4 Ağu 2013

SİYASAL İSLAM (Cemalettin Afgani)

19.yüzyılda başlayan ve elan hayatımıza etki eden Siyasal İslam fenomeni nedir?

Nurculuk hareketinden İhvan-ı Müslimin’e, Cemaat-ı İslami’den Rabıta’ya kadar Müslüman ülkelerde boy gösteren yapıların fikri alt yapıları nelerdir, kimlere dayanır?

1400 yıl boyunca eşine, benzerine ve uygulamalarına şahit olmadığımız türden bir din anlayışının son yüzyılda Müslümanları klanlara bölmesinin ardında yatan motivasyon nedir?

Sanki ortadünya halkları, 1400 yıldır Müslüman değillermiş gibi, yeniden onları dinle buluşturma heves ve gayreti, nasıl ve niçin ortaya çıktı?

Bilinen tüm gelenekleri evirip, hayali bir “asrısaadet” anlayışı çerçevesinde, bireyi, toplumu ve dolayısıyla devleti, yeniden dizayn etme arzusu nasıl sonuçlar doğurmuştur?

Türkiye, Mısır, Pakistan gibi önemli Müslüman ülkelerdeki siyasal İslami hareketlerin ilk muharrikleri kimlerdir ve neyi hedeflemişlerdir?

Bu, yüzyıllık “modernite” girişimleri, ortadünya halklarını “modernite” ile buluşturmak yerine ortaçağın karanlık dehlizlerinde yok olmaya doğru yuvarlaması çelişkisini ne ile izah ede biliriz?
 
Bu ve bundan sonraki birkaç yazımda, İslam ülkelerini ciddi anlamda etkisi altına alan cemaatleri irdeleyeceğim.

Fikri arka planlarını, amaçlarını ve karizmatik liderlerini sorgulayacağım. Arap baharının baş aktörleri olan bu cemaatlerin sorgulanmasının, ortadünya halkları için artık bir gereklilik olduğu açıktır. Ortadünya’nın kadim halklarının kimyalarını değiştirecek operasyonlara her gün şahit olduğumuz bir ortamda, damgasız biri olarak, haklı ve elzem sorular sormayı tarihi bir vazife addediyorum.

İmdi,

İslam’ın ve onu temsil eden Osmanlı İmparatorluğunun, batı medeniyeti karşısındaki yenilgileri ve gerilemesi, İslam toplumlarında haklı bir soruyu da gündeme getirmişti. “Biz neden geri kaldık?”

Oysa Batı, 500 yıl öncesinden beri, “kâfirler”, yani Araplar ve sonrasında Türkler,  karşısında geri kalmalarının nedenlerini sorguluyorlardı.

Kilise babalarının, “Tanrının yolundan sapmamız ve günahlarla yoğurulmamız nedeniyle Tanrı bizi cezalandırıyor.

Eğer Mesih’in ipine sıkı sıkı sarılır, ibadet ve dualarımızı arttırırsak Tanrının rahmet ve yardımına nail olabiliriz” yolundaki vaaz ve yazılarını, Avrupa kütüphanelerini dolduran on binlerce yazmadan öğreniyoruz. Bu anlayışın en acıklı tezahürü, “çocuk haçlı seferleri” ile yaşandı belki de. Haçlı seferlerinin başarısızlıklarla sonuçlanmasının nedenini,” günahkârlıkla” açıklayan kilise kafası, masum ve günahsız çocukların bir haçlı seferi düzenlemesi halinde Tanrı’nın yardımına mazhar olabileceklerini varsaydı. Bu sebeple Avrupa’nın, özellikle daha cahil ve tutucu iç ve kuzey bölgelerinden, on binlerce çocuğu toplayıp gemilerle Kudüs’e gönderdiler. O çocukların bir kısmı, fırtına sebebiyle batan gemilerde Akdeniz’in sularında kayboldular, diğerleri ise korsanlar tarafından kuzey Afrika limanlarındaki köle pazarlarında satıldılar. Bu örneği, yobazlığın, toplumların çıldırma çıtasını nerelere vardıracağının kanıtı olsun diye hep veririm.

Ve bu kilise kafasına sahip batı dünyası, yüzyıllarca, Müslüman doğu karşısında, şişmanladıkça tembelleşen ve tembelleştikçe de şişmanlayan bir obezite sarmalına tutulmuş gibi, yenildikçe dindarlaştı ve dindarlaştıkça da yenildi. Araplar İspanya üzerinden Pireneler’e kadar, Türkler ise Viyana’ya kadar ilerlediler.

Ta ki, batı dünyasında ölümü göze alarak rasyonel cevaplar arayan insanlar çıkana kadar. Yenilgilerinin sebeplerinin, mistik açıklamalarda değil rasyonel izahlarda aranması gerektiğini savunan cesur ve aydın kişilerdi bunlar. Bu entelektüeller yüzyıllarca kilisenin “adil” sorgularında can verdiler. Dünya, Tanrı temsilcilerinin nasıl canavarlaştığına, daha önce hiç bu şekilde şahit olmamıştı. Ama bu işkence ve katliam sancıları döngüyü tersine çevirdi. Batı, dinden ve dini temsil edenlerden nefret ettikçe ilerledi ve ilerledikçe de daha da nefret etti. Batı insanı geri kalmışlığın nedeninin felsefeden, bilimden ve salt aklın doğrularından uzak kalmak olduğunu anlamıştı. Bir daha bu tür bir akıl tutulmasını yaşamamak için de muhkem kavramlar geliştirdi. Hayatı ve beyinleri kuşatmak isteyen bağnazlık hastalığına karşı ilaç olacak kavramlardı bunlar. “Liberté, égalité, fraternité” ("Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik"). Buna bağlı olarak Laiklik ve demokrasi. Bu haplar batı insanını, kilisenin yaydığı beyin mantarı hastalığına karşı koruyacaktı.

18.Yüzyıl, sadece batının değil tüm insanlığın kaderini değiştirmiş ve insan denen varlık, evriminde bir üst basamağa geçmişti. İnsanlığın 18. Yüzyıla kadar ki tüm birikimi artık katlanarak devam edecekti. Dini düşünce biçimi geride kalmıştı.

Doğu aklı ise yaklaşık 700 yüzyıl öncesinde bir yara almıştı. “Gazzali”. Yeni Müslüman olmuş, hayatı askerlikten ibaret olduğundan, sorgulamadan itaat etmeyi genlerinde taşıyan göçebe/savaşçı Türklerin de desteği ile Gazzali, felsefeyi haram, felsefeyle uğraşanları da kâfir ilan etti. Nizamiye medreseleri ile  –ki hala güneydoğuda mevcuttur- felsefesiz bir eğitim anlayışı özellikle Sünni dünyaya hâkim oldu. Endülüs bir müddet bu duruma direndiyse de, onlar da Hıristiyan yobazlığına direnemedi.  Tek tük bireysel çıkışlar olsa da, siyaset ve toplum, o dehaların arkasında yer almadığından, İslam toplumları bilimsel düşünme şeklini kurumsallaştıramadılar. Aklın elinden felsefe alınınca olacak olan kaçınılmaz olandır. Sonraki yüzyıllar boyunca İslam medeniyetinde tek orijinal eser çıkmadı. Şerhler, şerhlere şerhler, şerhlerin şerhlerine haşiyeler. Akıl durunca, bilim de durdu, teknoloji de. Bu gün insanlığa katkı sunan tek bir bilim adamımızın olmaması, bilimsel düşünüşün kurumlarının ve dayanaklarının olmamasından kaynaklanmaktadır.

Bu kez dharma’nın şeriat tekerleğinde kısırdöngü sırası kadim doğuya musallat olmak üzereydi. Batı, aklı merkeze alıp felsefe ile uğraştıkça, bilim ve teknolojinin kapıları ardına kadar açılmıştı. Tanrı, sanki bilgi ağacını insanlığa doğru uzatmıştı. İnsanlık evriliyor ve evrildikçe ilerliyordu. Bu zihinsel ve bilimsel çığ, eski dünyanın dayandığı tüm temel ve argümanları yerle bir etti. Doğunun olup biteni anlaması ve ne olduğunu sorgulaması yüzyıllar sürdü. Ve 19. Yüzyılda o kutsal soruyu bu kez doğu soruyordu, “Biz neden geri kaldık?”

Bu sancılı dönem belki, Müslüman toplumlarda batıda olduğu kadar uzun sürmeye bilirdi. Doğu, doğru cevabı daha erken bula bilirdi. Lakin ne siyaset ne de toplum böyle bir arayış içine girmedi. Entelektüel bir kriz yaşamadı beyinler. Dinin insanı mest eden ütopyası ve Tanrının yardımının geleceği beklentisi Batı’nın yaşadığı değişimi analiz etmeye izin vermiyordu. Doğunun kadim halkları, Batının devrimini tamamlamış aklı karşısında bir bir devriliyorlardı. Şehirleri düşerken Mikail’i bekleyen Bizans papazları gibi ulema, seyretmek zorunda kaldı olup biteni. Tüm dünya, yüzyıllarca kazıklarda yanarak canlarıyla bedel ödemiş ve Tanrının bilgelik pınarından içmeyi hak etmiş batı aklı karşısında secde ediyordu.

Evet, batı neredeyse her yıl çağ atlarken “Biz neden geri kalmıştık”.

Soru çok çabuk ve kolay bir cevap buldu. Erken doğum yaptı. Kilise babalarının yüzyıllar önce toplumlara kan kusturan virüsü, Müslüman beyinleri ele geçirmişti. Ve “biz neden geri kaldık” sorusuna “Allah’ın ipini bıraktığımız, günahlara ve bidatlere daldığımız için” cevabı verildi kolayca. Neden?

Müslüman coğrafyalara, yenilmelerinin ve geri kalmışlıklarının nedeni olarak, ibadet ve ahlaktaki- ki ahlak derken anladıkları sadece cinselliktir-noksanlığı gösteren “din adamları” kimlerdir acaba? Bu insanları anlamadan Müslüman coğrafyalardaki akıl tutulmalarını anlayamayız. Bu yazı dizisinde bu siyasal İslam öncülerini bir bir ele alacağız. Ve o zaman neden geri kaldığımızı belki daha iyi anlayacağız.

(Bir sonraki yazı, siyasal İslam’ın ilk akıl hocası olarak bilinen “Cemaleddin Afgani”.)
2- “İçtihat kapısı açıktır. Bidat ve hurafelerden arınmış bir din anlayışını yeni içtihatlarla tesis edersek modern çağı yakalaya biliriz. Kuranı iyi anlarsak, onda her derde deva olacak ilaçları da bulabiliriz. Kuranda, dünya siyasetinden ekonomiye, hukuktan bilimsel keşiflere hatta büyük patlamaya kadar insanlığın ihtiyacı olan her türlü bilgi mevcuttur. Geri kalmışlığımıza çözüm arayacaksak dinin özü olan Kurana dönmeliyiz. “
“Kuran 1400 yıl öncesinden haber vermiş” anlayışı; madem öyle, siz ey dinciler! Herhangi bir şey icat olunmadan önce siz Kuran’da onu bulun bakalım. Mesela ışınlanmayı herhangi bir cemaatçi android bulsun da görelim.

Bulamazsınız. Başınızın ağrısına iyi gelecek bir hap bile yapamazsınız.  Ateist ve kâfir dediğiniz adamlar, insanlığa çağ atlatan buluşlara imza atar, sizler ise o kâfirlerin buluşlarıyla göbek büyütüp, bir de utanmadan “bakın Kuran’da bu 1400 yıl önce söylenmiş” dersiniz. Bana herhangi bir antik metin verin, ben size o metinde, bu günkü, istediğiniz herhangi bir buluşa atıf bulayım.

Bir keşif yapıldıktan sonra “ha! bakın Kuranda yazıyormuş” demek aslında tüm Müslümanları aşağılamaktır. Demezler mi adama “ya hu! Madem Kuranda yazılıymış ilmi keşifler, bunca Müslüman o kadar Kuran okuyor, neden bir tanesi fark etmedi bu keşfi de, kala kala bir gâvura kaldı bu iş”.

Kuran bilinenleri revize etmiştir.  O güne kadar insanlığın bilmediği, bilimsel tek keşiften söz etmez. Üstelik geliş amacı da bilimsel ve teknolojik izahlarda bulunmak değildir, insanlara en kestirme yoldan Tevhidi anlatmaktır. İki denizin sularının karışmamasından, çocuğun nasıl doğduğuna kadar, dincilerin bilim dedikleri bilgiler, o çağın insanı tarafından zaten biliniyordu. Kuran sadece o insanlara, “bakın işte tüm bunları var eden Allah dururken siz başka putlar edinip, onların kölesi olmayın. Boyun eğmeniz gereken tek güç Tanrı iken ve o da kendisine kimseyi vekil tayin etmemişken, başka hiç kimseyi kutsallaştırmayın” demektedir. O günün insanının evren tasavvuru ne ise onun üzerinden yaratıcının tekliğini vazetmiştir. İnsanlar dünyanın düz ve göğün yedi kat olduğuna mı inanıyorlar? Kuran demiştir ki, “bak işte tüm bu yedi katı Allah yarattı”, o çağ insanına astronomi dersi vermeye kalkması abes olurdu zaten. Zira Allah, gün gelip insanlığın, akıl mabedinde bilim namazı kılarak zaten bilgilerinin yanlış olduğunu anlayacağını biliyordu. Kuranın harflerinde boğulacağına, ruhunu anlamaya çalışsaydı ulema, bu günkü acziyeti yaşamayacaklardı Müslümanlar.

3- “Avrupa’dan gelen felsefeler tamamen dinden çıkarıcı niteliktedirler. Komplekse girmeye gerek yok, İnanıyorsak üstünüzdür. “

Avrupa’dan gelen fikirlerin zehirli olması; Çünkü biliyorsunuz, gençler o fikirleri, sorgulama biçimlerini, analiz yöntemlerini öğrenirlerse, sizler kilise kadar dahi ayakta kalamayacak, tarihin çöplüğüne yuvarlanacaksınız. İnsanlara anlamadıkları kitapları okutup, mistik motivasyonlarla onları manipüle edip, gece gündüz Tanrıya tapan ancak size itaat eden androidler haline getirmenin tek yolu budur. Hodri meydan! bu günkü tüm cemaatlere soruyorum? Herhangi bir, batı aklının hâkim olduğu ülkede, yüz binleri mürit edinin de görelim. Sizler ancak batılı ülkelerdeki zavallı göçmenleri ve köyünden para kazanmak için yollara düşmüş Anadolu insanını kendinize bağlaya bilirsiniz. Sıradan bir Avrupalı bile, eğer içinize sızmak isteyen bir ajan değilse, vaazlarınız ve sizi hoplatan motivasyonlarınız karşısında gülüp geçmektedir. Ha! Avrupa insanını etkileyen ve bize ait olan bir anlayış veya felsefe yok mu? Elbette var. Tasavvuf. Ama sizler, tasavvufu da hurafe diye çöpe attınız. Tasavvufu patlıcan burunlu, tepir sakallı tarikatların yobazlığına terk ettiniz. Bir de utanmadan Mevlana’dan Yunus’tan bahsedersiniz.  Mesneviyi dahi sansürleme küstahlığında bulunan sizler, Avrupa insanının dövizi için semâ eden, tasavvufu anlayamamış biçarelersiniz.

4- “Bu dünyadaki asıl vazifemiz ebedi hayata layık olacak vasıfları kazanmaktır. İnsan kemali yalnız yakalayamaz o yüzden cemaatleşmelidir. “

Cemaati olmayanı kurt kapar söylemi; İnsan’ı “Birey” olamamış toplumlar, hele bir de demokrasi ile yönetiliyorlarsa, bu hal efendi için bulunmaz bir nimettir. Yani, herhangi bir konuda tek tek insanları ikna etmekle uğraşmak yerine, toplumu beş cemaat etrafında toplayıp, sonra o beş cemaat liderini “bir şekilde” ikna edip, bitimsiz iktidar elde etmek mümkündür efendi için.

Örnek vermeden geçemeyeceğim, dibine kadar kapitalist bir bisküvi markası rekabetten sıkılınca şunu yaptı. Cemaat cemaat dolaşıp, reklam için harcayacağı paranın onda biri kadar bir tutarı onlara bağış olarak verdi. Ardından, parayı alınca kendisini yanı başına oturtan cemaat liderinin kulağına eğilip, “efendimiz bakın diğer markalarda domuz yağı var, oysa biz bu konuda hassasız ve asla domuz yağı kullanmıyoruz” diye fısıldadı. Ne mi oldu? 30 yıl boyunca milyonlarca cemaat mensubu o marka dışında hiçbir ürünü evine sokmadı. (Şimdi o marka her şey üretiyor, hatta köprü falan alıyor.) Alın size “cemaat toplum” demokrasisi.

5- “Gençlerin dejenere edilmesi ve nefsi arzulara yönelmesi batının oyunudur. Tasavvuf ve tarikatlar dini yozlaştırmışlardır. Okullar açılmalı ve dindar nesiller yetiştirilmelidir.”

Tasavvuf ait Tanrı tasavvurunun yerle bir edilmesi; malum, özellikle Anadolu’nun din anlayışının temelini tasavvuf oluşturmaktaydı. Günümüzün Vahhabileşmiş tarikatlarını kastetmiyorum elbette. Hacı Bektaş’ın, Ahi Evran’ın tezgâhından çıkmış bilgeliği kastediyordum. Yani dini, ritüellerinden ziyade, özü ile almak ve peygambere şeklen değil, ruhen benzemek. Allah’ın ahlakıyla ahlaklanmak. Dikkat ederseniz neo-islamcılar hep hurafe derler, ancak hurafe dedikleri zaman yıkmak istedikleri, bizi biz yapan değerlerdir. Gerçek hurafelere asla dokunmazlar. Edepli olmak yerine tesettürlü olmayı, Allah’ı anlama-tanıma-bilme yerine ona iman etmeyi, erdemli olma yerine dindar olmayı vazeder cemaatler. Üzerinde durdukları yapıyı biteviye hâkim kılmanın sırrıdır bu.

6- “Her memlekette Müslümanların cemaatleri olmalı ve bunların hepsinin merkezi de Hicazda olmalıdır. İslam ümmeti birleşmelidir ve bir halifesi olmalıdır. Osmanlılar İslam’ı temsil etmekten uzaktır. Müslüman etnik gruplar kendi milliyet bilincine sahip olmalıdırlar. Milli kimlik ve kültüre sahip çıkmak din kadar önemli bir aidiyet duygusu geliştirir ancak ümmet bilincinin önüne geçmemelidir.”

Ümmetin birleşmesi, halifesini seçmesi, merkezinin hicaz olması gerektiği; O günkü şartları göz önüne alırsak, Osmanlıyı yutmayı planlayan efendinin, bundan daha güzel bir söylemi benimsemesi düşünülemezdi. Dincilerin kulağına hoş gelen bu söylemler, Osmanlının Müslümanlar tarafından ihanete uğramasının da yolunu açmıştır. Vakıa öyle de olmuş ve garip Anadolu insanı ve efendinin esareti altındaki Hintli garibanlar dışında kalan Müslümanlar, Mehmet’in kesilmiş her bir kafası karşılığında, çil çil sterlin alacak kadar Türk ve Osmanlı düşmanı olmuşlardır. Belki de II. Abdülhamit bu fitneyi hissettiğinden Afgani’yi göz hapsinde tutmuş ve asla yurt dışına çıkmasına bir daha izin vermemiştir.

Afgani ve haleflerinin fikirlerinin etkin olduğu cemaatlere bakın, Türk ve Atatürk düşmanlığının ne kadar kesif koktuğunu göreceksiniz.

7- "Batıyı taklit etmeden, sadece ilmini alarak ve selefi bir İslam anlayışını yaşayarak batıya karşı galip gelebiliriz."

Batının fikirlerini değil, ilmini alalım komedisi; Bu söylem de çok cahilce ve komiktir. Yani yobazca yaşamaya devam edip, bilimden de nemalanalım. Tam anlamıyla köylü kurnazlığı.

Batı, elde ettiği ilimi seviyeye, o istemediğiniz fikirler sayesinde ulaştı. O sizin Tanrılığınızı yerle bir edecek olan ve bu nedenle de öcü gibi korktuğunuz analitik düşünme biçimi, sorgulama ve diyalektik olmasaydı, bu gün kilise hala cennetten arsa satıyor ve parlak oğlanları kardinal yapmaya devam ediyor olacaktı. Fikir olmadan bilimi nasıl yapacaksınız? En iyi ihtimalle laborant olursunuz. Zeki çocuklarımızı Batıya kalifiye eleman olsunlar diye yetiştirirsiniz. Seksen sonrası kurulan dinci kolejlere, zehir gibi Anadolu çocukları tam burslu olarak alındılardı. Nerde bu çocuklar şimdi? Hangi ülkelerin bilimine katkı sağlıyorlar? Merak eden var mı?

Laborantlık, kuramla yani “logie” ile taçlandırılmaz ise hiçbir işe yaramaz. Felsefe bilimi, bilim ise teknolojiyi elde eder ki, bu da para ve güç demektir.

Sonuç;

Tüm Müslüman ülkelerde gelişen “siyasal İslam” hareketlerinin fikri merkezinde oturan Afgani’nin fikirlerini kısaca ele almaya çalıştık. Ne kadar tanıdık görüşler ve söylemler değil mi? Said Nursi’den Akif’e kadar bu söylemlerin üstüne atlamayan daha doğrusu kanmayan kalmamış Müslüman coğrafyalarda. Bizatihi talebeleri, özellikle Mısır’da okul oldular. O okul mezunlarından biri Mısırdaki ihvan hareketi mesela. Ülkemizde de çokça mevcut.

Şahsen, Efendinin zekâsı karşısında bir kez daha selam dururken, bir yanlışı üç doğru ile süsleyip pazarlayan bir istihbarat elemanının, sonraki nesillere bir İslam kahramanı olarak sunulmasına yataklık eden, Müslüman halka da kanaat önderliği makamından dem vuranları Allah’a havale ediyorum.

Birbirinden değerli makalelerin yer aldığı İslam ansiklopedisinde, bunca uzmanı dururken, Afgani maddesini yazan Hayrettin Karaman’a şunu demeyi ülkem okur-yazarları adına borç bilirim. OLMAMIŞ. (İlahiyat camiasındaki baronları değerlendiren yazımda kendilerinden epeyce bahsedeceğimden şimdilik eleştirimi noktalıyorum.)

Geri kalmamızın nedenleri, Cumhuriyetimizin kurucuları tarafından analiz edilmiş ve doğru cevaplar bulunmuştu. Tercüme faaliyetleri, Avrupa’dan getirtilen bilim adamları, tevhid-i tedrisatla eğitimin seçkincilikten kurtarılıp her bireye ulaştırılması, üniversiteler, enstitüler, kurumlar… Kendimize ait felsefeler ve kavramlar oluşturma çabaları… Bu yüzdendir ki, M. Kemal için, otuzlu yılların orta dünya gazeteleri, İslam’ın ve tüm mazlum milletlerin kurtuluş ümidi diye bahsediyordu. İran Şahı’ndan Gandi’ye kadar, “demek ola biliyormuş, efendi de yenile biliyormuş” diyorlardı.

Placeholder4Ancak Afgani ve haleflerinin fikirleri maalesef yerini buldu, M. Kemal ve kurucu aklın, geri kalmamızın nedenlerine dair buldukları asıl cevaplar, Afgani’nin (yani efendinin) yolundan gidenlerce din dışı ilan edildi ve cumhuriyetimizin kuruluş felsefesi aforoz edildi. Gelinen noktada onlarca büyük, yüzlerce hatta binlerce küçük cemaat, İslam toplumlarını ayağı kaldırmaya çalıştıklarını zannederken, daha bi dibe sürüklemişlerdir.  Müslüman ülkelerde, iktidar olabilmek için efendinin ayakları yalanmaktadır. Efendinin himmetiyle gelenler, gene onun bir kaş işaretiyle tepe taklak gitmektedirler. Geldiklerinde efendiye övgüler düzen Müslüman ülkelerin iktidarları, koltuklarından inerken gözyaşı döküp “medet ey millet” demektedirler.


Dindarlaştıkça zavallılaşan, hiçbir şey üretemeyen, tek bir bilimsel yeniliğe imza atacak insan yetiştiremeyen bu zihniyetin behemehâl ortaçağa geri gönderilmesi elzemdir.  Orta dünya insanını yeniden dinle tanıştırmak kimsenin haddine değildir. Bu, yüzyıllardır sömürülen insanların ihtiyacı olan yegâne şey daha fazla cami ve ibadet değil, bilimsel düşünme sistemine geçmek, ‘felsefe nasıl yapılır’ı öğrenmek ve Tanrı adamlarının, Tanrının ve kendilerinin yakasından düşmesini sağlamaktır.

Siyasal İslam düşüncesine dair çalışmalarda başrolde hep o vardır. İranlı olmasına rağmen Afgani adını kullanması, Şii olmasına rağmen Sünni gibi davranması hep tartışıldı. Masonluğu ve masonluktan çıkarılma öyküsü… Kimilerine göre İslam’ı batırmak isteyen bir şeytan, kimilerine göre ise İslam ümmetini uyandırmaya çalışan bir müceddid.

Biyografisi, o dönem İslamcılarınınkine çok benzer. Çocuk denecek yaşta din, tıp, matematik, dil, tarih, siyaset, felsefe ve daha bir sürü ilim ve bilim dalında eğitim aldı denir. Afganistan’da çocuklara bunca ilmi ve bilimi öğretecek eğitim kurumları var mıydı bilinmez ama anlaşılan o ki, örneklerini Sait Nursi başta olmak üzere, birçok neo-İslamcı’da gördüğümüz tarzda bir biyografi düzülmüş kendisine.

Gene o dönem âlimlerinin genelinde gördüğümüz sınırlar arası sınırsız seyahat özgürlüğü. Hindistan’dan Amerika’ya, Londra’dan Paris’e, Mısır’dan İstanbul’a, İran’dan Rusya’ya gezmediği memleket kalmamış. Sevenleri, ümmet için dolaştı derken aynı zamanda yiyecek kuru ekmeği olmadığından bahsediyorlar. Ancak bunca ülkeyi bırakın 19. Yüzyıl şartlarını, bu gün dahi dolaşmak ciddi bir mali destek gerektirir. Anlaşılan esaslı bir finansörü de mevcut.

Gittiği her ülkede kısa bir süre içinde takibata uğrayıp, ya kovuluyor ya da gözetim altında tutularak baskıya uğruyor. Mısırda masonları bile birbirine düşürüyor. İskoç riti’ne bağlı Mısır locası, Tanrı inancı olmadığı gerekçesi ile onu locadan uzaklaştırıyor ancak mübarek adam hemen, Tanrı inancını şart koşmayan Fransız riti’ne bağlı yeni bir loca kurup başına geçiyor. Enteresandır, masonların her türlü pis işi planladığını savunan Siyasal İslamcılar, akıl hocaları olan zevatın neden masonların kuyruğunda dolaştıklarını sormuyorlar. Hem küfredip hem taklit etmeyi nasıl başarabiliyorlar hep merak etmişimdir. Ayrıca masonlara asıllı asılsız saldırıda bulunmalarına rağmen” o her şeye gücü yeten” masonların neden bu iftiralara cevap vermedikleri de ilginçtir. Ben İslamcıların iddia ettikleri komplolar yerine, belki de bir tür melâmet neşvesi sebebiyle savunmaya geçmedikleri kanaatindeyim. “onlar ki, kınayanın kınamasından korkmazlar”.

İran şah’ının öldürülmesinde, Afganistan’da hükümetin devrilmesinde, Mısır isyanlarında ve darbelerinde hep aynı isim, Cemaleddin Afgani.

İngilizlere savaş açtığı söyleniyor ancak Londra’dan kopamıyor bir türlü. İngilizler ortadünya politikalarını belirlerken ondan raporlar istiyor. Bazen kendi gidiyor bazen da talebesi Abduh’u gönderiyor.” Sevenleri, bu serüvenli hayatı yaşamasını takva ve fedakârlıkla açıklasalar da, kendilerine 19. Yüzyılın anglo-sakson casuslarının hayatlarını okumalarını tavsiye ederim. Sadece günah keçisi Lawren’si değil, hangi lordların, baroneslerin, unvanlarını,  şatolarını bırakıp keçi kokan çadırlarda bir ömür yaşamayı seçtiklerine bir bakmalarını isterim.  Evlenmemek ve sık seyahat etmek zorunda kalışları büyük fedakârlık olarak görenler, bir de o yüzyıldaki casusların nelerini feda ettiklerine bir baksınlar derim.

Afgani ile ilgili en trajikomik duruma düşenler maalesef Nurcular. Zira nurcuların mehdi saydıkları Said Nursi ona selefim derken, gene nurcular için üç İsrail peygamberi makamında olan II. Abdulhamid, onun için tescilli İngiliz casusu diyor ve İstanbul’da ölene kadar göz açtırmıyor Afgani’ye. İstanbul’da kaldığı süre içerisinde kendisine Teşvikiye’de bir ev, bir hizmetkâr, bir araba ve fakat sekiz hafiye tahsis ediyor. Ve İstanbul’da yarı açık hapis hayatı sürerken ölüyor.(1897)

Bu gün, Maçka’daki şeyhler mezarlığındaki içi boş mezarını, Charle Cron adlı bir Amerikalı yaptırıyor. Ardından 1944’te kemikleri Afganistan’a naklediliyor.

Paris’te çıkardığı gazetedeki makalelerinden, talebeleriyle olan yazışmalarından ve kitaplarından fikirlerini öğreniyoruz. Bazı kitapları ne hikmetse kayıp, özellikle hilafet ile ilgili olan kitabı mesela.

Bizim için önemli olan biyografisindeki şifreler değil, fikirlerindeki kasıtlı yönlendirmeler. Ve bu yönlendirmelerin yol açtığı bu günkü sapmalar.

Afgani’nin fikirlerini sorgulamaya başlamadan önce onun mordernist Müslümanları büyüleyen fikirlerine bir bakalım:

1 - “Müslümanlar İslam’ın umdelerine bigâne kaldıklarından batı’nın gerisinde kaldılar. Bunu tersine çevirmenin yolu İslam’ın özüne dönmektir. Çin’den İspanya’ya uzanan medeniyeti kuran Müslümanlar Tevhide bağlı oldukları için muzaffer oldular. Müslümanlar tekrar batıya galebe çalmak istiyorlarsa İslam’ın özüne yani Kuran merkezli bir din anlayışına geri dönmelidirler. Bu dine dönüş beraberinde Allah’ın yardımını da getireceğinden Müslümanlar batı karşısında ezilmeyeceklerdir. Materyalistler bunun, yani Müslüman dünyanın inancına dönüşünün, gerçekleşmemesi için İslam inancını yıkmak için çalışıyorlar.”

Kısacası, Terakki adına Dinin özüne dönüş söylemi; Bu anlayış, hemen hemen tüm cemaatlerin temel söylemi olmuştur. İslami cemaatlerin tamamı bir iman esasıymış gibi bu fikre sarılmış durumdalar. Daha önce de bahsettiğim gibi, bu kafa Avrupa insanını bin yıl çağın gerisinde bıraktı. Bu söylemin zihinlere verdiği minik falso, uzayda sonsuz sapmalara yol açmaktadır. Gerilemenin asıl nedeni felsefeden, bilimden uzak durmaktır. Orta dünya insanının kahir ekseriyeti, 1400 yıl boyunca zaten hep Müslüman’dı. Bu insanlara “dinin özüne dönün” demek aslında “benim planladığım dini uygulayın demektir”. Zira dinin özü diye bahsettikleri “asr-ı saadet döneminde dönen dolaplar bu günkü insani zaaflarından farklı değildi. Peygamber eşine iftira etmekten tutun, iki savaşta 90 bin sahabenin katledilmesine kadar, onca yaşanan olaylar asr-ı saadet dönemi diye bir dönemin hiçbir zaman var olmadığının resmidir.


Yani, Ortaköy’de dans etmek yerine cemaatle namaz kılsak, Anglo- sakson bombaları Müslüman ülkelerde patlayamaz hale gelecek sanki. “Türkia” insanı bu gün tarihinde olmadığı kadar dindar, hiç bu günkü kadar namaz kılmıyor ve başlarımızı sıkı sıkıya kapamıyorduk. 18. Yüzyıla kadar Toros Türkmenleri Cuma namazı nedir bilmezken, şimdi habire umreye gidip duruyor insanımız. Ne oldu? Başımız göğe erdi mi? Her geçen gün daha kötü şartlara razı olmak zorunda kalıyor zavallı ortadünya insanı. Her gün ama her gün Irakta, Suriye’de Müslümanlar ölüyor. Daha önce de demiştim, hiç birimiz ortaçağ manastırlarına kapanan keşişler kadar dindar olamaz ve dua/ibadet edemeyiz. Dua ile ülkelerin işgalleri dursaydı Bizans’ı Türkler alamazlardı. Bu “ortaçağ bienalleri” ile batının karşısındaki aşağılanmadan kurtulacağını sanıyorsa Müslümanlar, acıklı bir son bekliyor demektir tüm ortadünya halklarını.

2- “İçtihat kapısı açıktır. Bidat ve hurafelerden arınmış bir din anlayışını yeni içtihatlarla tesis edersek modern çağı yakalaya biliriz. Kuranı iyi anlarsak, onda her derde deva olacak ilaçları da bulabiliriz. Kuranda, dünya siyasetinden ekonomiye, hukuktan bilimsel keşiflere hatta büyük patlamaya kadar insanlığın ihtiyacı olan her türlü bilgi mevcuttur. Geri kalmışlığımıza çözüm arayacaksak dinin özü olan Kurana dönmeliyiz. “
“Kuran 1400 yıl öncesinden haber vermiş” anlayışı; madem öyle, siz ey dinciler! Herhangi bir şey icat olunmadan önce siz Kuran’da onu bulun bakalım. Mesela ışınlanmayı herhangi bir cemaatçi android bulsun da görelim.

Bulamazsınız. Başınızın ağrısına iyi gelecek bir hap bile yapamazsınız.  Ateist ve kâfir dediğiniz adamlar, insanlığa çağ atlatan buluşlara imza atar, sizler ise o kâfirlerin buluşlarıyla göbek büyütüp, bir de utanmadan “bakın Kuran’da bu 1400 yıl önce söylenmiş” dersiniz. Bana herhangi bir antik metin verin, ben size o metinde, bu günkü, istediğiniz herhangi bir buluşa atıf bulayım.

Bir keşif yapıldıktan sonra “ha! bakın Kuranda yazıyormuş” demek aslında tüm Müslümanları aşağılamaktır. Demezler mi adama “ya hu! Madem Kuranda yazılıymış ilmi keşifler, bunca Müslüman o kadar Kuran okuyor, neden bir tanesi fark etmedi bu keşfi de, kala kala bir gâvura kaldı bu iş”.

Kuran bilinenleri revize etmiştir.  O güne kadar insanlığın bilmediği, bilimsel tek keşiften söz etmez. Üstelik geliş amacı da bilimsel ve teknolojik izahlarda bulunmak değildir, insanlara en kestirme yoldan Tevhidi anlatmaktır. İki denizin sularının karışmamasından, çocuğun nasıl doğduğuna kadar, dincilerin bilim dedikleri bilgiler, o çağın insanı tarafından zaten biliniyordu. Kuran sadece o insanlara, “bakın işte tüm bunları var eden Allah dururken siz başka putlar edinip, onların kölesi olmayın. Boyun eğmeniz gereken tek güç Tanrı iken ve o da kendisine kimseyi vekil tayin etmemişken, başka hiç kimseyi kutsallaştırmayın” demektedir. O günün insanının evren tasavvuru ne ise onun üzerinden yaratıcının tekliğini vazetmiştir. İnsanlar dünyanın düz ve göğün yedi kat olduğuna mı inanıyorlar? Kuran demiştir ki, “bak işte tüm bu yedi katı Allah yarattı”, o çağ insanına astronomi dersi vermeye kalkması abes olurdu zaten. Zira Allah, gün gelip insanlığın, akıl mabedinde bilim namazı kılarak zaten bilgilerinin yanlış olduğunu anlayacağını biliyordu. Kuranın harflerinde boğulacağına, ruhunu anlamaya çalışsaydı ulema, bu günkü acziyeti yaşamayacaklardı Müslümanlar.

3- “Avrupa’dan gelen felsefeler tamamen dinden çıkarıcı niteliktedirler. Komplekse girmeye gerek yok, İnanıyorsak üstünüzdür. “

Avrupa’dan gelen fikirlerin zehirli olması; Çünkü biliyorsunuz, gençler o fikirleri, sorgulama biçimlerini, analiz yöntemlerini öğrenirlerse, sizler kilise kadar dahi ayakta kalamayacak, tarihin çöplüğüne yuvarlanacaksınız. İnsanlara anlamadıkları kitapları okutup, mistik motivasyonlarla onları manipüle edip, gece gündüz Tanrıya tapan ancak size itaat eden androidler haline getirmenin tek yolu budur. Hodri meydan! bu günkü tüm cemaatlere soruyorum? Herhangi bir, batı aklının hâkim olduğu ülkede, yüz binleri mürit edinin de görelim. Sizler ancak batılı ülkelerdeki zavallı göçmenleri ve köyünden para kazanmak için yollara düşmüş Anadolu insanını kendinize bağlaya bilirsiniz. Sıradan bir Avrupalı bile, eğer içinize sızmak isteyen bir ajan değilse, vaazlarınız ve sizi hoplatan motivasyonlarınız karşısında gülüp geçmektedir. Ha! Avrupa insanını etkileyen ve bize ait olan bir anlayış veya felsefe yok mu? Elbette var. Tasavvuf. Ama sizler, tasavvufu da hurafe diye çöpe attınız. Tasavvufu patlıcan burunlu, tepir sakallı tarikatların yobazlığına terk ettiniz. Bir de utanmadan Mevlana’dan Yunus’tan bahsedersiniz.  Mesneviyi dahi sansürleme küstahlığında bulunan sizler, Avrupa insanının dövizi için semâ eden, tasavvufu anlayamamış biçarelersiniz.

4- “Bu dünyadaki asıl vazifemiz ebedi hayata layık olacak vasıfları kazanmaktır. İnsan kemali yalnız yakalayamaz o yüzden cemaatleşmelidir. “

Cemaati olmayanı kurt kapar söylemi; İnsan’ı “Birey” olamamış toplumlar, hele bir de demokrasi ile yönetiliyorlarsa, bu hal efendi için bulunmaz bir nimettir. Yani, herhangi bir konuda tek tek insanları ikna etmekle uğraşmak yerine, toplumu beş cemaat etrafında toplayıp, sonra o beş cemaat liderini “bir şekilde” ikna edip, bitimsiz iktidar elde etmek mümkündür efendi için.

Örnek vermeden geçemeyeceğim, dibine kadar kapitalist bir bisküvi markası rekabetten sıkılınca şunu yaptı. Cemaat cemaat dolaşıp, reklam için harcayacağı paranın onda biri kadar bir tutarı onlara bağış olarak verdi. Ardından, parayı alınca kendisini yanı başına oturtan cemaat liderinin kulağına eğilip, “efendimiz bakın diğer markalarda domuz yağı var, oysa biz bu konuda hassasız ve asla domuz yağı kullanmıyoruz” diye fısıldadı. Ne mi oldu? 30 yıl boyunca milyonlarca cemaat mensubu o marka dışında hiçbir ürünü evine sokmadı. (Şimdi o marka her şey üretiyor, hatta köprü falan alıyor.) Alın size “cemaat toplum” demokrasisi.

5- “Gençlerin dejenere edilmesi ve nefsi arzulara yönelmesi batının oyunudur. Tasavvuf ve tarikatlar dini yozlaştırmışlardır. Okullar açılmalı ve dindar nesiller yetiştirilmelidir.”

Tasavvuf ait Tanrı tasavvurunun yerle bir edilmesi; malum, özellikle Anadolu’nun din anlayışının temelini tasavvuf oluşturmaktaydı. Günümüzün Vahhabileşmiş tarikatlarını kastetmiyorum elbette. Hacı Bektaş’ın, Ahi Evran’ın tezgâhından çıkmış bilgeliği kastediyordum. Yani dini, ritüellerinden ziyade, özü ile almak ve peygambere şeklen değil, ruhen benzemek. Allah’ın ahlakıyla ahlaklanmak. Dikkat ederseniz neo-islamcılar hep hurafe derler, ancak hurafe dedikleri zaman yıkmak istedikleri, bizi biz yapan değerlerdir. Gerçek hurafelere asla dokunmazlar. Edepli olmak yerine tesettürlü olmayı, Allah’ı anlama-tanıma-bilme yerine ona iman etmeyi, erdemli olma yerine dindar olmayı vazeder cemaatler. Üzerinde durdukları yapıyı biteviye hâkim kılmanın sırrıdır bu.

6- “Her memlekette Müslümanların cemaatleri olmalı ve bunların hepsinin merkezi de Hicazda olmalıdır. İslam ümmeti birleşmelidir ve bir halifesi olmalıdır. Osmanlılar İslam’ı temsil etmekten uzaktır. Müslüman etnik gruplar kendi milliyet bilincine sahip olmalıdırlar. Milli kimlik ve kültüre sahip çıkmak din kadar önemli bir aidiyet duygusu geliştirir ancak ümmet bilincinin önüne geçmemelidir.”

Ümmetin birleşmesi, halifesini seçmesi, merkezinin hicaz olması gerektiği; O günkü şartları göz önüne alırsak, Osmanlıyı yutmayı planlayan efendinin, bundan daha güzel bir söylemi benimsemesi düşünülemezdi. Dincilerin kulağına hoş gelen bu söylemler, Osmanlının Müslümanlar tarafından ihanete uğramasının da yolunu açmıştır. Vakıa öyle de olmuş ve garip Anadolu insanı ve efendinin esareti altındaki Hintli garibanlar dışında kalan Müslümanlar, Mehmet’in kesilmiş her bir kafası karşılığında, çil çil sterlin alacak kadar Türk ve Osmanlı düşmanı olmuşlardır. Belki de II. Abdülhamit bu fitneyi hissettiğinden Afgani’yi göz hapsinde tutmuş ve asla yurt dışına çıkmasına bir daha izin vermemiştir.

Afgani ve haleflerinin fikirlerinin etkin olduğu cemaatlere bakın, Türk ve Atatürk düşmanlığının ne kadar kesif koktuğunu göreceksiniz.

7- "Batıyı taklit etmeden, sadece ilmini alarak ve selefi bir İslam anlayışını yaşayarak batıya karşı galip gelebiliriz."

Batının fikirlerini değil, ilmini alalım komedisi; Bu söylem de çok cahilce ve komiktir. Yani yobazca yaşamaya devam edip, bilimden de nemalanalım. Tam anlamıyla köylü kurnazlığı.

Batı, elde ettiği ilimi seviyeye, o istemediğiniz fikirler sayesinde ulaştı. O sizin Tanrılığınızı yerle bir edecek olan ve bu nedenle de öcü gibi korktuğunuz analitik düşünme biçimi, sorgulama ve diyalektik olmasaydı, bu gün kilise hala cennetten arsa satıyor ve parlak oğlanları kardinal yapmaya devam ediyor olacaktı. Fikir olmadan bilimi nasıl yapacaksınız? En iyi ihtimalle laborant olursunuz. Zeki çocuklarımızı Batıya kalifiye eleman olsunlar diye yetiştirirsiniz. Seksen sonrası kurulan dinci kolejlere, zehir gibi Anadolu çocukları tam burslu olarak alındılardı. Nerde bu çocuklar şimdi? Hangi ülkelerin bilimine katkı sağlıyorlar? Merak eden var mı?

Laborantlık, kuramla yani “logie” ile taçlandırılmaz ise hiçbir işe yaramaz. Felsefe bilimi, bilim ise teknolojiyi elde eder ki, bu da para ve güç demektir.

Sonuç;

Tüm Müslüman ülkelerde gelişen “siyasal İslam” hareketlerinin fikri merkezinde oturan Afgani’nin fikirlerini kısaca ele almaya çalıştık. Ne kadar tanıdık görüşler ve söylemler değil mi? Said Nursi’den Akif’e kadar bu söylemlerin üstüne atlamayan daha doğrusu kanmayan kalmamış Müslüman coğrafyalarda. Bizatihi talebeleri, özellikle Mısır’da okul oldular. O okul mezunlarından biri Mısırdaki ihvan hareketi mesela. Ülkemizde de çokça mevcut.

Şahsen, Efendinin zekâsı karşısında bir kez daha selam dururken, bir yanlışı üç doğru ile süsleyip pazarlayan bir istihbarat elemanının, sonraki nesillere bir İslam kahramanı olarak sunulmasına yataklık eden, Müslüman halka da kanaat önderliği makamından dem vuranları Allah’a havale ediyorum.

Birbirinden değerli makalelerin yer aldığı İslam ansiklopedisinde, bunca uzmanı dururken, Afgani maddesini yazan Hayrettin Karaman’a şunu demeyi ülkem okur-yazarları adına borç bilirim. OLMAMIŞ. (İlahiyat camiasındaki baronları değerlendiren yazımda kendilerinden epeyce bahsedeceğimden şimdilik eleştirimi noktalıyorum.)

Geri kalmamızın nedenleri, Cumhuriyetimizin kurucuları tarafından analiz edilmiş ve doğru cevaplar bulunmuştu. Tercüme faaliyetleri, Avrupa’dan getirtilen bilim adamları, tevhid-i tedrisatla eğitimin seçkincilikten kurtarılıp her bireye ulaştırılması, üniversiteler, enstitüler, kurumlar… Kendimize ait felsefeler ve kavramlar oluşturma çabaları… Bu yüzdendir ki, M. Kemal için, otuzlu yılların orta dünya gazeteleri, İslam’ın ve tüm mazlum milletlerin kurtuluş ümidi diye bahsediyordu. İran Şahı’ndan Gandi’ye kadar, “demek ola biliyormuş, efendi de yenile biliyormuş” diyorlardı.

Ancak Afgani ve haleflerinin fikirleri maalesef yerini buldu, M. Kemal ve kurucu aklın, geri kalmamızın nedenlerine dair buldukları asıl cevaplar, Afgani’nin (yani efendinin) yolundan gidenlerce din dışı ilan edildi ve cumhuriyetimizin kuruluş felsefesi aforoz edildi. Gelinen noktada onlarca büyük, yüzlerce hatta binlerce küçük cemaat, İslam toplumlarını ayağı kaldırmaya çalıştıklarını zannederken, daha bi dibe sürüklemişlerdir.  Müslüman ülkelerde, iktidar olabilmek için efendinin ayakları yalanmaktadır. Efendinin himmetiyle gelenler, gene onun bir kaş işaretiyle tepe taklak gitmektedirler. Geldiklerinde efendiye övgüler düzen Müslüman ülkelerin iktidarları, koltuklarından inerken gözyaşı döküp “medet ey millet” demektedirler.

Dindarlaştıkça zavallılaşan, hiçbir şey üretemeyen, tek bir bilimsel yeniliğe imza atacak insan yetiştiremeyen bu zihniyetin behemehal ortaçağa geri gönderilmesi elzemdir.  Orta dünya insanını yeniden dinle tanıştırmak kimsenin haddine değildir. Bu, yüzyıllardır sömürülen insanların ihtiyacı olan yegâne şey daha fazla cami ve ibadet değil, bilimsel düşünme sistemine geçmek, ‘felsefe nasıl yapılır’ı öğrenmek ve Tanrı adamlarının, Tanrının ve kendilerinin yakasından düşmesini sağlamaktır.

Hiç yorum yok: