklerle dola-şan, kendisine gökten sofralar inen, ayakları yere değmemiş (bk. Furkan, 5-9) bir ‘olağanüstü varlık’ olarak görmeyi, putperestliğin niteliklerinden biri olarak değerlendirmektedir.
İnsanın değeri işiyle, emeğiyle yani insanlığa ve hayata kazandırdıklarıyla ölçülür. Tasavvuf tarihinin ‘önder’ diye andığı büyük sûfî Bağdatlı Cüneyt (ölm. 296/908), göstermeye çalıştığımız Kur’an kaynaklı gerçeği şu ölümsüz sözüne çok güzel sığdırmıştır: “Su üstünde yürüyebilen kişiler olmuştur. Fakat susuzluktan ölenler, gerçeği yakalama bakımından onlardan çok daha üstündür.”
Hayata ve insana hizmet için didinmenin ve düşünmenin susuzluğunu göğüslemek en büyük keramet haline geldiğinde İslam dünyası belini doğrultacak, insanlık dünyası daha aydınlık ufuklara yönelecektir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder