Ortadünya Kavramı
olarak Kul’luk
Tarih boyu Ortadünya’nın halkları daima “kul” olmuştur.
Kralın, sultanın veya padişahın Kulu’dur. Kabile veya aşiretine kul’dur. Kabile
veya aşireti yoksa bir şeyhin veya tarikatın kulu’dur. Günümüzde siyasi
partilere kul’dur. Karısına, kocasına kul’dur. Kulu ve kölesi olacak birilerini
bulur mutlaka bu halk.
Coğrafya ve iklim insanların mizaçlarına etki eder. Mizaç
ise dünya görüşü, hayat felsefesi, inanç ve siyasal sistemler ile doğrudan
ilintilidir. Dolayısıyla farklı coğrafyaların, iklimlerin insanları farklı
dünya görüşlerine ve din anlayışlarına sahip olurlar. Bir siyasal sistem veya
inanç sistemi farklı coğrafyalarda farklı şekillerde tezahür eder. Bir toplumu
anlayabilmek için, değerlerine vakıf olabilmek için o toplumun coğrafyası ve
ikliminden kaynaklanan amilleri bilmek gerekir. Bir coğrafyada şekillenen
siyasal sistemlerin ve inançların tarihsel süreci okunmadan, o coğrafyanın
insanlarının, davranışlarının ardındaki tortuları anlamak ta mümkün olamaz.
Bu bağlamda, Kadim Mezopotamya ve Pers uygarlıklarını
anlamadan orta doğunun değerlerini, dünya görüşünü ve inanç sistemini anlamak
olanaksızdır. Belki çağımız aydınının en büyük yanlışı, batı kavramlarını
evrensel kabul edip, orta dünya halklarını bu kavramlarla izah etmeye
çalışmalarıdır. Mesela, Ortadoğu halklarının genel bir özelliği “kul” olmaktır.
(“abd”-“köle”) Buradaki kölelik asla batı aklının anladığı bir kölelik
değildir. Persler “Achaemenid” hanedanı
ile başlayan, Partlar (Aşkâniân) ve Sasani’ler ile devam eden en kadim siyasal
fenomendir. Pers kültürü, topraklarında yaşayan herkesin, kralların kölesi
olduğunu kabul eder. Ancak bu zoraki değil gönüllü bir köleliktir. Pers
topraklarında dil, din, etnisize farkı gözetmeksizin her fert efsanevi Pers
tacının kulu olmaktan şeref duyarlar. Kılıçlarını ve hizmetlerini kutsal
krallara sunmak, onlar için yaşamak en büyük onurdur. Dolayısıyla kutsal kral
bireyin varlığının teminatı ve amacını teşkil eder. Onsuz ne fert, ne toplum ne
de devlet bir anlam ifade etmez. Tanrısallıkları, Mısır ve Yunandan farklı olan
efsanevi Pers krallarına öykünme çok uzun yıllar devam etmiştir. (Selçuklu
sultanlarının isimlerindeki “Key” (Key Hüsrev,Key Kavus) bile Pers krallarının
unvanıdır . )
Pers krallarının evlatlarını toprağa diri diri gömme ritüelini
bilmezsek cahiliye döneminde Arapların kız çocuklarını neden diri diri toprağa
gömdüklerini de anlayamayız. Veya Müslümanların neden “Allah’ın kulu”
(Abdullah)tabirini kullandıklarını… Peygamber Allah’ın kulu ve elçisidir. Yani
Kiyanîyân’ın (Efsanevi Pers kralları) değil sadece Allah’ın kulu… Peygamber,
“ille de kul olacaksanız bari sadece Allah’a kul olun”, demesine rağmen kulluk
genleri her dönemde itaat edecek Putlara sahip olmuştur ortadünyada.
Kürtlerin ve diğer ortadünya halklarının binlerce
yıl var olmalarına rağmen bir devlet kuramamalarının nedenselliği
irdelendiğinde gene bu kadim kültürü refere etmemiz gerekecektir. Pers
medeniyeti varken, onun kültür coğrafyasında başka bir medeniyet kurulması
olanaksızdır.
Sümer’le başlayan Mezopotamya medeniyet serüveni Perslerin
hâkimiyetiyle son bulmuş ve bu coğrafyada Perslere rağmen var olmak mümkün
olmamıştır. İslam-Arap devletleri, Türk devletleri bu coğrafyada hüküm
sürmüşler ama her şeyleriyle Pers devleti olarak var olmuşlardır. Siyaset,
iktisat, dil, medeniyet hepsinden öte inanç Pers medeniyetinden mayalanmıştır.
Mesela, el sıkışma (tokalaşma)veya hediye olarak çiçek vermenin Perslerden
kalma gelenekler olduğunu biliyor muydunuz? Tevrat’ın cezalandırıcı Tanrısı
dahi Efsanevi Pers imparatoru “büyük Cyrus” tan (Kuroş veya Keyhüsrev) övgüyle söz eder.
Şimdi, orta dünyanın, kul’luk genlerinden bi-haber, batı
aklının kavramlarını, özgürlük, demokrasi, eşitlik, siyasi parti vs. uygulayın
bu coğrafyanın halklarına... Bu gün şahit olduğumuz üzere “demokrasi kulları”
türeyecektir. Sosyalizm, ortadünya’ya sadece Baas’ın kulluk rejimini
getirebilirdi ve onu getirdi zaten. Sosyalist idea, “kanımız, canımız sana
fedadır ey Nasır veya Saddam” sloganıyla tükendi bu topraklarda… Ortadünya halkları
için kan ve can feda edilecek bir mercii her zaman bulunur.
Emir almadan ne ibadet ne maişeti olmayan bu insanlar,
batının birey’i olamadan demokrasisine tâbi olduklarında, aşiret ağaları, şeyh
hanedanları, dini kisve sahipleri elbette ve kaçınılmaz olarak seçilecekler, oy
alacaklar, canlar ve kanlar onlara feda edilecek... Seçilmiş meşru temsilciler
olarak halkın iradesini yansıtacaklar. Çünkü halk iradesi demek, halkın kulu
olduğu insanlara itaat etmesi demektir ortadünyada. Buna feodalite denemez.
Feodalitede zorunluluk vardır burada ise gönüllülük esastır. Kendisini “yüce
bir şahsiyete hizmet etmekle yüceltme” anlayışı, feodalitenin egemen
aristokrasi geleneği ile bağdaşmaz. Bu yüzdendir ki, bu toplumlarda
aristokrasiden de bahsedilemez. Egemen, Tanrı kadar tektir. Bilim
insanlarımızın bu coğrafya ve iklimin gen haritasını çıkarması gerekirken
tercüme ettikleri batılı metinlerin şablonları elbette orta dünyaya oturmamakta
ve batı insanına refah getiren bu kavramlar bize sadece kaos getirmektedir.
Türk Cumhuriyeti, bu durumu aşmak üzere ilk yıllarında
hummalı bir eğitim faaliyetine girişmiş, tebaa genlerini birey’e tevdi etmek,
insanların sorarak değil sorgulayarak seçimlerini yapmasını mümkün kılmak,
kararlarını öğütle değil akılla verebilen bir insan yaratmak idealini
gerçekleştirmeye çalışmıştı. Bu tavrı ile belki tüm ortadünya halklarına emsal
olacaktı. Bu tavır salt batıcılık olarak algılandı. Oysa batıcı olmak başka,
batı aklının kümülatif bilgisini massetmek başkadır. Tıpkı ilk aydınlanma
dönemi batı mütefekkirlerinin Arap ve Fars aklının hikmetini massetmesi gibi.
İran şahı Pehlevi,
Kaçarlara son verdikten sonra Atatürk gibi olmayı hayal eder. Cumhuriyet
kurmak çağdaş bilgiyle geleneği buluşturan kavramları oluşturmak, her bir
insana ulaştırmak ve halkını değiştirmeden dönüştürmek ideali, tüm ortadünyada
olduğu gibi İran’da da alevlenmişti. Ancak kutsal fısıltı “boş ver Cumhuriyeti
sen 2500 yıllık “keyani” tacının varisisin” dediğinde buna tav olmayacak
iradeyi gösterememişti, dolayısıyla o haşmetli Fars kültürü İngiliz sömürgesi
olmaktan kurtulamamıştı. Oysa Atatürk’e “sen padişah ol” teklifi geldiğinde
sadece gülümsemişti. “Bana fiyat olarak bunu mu layık gördünüz “ dercesine
elinin tersini göstermişti. Bu
topraklarda her alanda mütefekkir yetişmesi için halkının önünü açmıştı.
Kendisini panteonda tapınılan bir Tanrı olarak değil, rol model alınan fakat
aşılması gereken bir yurtsever olarak görmüştü.
Bu gün ortadünyada süren ve muhtemelen daha da sürecekmiş
gibi görünen kaosun temelinde kolaycı, pratik çözüm arayışlarından başka bir
şey yatmamaktadır. Binlerce yıllık davranış kalıplarını, kırık İngilizcesiyle
tercüme ettiği makalelerle, “eureka” diye bağırarak değiştirebileceğini sanan
aydınlar bu topraklara ayrılık, fitne ve savaştan başka bir şey sunamazlar.
Ortadünya’nın tüm halkları huzur ve sükûn istiyorlarsa uzun ve zor bir uğraş
vermeleri gerektiğini bilmelidirler. Avrupa yüzyıllarca bu günün bedelini
ödedi. Yakıldı, işkence gördü. İktidar sofralarının müdavimi aydınlarımız
hakikat uğruna yakılmayı göze alabilirler mi acaba? Sırf, güneş te bir
yıldızdır dediği için yakılan G.Bruno’yu hangi din adamımız örnek alır?
Kendimiz kalarak beyinlerimizi dönüştürecek felsefeleri
kurabilir kavramlarımızı oluştura bilirsek, bilime de, teknolojiye de ve paraya
da sahip olabiliriz. O zaman topraklarınızı sömürmeyi planlayanlar inanın size
saygı duyacak ve kendilerine denk göreceklerdir ortadünyanın kadim halklarını.
Belki o zaman gerçekten bu topraklarda “Tanrının Krallığını” kurmuş oluruz.
“Tarihte iki sınıf insan vardır. Tarih yazanlar ve yazılan
tarihi yaşayanlar.” Tarihi yazan değil, kendisine uygun görülen tarihi yaşamayı
seçen toplumlar mutlaka bir efendi edinirler. Özgür olmak tarihi figüranlığı
reddedip kendi tarihini yazmaktır. Özgür olmak Pehlevi gibi bir taca bir tahta
tav olmamaktır. Özgür olmak başı dik yaşayıp bedel ödemektir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder