19.yüzyılda başlayan ve elan hayatımıza etki eden Siyasal
İslam fenomeni nedir?
Nurculuk hareketinden İhvan-ı Müslimin’e, Cemaat-ı
İslami’den Rabıta’ya kadar Müslüman ülkelerde boy gösteren yapıların fikri alt
yapıları nelerdir, kimlere dayanır?
1400 yıl boyunca eşine, benzerine ve uygulamalarına şahit
olmadığımız türden bir din anlayışının son yüzyılda Müslümanları klanlara
bölmesinin ardında yatan motivasyon nedir?
Sanki ortadünya halkları, 1400 yıldır Müslüman değillermiş
gibi, yeniden onları dinle buluşturma heves ve gayreti, nasıl ve niçin ortaya
çıktı?
Bilinen tüm gelenekleri evirip, hayali bir “asrısaadet”
anlayışı çerçevesinde, bireyi, toplumu ve dolayısıyla devleti, yeniden dizayn
etme arzusu nasıl sonuçlar doğurmuştur?
Türkiye, Mısır, Pakistan gibi önemli Müslüman ülkelerdeki
siyasal İslami hareketlerin ilk muharrikleri kimlerdir ve neyi
hedeflemişlerdir?
Bu, yüzyıllık “modernite” girişimleri, ortadünya halklarını
“modernite” ile buluşturmak yerine ortaçağın karanlık dehlizlerinde yok olmaya
doğru yuvarlaması çelişkisini ne ile izah ede biliriz?
Bu ve bundan sonraki birkaç yazımda, İslam ülkelerini ciddi
anlamda etkisi altına alan cemaatleri irdeleyeceğim.
Fikri arka planlarını, amaçlarını ve karizmatik liderlerini
sorgulayacağım. Arap baharının baş aktörleri olan bu cemaatlerin
sorgulanmasının, ortadünya halkları için artık bir gereklilik olduğu açıktır.
Ortadünya’nın kadim halklarının kimyalarını değiştirecek operasyonlara her gün
şahit olduğumuz bir ortamda, damgasız biri olarak, haklı ve elzem sorular
sormayı tarihi bir vazife addediyorum.
İmdi,
İslam’ın ve onu temsil eden Osmanlı İmparatorluğunun, batı
medeniyeti karşısındaki yenilgileri ve gerilemesi, İslam toplumlarında haklı
bir soruyu da gündeme getirmişti. “Biz neden geri kaldık?”
Oysa Batı, 500 yıl öncesinden beri, “kâfirler”, yani Araplar
ve sonrasında Türkler, karşısında geri
kalmalarının nedenlerini sorguluyorlardı.
Kilise babalarının, “Tanrının yolundan sapmamız ve
günahlarla yoğurulmamız nedeniyle Tanrı bizi cezalandırıyor.
Eğer Mesih’in ipine sıkı sıkı sarılır, ibadet ve dualarımızı
arttırırsak Tanrının rahmet ve yardımına nail olabiliriz” yolundaki vaaz ve
yazılarını, Avrupa kütüphanelerini dolduran on binlerce yazmadan öğreniyoruz.
Bu anlayışın en acıklı tezahürü, “çocuk haçlı seferleri” ile yaşandı belki de.
Haçlı seferlerinin başarısızlıklarla sonuçlanmasının nedenini,” günahkârlıkla”
açıklayan kilise kafası, masum ve günahsız çocukların bir haçlı seferi
düzenlemesi halinde Tanrı’nın yardımına mazhar olabileceklerini varsaydı. Bu
sebeple Avrupa’nın, özellikle daha cahil ve tutucu iç ve kuzey bölgelerinden,
on binlerce çocuğu toplayıp gemilerle Kudüs’e gönderdiler. O çocukların bir
kısmı, fırtına sebebiyle batan gemilerde Akdeniz’in sularında kayboldular,
diğerleri ise korsanlar tarafından kuzey Afrika limanlarındaki köle
pazarlarında satıldılar. Bu örneği, yobazlığın, toplumların çıldırma çıtasını
nerelere vardıracağının kanıtı olsun diye hep veririm.
Ve bu kilise kafasına sahip batı dünyası, yüzyıllarca, Müslüman
doğu karşısında, şişmanladıkça tembelleşen ve tembelleştikçe de şişmanlayan bir
obezite sarmalına tutulmuş gibi, yenildikçe dindarlaştı ve dindarlaştıkça da
yenildi. Araplar İspanya üzerinden Pireneler’e kadar, Türkler ise Viyana’ya
kadar ilerlediler.
Ta ki, batı dünyasında ölümü göze alarak rasyonel cevaplar
arayan insanlar çıkana kadar. Yenilgilerinin sebeplerinin, mistik açıklamalarda
değil rasyonel izahlarda aranması gerektiğini savunan cesur ve aydın kişilerdi
bunlar. Bu entelektüeller yüzyıllarca kilisenin “adil” sorgularında can
verdiler. Dünya, Tanrı temsilcilerinin nasıl canavarlaştığına, daha önce hiç bu
şekilde şahit olmamıştı. Ama bu işkence ve katliam sancıları döngüyü tersine
çevirdi. Batı, dinden ve dini temsil edenlerden nefret ettikçe ilerledi ve
ilerledikçe de daha da nefret etti. Batı insanı geri kalmışlığın nedeninin
felsefeden, bilimden ve salt aklın doğrularından uzak kalmak olduğunu
anlamıştı. Bir daha bu tür bir akıl tutulmasını yaşamamak için de muhkem
kavramlar geliştirdi. Hayatı ve beyinleri kuşatmak isteyen bağnazlık
hastalığına karşı ilaç olacak kavramlardı bunlar. “Liberté, égalité,
fraternité” ("Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik"). Buna bağlı olarak
Laiklik ve demokrasi. Bu haplar batı insanını, kilisenin yaydığı beyin mantarı hastalığına
karşı koruyacaktı.
18.Yüzyıl, sadece batının değil tüm insanlığın kaderini
değiştirmiş ve insan denen varlık, evriminde bir üst basamağa geçmişti.
İnsanlığın 18. Yüzyıla kadar ki tüm birikimi artık katlanarak devam edecekti.
Dini düşünce biçimi geride kalmıştı.
Doğu aklı ise yaklaşık 700 yüzyıl öncesinde bir yara
almıştı. “Gazzali”. Yeni Müslüman olmuş, hayatı askerlikten ibaret olduğundan,
sorgulamadan itaat etmeyi genlerinde taşıyan göçebe/savaşçı Türklerin de
desteği ile Gazzali, felsefeyi haram, felsefeyle uğraşanları da kâfir ilan
etti. Nizamiye medreseleri ile –ki hala
güneydoğuda mevcuttur- felsefesiz bir eğitim anlayışı özellikle Sünni dünyaya
hâkim oldu. Endülüs bir müddet bu duruma direndiyse de, onlar da Hıristiyan yobazlığına
direnemedi. Tek tük bireysel çıkışlar
olsa da, siyaset ve toplum, o dehaların arkasında yer almadığından, İslam
toplumları bilimsel düşünme şeklini kurumsallaştıramadılar. Aklın elinden
felsefe alınınca olacak olan kaçınılmaz olandır. Sonraki yüzyıllar boyunca
İslam medeniyetinde tek orijinal eser çıkmadı. Şerhler, şerhlere şerhler,
şerhlerin şerhlerine haşiyeler. Akıl durunca, bilim de durdu, teknoloji de. Bu
gün insanlığa katkı sunan tek bir bilim adamımızın olmaması, bilimsel düşünüşün
kurumlarının ve dayanaklarının olmamasından kaynaklanmaktadır.
Bu kez dharma’nın şeriat tekerleğinde kısırdöngü sırası
kadim doğuya musallat olmak üzereydi. Batı, aklı merkeze alıp felsefe ile
uğraştıkça, bilim ve teknolojinin kapıları ardına kadar açılmıştı. Tanrı, sanki
bilgi ağacını insanlığa doğru uzatmıştı. İnsanlık evriliyor ve evrildikçe
ilerliyordu. Bu zihinsel ve bilimsel çığ, eski dünyanın dayandığı tüm temel ve
argümanları yerle bir etti. Doğunun olup biteni anlaması ve ne olduğunu
sorgulaması yüzyıllar sürdü. Ve 19. Yüzyılda o kutsal soruyu bu kez doğu
soruyordu, “Biz neden geri kaldık?”
Bu sancılı dönem belki, Müslüman toplumlarda batıda olduğu
kadar uzun sürmeye bilirdi. Doğu, doğru cevabı daha erken bula bilirdi. Lakin
ne siyaset ne de toplum böyle bir arayış içine girmedi. Entelektüel bir kriz
yaşamadı beyinler. Dinin insanı mest eden ütopyası ve Tanrının yardımının
geleceği beklentisi Batı’nın yaşadığı değişimi analiz etmeye izin vermiyordu.
Doğunun kadim halkları, Batının devrimini tamamlamış aklı karşısında bir bir
devriliyorlardı. Şehirleri düşerken Mikail’i bekleyen Bizans papazları gibi
ulema, seyretmek zorunda kaldı olup biteni. Tüm dünya, yüzyıllarca kazıklarda
yanarak canlarıyla bedel ödemiş ve Tanrının bilgelik pınarından içmeyi hak
etmiş batı aklı karşısında secde ediyordu.
Evet, batı neredeyse her yıl çağ atlarken “Biz neden geri
kalmıştık”.
Soru çok çabuk ve kolay bir cevap buldu. Erken doğum yaptı.
Kilise babalarının yüzyıllar önce toplumlara kan kusturan virüsü, Müslüman
beyinleri ele geçirmişti. Ve “biz neden geri kaldık” sorusuna “Allah’ın ipini
bıraktığımız, günahlara ve bidatlere daldığımız için” cevabı verildi kolayca.
Neden?
Müslüman coğrafyalara, yenilmelerinin ve geri
kalmışlıklarının nedeni olarak, ibadet ve ahlaktaki- ki ahlak derken
anladıkları sadece cinselliktir-noksanlığı gösteren “din adamları” kimlerdir
acaba? Bu insanları anlamadan Müslüman coğrafyalardaki akıl tutulmalarını
anlayamayız. Bu yazı dizisinde bu siyasal İslam öncülerini bir bir ele
alacağız. Ve o zaman neden geri kaldığımızı belki daha iyi anlayacağız.
(Bir sonraki yazı, siyasal İslam’ın ilk akıl hocası olarak
bilinen “Cemaleddin Afgani”.)
2- “İçtihat kapısı açıktır. Bidat ve hurafelerden arınmış
bir din anlayışını yeni içtihatlarla tesis edersek modern çağı yakalaya
biliriz. Kuranı iyi anlarsak, onda her derde deva olacak ilaçları da
bulabiliriz. Kuranda, dünya siyasetinden ekonomiye, hukuktan bilimsel keşiflere
hatta büyük patlamaya kadar insanlığın ihtiyacı olan her türlü bilgi mevcuttur.
Geri kalmışlığımıza çözüm arayacaksak dinin özü olan Kurana dönmeliyiz. “
“Kuran 1400 yıl öncesinden haber vermiş” anlayışı; madem
öyle, siz ey dinciler! Herhangi bir şey icat olunmadan önce siz Kuran’da onu
bulun bakalım. Mesela ışınlanmayı herhangi bir cemaatçi android bulsun da
görelim.
Bulamazsınız. Başınızın ağrısına iyi gelecek bir hap bile
yapamazsınız. Ateist ve kâfir dediğiniz
adamlar, insanlığa çağ atlatan buluşlara imza atar, sizler ise o kâfirlerin
buluşlarıyla göbek büyütüp, bir de utanmadan “bakın Kuran’da bu 1400 yıl önce
söylenmiş” dersiniz. Bana herhangi bir antik metin verin, ben size o metinde,
bu günkü, istediğiniz herhangi bir buluşa atıf bulayım.
Bir keşif yapıldıktan sonra “ha! bakın Kuranda yazıyormuş”
demek aslında tüm Müslümanları aşağılamaktır. Demezler mi adama “ya hu! Madem
Kuranda yazılıymış ilmi keşifler, bunca Müslüman o kadar Kuran okuyor, neden
bir tanesi fark etmedi bu keşfi de, kala kala bir gâvura kaldı bu iş”.
Kuran bilinenleri revize etmiştir. O güne kadar insanlığın bilmediği, bilimsel
tek keşiften söz etmez. Üstelik geliş amacı da bilimsel ve teknolojik izahlarda
bulunmak değildir, insanlara en kestirme yoldan Tevhidi anlatmaktır. İki
denizin sularının karışmamasından, çocuğun nasıl doğduğuna kadar, dincilerin
bilim dedikleri bilgiler, o çağın insanı tarafından zaten biliniyordu. Kuran
sadece o insanlara, “bakın işte tüm bunları var eden Allah dururken siz başka
putlar edinip, onların kölesi olmayın. Boyun eğmeniz gereken tek güç Tanrı iken
ve o da kendisine kimseyi vekil tayin etmemişken, başka hiç kimseyi
kutsallaştırmayın” demektedir. O günün insanının evren tasavvuru ne ise onun
üzerinden yaratıcının tekliğini vazetmiştir. İnsanlar dünyanın düz ve göğün
yedi kat olduğuna mı inanıyorlar? Kuran demiştir ki, “bak işte tüm bu yedi katı
Allah yarattı”, o çağ insanına astronomi dersi vermeye kalkması abes olurdu
zaten. Zira Allah, gün gelip insanlığın, akıl mabedinde bilim namazı kılarak
zaten bilgilerinin yanlış olduğunu anlayacağını biliyordu. Kuranın harflerinde
boğulacağına, ruhunu anlamaya çalışsaydı ulema, bu günkü acziyeti yaşamayacaklardı
Müslümanlar.
3- “Avrupa’dan gelen felsefeler tamamen dinden çıkarıcı
niteliktedirler. Komplekse girmeye gerek yok, İnanıyorsak üstünüzdür. “
Avrupa’dan gelen fikirlerin zehirli olması; Çünkü
biliyorsunuz, gençler o fikirleri, sorgulama biçimlerini, analiz yöntemlerini
öğrenirlerse, sizler kilise kadar dahi ayakta kalamayacak, tarihin çöplüğüne
yuvarlanacaksınız. İnsanlara anlamadıkları kitapları okutup, mistik
motivasyonlarla onları manipüle edip, gece gündüz Tanrıya tapan ancak size
itaat eden androidler haline getirmenin tek yolu budur. Hodri meydan! bu günkü
tüm cemaatlere soruyorum? Herhangi bir, batı aklının hâkim olduğu ülkede, yüz
binleri mürit edinin de görelim. Sizler ancak batılı ülkelerdeki zavallı
göçmenleri ve köyünden para kazanmak için yollara düşmüş Anadolu insanını
kendinize bağlaya bilirsiniz. Sıradan bir Avrupalı bile, eğer içinize sızmak
isteyen bir ajan değilse, vaazlarınız ve sizi hoplatan motivasyonlarınız
karşısında gülüp geçmektedir. Ha! Avrupa insanını etkileyen ve bize ait olan
bir anlayış veya felsefe yok mu? Elbette var. Tasavvuf. Ama sizler, tasavvufu
da hurafe diye çöpe attınız. Tasavvufu patlıcan burunlu, tepir sakallı
tarikatların yobazlığına terk ettiniz. Bir de utanmadan Mevlana’dan Yunus’tan
bahsedersiniz. Mesneviyi dahi sansürleme
küstahlığında bulunan sizler, Avrupa insanının dövizi için semâ eden, tasavvufu
anlayamamış biçarelersiniz.
4- “Bu dünyadaki asıl vazifemiz ebedi hayata layık olacak
vasıfları kazanmaktır. İnsan kemali yalnız yakalayamaz o yüzden
cemaatleşmelidir. “
Cemaati olmayanı kurt kapar söylemi; İnsan’ı “Birey”
olamamış toplumlar, hele bir de demokrasi ile yönetiliyorlarsa, bu hal efendi
için bulunmaz bir nimettir. Yani, herhangi bir konuda tek tek insanları ikna
etmekle uğraşmak yerine, toplumu beş cemaat etrafında toplayıp, sonra o beş
cemaat liderini “bir şekilde” ikna edip, bitimsiz iktidar elde etmek mümkündür
efendi için.
Örnek vermeden geçemeyeceğim, dibine kadar kapitalist bir
bisküvi markası rekabetten sıkılınca şunu yaptı. Cemaat cemaat dolaşıp, reklam
için harcayacağı paranın onda biri kadar bir tutarı onlara bağış olarak verdi.
Ardından, parayı alınca kendisini yanı başına oturtan cemaat liderinin kulağına
eğilip, “efendimiz bakın diğer markalarda domuz yağı var, oysa biz bu konuda
hassasız ve asla domuz yağı kullanmıyoruz” diye fısıldadı. Ne mi oldu? 30 yıl
boyunca milyonlarca cemaat mensubu o marka dışında hiçbir ürünü evine sokmadı.
(Şimdi o marka her şey üretiyor, hatta köprü falan alıyor.) Alın size “cemaat
toplum” demokrasisi.
5- “Gençlerin dejenere edilmesi ve nefsi arzulara yönelmesi
batının oyunudur. Tasavvuf ve tarikatlar dini yozlaştırmışlardır. Okullar
açılmalı ve dindar nesiller yetiştirilmelidir.”
Tasavvuf ait Tanrı tasavvurunun yerle bir edilmesi; malum,
özellikle Anadolu’nun din anlayışının temelini tasavvuf oluşturmaktaydı.
Günümüzün Vahhabileşmiş tarikatlarını kastetmiyorum elbette. Hacı Bektaş’ın,
Ahi Evran’ın tezgâhından çıkmış bilgeliği kastediyordum. Yani dini,
ritüellerinden ziyade, özü ile almak ve peygambere şeklen değil, ruhen
benzemek. Allah’ın ahlakıyla ahlaklanmak. Dikkat ederseniz neo-islamcılar hep
hurafe derler, ancak hurafe dedikleri zaman yıkmak istedikleri, bizi biz yapan
değerlerdir. Gerçek hurafelere asla dokunmazlar. Edepli olmak yerine tesettürlü
olmayı, Allah’ı anlama-tanıma-bilme yerine ona iman etmeyi, erdemli olma yerine
dindar olmayı vazeder cemaatler. Üzerinde durdukları yapıyı biteviye hâkim
kılmanın sırrıdır bu.
6- “Her memlekette Müslümanların cemaatleri olmalı ve
bunların hepsinin merkezi de Hicazda olmalıdır. İslam ümmeti birleşmelidir ve
bir halifesi olmalıdır. Osmanlılar İslam’ı temsil etmekten uzaktır. Müslüman
etnik gruplar kendi milliyet bilincine sahip olmalıdırlar. Milli kimlik ve
kültüre sahip çıkmak din kadar önemli bir aidiyet duygusu geliştirir ancak
ümmet bilincinin önüne geçmemelidir.”
Ümmetin birleşmesi, halifesini seçmesi, merkezinin hicaz
olması gerektiği; O günkü şartları göz önüne alırsak, Osmanlıyı yutmayı
planlayan efendinin, bundan daha güzel bir söylemi benimsemesi düşünülemezdi.
Dincilerin kulağına hoş gelen bu söylemler, Osmanlının Müslümanlar tarafından
ihanete uğramasının da yolunu açmıştır. Vakıa öyle de olmuş ve garip Anadolu
insanı ve efendinin esareti altındaki Hintli garibanlar dışında kalan
Müslümanlar, Mehmet’in kesilmiş her bir kafası karşılığında, çil çil sterlin
alacak kadar Türk ve Osmanlı düşmanı olmuşlardır. Belki de II. Abdülhamit bu
fitneyi hissettiğinden Afgani’yi göz hapsinde tutmuş ve asla yurt dışına
çıkmasına bir daha izin vermemiştir.
Afgani ve haleflerinin fikirlerinin etkin olduğu cemaatlere
bakın, Türk ve Atatürk düşmanlığının ne kadar kesif koktuğunu göreceksiniz.
7- "Batıyı taklit etmeden, sadece ilmini alarak ve
selefi bir İslam anlayışını yaşayarak batıya karşı galip gelebiliriz."
Batının fikirlerini değil, ilmini alalım komedisi; Bu söylem
de çok cahilce ve komiktir. Yani yobazca yaşamaya devam edip, bilimden de
nemalanalım. Tam anlamıyla köylü kurnazlığı.
Batı, elde ettiği ilimi seviyeye, o istemediğiniz fikirler
sayesinde ulaştı. O sizin Tanrılığınızı yerle bir edecek olan ve bu nedenle de
öcü gibi korktuğunuz analitik düşünme biçimi, sorgulama ve diyalektik
olmasaydı, bu gün kilise hala cennetten arsa satıyor ve parlak oğlanları kardinal
yapmaya devam ediyor olacaktı. Fikir olmadan bilimi nasıl yapacaksınız? En iyi
ihtimalle laborant olursunuz. Zeki çocuklarımızı Batıya kalifiye eleman
olsunlar diye yetiştirirsiniz. Seksen sonrası kurulan dinci kolejlere, zehir
gibi Anadolu çocukları tam burslu olarak alındılardı. Nerde bu çocuklar şimdi?
Hangi ülkelerin bilimine katkı sağlıyorlar? Merak eden var mı?
Laborantlık, kuramla yani “logie” ile taçlandırılmaz ise
hiçbir işe yaramaz. Felsefe bilimi, bilim ise teknolojiyi elde eder ki, bu da
para ve güç demektir.
Sonuç;
Tüm Müslüman ülkelerde gelişen “siyasal İslam”
hareketlerinin fikri merkezinde oturan Afgani’nin fikirlerini kısaca ele almaya
çalıştık. Ne kadar tanıdık görüşler ve söylemler değil mi? Said Nursi’den Akif’e
kadar bu söylemlerin üstüne atlamayan daha doğrusu kanmayan kalmamış Müslüman
coğrafyalarda. Bizatihi talebeleri, özellikle Mısır’da okul oldular. O okul
mezunlarından biri Mısırdaki ihvan hareketi mesela. Ülkemizde de çokça mevcut.
Şahsen, Efendinin zekâsı karşısında bir kez daha selam
dururken, bir yanlışı üç doğru ile süsleyip pazarlayan bir istihbarat
elemanının, sonraki nesillere bir İslam kahramanı olarak sunulmasına yataklık
eden, Müslüman halka da kanaat önderliği makamından dem vuranları Allah’a
havale ediyorum.
Birbirinden değerli makalelerin yer aldığı İslam
ansiklopedisinde, bunca uzmanı dururken, Afgani maddesini yazan Hayrettin
Karaman’a şunu demeyi ülkem okur-yazarları adına borç bilirim. OLMAMIŞ.
(İlahiyat camiasındaki baronları değerlendiren yazımda kendilerinden epeyce
bahsedeceğimden şimdilik eleştirimi noktalıyorum.)
Geri kalmamızın nedenleri, Cumhuriyetimizin kurucuları
tarafından analiz edilmiş ve doğru cevaplar bulunmuştu. Tercüme faaliyetleri,
Avrupa’dan getirtilen bilim adamları, tevhid-i tedrisatla eğitimin
seçkincilikten kurtarılıp her bireye ulaştırılması, üniversiteler, enstitüler,
kurumlar… Kendimize ait felsefeler ve kavramlar oluşturma çabaları… Bu
yüzdendir ki, M. Kemal için, otuzlu yılların orta dünya gazeteleri, İslam’ın ve
tüm mazlum milletlerin kurtuluş ümidi diye bahsediyordu. İran Şahı’ndan
Gandi’ye kadar, “demek ola biliyormuş, efendi de yenile biliyormuş” diyorlardı.
Ancak Afgani ve haleflerinin fikirleri maalesef yerini
buldu, M. Kemal ve kurucu aklın, geri kalmamızın nedenlerine dair buldukları
asıl cevaplar, Afgani’nin (yani efendinin) yolundan gidenlerce din dışı ilan
edildi ve cumhuriyetimizin kuruluş felsefesi aforoz edildi. Gelinen noktada
onlarca büyük, yüzlerce hatta binlerce küçük cemaat, İslam toplumlarını ayağı
kaldırmaya çalıştıklarını zannederken, daha bi dibe sürüklemişlerdir. Müslüman ülkelerde, iktidar olabilmek için
efendinin ayakları yalanmaktadır. Efendinin himmetiyle gelenler, gene onun bir
kaş işaretiyle tepe taklak gitmektedirler. Geldiklerinde efendiye övgüler düzen
Müslüman ülkelerin iktidarları, koltuklarından inerken gözyaşı döküp “medet ey
millet” demektedirler.
Dindarlaştıkça zavallılaşan, hiçbir şey üretemeyen, tek bir
bilimsel yeniliğe imza atacak insan yetiştiremeyen bu zihniyetin behemehâl
ortaçağa geri gönderilmesi elzemdir.
Orta dünya insanını yeniden dinle tanıştırmak kimsenin haddine değildir.
Bu, yüzyıllardır sömürülen insanların ihtiyacı olan yegâne şey daha fazla cami
ve ibadet değil, bilimsel düşünme sistemine geçmek, ‘felsefe nasıl yapılır’ı
öğrenmek ve Tanrı adamlarının, Tanrının ve kendilerinin yakasından düşmesini
sağlamaktır.
Siyasal İslam düşüncesine dair çalışmalarda başrolde hep o
vardır. İranlı olmasına rağmen Afgani adını kullanması, Şii olmasına rağmen
Sünni gibi davranması hep tartışıldı. Masonluğu ve masonluktan çıkarılma
öyküsü… Kimilerine göre İslam’ı batırmak isteyen bir şeytan, kimilerine göre
ise İslam ümmetini uyandırmaya çalışan bir müceddid.
Biyografisi, o dönem İslamcılarınınkine çok benzer.
Çocuk denecek yaşta din, tıp, matematik, dil, tarih, siyaset, felsefe ve daha
bir sürü ilim ve bilim dalında eğitim aldı denir. Afganistan’da çocuklara bunca
ilmi ve bilimi öğretecek eğitim kurumları var mıydı bilinmez ama anlaşılan o
ki, örneklerini Sait Nursi başta olmak üzere, birçok neo-İslamcı’da gördüğümüz
tarzda bir biyografi düzülmüş kendisine.
Gene o dönem âlimlerinin genelinde gördüğümüz sınırlar arası
sınırsız seyahat özgürlüğü. Hindistan’dan Amerika’ya, Londra’dan Paris’e,
Mısır’dan İstanbul’a, İran’dan Rusya’ya gezmediği memleket kalmamış. Sevenleri,
ümmet için dolaştı derken aynı zamanda yiyecek kuru ekmeği olmadığından
bahsediyorlar. Ancak bunca ülkeyi bırakın 19. Yüzyıl şartlarını, bu gün dahi
dolaşmak ciddi bir mali destek gerektirir. Anlaşılan esaslı bir finansörü de
mevcut.
Gittiği her ülkede kısa bir süre içinde takibata uğrayıp, ya
kovuluyor ya da gözetim altında tutularak baskıya uğruyor. Mısırda masonları
bile birbirine düşürüyor. İskoç riti’ne bağlı Mısır locası, Tanrı inancı
olmadığı gerekçesi ile onu locadan uzaklaştırıyor ancak mübarek adam hemen,
Tanrı inancını şart koşmayan Fransız riti’ne bağlı yeni bir loca kurup başına
geçiyor. Enteresandır, masonların her türlü pis işi planladığını savunan
Siyasal İslamcılar, akıl hocaları olan zevatın neden masonların kuyruğunda
dolaştıklarını sormuyorlar. Hem küfredip hem taklit etmeyi nasıl
başarabiliyorlar hep merak etmişimdir. Ayrıca masonlara asıllı asılsız
saldırıda bulunmalarına rağmen” o her şeye gücü yeten” masonların neden bu
iftiralara cevap vermedikleri de ilginçtir. Ben İslamcıların iddia ettikleri
komplolar yerine, belki de bir tür melâmet neşvesi sebebiyle savunmaya
geçmedikleri kanaatindeyim. “onlar ki, kınayanın kınamasından korkmazlar”.
İran şah’ının öldürülmesinde, Afganistan’da hükümetin
devrilmesinde, Mısır isyanlarında ve darbelerinde hep aynı isim, Cemaleddin Afgani.
İngilizlere savaş açtığı söyleniyor ancak Londra’dan
kopamıyor bir türlü. İngilizler ortadünya politikalarını belirlerken ondan
raporlar istiyor. Bazen kendi gidiyor bazen da talebesi Abduh’u gönderiyor.”
Sevenleri, bu serüvenli hayatı yaşamasını takva ve fedakârlıkla açıklasalar da,
kendilerine 19. Yüzyılın anglo-sakson casuslarının hayatlarını okumalarını
tavsiye ederim. Sadece günah keçisi Lawren’si değil, hangi lordların,
baroneslerin, unvanlarını, şatolarını
bırakıp keçi kokan çadırlarda bir ömür yaşamayı seçtiklerine bir bakmalarını
isterim. Evlenmemek ve sık seyahat etmek
zorunda kalışları büyük fedakârlık olarak görenler, bir de o yüzyıldaki
casusların nelerini feda ettiklerine bir baksınlar derim.
Afgani ile ilgili en trajikomik duruma düşenler maalesef
Nurcular. Zira nurcuların mehdi saydıkları Said Nursi ona selefim derken, gene
nurcular için üç İsrail peygamberi makamında olan II. Abdulhamid, onun için
tescilli İngiliz casusu diyor ve İstanbul’da ölene kadar göz açtırmıyor
Afgani’ye. İstanbul’da kaldığı süre içerisinde kendisine Teşvikiye’de bir ev,
bir hizmetkâr, bir araba ve fakat sekiz hafiye tahsis ediyor. Ve İstanbul’da
yarı açık hapis hayatı sürerken ölüyor.(1897)
Bu gün, Maçka’daki şeyhler mezarlığındaki içi boş mezarını,
Charle Cron adlı bir Amerikalı yaptırıyor. Ardından 1944’te kemikleri Afganistan’a
naklediliyor.
Paris’te çıkardığı gazetedeki makalelerinden, talebeleriyle
olan yazışmalarından ve kitaplarından fikirlerini öğreniyoruz. Bazı kitapları
ne hikmetse kayıp, özellikle hilafet ile ilgili olan kitabı mesela.
Bizim için önemli olan biyografisindeki şifreler değil,
fikirlerindeki kasıtlı yönlendirmeler. Ve bu yönlendirmelerin yol açtığı bu
günkü sapmalar.
Afgani’nin fikirlerini sorgulamaya başlamadan önce onun
mordernist Müslümanları büyüleyen fikirlerine bir bakalım:
1 - “Müslümanlar İslam’ın umdelerine bigâne kaldıklarından
batı’nın gerisinde kaldılar. Bunu tersine çevirmenin yolu İslam’ın özüne
dönmektir. Çin’den İspanya’ya uzanan medeniyeti kuran Müslümanlar Tevhide bağlı
oldukları için muzaffer oldular. Müslümanlar tekrar batıya galebe çalmak
istiyorlarsa İslam’ın özüne yani Kuran merkezli bir din anlayışına geri
dönmelidirler. Bu dine dönüş beraberinde Allah’ın yardımını da getireceğinden
Müslümanlar batı karşısında ezilmeyeceklerdir. Materyalistler bunun, yani
Müslüman dünyanın inancına dönüşünün, gerçekleşmemesi için İslam inancını
yıkmak için çalışıyorlar.”
Kısacası, Terakki
adına Dinin özüne dönüş söylemi; Bu anlayış, hemen hemen tüm cemaatlerin
temel söylemi olmuştur. İslami cemaatlerin tamamı bir iman esasıymış gibi bu
fikre sarılmış durumdalar. Daha önce de bahsettiğim gibi, bu kafa Avrupa
insanını bin yıl çağın gerisinde bıraktı. Bu söylemin zihinlere verdiği minik
falso, uzayda sonsuz sapmalara yol açmaktadır. Gerilemenin asıl nedeni
felsefeden, bilimden uzak durmaktır. Orta dünya insanının kahir ekseriyeti,
1400 yıl boyunca zaten hep Müslüman’dı. Bu insanlara “dinin özüne dönün” demek
aslında “benim planladığım dini uygulayın demektir”. Zira dinin özü diye
bahsettikleri “asr-ı saadet döneminde dönen dolaplar bu günkü insani
zaaflarından farklı değildi. Peygamber eşine iftira etmekten tutun, iki savaşta
90 bin sahabenin katledilmesine kadar, onca yaşanan olaylar asr-ı saadet dönemi
diye bir dönemin hiçbir zaman var olmadığının resmidir.
Yani, Ortaköy’de dans etmek yerine cemaatle namaz kılsak,
Anglo- sakson bombaları Müslüman ülkelerde patlayamaz hale gelecek sanki.
“Türkia” insanı bu gün tarihinde olmadığı kadar dindar, hiç bu günkü kadar
namaz kılmıyor ve başlarımızı sıkı sıkıya kapamıyorduk. 18. Yüzyıla kadar Toros
Türkmenleri Cuma namazı nedir bilmezken, şimdi habire umreye gidip duruyor
insanımız. Ne oldu? Başımız göğe erdi mi? Her geçen gün daha kötü şartlara razı
olmak zorunda kalıyor zavallı ortadünya insanı. Her gün ama her gün Irakta,
Suriye’de Müslümanlar ölüyor. Daha önce de demiştim, hiç birimiz ortaçağ
manastırlarına kapanan keşişler kadar dindar olamaz ve dua/ibadet edemeyiz. Dua
ile ülkelerin işgalleri dursaydı Bizans’ı Türkler alamazlardı. Bu “ortaçağ
bienalleri” ile batının karşısındaki aşağılanmadan kurtulacağını sanıyorsa
Müslümanlar, acıklı bir son bekliyor demektir tüm ortadünya halklarını.
2- “İçtihat kapısı açıktır. Bidat ve hurafelerden arınmış
bir din anlayışını yeni içtihatlarla tesis edersek modern çağı yakalaya
biliriz. Kuranı iyi anlarsak, onda her derde deva olacak ilaçları da
bulabiliriz. Kuranda, dünya siyasetinden ekonomiye, hukuktan bilimsel keşiflere
hatta büyük patlamaya kadar insanlığın ihtiyacı olan her türlü bilgi mevcuttur.
Geri kalmışlığımıza çözüm arayacaksak dinin özü olan Kurana dönmeliyiz. “
“Kuran 1400 yıl öncesinden haber vermiş” anlayışı; madem
öyle, siz ey dinciler! Herhangi bir şey icat olunmadan önce siz Kuran’da onu
bulun bakalım. Mesela ışınlanmayı herhangi bir cemaatçi android bulsun da
görelim.
Bulamazsınız. Başınızın ağrısına iyi gelecek bir hap bile
yapamazsınız. Ateist ve kâfir dediğiniz
adamlar, insanlığa çağ atlatan buluşlara imza atar, sizler ise o kâfirlerin
buluşlarıyla göbek büyütüp, bir de utanmadan “bakın Kuran’da bu 1400 yıl önce
söylenmiş” dersiniz. Bana herhangi bir antik metin verin, ben size o metinde,
bu günkü, istediğiniz herhangi bir buluşa atıf bulayım.
Bir keşif yapıldıktan sonra “ha! bakın Kuranda yazıyormuş”
demek aslında tüm Müslümanları aşağılamaktır. Demezler mi adama “ya hu! Madem
Kuranda yazılıymış ilmi keşifler, bunca Müslüman o kadar Kuran okuyor, neden
bir tanesi fark etmedi bu keşfi de, kala kala bir gâvura kaldı bu iş”.
Kuran bilinenleri revize etmiştir. O güne kadar insanlığın bilmediği, bilimsel
tek keşiften söz etmez. Üstelik geliş amacı da bilimsel ve teknolojik izahlarda
bulunmak değildir, insanlara en kestirme yoldan Tevhidi anlatmaktır. İki
denizin sularının karışmamasından, çocuğun nasıl doğduğuna kadar, dincilerin
bilim dedikleri bilgiler, o çağın insanı tarafından zaten biliniyordu. Kuran
sadece o insanlara, “bakın işte tüm bunları var eden Allah dururken siz başka
putlar edinip, onların kölesi olmayın. Boyun eğmeniz gereken tek güç Tanrı iken
ve o da kendisine kimseyi vekil tayin etmemişken, başka hiç kimseyi
kutsallaştırmayın” demektedir. O günün insanının evren tasavvuru ne ise onun
üzerinden yaratıcının tekliğini vazetmiştir. İnsanlar dünyanın düz ve göğün
yedi kat olduğuna mı inanıyorlar? Kuran demiştir ki, “bak işte tüm bu yedi katı
Allah yarattı”, o çağ insanına astronomi dersi vermeye kalkması abes olurdu
zaten. Zira Allah, gün gelip insanlığın, akıl mabedinde bilim namazı kılarak
zaten bilgilerinin yanlış olduğunu anlayacağını biliyordu. Kuranın harflerinde
boğulacağına, ruhunu anlamaya çalışsaydı ulema, bu günkü acziyeti yaşamayacaklardı
Müslümanlar.
3- “Avrupa’dan gelen felsefeler tamamen dinden çıkarıcı niteliktedirler.
Komplekse girmeye gerek yok, İnanıyorsak üstünüzdür. “
Avrupa’dan gelen fikirlerin zehirli olması; Çünkü
biliyorsunuz, gençler o fikirleri, sorgulama biçimlerini, analiz yöntemlerini
öğrenirlerse, sizler kilise kadar dahi ayakta kalamayacak, tarihin çöplüğüne
yuvarlanacaksınız. İnsanlara anlamadıkları kitapları okutup, mistik
motivasyonlarla onları manipüle edip, gece gündüz Tanrıya tapan ancak size
itaat eden androidler haline getirmenin tek yolu budur. Hodri meydan! bu günkü
tüm cemaatlere soruyorum? Herhangi bir, batı aklının hâkim olduğu ülkede, yüz
binleri mürit edinin de görelim. Sizler ancak batılı ülkelerdeki zavallı
göçmenleri ve köyünden para kazanmak için yollara düşmüş Anadolu insanını
kendinize bağlaya bilirsiniz. Sıradan bir Avrupalı bile, eğer içinize sızmak
isteyen bir ajan değilse, vaazlarınız ve sizi hoplatan motivasyonlarınız
karşısında gülüp geçmektedir. Ha! Avrupa insanını etkileyen ve bize ait olan
bir anlayış veya felsefe yok mu? Elbette var. Tasavvuf. Ama sizler, tasavvufu
da hurafe diye çöpe attınız. Tasavvufu patlıcan burunlu, tepir sakallı
tarikatların yobazlığına terk ettiniz. Bir de utanmadan Mevlana’dan Yunus’tan
bahsedersiniz. Mesneviyi dahi sansürleme
küstahlığında bulunan sizler, Avrupa insanının dövizi için semâ eden, tasavvufu
anlayamamış biçarelersiniz.
4- “Bu dünyadaki asıl vazifemiz ebedi hayata layık olacak
vasıfları kazanmaktır. İnsan kemali yalnız yakalayamaz o yüzden
cemaatleşmelidir. “
Cemaati olmayanı kurt kapar söylemi; İnsan’ı “Birey”
olamamış toplumlar, hele bir de demokrasi ile yönetiliyorlarsa, bu hal efendi
için bulunmaz bir nimettir. Yani, herhangi bir konuda tek tek insanları ikna
etmekle uğraşmak yerine, toplumu beş cemaat etrafında toplayıp, sonra o beş
cemaat liderini “bir şekilde” ikna edip, bitimsiz iktidar elde etmek mümkündür
efendi için.
Örnek vermeden geçemeyeceğim, dibine kadar kapitalist bir
bisküvi markası rekabetten sıkılınca şunu yaptı. Cemaat cemaat dolaşıp, reklam
için harcayacağı paranın onda biri kadar bir tutarı onlara bağış olarak verdi.
Ardından, parayı alınca kendisini yanı başına oturtan cemaat liderinin kulağına
eğilip, “efendimiz bakın diğer markalarda domuz yağı var, oysa biz bu konuda
hassasız ve asla domuz yağı kullanmıyoruz” diye fısıldadı. Ne mi oldu? 30 yıl
boyunca milyonlarca cemaat mensubu o marka dışında hiçbir ürünü evine sokmadı.
(Şimdi o marka her şey üretiyor, hatta köprü falan alıyor.) Alın size “cemaat
toplum” demokrasisi.
5- “Gençlerin dejenere edilmesi ve nefsi arzulara yönelmesi
batının oyunudur. Tasavvuf ve tarikatlar dini yozlaştırmışlardır. Okullar
açılmalı ve dindar nesiller yetiştirilmelidir.”
Tasavvuf ait Tanrı tasavvurunun yerle bir edilmesi; malum,
özellikle Anadolu’nun din anlayışının temelini tasavvuf oluşturmaktaydı.
Günümüzün Vahhabileşmiş tarikatlarını kastetmiyorum elbette. Hacı Bektaş’ın,
Ahi Evran’ın tezgâhından çıkmış bilgeliği kastediyordum. Yani dini,
ritüellerinden ziyade, özü ile almak ve peygambere şeklen değil, ruhen
benzemek. Allah’ın ahlakıyla ahlaklanmak. Dikkat ederseniz neo-islamcılar hep
hurafe derler, ancak hurafe dedikleri zaman yıkmak istedikleri, bizi biz yapan
değerlerdir. Gerçek hurafelere asla dokunmazlar. Edepli olmak yerine tesettürlü
olmayı, Allah’ı anlama-tanıma-bilme yerine ona iman etmeyi, erdemli olma yerine
dindar olmayı vazeder cemaatler. Üzerinde durdukları yapıyı biteviye hâkim
kılmanın sırrıdır bu.
6- “Her memlekette Müslümanların cemaatleri olmalı ve
bunların hepsinin merkezi de Hicazda olmalıdır. İslam ümmeti birleşmelidir ve
bir halifesi olmalıdır. Osmanlılar İslam’ı temsil etmekten uzaktır. Müslüman
etnik gruplar kendi milliyet bilincine sahip olmalıdırlar. Milli kimlik ve
kültüre sahip çıkmak din kadar önemli bir aidiyet duygusu geliştirir ancak
ümmet bilincinin önüne geçmemelidir.”
Ümmetin birleşmesi, halifesini seçmesi, merkezinin hicaz
olması gerektiği; O günkü şartları göz önüne alırsak, Osmanlıyı yutmayı
planlayan efendinin, bundan daha güzel bir söylemi benimsemesi düşünülemezdi.
Dincilerin kulağına hoş gelen bu söylemler, Osmanlının Müslümanlar tarafından
ihanete uğramasının da yolunu açmıştır. Vakıa öyle de olmuş ve garip Anadolu
insanı ve efendinin esareti altındaki Hintli garibanlar dışında kalan
Müslümanlar, Mehmet’in kesilmiş her bir kafası karşılığında, çil çil sterlin
alacak kadar Türk ve Osmanlı düşmanı olmuşlardır. Belki de II. Abdülhamit bu
fitneyi hissettiğinden Afgani’yi göz hapsinde tutmuş ve asla yurt dışına
çıkmasına bir daha izin vermemiştir.
Afgani ve haleflerinin fikirlerinin etkin olduğu cemaatlere
bakın, Türk ve Atatürk düşmanlığının ne kadar kesif koktuğunu göreceksiniz.
7- "Batıyı taklit etmeden, sadece ilmini alarak ve
selefi bir İslam anlayışını yaşayarak batıya karşı galip gelebiliriz."
Batının fikirlerini değil, ilmini alalım komedisi; Bu söylem
de çok cahilce ve komiktir. Yani yobazca yaşamaya devam edip, bilimden de
nemalanalım. Tam anlamıyla köylü kurnazlığı.
Batı, elde ettiği ilimi seviyeye, o istemediğiniz fikirler
sayesinde ulaştı. O sizin Tanrılığınızı yerle bir edecek olan ve bu nedenle de
öcü gibi korktuğunuz analitik düşünme biçimi, sorgulama ve diyalektik
olmasaydı, bu gün kilise hala cennetten arsa satıyor ve parlak oğlanları
kardinal yapmaya devam ediyor olacaktı. Fikir olmadan bilimi nasıl
yapacaksınız? En iyi ihtimalle laborant olursunuz. Zeki çocuklarımızı Batıya
kalifiye eleman olsunlar diye yetiştirirsiniz. Seksen sonrası kurulan dinci
kolejlere, zehir gibi Anadolu çocukları tam burslu olarak alındılardı. Nerde bu
çocuklar şimdi? Hangi ülkelerin bilimine katkı sağlıyorlar? Merak eden var mı?
Laborantlık, kuramla yani “logie” ile taçlandırılmaz ise
hiçbir işe yaramaz. Felsefe bilimi, bilim ise teknolojiyi elde eder ki, bu da
para ve güç demektir.
Sonuç;
Tüm Müslüman ülkelerde gelişen “siyasal İslam”
hareketlerinin fikri merkezinde oturan Afgani’nin fikirlerini kısaca ele almaya
çalıştık. Ne kadar tanıdık görüşler ve söylemler değil mi? Said Nursi’den
Akif’e kadar bu söylemlerin üstüne atlamayan daha doğrusu kanmayan kalmamış
Müslüman coğrafyalarda. Bizatihi talebeleri, özellikle Mısır’da okul oldular. O
okul mezunlarından biri Mısırdaki ihvan hareketi mesela. Ülkemizde de çokça
mevcut.
Şahsen, Efendinin zekâsı karşısında bir kez daha selam
dururken, bir yanlışı üç doğru ile süsleyip pazarlayan bir istihbarat
elemanının, sonraki nesillere bir İslam kahramanı olarak sunulmasına yataklık
eden, Müslüman halka da kanaat önderliği makamından dem vuranları Allah’a
havale ediyorum.
Birbirinden değerli makalelerin yer aldığı İslam
ansiklopedisinde, bunca uzmanı dururken, Afgani maddesini yazan Hayrettin
Karaman’a şunu demeyi ülkem okur-yazarları adına borç bilirim. OLMAMIŞ.
(İlahiyat camiasındaki baronları değerlendiren yazımda kendilerinden epeyce
bahsedeceğimden şimdilik eleştirimi noktalıyorum.)
Geri kalmamızın nedenleri, Cumhuriyetimizin kurucuları
tarafından analiz edilmiş ve doğru cevaplar bulunmuştu. Tercüme faaliyetleri,
Avrupa’dan getirtilen bilim adamları, tevhid-i tedrisatla eğitimin
seçkincilikten kurtarılıp her bireye ulaştırılması, üniversiteler, enstitüler,
kurumlar… Kendimize ait felsefeler ve kavramlar oluşturma çabaları… Bu
yüzdendir ki, M. Kemal için, otuzlu yılların orta dünya gazeteleri, İslam’ın ve
tüm mazlum milletlerin kurtuluş ümidi diye bahsediyordu. İran Şahı’ndan
Gandi’ye kadar, “demek ola biliyormuş, efendi de yenile biliyormuş” diyorlardı.
Ancak Afgani ve haleflerinin fikirleri maalesef yerini
buldu, M. Kemal ve kurucu aklın, geri kalmamızın nedenlerine dair buldukları
asıl cevaplar, Afgani’nin (yani efendinin) yolundan gidenlerce din dışı ilan
edildi ve cumhuriyetimizin kuruluş felsefesi aforoz edildi. Gelinen noktada
onlarca büyük, yüzlerce hatta binlerce küçük cemaat, İslam toplumlarını ayağı
kaldırmaya çalıştıklarını zannederken, daha bi dibe sürüklemişlerdir. Müslüman ülkelerde, iktidar olabilmek için
efendinin ayakları yalanmaktadır. Efendinin himmetiyle gelenler, gene onun bir
kaş işaretiyle tepe taklak gitmektedirler. Geldiklerinde efendiye övgüler düzen
Müslüman ülkelerin iktidarları, koltuklarından inerken gözyaşı döküp “medet ey
millet” demektedirler.
Dindarlaştıkça zavallılaşan, hiçbir şey üretemeyen, tek bir bilimsel
yeniliğe imza atacak insan yetiştiremeyen bu zihniyetin behemehal ortaçağa geri
gönderilmesi elzemdir. Orta dünya
insanını yeniden dinle tanıştırmak kimsenin haddine değildir. Bu, yüzyıllardır
sömürülen insanların ihtiyacı olan yegâne şey daha fazla cami ve ibadet değil,
bilimsel düşünme sistemine geçmek, ‘felsefe nasıl yapılır’ı öğrenmek ve Tanrı
adamlarının, Tanrının ve kendilerinin yakasından düşmesini sağlamaktır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder