31 Ara 2012

Ortadünya Kavramı olarak Kul’luk


Ortadünya Kavramı olarak Kul’luk
Tarih boyu Ortadünya’nın halkları daima “kul” olmuştur. Kralın, sultanın veya padişahın Kulu’dur. Kabile veya aşiretine kul’dur. Kabile veya aşireti yoksa bir şeyhin veya tarikatın kulu’dur. Günümüzde siyasi partilere kul’dur. Karısına, kocasına kul’dur. Kulu ve kölesi olacak birilerini bulur mutlaka bu halk.

Peki Neden?

Coğrafya ve iklim insanların mizaçlarına etki eder. Mizaç ise dünya görüşü, hayat felsefesi, inanç ve siyasal sistemler ile doğrudan ilintilidir. Dolayısıyla farklı coğrafyaların, iklimlerin insanları farklı dünya görüşlerine ve din anlayışlarına sahip olurlar. Bir siyasal sistem veya inanç sistemi farklı coğrafyalarda farklı şekillerde tezahür eder. Bir toplumu anlayabilmek için, değerlerine vakıf olabilmek için o toplumun coğrafyası ve ikliminden kaynaklanan amilleri bilmek gerekir. Bir coğrafyada şekillenen siyasal sistemlerin ve inançların tarihsel süreci okunmadan, o coğrafyanın insanlarının, davranışlarının ardındaki tortuları anlamak ta mümkün olamaz.

Bu bağlamda, Kadim Mezopotamya ve Pers uygarlıklarını anlamadan orta doğunun değerlerini, dünya görüşünü ve inanç sistemini anlamak olanaksızdır. Belki çağımız aydınının en büyük yanlışı, batı kavramlarını evrensel kabul edip, orta dünya halklarını bu kavramlarla izah etmeye çalışmalarıdır. Mesela, Ortadoğu halklarının genel bir özelliği “kul” olmaktır. (“abd”-“köle”) Buradaki kölelik asla batı aklının anladığı bir kölelik değildir. Persler  “Achaemenid” hanedanı ile başlayan, Partlar (Aşkâniân) ve Sasani’ler ile devam eden en kadim siyasal fenomendir. Pers kültürü, topraklarında yaşayan herkesin, kralların kölesi olduğunu kabul eder. Ancak bu zoraki değil gönüllü bir köleliktir. Pers topraklarında dil, din, etnisize farkı gözetmeksizin her fert efsanevi Pers tacının kulu olmaktan şeref duyarlar. Kılıçlarını ve hizmetlerini kutsal krallara sunmak, onlar için yaşamak en büyük onurdur. Dolayısıyla kutsal kral bireyin varlığının teminatı ve amacını teşkil eder. Onsuz ne fert, ne toplum ne de devlet bir anlam ifade etmez. Tanrısallıkları, Mısır ve Yunandan farklı olan efsanevi Pers krallarına öykünme çok uzun yıllar devam etmiştir. (Selçuklu sultanlarının isimlerindeki “Key” (Key Hüsrev,Key Kavus) bile Pers krallarının unvanıdır . )

Pers krallarının evlatlarını toprağa diri diri gömme ritüelini bilmezsek cahiliye döneminde Arapların kız çocuklarını neden diri diri toprağa gömdüklerini de anlayamayız. Veya Müslümanların neden “Allah’ın kulu” (Abdullah)tabirini kullandıklarını… Peygamber Allah’ın kulu ve elçisidir. Yani Kiyanîyân’ın (Efsanevi Pers kralları) değil sadece Allah’ın kulu… Peygamber, “ille de kul olacaksanız bari sadece Allah’a kul olun”, demesine rağmen kulluk genleri her dönemde itaat edecek Putlara sahip olmuştur ortadünyada.

Kürtlerin ve diğer ortadünya halklarının binlerce yıl var olmalarına rağmen bir devlet kuramamalarının nedenselliği irdelendiğinde gene bu kadim kültürü refere etmemiz gerekecektir. Pers medeniyeti varken, onun kültür coğrafyasında başka bir medeniyet kurulması olanaksızdır.

Sümer’le başlayan Mezopotamya medeniyet serüveni Perslerin hâkimiyetiyle son bulmuş ve bu coğrafyada Perslere rağmen var olmak mümkün olmamıştır. İslam-Arap devletleri, Türk devletleri bu coğrafyada hüküm sürmüşler ama her şeyleriyle Pers devleti olarak var olmuşlardır. Siyaset, iktisat, dil, medeniyet hepsinden öte inanç Pers medeniyetinden mayalanmıştır. Mesela, el sıkışma (tokalaşma)veya hediye olarak çiçek vermenin Perslerden kalma gelenekler olduğunu biliyor muydunuz? Tevrat’ın cezalandırıcı Tanrısı dahi Efsanevi Pers imparatoru “büyük Cyrus” tan (Kuroş veya Keyhüsrev)  övgüyle söz eder.

Şimdi, orta dünyanın, kul’luk genlerinden bi-haber, batı aklının kavramlarını, özgürlük, demokrasi, eşitlik, siyasi parti vs. uygulayın bu coğrafyanın halklarına... Bu gün şahit olduğumuz üzere “demokrasi kulları” türeyecektir. Sosyalizm, ortadünya’ya sadece Baas’ın kulluk rejimini getirebilirdi ve onu getirdi zaten. Sosyalist idea, “kanımız, canımız sana fedadır ey Nasır veya Saddam” sloganıyla tükendi bu topraklarda… Ortadünya halkları için kan ve can feda edilecek bir mercii her zaman bulunur.

Emir almadan ne ibadet ne maişeti olmayan bu insanlar, batının birey’i olamadan demokrasisine tâbi olduklarında, aşiret ağaları, şeyh hanedanları, dini kisve sahipleri elbette ve kaçınılmaz olarak seçilecekler, oy alacaklar, canlar ve kanlar onlara feda edilecek... Seçilmiş meşru temsilciler olarak halkın iradesini yansıtacaklar. Çünkü halk iradesi demek, halkın kulu olduğu insanlara itaat etmesi demektir ortadünyada. Buna feodalite denemez. Feodalitede zorunluluk vardır burada ise gönüllülük esastır. Kendisini “yüce bir şahsiyete hizmet etmekle yüceltme” anlayışı, feodalitenin egemen aristokrasi geleneği ile bağdaşmaz. Bu yüzdendir ki, bu toplumlarda aristokrasiden de bahsedilemez. Egemen, Tanrı kadar tektir. Bilim insanlarımızın bu coğrafya ve iklimin gen haritasını çıkarması gerekirken tercüme ettikleri batılı metinlerin şablonları elbette orta dünyaya oturmamakta ve batı insanına refah getiren bu kavramlar bize sadece kaos getirmektedir.

Türk Cumhuriyeti, bu durumu aşmak üzere ilk yıllarında hummalı bir eğitim faaliyetine girişmiş, tebaa genlerini birey’e tevdi etmek, insanların sorarak değil sorgulayarak seçimlerini yapmasını mümkün kılmak, kararlarını öğütle değil akılla verebilen bir insan yaratmak idealini gerçekleştirmeye çalışmıştı. Bu tavrı ile belki tüm ortadünya halklarına emsal olacaktı. Bu tavır salt batıcılık olarak algılandı. Oysa batıcı olmak başka, batı aklının kümülatif bilgisini massetmek başkadır. Tıpkı ilk aydınlanma dönemi batı mütefekkirlerinin Arap ve Fars aklının hikmetini massetmesi gibi.

İran şahı Pehlevi,  Kaçarlara son verdikten sonra Atatürk gibi olmayı hayal eder. Cumhuriyet kurmak çağdaş bilgiyle geleneği buluşturan kavramları oluşturmak, her bir insana ulaştırmak ve halkını değiştirmeden dönüştürmek ideali, tüm ortadünyada olduğu gibi İran’da da alevlenmişti. Ancak kutsal fısıltı “boş ver Cumhuriyeti sen 2500 yıllık “keyani” tacının varisisin” dediğinde buna tav olmayacak iradeyi gösterememişti, dolayısıyla o haşmetli Fars kültürü İngiliz sömürgesi olmaktan kurtulamamıştı. Oysa Atatürk’e “sen padişah ol” teklifi geldiğinde sadece gülümsemişti. “Bana fiyat olarak bunu mu layık gördünüz “ dercesine elinin tersini göstermişti.  Bu topraklarda her alanda mütefekkir yetişmesi için halkının önünü açmıştı. Kendisini panteonda tapınılan bir Tanrı olarak değil, rol model alınan fakat aşılması gereken bir yurtsever olarak görmüştü.

Bu gün ortadünyada süren ve muhtemelen daha da sürecekmiş gibi görünen kaosun temelinde kolaycı, pratik çözüm arayışlarından başka bir şey yatmamaktadır. Binlerce yıllık davranış kalıplarını, kırık İngilizcesiyle tercüme ettiği makalelerle, “eureka” diye bağırarak değiştirebileceğini sanan aydınlar bu topraklara ayrılık, fitne ve savaştan başka bir şey sunamazlar. Ortadünya’nın tüm halkları huzur ve sükûn istiyorlarsa uzun ve zor bir uğraş vermeleri gerektiğini bilmelidirler. Avrupa yüzyıllarca bu günün bedelini ödedi. Yakıldı, işkence gördü. İktidar sofralarının müdavimi aydınlarımız hakikat uğruna yakılmayı göze alabilirler mi acaba? Sırf, güneş te bir yıldızdır dediği için yakılan G.Bruno’yu hangi din adamımız örnek alır?

Kendimiz kalarak beyinlerimizi dönüştürecek felsefeleri kurabilir kavramlarımızı oluştura bilirsek, bilime de, teknolojiye de ve paraya da sahip olabiliriz. O zaman topraklarınızı sömürmeyi planlayanlar inanın size saygı duyacak ve kendilerine denk göreceklerdir ortadünyanın kadim halklarını. Belki o zaman gerçekten bu topraklarda “Tanrının Krallığını” kurmuş oluruz.

“Tarihte iki sınıf insan vardır. Tarih yazanlar ve yazılan tarihi yaşayanlar.” Tarihi yazan değil, kendisine uygun görülen tarihi yaşamayı seçen toplumlar mutlaka bir efendi edinirler. Özgür olmak tarihi figüranlığı reddedip kendi tarihini yazmaktır. Özgür olmak Pehlevi gibi bir taca bir tahta tav olmamaktır. Özgür olmak başı dik yaşayıp bedel ödemektir.

Hiç yorum yok: