![]() |
| En sağda M. KemalAtatürk |
Pedalını çevirmediğimiz bisikletten düşmüş durumdayız; Cumhuriyet’i ilerletme yolundaki gönülsüzlük ve tereddütler, bütünüyle geri, yönetme kabiliyeti olmayan, bütün zihni talan ve istibdata ayarlı bir liberal-dinci ittifakıyla halkımızı baş başa bıraktı. 31 Mart da buydu. Nitekim, şimdi bu ittifak, tarihteki atasının başat simgelerinden birini, Taksim Kışlası’nı yeniden dikme müjdesi veriyor. Demiröreninki gibi görgüsüzce sırıtan bir ticaret merkezi ve daha çok siyasal bir abide olacağı kesin; İstanbul’u finans merkezi olarak görmek isteyen İstanbullu koç patronlar ile AKP rantçılığından pay almak üzere giderek daha da saldırganlaşan Anadolu kaplanı “muhafazakarlığının” ağzını aynı ölçüde sulandırdığı açık. Tabii bir ara 31 Mart ayaklanmasında “isyan günlerinde aşk” fantezileri kurmuş liberal kalemleri unutmamak gerek: Daha önce insanları “demokrasi” hayaliyle uyuşturmuş bu kesimin şimdiden kışlanın ortasına kurulacağı vaat edilen buz pistinde vals düşleri salgılamamasını ayıp sayıyoruz. Bir abide dikiyorlar; abideyle 31 Mart günlerini anıyorlar. Nostaljileriyle insanımızda da nostalji duyguları uyandırıyorlar, öyleyse anımsamak gerekiyor.
31 Mart’ın özü: Devrimde tereddüt
31 Mart Vakası’nın nedenleri üzerine çok görüş vardır. Kimi, Temmuz 1908 Meşrutiyet devriminin geleneksel toplumda yarattığı huzursuzluğa, kimi ordu içinde Abdülhamid yanlısı “alaylı” ile İttihatçı “mektepli” subay çatışmalarına, kimi basitçe Rumeli’den gelmiş İttihatçı subayların İstanbul’daki garnizonlarda yarattıkları rahatsızlığa bağlıyor. Olayın motivasyonları bir yana, aslında 31 Mart’ın özü hiç de karmaşık değildir: 31 Mart, yarım bırakılmış bir devrimin faturasıdır.
Resneli Niyazi ile Enver komutasında dağa çıkan İttihatçı subaylar, kararlılıklarıyla Temmuz 1908’de Sultan Abdülhamid’e anayasayı kabul ettirmişlerdi; buna Meşrutiyet devrimi diyoruz. Bununla birlikte, İttihat ve Terakki, bir devrimci partiden beklenebilecek hamleleri yapmadı; herhalde bunun en sarih kanıtı, Sultan Abdülhamid’in devrimden sonra da tahtta kalmasıdır. İttihatçılar, iktidara gelip bütün ülkeyi devrimin programı doğrultusunda doğrudan yönetmek yerine, geride, devrimin koruyucusu, parlamento dışı bir güç olarak kalmayı yeğlediler. Çünkü aslında iktidarlarında onlara kılavuz rolü görecek bir teori ve program, bunu gerçekleştirecek asgari homojenlikten yoksunlardı. İttihat ve Terakki bir devrim örgütü olduğunu kanıtlamıştı, ama iktidar örgütü olamamıştı.
Kendi devrimini sürdüremeyen İttihat ve Terakki, düşmanı olan güçlerin bir bir serpilmesini izlemek durumunda kaldı. Parlamentoda, ülkenin her yanını saran siyaset kulüplerinde, bürokraside ve tabii ordu içinde, devrimin radikalleşmediğini gören İttihat-karşıtı güçler, toparlanmaya başladı. Bir ülkede “iki iktidar” olamayacağı kesindi. İttihat ve Terakki’ye beklenen darbe 31 Mart günkü ayaklanmayla geldi. Ayaklanan güçler arasında devrim karşıtı dinsel odaklar olduğu gibi, bu odakları kendi çıkarlarına kullanmayı planlayan liberal çevreler de bulunuyordu. 31 Mart’ta Payitaht’ı, bu arada Erzincan ile Erzurum’u ele geçiren, böyle bir kamptır.
![]() |
| Aydınlar tarafından yürütülen muhalefet sonucunda okullarda da ıslahat hareketlerine girişilmiş, yeni okullar açılmaya başlanmıştı. |
Hareket Ordusu: Bekle bizi İstanbul
İstanbul’da bir ittifak varsa, Kabe-i Hürriyet, Selanik’te de bir ittifaka yol açılmıştı. İttihat ve Terakki’nin genç subayları, Enverler konusunda pek çok eleştiri yapılabilir, ama şu söylenemez: Lümpen değillerdi. Başka deyişle, kahvede vatan kurtarmak ile cephede vatan kurtarmak arasındaki farkı biliyorlardı. Önyargılarla hareket etmiyorlardı ve ittifak ustasıydılar. Hemen Hareket’e geçtiler, İstanbul’u geri almak üzere müthiş bir güç topladılar.
Rumeli Üçüncü Ordu’daki genç subaylar Selanik’ten yola çıktıklarında, yanlarında yalnızca redif taburları değil, Selanik esnafı ve İttihatçılar’ın önce düşmanı, sonra devrimde müttefiki İç Makedonya Devrimci Örgütü’ne bağlı komitacı gruplar da bulunuyordu. Hatıratlardan, ordunun başta çok da büyük olmadığını anlıyoruz, yürürken güçleniyorlardı; Edirne’ye vardıklarında, İkinci Ordu’dan bazı birlikler de onlara katılıyordu. Meclis’in ruhsuz salonunda birleşemeyen “unsurlar”, birlikte yürürken, Hareket kararlılığıyla toplanmaya başlamışlardı.
Komutası da Hareket halinde oluştu. Tarihçiler, Mahmut Şevket Paşa’nın orduya kuruluşundan ve hareketinden birkaç gün sonra, Edirne’de, 22 Nisan’da katıldığını belirtiyorlar. Binbaşı rütbesindeki Fethi Okyar ile İsmet İnönü ve Kazım Karabekir gibi sonraki yıldız komutanların yanında, dönemin yıldızları Binbaşı Enver Bey, Binbaşı Fethi Bey, kuşkusuz yanında komitacılarıyla Resneli Niyazi, Makedonyalı deneyimli komitacı Yane Sandanski de İstanbul kapılarına dayanmışlardı.
İstanbul mu? Fransız Assumptionist Kilisesi’nin günlüklerine bakılırsa, padişah yanlısı avcı taburlarının elinde rehin, her an gayrimüslimlere, İttihatçılara, aydınlara ve bilimum “iç düşmanlara” yönelik bir katliam beklentisiyle korkmuş, sinmişti. İstanbul, 1808’de Alemdar Mustafa Paşa’dan, 1923’de Mustafa Kemal’den beklediğini, 1909’da Mahmut Şevket Paşa’dan bekliyordu. Bekledikleri, eski adıyla Makriköy denen, Bakırköy ve Yeşilköy’den İstanbul’a girdiler.
Taksim Kışlası nostaljisi
Birkaç yıl önce Slav kadınlara yönelik fuhuş sektörünün merkeziydi, şimdi emirliklerden gelen görgüsüz, çarşaf ve sakallı turistlerle, belki de El Kaide militanlarıyla doldurdular; artık emekçi halkımıza Taksim Şehit Muhtar caddesine giriş haramdır denebilir. Caddeye adını veren Binbaşı Muhtar Bey de, Hareket Ordusu komutanlarından olup bölgeye müfrezeyle girebilmişti; Taksim Kışlası önüne geldi. İsyancıları mı küçümsüyordu, gafil mi avlanmıştı, Harbiye’ye doğru yürüyüşe geçtiğinde, Avcı taburlarından askerlerin kaçarken açtıkları ateşle beklenmedik biçimde düşmüştü, anlaşılan müfrezesinin en önünde gidiyordu. Karşılığında Taksim Kışlası, topa tutuldu ve kışla, 1939’daki son darbeden önce, aslında o gün yıkıldı. 1939’a gelindiğinde artık, bir metruk ve Hareket Ordusu komutanlarından İsmet İnönü’nün muhtemelen “silmek” istediği bir anıdan fazlası değildi.
Enver Bey’i ise şimdiki Diva Oteli’nin yerindeki mevzide, kurduğu toplarla Taşkışla’yı döverken anlatıyorlar. Padişah yanlısı Avcı Taburları sonunda top ateşinden bunalıp yarma harekatına girişince, hiç aman vermediği, hepsinin üzerine mitralyöz ateşi açtırdığı biliniyor. Şimdi İstanbul Teknik Üniversitesi kampüsü olan Taşkışla’da muharebenin bir tam gün kesintisiz sürdüğü de kaydedilenler arasındadır.
Ruhi Su’nun sesiyle “böyle bir İstanbul gördük”, Davutpaşa’dan Taksim’e, oradan Yıldız’a, Hareket Ordusu, Avcı taburlarıyla bütün merkezlerde çatışarak İstanbul’u geri aldı. Çok kayıp verdikleri de belirtiliyor; Saltanat yalnısı askerler teslim olduklarını söyleyince, mevzi almadan yaklayan Hareket ordusuna ateş açıyorlardı. Bu taktik ya da takiyye, gönüllülerle büyümüş bir kararlılık karşısında onları kurtaramadı.
Ne denebilir, kolektif bellek asla tek taraflı işlemez, herkesin anılarını harekete geçirir. Bunların yaptıkları yapacaklarının teminatıdır, diyebiliriz. Demirören gibi bir mimari skandala bu kışlayı da ekleyerek kendilerince zafer abidesi dikiyorlar. İsmet İnönü’ye ve giderek Cumhuriyet’e bir nispet ve hamaset olduğunu gizlemiyorlar. Doğru, abide kurmak bir rahatlık göstergesidir ve fakat devrimlerin en coşkulu evresi de abidelerin yıkıldığı anlardır.
31 Mart 1909’da şeriatçılar ayaklandı
31 Mart 1909’da İstanbul, geniş katılımlı, dinsel yönleri ağırlıklı bir ayaklanmaya sahne oldu; kitleler şeriat isteklerini ve meclis aleyhine padişaha desteklerini açıkça dile getirerek İstanbul’u ele geçirdiler. O gün, başta Taksim Topçu kışlasında ve Taşkışla’da olmak üzere, pek çok yerde, Abdülhamid sempatizanı asker taburları Temmuz 1908 Anayasa Devrimi’nin baş aktörü İttihat ve Terakki’ye karşı ayaklandılar. Ayaklanma, başta yalnızca İttihat ve Terakki’ye karşı görünüyordu; isyancılar, Anayasa’ya karşı olmadıklarını bildirilerinde yineliyorlardı. Ama bazı liberalleri de hüsrana uğratacak biçimde, isyan İttihat ve Terakki’yle sınırlı kalmadı ve bütünüyle anayasal rejim karşıtı bir eyleme dönüştü. “Şeriat isteriz” diye bağıran asker ve esnaf kitlesi Meclis’i bastı, Kabine üyeleri, İttihatçıların ideologu sayılan Hüseyin Cahit Bey’e benzetilen Lazistan mebusu öldürüldü. Meclis başkanı Ahmed Rıza istifa ettirildi. Gene İttihatçılar’ın Tanin matbaası basıldı, yağmalandı. Hüseyin Cahit, İttihatçı önderlerle birlikte gizlenerek İstanbul’u terk ettiler. Ayaklanma, İstanbul’da padişaha bağlı garnizonlar ve esnaf arasında hızla yayıldı. Nihayet, “seçimle gelmiş hükümetin yerine” başka bir hükümet tesis edildi. Bu darbe-isyanın yarattığı öfke, ülkenin her yerinden yağan telgraflarda hissediliyordu:
“Gayr-i meşrû’ olarak teşkil olunan kabinenizi kat’iyyen tanımadığımız gibi, alçakçasına edilen cinâyâtın intikamını almak üzere harekete müheyyâyız (...) telgrafımıza akşama kadar cevap gelmez ise bütün mes’ûliyyet müsebbiplerine âid olmak üzere ve indallahca cezây-ı maneviyyelerini çekmek üzere teşkil eylediğimiz millî taburlarla hareket eyliyeceğimizi ve müstebitler ile İstanbul kapılarında anlaşacağımız arzeyleriz.” 2 Nisan 1325 İşkodra umum Hey’et-i askeriyesi


Hiç yorum yok:
Yorum Gönder