24 Ara 2012

Anglo-Sakson Efendi (2)


Anglo-Sakson siyasetinin en belirgin özelliklerinden biri de uyumakta olan fitneyi uyandırmaktır. İnsanların, var olan, ancak yaşam devam ederken çokta rahatsız olmadıkları farklılıklarını uyararak telafisi mümkün olmayan hatalara sürüklemek ve sonsuza dek sürecek ihtilaflar oluşturmak.

Biraz açalım…

Hindistan’da Müslümanlarla Hindular yüz yıllar boyu beraber yaşamışlar. Yer yer bazı gerginlikler olsa da toplumu bölecek bir ayrışma hiç gerçekleşmemiş.  Ta ki, İngilizler gelinceye kadar. O güne kadar Müslümanlar hiç kurban olarak büyükbaş hayvan kesmemişler Hindistan’da. Dinen haram olmasa dahi kültürel bir teamül olarak kurban bayramlarında küçükbaş hayvanlar kesile gelmiş. Gelin görün ki İngiltere sömürgesi olduktan sonra bir takım ulema yedi kişi birleşip inek kesebileceklerini vaaz etmeye başlamışlar Hintli Müslümanlara. Hatta “inançlara son derece saygılı vali”, sığır ithal etmiş ve her yedi Müslüman’a bir sığır dağıtmış. Komik bir sebep gibi gelebilir bu gün bize ancak o bayramda yüzlerce Hindu ve Müslüman sokaklarda birbirlerine girmişler. Fitne uyanmış…

Malum eskiden barutu nemden koruması ve daha iyi hedefte ilerlemesi için kurşunları yağlarlarmış, ancak bu yağın, kurşunu mekanizmaya sürmeden önce ağızda sıyrılması gerekiyormuş.(hatta türkülerde dahi “yağlı kurşun” tabiri çokça geçer).İşte Hindistan’da Müslüman askerlerin kurşunlarını domuz yağıyla yağlayıp bu kurşunları Hinduların ürettiği haberi yayılmış. Hindularınkine de sığır yağı sürüp bunun sorumlularının Müslümanlar oldukları anlatılmış. Ağızlarında sıyırdıkları her kurşunla bilenmişler Hindular ve Müslümanlar. Sonuç, insanlık tarihinin gördüğü en büyük nüfus mübadelesi, katliamlar, dinsel arındırmalar, içinden çıkılamaz Keşmir sorunu… Bu günün insanı için saçma gelebilecek sebepler gibi görünebilir bunlar, ancak tarih boyu bölünmeyen Hindistan bu gün bölünmüş durumda ve her iki ülke ha savaştılar ha savaşacaklar gibi hazır bekliyorlar. Pakistan ve Hindistan nükleer güce sahip iki kardeş ve düşman ülke…

Kıbrıs’ta Rum gençler İngiliz varlığına karşı direnişe geçince, İngiliz vali yeni polisler işe alıyor ve genelde Türklerden seçiyor bu asayiş polislerini. Yapılan her gösteride bu yeni polisler zor kullanarak dağıtıyor göstericileri. Ve kutsal bir ses fısıldıyor idealist Rum gençlere “bakın bu hain Türkler nasıl da copluyorlar sizi!”. Sonuç ortada… Kıbrıs’ta Türklerle Rumları bir arada yaşamaya kimse ikna edemez artık. Ha! İngiliz varlığı mı? Hala Kıbrıs’ta üsleri var ve ne Rumlar ne de Türkler birbirleriyle uğraşmaktan İngiliz varlığını sorgulamıyorlar.

İsrail’e gelelim, dünyanın birçok ülkesinde genelde zengin ve refah içerisinde yaşayan Yahudilere bir vatan verildi. Ancak öyle bir harita çizilmişti ki savaş kaçınılmazdı. Bu gün bile İsrail’in haritasına bakın anlarsınız tuhaflığı. Ortada koridor gibi uzanan bir İsrail, doğusu Filistin (Batı Şeria), batısı Filistin (Gazze). Bununla kalmıyor, kutsal propaganda her iki taraf ta da çalışıyor. Yahudilere “bu toprakları Tanrı size vaad etti, bu uğurda savaşmak dini sorumluluk sizler için, son Filistinli defolana kadar durmayın”. Aynı ses Müslümanlara ise “ bakın bu Yahudiler Tanrının lanetlediği bir topluluk, son Yahudi’yi katledene kadar durmayın. Bu uğurda savaşmak dininizin emridir” şeklinde fısıldıyor. Müslümanlar dağdan gelip bağdakini kovan Yahudilerle, Yahudiler ise etrafları düşmanla çevrili bir cehennemde yaşamak zorundalar ve Tanrı gökten barış antlaşması yollasa her iki taraftaki holiganları tatmin edemez artık.

Irak’ta yaklaşık 1400 yıldır Şiiler ve Sünniler beraber yaşıyorlardı. Gerginlik ve ihtilaf hiç olmadı mı? Elbette oldu. Ama 1400 yıldır hiçbir Sünni, İmam Ali camisinde Kerbela’yı anarken yüzlerce Şii’yi havaya uçurmayı aklından geçirmemişti, ya da hiçbir Şii, bir Sünni camisine saldırıp namaz kılanları taramamıştı. Yıllardır akşam yemeğimizi yerken kaç yüz Iraklının öldüğü haberlerini alıyor ve çorbalarımızı kaşıklamaya devam ediyoruz. Neden? Sorusunu sormadan.

Ülkemize gelelim. Yalın ayaklı başı üç numara tıraşlı, burnu sümüklü bir Kürt çocuğun sabah uyandığında “ben neden ana dilimle eğitim alamıyorum” diye bir derdi yok inanın. Hiçbir Türkün de “biz ne yapsak ta bu Kürtleri Türk yapsak” diye güne başladığını sanmıyorum. Ama Lozan’da Kürtlerle Türkler bir millettir diyen İnönü’ye Lord Curzon “ben onlara (Kürtlere) bir alfabe vereyim de görün bakalım bir millet misiniz değil misiniz?” sözü arşivlerimizde duruyor.  En acısı Kürt sorunu için mücadele veren fanatiklerle karşıt olanların çocukları İngilizce eğitim veren okullarda okuyorlar ama hiç de rahatsız değiller bu durumdan. Zavallı Kürt çocukları dağlarda Kürtçe için bin yıllık kardeş çocuklarını katlederken emir aldıkları önderlerinin İngilizce eğitim alan çocuklarını sorgulayamıyorlar.

Bu kafayla ve cahillikle ne Keşmir sorunu, ne Kıbrıs sorunu, ne Kürt sorunu, ne Filistin sorunu, ne türban sorunu, ne alevi sorunu asla çözülemez. Tıpkı Çinliler için Tayvan, Tibet ve Uygur sorunlarının çözülemeyeceği gibi. Tıpkı vahhabi destekli Çeçen – Rus sorunu gibi… Ta ki birbirimizi son adama kadar yok edene kadar veya oturup bu fitneyi icat edenleri bileklerinden yakalayana kadar.

Tüm samimiyetimle itiraf etmeliyim ki, bu fotoğrafın sorumlusu pragmatizmle zekâyı birleştirmiş Anglo-Sakson akıl değildir. Onlar sadece eşeklere semer vurmaktalar. Kendi topraklarında hayatı idame ettirecek hukuk, felsefe, siyaset ve iktisat kavramlarını oluşturamayan toplumlar başkalarının kavramlarıyla kafalarını doldururlarsa olacak olan kaçınılmaz olandır. Bunun sorumlusu bir araya gelip bu ulusların kendi kavramlarını oluşturmaktan aciz “mütercim aydınlarıdır”. İthal kavramlarla, ithal silahlar satın alına bilir sadece...

Ama üzülmeyin kadrolu gazetecilerimiz bir gece de bunu tartışırlar geç saatlere kadar. Öyle ya bu ülkede mütefekkir olmadığından siyaseti gazeteciler belirler. Kürt sorunu, aynı kadrolu beş gazeteci. Irak, Suriye, Filistin meselesi, aynı gazeteciler. Futbolda şike, gene aynı suratlar. Türban, Alevilik, Belediye yasası, aynı zevat…

Bir gün bir bardan içeriye iki filozof girmiş ve barmene demişler ki,” barmen bize bir satranç ver” ve satranç oynarken felsefeden, varlık sorunsalından konuşmuşlar… Ardından memur kılıklı iki adam girmiş ve demişler ki, “barmen! Bize bir tavla ver” ve tavla oynarken şiirden edebiyattan bahsetmişler… Derken içeri iki amele girmiş ve demişler ki,” barmen bize iki bira ver” sonra dolu bir yudum alan amele ağzındaki köpükleri koluyla silerek diğer ameleye sormuş “ya babaoğlu ne olacak bu memleketin hali?”… Barmen söze karışıp demiş,” Helak olacak”…

Hiç yorum yok: