Türkiye Cumhuriyeti anayasası, anayasanın giriş bölümünde
belirtildiği üzere Atatürk milliyetçiliğine bağlı bir devlettir. Devletin
kurucusu olan Atatürk’ün ortaya koymuş olduğu devlet modeline uygun olarak
hazırlanmış olan Türk anayasasında Atatürk milliyetçiliği kurulmuş olan milli
devletin modeli olarak, anayasa metni içerisinde yer almakta ve bu yönü ile de
belirleyici olmaktadır. Bu yüzden, Atatürk sonrasında yapılmış olan
anayasalarda belirleyici bir ilke olarak yer almış ve kurucu iradenin ortaya
koymuş olduğu devlet modelinin sürekliliğini sağlamıştır. Atatürk’ün Türkiye
Cumhuriyetinin kurucusu olarak geliştirdiği devlet modeli, bir anlamda bu
ilkeye dayanarak var olmuş ve günümüze kadar gelmiştir. Dünyanın hiçbir
ülkesinin anayasasında böyle bir düzenleme yer almamış, sadece dünyanın merkezi
coğrafyasında kurulmuş olan ulus devletin içinde bulunduğu bölgenin özel
koşulları nedeniyle diğer devletlerden ayrılan farklı konumunun belirlenmesinde
bu ilkeden yararlanılmıştır. Yalnızca bu ilke nedeniyle, Türkiye cumhuriyeti
ulus devleti diğer milli devletlerden farklı bir yapılanmaya sahip olmuş ve
Atatürk milliyetçiliğinin bölge koşullarına gerçekçi bir yaklaşım olması
nedeniyle, Türk devleti her türlü saldırı ve olumsuz gelişmelere rağmen bugüne
kadar ayakta kalarak varlığını koruyabilmiştir.
Türk devletinin dayanmış olduğu Türk milletinin
milliyetçiliğine değil de, devletin kurucusu olan Atatürk’ün adı ile anılan
farklı bir milliyetçiliğe dayalı olarak anayasada ele alınması, bölge koşulları
ile beraber aynı zamanda devletin sınırları içerisinde yaşamını sürdüren bütün
vatandaşları kucaklamak üzere geliştirilmiş, daha modern bir modelin
yasallaştırılmağa çalışmasının bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Dünyanın
bütün milli devletleri devletin tabanını oluşturan ulusal yapıların resmi adı
ile anılan bir milliyetçilik anlayışına dayanırken, Türk devletinin
anayasasında Türk milliyetçiliğinin değil de Atatürk milliyetçiliğinin esas
alınması üzerinde düşünülmesi gerekmektedir. Sadece Atatürk milliyetçiliği
ilkesine dayanarak Türkiye Cumhuriyeti anayasasını ideolojik anayasa olarak
suçlamak da doğru bir yaklaşım olarak görünmemektedir. Her devlet dayandığı
toplumun ve ülkenin özel koşullarının ürünü olarak tarih sahnesine çıkarken, birbirinden
farklı bir seyir izleyerek oluşumunu tamamlayabilmektedir. Türkiye Cumhuriyeti
de, dünyanın merkezi imparatorluğu olan Osmanlı devletinin çöküşü sonrasında
ortada kalan çok kültürlü heterojen Osmanlı ahalisinin bir ulusal kurtuluş
savaşı vererek uluslaşması üzerine gündeme gelen milli devlet kurma girişiminin
sonucunda tarih sahnesine çıkmıştır. Bu gerçek iyi bilinirse o zaman kuruluş
süreci sonrasında gündeme gelen Atatürk’ün devlet modelinin arkasında yatan
siyasal ve toplumsal nedenler bilimsel açıdan daha iyi anlaşılabilecektir.
İmparatorluk ahalisinin büyük çoğunluğunun Türkmen asıllı boy ve kavimlerin
içinden gelen Türk asıllı bir nüfusa dayanması nedeniyle, Osmanlı sonrasında
gündeme gelen milli devlet oluşturma aşamasında Türklük milli devletin adını oluşturmuştur.
Ne var ki, eski Osmanlı ahalisinin farklı kökenlerden gelmesi dikkate alınarak
, milli devlet Türkiye Cumhuriyeti olarak oluşturulurken katı bir Türk
milliyetçiliği benimsenmemiş aksine ,Türk kökenli olmayan diğer Osmanlı
topluluklarını da aynı devletin çatısı altında ve Misakı Milli sınırları
içerisinde bir bütün olarak koruyabilmek açısından , Atatürk’ün geliştirmiş
olduğu kucaklayıcı milliyetçilik anlayışı var olan özel koşullara uygun düşen
bir gerçekçi yaklaşım olarak benimsenmiştir .
1937 tarihli anayasa değişikliği sırasında Anayasaya
Atatürk’ün belirlemiş olduğu ilkeler aynı zamanda devletin de dayandığı temel
prensipler olarak alınırken, milliyetçilik ilkesi de anayasal bir kural olma
düzeyine gelmiştir. I961 anayasasında ise milliyetçilik anlayışının daha farklı
olarak milli devlet kavramı ile anayasaya yansıtıldığı görülmekteydi.
Milliyetçilik bir Atatürk ilkesi olarak anayasada yer aldıktan sonra kurulmuş
olan Türk devletinin diğer milli devletlere benzer bir gelişme süreci içine girmiş
olduğu görülmektedir. I961 anayasasının başlangıç kısmında Türk milliyetçiliği
ayrıntılı bir biçimde açıklanarak, faşizm ve Nazizm gibi aşırı ideolojilere yol
açan katı bir milliyetçilikten uzak kalınmağa çalışılmıştır. 1982 anayasası ise,
doğrudan doğruya ikinci maddesinde devletin Atatürk milliyetçiliğine bağlı
yapısını açıklayarak, milletin ismine dayalı bir milliyetçilikten uzaklaşarak
devlet kurucusunun adına dayanan bir milliyetçilik anlayışını gündeme
getirmiştir. Türk milli devletine karşı olan emperyalist çevrelerin Türklük
düşmanlığı yaparak devletin çökertilmesine giden yolu açmalarını önlemek üzere,
Türk milliyetçiliğinin ötesine gidilerek Atatürk milliyetçiliği bir anayasal ilkeye
çevrilmiştir. Yanlış anlamaların ve istismarların önlenmesi doğrultusunda, daha
çağdaş, akılcı, ilerici, demokratik, toplayıcı, birleştirici ,insani ve barışçı
bir yaklaşım olarak Atatürk milliyetçiliği bir anayasa ilkesi haline
getirilmiştir . Her türlü ırkçılığa, şovenizme, saldırganlığa ve aşırı milliyetçiliğe
karşı bir gelişmiş çizgide Atatürk milliyetçiliği Türkiye Cumhuriyeti
anayasasına girmiştir. Kurucu önder Atatürk’e göre, Türk toplumunun bağımsız
kimliğinin oluşturulması ve korunması için milli bir yaklaşımın geliştirilmesi
zorunlu olmuş ve bu doğrultuda milli devlet kurulmuştur. Barışı esas ilke
olarak benimseyen Atatürk, Türk milliyetçiliğini ırkçı, saldırgan ya da
emperyal bir çizgide değil ama, diğer milletler ve ülkeler ile yakınlaşmak ve
işbirliği ile dostlukları geliştirerek dünya barışına katkıda bulunabilmeyi
hedeflemiştir.
Türk devletinin insan unsurunun adı konulurken, çağdaş
ulus devletlerde görülen bir milli devlet ve hukuk düzeni kurulmağa
çalışılmıştır. Atatürk devleti kurarken, Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye
halkına Türk milleti denir, diyerek manevi değil ama maddi bir millet
anlayışını benimsemiş ve bu doğrultuda Misakı Milli sınırları içerisinde
yaşamını sürdürmekte olan eski Osmanlı ahalisini Türkiye halkı olarak kabul etmiş
ve milli devleti kurarken, bu Türkiye halkına Türk milleti olarak isimlendirme
yapmıştır. Çok uluslu bir imparatorluk arazinin tam ortasında tek ulusa dayanan
bir ulus devlet oluştururken Türkler kadar Türk asıllı olmayan kişi ve
toplulukları da dikkate almış ve bunları, bir milletçi yaklaşımla değil halkçı
bir bakışla ele almış, Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşuna giden yolda Misakı
Milli sınırları içerisinde işgalci düşman ordularına karşı Kuvayı-ı Milliye
savaşına katılan ve daha sonraki aşamada da temsilcileri aracılığı ile devletin
kuruluşuna ortak olan her kesimi eşit bir çizgide düşünerek, milli devletin
tabanını oluşturan Türk milletini ırkçı değil ama halkçı bir yaklaşım ile
tanımlamıştır. Devletin tabanında var olan Türk milleti tarih öncesinden gelen
manevi ya da kültürel bağlar ile değil ama aynı vatan topraklarında ve ortak
sınırlar içinde yaşamını sürdüren bütün insanları ve toplulukları bütünsellik
içerisinde ele alarak, hiçbir kesimi ya da insanı dışlamadan kucaklayıcı bir
politika ile Türkiye halkı tanımını Türk milleti açıklamasının ana özü olarak
dile getirmiştir. Eski Osmanlı ahalisi, gene yaşadığı bölgede varlığını özgürce
sürdürmüş, ama yeni devletin kuruluşundan sonra Türkiye Cumhuriyeti
vatandaşlığı statüsünü ve bu statüden kaynaklanan tüm hakları diğer vatandaşlar
ile birlikte eşit olarak kazanmıştır. Cumhuriyet devletinin uyruğu altına
girmekle Türk vatandaşlığı statüsü kazanılmış, Türk kökenli olsun ya da olmasın
bütün Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları anayasal düzen içinde eşit Türk vatandaşları
olarak kabul edilmişlerdir. Tüm ulus devletlerde olduğu gibi yeni Türk devleti
de ulusal vatandaşlık esası üzerine kurulduğu için ,Atatürk tarafından
geliştirilen bu yöntem ile , tek ve büyük bir ulus devletin dünyanın merkezi
coğrafyasında kurulabilmesi gerçekleştirilmiştir .
Küreselleşme dönemine girilmesiyle beraber geçmişten
gelen alışılmış tutum ve yaklaşımların dışına çıkan yepyeni bazı öneriler ve
girişimler gündeme getirilmiş ve bu yüzden de ulus devletler çok ciddi
sorunlarla karşılaşarak daha fazla dağılma ya da parçalanma riski ile
karşılaşmışlardır. Küreselleşme akımının zamanla süper emperyalizme
dönüşmesiyle beraber bütün ulus devletler hedef haline gelmiş ve bunun
sonucunda da zayıf ulus devletlerin parçalanarak ortadan kalkma aşamasına doğru
sürüklendikleri görülmüştür. Özellikle, ulus devletlerin sınırları içerisinde
yaşayan farklı etnik, dinsel ya da kültürel kökenden gelen grupların yerel
yönetimler düzeyinde başkentten ayrı bir bölgesel yönetim oluşturmağa doğru
yönlendirilmişlerdir. Çeşitli bölgelerde yaşamlarını sürdüren farklı kökenden
gelen grupların kendi küçük devletlerini oluşturmağa doğru yönlendirilmeleri, ulus
devletlerden kopma ve yeni küçük devletler yaratma gibi sonuçlara neden olmuş
ve böylece ulus devletler dönemine son verilmek istenmiştir. Bir çok açıdan
çeşitli handikapları öne çıkaran bu gibi girişimler ulus devletleri bir iç
hesaplaşmaya doğru sürüklerken, bazı büyük ve güçlü ulus devletler küresel
emperyalizmin dayattığı dağılma senaryolarına karşı yeni çıkış yolları aramağa
başlamışlar, bazıları merkezi yapıları güçlendirerek parçalanmayı önlemeğe
çalışırken, diğer yandan Avrupa üzerinden bazı bilim adamlarının öncülüğünde
geliştirilen anayasal vatandaşlık konusu tartışılmağa başlanmıştır. Özellikle
milliyetçiliğin vatanseverlik çizgisinde anlaşıldığı bazı büyük Avrupa
ülkelerinde bu doğrultuda bir anayasal yurtseverlik görüşü geliştirilmeğe
çalışılmış ve bu çizgide, kültürel haklar üzerinden gündeme getirilen sosyal
ayrışma ya da siyasal ayrılmaların önü kesilmek istenmiştir. Anayasal
yurtseverlik tartışmaları sonrasında bir de anayasal vatandaşlık konusu öne
çıkmış ve yeni dönemde farklı etnik ya da dinsel grupların ulus devletlerden
ayrılmalarını önleyebilme doğrultusunda anayasal vatandaşlık kavramı
geliştirilmeğe çalışılmıştır.
Küreselleşme aşamasında gündeme getirilen anayasal
vatandaşlık kurumunun, alt kimliğe yönelmiş olan topluluk ve grupların ulus
devletlerden kopmasını önleyebilecek bir çözüm olduğu öne sürülmüştür. Bu
ilkeye göre, bir devletin çatısı altında yaşayan herkes eşit olarak sınırları
içinde yaşadığı devletin vatandaşı olmaya hakkı vardır. Bu eşitlik
doğrultusunda tüm alt kimlikler hiçbir ayrımcılık yapılmadan eşit vatandaşlık
statüsüne sahip olabilmektedirler. Böylesine bir sonucun sağlanabilmesi için,
ulus devletler ile vatandaşları arasında sürüp gitmekte olan ulusal
vatandaşlığın kaldırılması ve yerine anayasal vatandaşlığın getirilmesi
gerekmektedir. Ulusal vatandaşlığın kaldırılmasıyla beraber ulus devlet uygulaması
da son bulacağı için, bütün ulus devletler artık hiçbir ulusal kimlik ile
tanımlanmayan siyasal organizasyonlara dönüşeceklerdir. Devletlerin ulusal
kimliğine son verilecek ama bu merkezi devlet yapılanmaları yerel devletler
kurulana kadar sürdürülecektir. Ulus devletlerden eyalet devletlere geçilirken
merkezi devletin devam ettiği sürece vatandaşlıklar da devam edecek ama sadece
anayasal ve yasal anlamda bir statü sağlayacaklardır. Alt kimliklerle
oluşturulacak küçük devletçikler ya da eyaletler kurulana kadar insanların
devletleri ile olan vatandaşlık ilişkileri artık ulusal olarak değil ama
anayasa üzerinden hukuksal olarak devam edebilecektir. Anayasaya dayanan merkezi
devletler yerel küçük devletlerin ve küresel pazarların oluşumu sürecinde
sadece düzenleyici devletler olarak etkilerini sürdürecekler, alt kimlikli
vatandaşların yerel devleti kurulana kadar vatandaşlık ilişkisini sadece hukuki
olarak anayasa üzerinden koruyabileceklerdir. Ulus devletlerde ulusal
vatandaşlıktan anayasal vatandaşlığa geçilmesiyle beraber, alt kimlikli
toplumların hemen kopmaları önlenebilecek, ulus devletlerden eyalet
devletlerine geçiş sürecinde anayasal vatandaşlık düzenleyici devlet ile
vatandaşları arasındaki hukuksal bağı oluşturacaktır.
Anayasal vatandaşlık ulus devletlerin kalıcı yapılanması
içinde ele alındığında, var olan siyasal yapılanmanın çöküşünün önlenebilmesi
açısından bir çözüm önerisi olarak da düşünüldüğü anlaşılmaktadır.
Anayasalardaki ulusal vatandaşlık ile ilgili maddelerin kaldırılması yerine
anayasal vatandaşlık ile ilgili düzenlemelerin konulmasıyla beraber var olan
devletler ulusallıklarını kaybedecekler, bu yüzden de devletlerin dayanmış
olduğu toplumlar ulus olmanın ötesinde bir nüfus ya da halk topluluğu olarak
görülebilecektir. Devletlerin ulusallıklarını yitirmesi ve daha sonraki aşamada
devletin insan unsurunu oluşturan toplumların da ulus olmanın gerisine düşerek
yeniden bir halk topluluğu konumuna sürüklenmesiyle beraber dünya da var olan
devletler üzerinden kurulmuş olan bütün siyasal yapıları ve ilişkileri
değiştirerek bir kaotik ortama doğru tüm insanlığı sürükleyebilecektir.
Anayasal vatandaşlık sadece kimliksiz devletler ile alt kimlikli grupları bir
arada tutabilecek ama, aynı zamanda ulusların dağılmasına ve devletlerin
dayanmış olduğu ulusal toplum yapılanmalarının da çöküşüne giden yolları
açabilecektir. Küreselci düşünürler ve hukuk adamları anayasal vatandaşlık
uygulamasını bir yeni düzenleme olarak gündeme getirirlerken ya da
savunurlarken, küresel şirketler ile ulus devletler çekişmesi sürecinde
küreselleşmeden yana tavır koyarak ulus devletleri karşılarına almaktadırlar.
Avrupa gibi uygarlığın beşiği olan bir kıtada anayasal vatandaşlık tartışmalarının
çok gelişmesine rağmen, büyük ulus devletler hala eski yapılarını koruyarak
ulusal vatandaşlığa dayalı anayasalarını korumaktadırlar. Üç yüz yıllık ulus
devletler dönemi kalıcı etkiler yarattığı için, Avrupa devletlerinin halkları
sahip oldukları ulusal kültürün sonucu olan ulusal kimliklerinden vazgeçmemişler
ama anayasal vatandaşlık konusunu da küreselleşme sürecinde insan hakları üzerinden
tartışmayı sürdürmüşlerdir.
TÜRKİYE Cumhuriyeti anayasasının başlangıç kısmında yer
alan Atatürk milliyetçiliğine dayalı bir devlet anlayışının gerisinde, hem
tarihten hem de ülke koşullarından gelen bir bilgi birikiminin bulunduğu ve
herkesin eşit vatandaşlar olarak yer aldığı yeni bir yapılanmaya gidildiği
görülmektedir. Halkçı milli devletin anayasasında da ulus devlet vatandaşlığı
ilke olarak benimseniyor ama gayri Müslimlerin azınlık hakları da uluslararası
antlaşmalar doğrultusunda kabul ediliyordu. Bazı gayrimüslim kesimler çağdaş
bir cumhuriyet rejimi ilan edilince, azınlık haklarından vazgeçerek Türkiye
Cumhuriyetinin eşit vatandaşı olmayı benimsiyorlardı. Onların bu tutumu da
Kemalist rejimin katı bir milliyetçi değiş ama halkçı bir ulusalcılığı bilinçli
olarak izlediğini ortaya koyuyordu. Atatürk halkçı bir ulusalcılık ile, milli
devletin vatandaşlarını tıpkı anayasal vatandaşlık da olduğu gibi eşit bir
statüye kavuşturarak hiçbir ulusalcı ayırım yapmıyordu. Müslüman kitleler
devletin eşit vatandaşları olarak benimsenirken, batı ülkelerinde olduğu gibi
farklı dinsel grupların azınlık hakları bulunduğu da ilke olarak olumlu
karşılanıyordu. Küresel çağın anayasal vatandaşlık uygulamasına, Atatürk yüz
yıl önce yönelerek geleceği gören ilerici bir yaklaşım sergiliyor ve halkçılık
ilkesini anayasal bir kural haline getirerek halkçı bir ulusalcılık ile Türk
kökenli olmayan ya da Türklüğü benimsemeyen çeşitli kesimlerden gelen insanları
da yeni kurulan devletin çatısı altında bir araya getirmeğe çaba sarf ediyordu.
Halkçı bir anayasa ile başlayan Atatürk kurduğu milli devleti halkçılık
temeline oturtma çabası içerisinde yeni adımlar atıyor, ulusal sınırlar
içerisinde yaşamakta olan hiçbir kesimi ya da topluluğu dışlamadan hareket
ediyor, onların hepsini genç cumhuriyetin kolları ile kucaklamaya çalışıyordu. Eski
Osmanlı ahalisi Türk ulusuna dönüşürken, bu halkın hiçbir kesim ya da ferdi
dışlanmıyor ve halkçılık temeline dayandırılan yeni ulus devletin çatısı
altında halkçı bir ulusalcılık anlayışı çerçevesinde Türkiye Cumhuriyeti
vatandaşlığına alınıyordu. Burada görünüşte bir ulus devlet ya da ulusal
vatandaşlık var gibi görülmesine rağmen aslında uygulanan politikanın halkçı
bir ulusalcılık olması nedeniyle gerçekte anayasal vatandaşlık benzeri bir
uygulamaya gidilerek o zamana göre son derece ileri bir anlayış sergileniyordu.
Zoraki bir ulusçuluk değil ama anayasal çerçevede bir ulus devlet vatandaşlığı,
alt kimlikli kesimlerin yararlanmaları için sunuluyordu.
İmparatorluktan ulus devlete geçilirken, son derece
yararlı çalışmalar yapan ve Osmanlı döneminden kalan dağınık halk kitlelerini
yeni bir ulus devlet çatısı altında eşit vatandaşlar olarak düzene koyan Türk
Ocakları örgütlenmesi, devletin kuruluş yıllarında eski Osmanlı ahalisinin
çağdaş bir ulusa dönüştürülmesinde çok yararlı olmuştur. Ne var ki, cumhuriyetin
ilanından sonra batılı gizli servislerin kışkırtmalarıyla doğu Anadolu’da
birbiri ardı sıra isyanlar ortaya çıkınca, devletin kurucusu olarak Atatürk
Türk Ocakları’nı Halkevlerine dönüştürerek, ikinci bir halkçılık açılımı yapmaya çalışmıştır. Böylece ülkenin doğusunda ve batısında ABD başkanının ilan
ettiği üzere farklı din ve etnik kökenden gelen topluluklara ayrı devletler kurdurulmaya çalışılmasının önüne geçilmeye çalışılmıştır. Devletin isminde
Türk adı bulunmasına rağmen, yaygın kültür örgütü olan Türk Ocakları
kapatılarak içe dönük katı bir milliyetçilik yapılmasının önüne geçilmiş ve,
ilk anayasanın meclise sunuluşu sırasında öne çıkan halkçı yaklaşım, Türk
Ocakları yerine kurulan yeni kitlesel kültür kurumunun adının Halkevleri olarak
belirlenmesiyle ikinci kez öne çıkarılmıştır. Böylece ülkenin dört bir yanında
açılan beş binden fazla Halkevi ve Halkodasının çatısı altında bütün Rumeli ve
Anadolu insanı bir araya getirilmeye çalışılmıştır. Atatürk’ün deyimiyle,
Halkevleri aracılığı ile bütün vatandaşlara kucak açılmasıyla ülkede çok önemli
sosyal ve kültürel bir devrim yapılmıştır. Böylece alt kimlikli grup ya da
toplulukların, batılı emperyalistlerin kışkırtmalarıyla ülkeden kopmalarını
önleyecek bir yeni denge mekanizması oluşturulmaya çalışılmıştır. Halkevleri
aracılığı ile her kökenden gelen insanlar eşit bir çizgide bir araya getirilmeye çalışılmış, ulus devletin ulusal vatandaşlığına karşı alt kimliklerin
çıkartılmasına karşı, ulusal kimlik ya da milliyetçi bir tutumun ötesinde
halkçı bir yaklaşım aracılığı ile toplumsal bir barış ve uzlaşma dönemine
geçilmek istenmiştir. Atatürk’ün milliyetçiliğinin diğer milliyetçi akımlardan
ayrılmasının temel nedeni halkçılığa dayanması ve bu ilkeyi devletin ana esası
düzeyine getirmesidir. Halkevleri bu amaçla kurulmuş ve kısa zamanda Türkiye
insanını orta çağ uykusundan uyandırarak, genç cumhuriyetin çağdaş toplumu haline
getirebilmiştir.
Küresel emperyalizmin desteklediği Büyük Orta Doğu ya da
Büyük İsrail projeleri doğrultusunda bütün Osmanlı hinterlandında küçük
eyaletlerden oluşan bir bölgesel federasyon istendiği için Türkiye’nin de ulus
devlet olmaktan çıkması doğrultusunda ulusal vatandaşlığın kaldırılması ve
yerine, anayasal vatandaşlığın getirilmesi istenmektedir. Türkiye bu sorun ile
daha kuruluş aşamasında karşı karşıya geldiği için, Atatürk bu sorunu halkçılık
esasına dayanan bir ulusalcılık uygulaması ile aşmaya çalışmış ve bunda da
başarılı olmuştur. Bu yüzden, Türkiye Cumhuriyeti anayasasında Türk
milliyetçiliği değil ama Atatürk milliyetçiliği ilkesi Atatürk’ün devlet
modelinin temel bir ilkesi olarak yer almaktadır. Bu açıdan Atatürk
milliyetçiliği için bir anlamda anayasal vatandaşlık doğrultusunda bir tanım
yapılabilir, çünkü bugün gündeme getirilen anayasal vatandaşlık sorunu yüz yıl
önce Türk devletinin kuruluşunu tehdit eden alt kimlikler sorununun aşılabilmesi
için önerilmektedir. Halkçılık esasını benimsemiş, devlet yapısını halkçı bir
temele oturtmuş olan Atatürk Cumhuriyetinde bütün alt kimlikli gruplar ve
vatandaşlar halkçı bir ulusalcı devlet modeli içinde yaşamlarını uyum içinde
sürdürebilmişlerdir. Batı
emperyalizminin Siyonizm ile işbirliği yaparak merkezi alana müdahale etmesi
aşamasında yeniden hortlatılan alt kimlikler yolu ile ulusal vatandaşlıktan
vazgeçilmesi devlet yapısını çökertecek, anayasal vatandaşlığın bu aşamada yeni
vatandaşlık türü olarak öne çıkarılmasıyla da Sevr haritası doğrultusunda
Balkanizasyonu Türkiye üzerinden Orta Doğu’ya taşıyacak, bölgedeki on ulus
devleti otuz eyalet devletine dönüştürerek emperyalizmin önünü açacaktır.
Kanada, Amerika, Avustralya, Güney Afrika gibi Britanya imparatorluğu çatısı
altında göçmen kabul eden büyük göçmen devletlerinde görülen çok kültürlü yapı
doğrultusunda önerilen anayasal vatandaşlık, Avrupa’nın ulus devletlerinde tam
olarak uygulanamamıştır. Türkiye’de bir ulus devlet olarak, ulusal bütünlüğünü
sarsabilecek böyle bir dönüşüme hazır değildir. Bu çerçevede, Atatürk
milliyetçiliği devletin halkçı yapısı doğrultusunda devreye sokularak bugünün
gereksinimleri dün olduğu gibi yeniden karşılanabilmelidir. Atatürk
milliyetçiliğini anayasal vatandaşlık gerektiren durumlar için daha gelişmiş bir
çizgide yeniden düzenleyerek, Türkiye bazı sıkıntılarını aşabilecektir.
Geçmişin deneyimleri bu konuda bugünün yönetimlerine ışık tutmakta ve ders
vermektedir.
Atatürk milliyetçiliğinin halkçılık özüne dayalı ulusalcı yapısı,
ulusal vatandaşlığın yarattığı sorunların aşılmasında destek sağlayarak, Türkiye’nin
karşı karşıya kaldığı dönemeci aşmasına yardımcı olabilecek ve anayasal
vatandaşlığa geçilmesine gerek bırakmayacaktır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder