24 Haz 2014

Avrupa’nın medeniyet öğretmeni: Endülüs

endülüs ile ilgili görsel sonucuBu gizemli medeniyeti, hâlâ neden bilmek zorunda kalmaktayız
Yahya Kemal Beyatlı’nın unutulmaz şiiri, Münir Nurettin Selçuk’un unutulmaz bestesi ile biraraya gelince, Endülüs Akdeniz’in ta öteki ucundan, binlerce kilometreyi aşıp, hayal bahçemizi Endülüs gülleriyle doldurur
Münir Nurettin’in çok da güzel Türkçeleştirdiği Flamenko’nun sesiyle, “Alnında halka halkadır âşufte kâkülü” ile “Göğsünde yosma Gırnata’nın en güzel gülü” takılı olan kızıl pelerinli dansçının Gırnata bahçelerindeki dansına kapılır gideriz.
Nedir bu Endülüs? Muhteşem şekilde 711 senesinde başlayan ve 1492’deki o çok da muhteşem olmayan şekilde sona eren bu gizemli medeniyeti, hâlâ neden bilmek zorunda kalmaktayız? Geliniz, birlikte bir bir yolculuğa çıkıp İslam’ın artık hiç de hatırlanamayan altın çağına bir ziyarette bulunalım. Ve birlikte yaşamanın yüksek kültürünün, felsefenin, şiirin, müziğin, raksın, mimarinin ve hele de güllerle dolu Endülüs bahçelerinin aydınlık dolu günlerine geri dönelim.
SON EMEVİ ŞAM’DAN KORDOBA’YA KAÇAR
Sekizinci yüzyılın ortalarında bir zamanlar, tüm akrabaları yok edilmiş olan bir genç adam Şam’ın kuzeyinde olan Rusafa’daki evinden gizlice kaçarak Kuzey Afrika’ya gider. Annesi de bir Berber olan Abdurrahman, Afrika çöllerindeki Berber vahalarında geçirdiği beş seneden sonra Cebelitarık boğazını geçerek İspanya’nın güney sahillerdeki Almunecar köyünde karaya çıkar. Bu bölgede zaten elli senedir ataları Emeviler’in yerleşkeleri vardır. Şam’dan gelip bu uzak topraklarda birdenbire ortaya çıkan bu Emevi prensi, kısa zamanda Kordoba’nın emiri yapılır. Abdurrahman, Kordoba yakınlarında Suriye’deki son ata toprağı olan Rusafa’nın adını verdiği saraylarını kurar ve hanedanlığını başlatır.
Sayıları baslangıçta sadece 50 bin kadar olan Müslümanlar, Hristiyan ve Yahudi Endülüslüler ile, o zamana dek ve daha sonrasında bile görülmemiş bir birlikte yaşama kültürü yaratırlar. Yüzyıllardır baskı altındaki Yahudiler, bu müslüman devletinde tarihlerinin en ihtişamlı günlerini yaşarlar. Bazıları Endülüs halifelerinin dışişleri bakanlığına kadar yükseleceklerdir.
ORTAÇAĞ’DAKİ İĞNEOYASI: KORDOBA
endülüs ile ilgili görsel sonucu
Kurtuba Camii (Cordoba Katedrali
Bağdat’taki Abbasiler’in iç karışıklıklarından faydalanan Kuzey Afrika müslümanları 909 yılında, Şii Fatımi halifeliğini ilan edip Bağdat’tan bağımsız olunca, Endülüs müslümanları da 929’da kendi halifeliklerini ilan ederler. Kordoba da yeni halifeliğin parlayan yıldızı başkenti olur. Avrupa’da banyoların bile bilinmediği bu yıllarda, Kordoba’da 900 hamam, onbinlerce dükkan, binlerce cami, elli adet hastane, şehrin her tarafındaki çeşmelere su götüren bir su kanalı şebekesi ve taşlarla döşenip lambalarla aydınlatılmış sokaklara sahip bir metropolitan şehirdi.
Bu yıllarda, Halife’nin Kordoba’daki kütüphanesinde 400 bin el yazması varken, Avrupa’nın en ünlü kütüphanelerinde 400’den fazla kitap bulunmazdı. Bu kütüphanedeki kitapların isimlerinin yazıldığı kataloglar bile, 44 cilt tutmaktaydı. Aynı şehirde, Halife’nin kütüphanesinin yanı sıra, 70 adet kütüphane daha vardı. Elyazması kitap piyasası için Kordoba’nın 70 adet elyazmacısı bulunuyordu.
ORTAK KADER: FİTNE VE FETRET
Endülüs İslamı’nın gösterdiği hoşgörü ve tolerans kültürü, Arapça’nın 1000 senesine kadar Endülüs’te edebiyatın ve akademinin dili olmasını sağlamıştı. Hristiyan, Yahudi ve müslümanlar, Arapça çalışmalarına kitleler halinde eğildiler. Hristiyanlar, Latince yerine Arapça’yı öğrenip konuşmaya başladılar. Öyle ki, bu tür Hristiyanlara Araplaşmış anlamına gelen “Mozarablar” denildi. Aynı yıllarda, Hristiyan papaz Alvaro “Hristiyanların Arapça okuyup İslam teolojisini öğrenmeyi, İncil okuyup Hristiyanlığı öğrenmeye tercih ettiklerini” belirtip, protesto etmekteydi dindaşlarını.
Endülüs’ün her yerine, görülmemiş bir medeniyet ve zenginlik getiren Emeviler’in sonu ise, 1009 yılında başlamıştı bile. Sadece yirmi yil içinde, Endülüs toprakları görülmemiş bir içsavaşa sahne olacaktı. Bu, Selçuklular’ın son yıllarındaki ve Osmanlılar’ın Timur tarafından yenildiği 1400’ler başındaki gibi, bir “fitne ve fetret” dönemiydi. Gerek Endülüs Emevilileri’nin lükse düşkünlüğü, gerekse Halifelik ilanından dolayı Kuzey Afrika’daki İslam devletlerinin gözünü Endülüs’e dikmeleri, sonu hazırladı. Bunun ilk ürünü, o masallar sarayı olan Kordoba’daki Medinat al-Zahra’nın, kuruluşundan sadece yüz yıl sonra, 1009’daki yakılıp yıkılması oldu.
ŞERİATÇILIĞIN BİN YIL ÖNCEKİ SUÇLARI
Kordoba Halifeliği de, ilanının yalnızca 100 yıl sonrası, resmen sona erdi ve onun küllerinden 60’a yakın “tayfa”lık, yani şehir devleti doğdu. Tayfalar arasındaki güç savaşı, Kuzey’deki Hristiyan kralların Endülüs’ü Müslümanlar’dan temizleme planlarının da başlangıcı oldu. “Denize düşen yılana sarılır” Türk atasözünün belki de en güzel uygulaması, Seville emiri Mutamid’in Hristiyan saldırısına karşı, Kuzey Afrikalı Almoravid’leri Endülüs’e davet etmesiyle hayata geçmiş oldu. Berber aşiretlerinden meydana gelen bu şeriatçı İslam devleti, yardım bahanesiyle geldikleri Endülüs’ten bir daha hiç ayrılmadılar. 1090 senesinde Almoravidler tüm küçük tayfaları yönetimleri altına alarak Endülüs’te 150 sene sürecek baskıcı ve hoşgörüsüz iktidarlarını kurdular. Bu sürede sadece Hristiyanlar’ı ve Yahudiler’i değil, daha toleranslı olan Endülüs müslümanlarını bile baskı altına alan Almoravidler, ancak kendilerinden de daha şeriatçı olan, bir başka Kuzey Afrikalı Berber devleti Almohad’lar tarafından yok edileceklerdi.
Endülüslüler’in içine düştükleri bu acınası bölünmüşlük, Kuzey’deki Hristiyan krallıklar için tarihi fırsatlar yarattı ve 1200’ler boyunca, önde gelen Endülüs şehirleri, bir bir müslümanların elinden çıktı. En son elden çıkan, Almohad’ların başkenti Seville oldu. Hristiyan Kral Ferdinand birkaç sene sonra ölünce, Seville’nin Büyük Camisi’nin tam ortasına yapılan bir anıt mezara gömüldü. Zamanın ruhuna uygun olarak da, mezar yazıtları hem Arapça, hem Latince hem de Yahudice yazıldı.
Geçen yazımızda, İspanya’nın altın çağını oluşturan Endülüs’ün kısa bir tarihini anlatmıştık. Bugün ise, yaklaşık altıyüz yıllık Endülüs kültürünün, Avrupa’nın aydınlanmasına olan katkılarından söz edeceğiz
Avrupa’nın bugünkü Avrupa haline gelmesinde, Endülüs’ün oynadığı anahtar role bir göz atalım. Bu katkıların, müzikten edebiyata, mimariden teknolojiye, felsefeden mistik geleneklere kadar uzandığını ifade edersek, etkinin boyutunu daha iyi belirtmiş oluruz. Böylece, İslam’ın altın çağındaki parlayan yıldız Endülüs’e gönül borcumuzu biraz da olsa ödemiş sayacağız. Ama, gelin bugün biraz farklı bir okuma tarzı deneyelim ve işin içine Endülüs’ün müziğini de katalım, yazımızı okurken, ne dersiniz?
TÜRK ŞARKILARINI DİNLEYEREK OKUYUN!
Yazının konusu Endülüs olur da müziksiz okunur mu? İşte size Türk müziğinin Endülüs’ten ilham almış en güzel üç başyapıtı. Yazıyı okurken bu parçaları da dinleyin ve Alhambra Sarayı’nın loş bahçelerine müzikli bir gezintiye hazır olun.
http://www.dailymotion.com/video/xd6eax_munir-nurettin-selcuk-endulus-te-ra_music ( Münir Nurettin Selçuk ve Yahya Kemal Beyatlı’nın Kürdili Hicazkar şarkısı)
http://www.youtube.com/watch?v=K7zIljSF8Ho (Şadi Işılay’ın Muhayyer Kürdi Saz Semaisi)
http://www.youtube.com/watch?v=4PcPa6a0fF4 (Reşat Aysu’nun Muhayyer Kürdi Saz Semaisi)
GRANADA VE ALHAMBRA SARAYI
GRANADA VE ALHAMBRA SARAYI ile ilgili görsel sonucu
Endülüs’e bu kadar önem vermemizin en önemli sebebi, o güzel medeniyetin nasıl yok edildiğidir. Çünkü, şeriatçı İslam’ın günümüzdeki temsilcileri de, aynen 1000 yıl öncesinde yaptıkları gibi, bugünün İslam ülkelerindeki sosyal yapıyı darmadağın edip, Tunus’tan Türkiye’ye, Libya’dan Suriye ve Irak’a bir bölünme ve nefret kültürü getirmişlerdir. Bunun sonucunu hemen her gün kendimiz de yaşamaktayız, Bağdat’tan Bingazi’ye, Şam’dan Musul’a, değil mi?
Endülüs’e dönersek; Kuzey Afrika’dan gelen şeriatçı Berber yöneticiler sayesinde, Endülüs’e karakterini veren hoşgörü ve tolerans yok edilince, yolun sonu görünmüş oldu. 1200’ler boyunca, tüm müslüman emirlikleri tek tek Hristiyan krallarının eline düştü. Onların Kordoba’yı ele geçirmesine yardımcı olan Nasrid emirlerine ise, Endülüs’teki son Müslüman devleti olan Granada, bir bakıma hediye edildi. Gelecek 250 senede, Sierra Nevada dağlarının gölgesindeki bu masalsı şehir, dört bir tarafından kuşatılmış şekilde, varlığını sürdürecekti. Artık tarihe karışmış olan Müslüman Endülüs’ün hatıralarını canlı tutmak için, Nasrid emirleri anıtsal saray Alhambra’yı inşa edip, geçmişin muhteşemliklerinin küçük bir örneği ile hayatlarını geçireceklerdi burada. Ve 1492’nin 2 Ocak’ında son Nasrid emiri Boabdil, yine aynı sarayın kapılarında, saray anahtarını Ferdinand ve İsabella’ya verip, yakın çevresiyle Siearra Nevada’nın karlı yamaçlarında ağlayarak kaybolacaktı. O ağlarken annesi de o meşhur “Erkekler gibi savunamadığın şehrin için kadınlar gibi ağlarsın elbette” sözünü söyleyecekti.
Sadece ilk iki ay içinde, teslimden önce yapılan tüm anlaşmalara aykırı bir şekilde, Granada’nın Müslüman ve Yahudi vatandaşlarının önüne iki seçenek konacaktı: Ya Hristiyanlaşacaklar ya da gemilere dolup Endülüs’ü terk edeceklerdi. Her iki dinden binlerce kişi sözde Hristiyanlaşıp Endülüs’te kalmayı şimdilik garantilemiş olsa da, onbinlercesi bohçalarını toparlayıp Endülüs’ten bir daha hiç geri dönmezcesine ayrıldılar. Müslümanların hemen hepsi, Kuzey Afrika’ya göç ederken, Yahudilerin önemli bir kısmı Sefarad adı ile İstanbul ve Selanik’in yolunu tutacaktı.
İSPANYA İÇİN SONUN BAŞLANGICI ENDÜLÜS’TEDİR
Hristiyanlığı seçtiklerini ifade edip, Endülüste kalmayı tercih eden Müslüman ve Yahudiler için ise, oldukça zorlu bir dönem başlamıştı. Hristiyanların Engizisyon’u İspanya’yı vurduğunda, ilk hedefler, bu sözde Hristiyanlaşmış Müslüman ve Yahudi nüfus olacaktı. Köşe başlarında, elinde domuz etinden yapılma salamlarla bekleyen Engizisyon papazları, şüphelendikleri Endülüslüleri bu salamları yemekle test ettiler aylarca. Testi geçemeyenler ya öldürüldü, ya da Endülüs dışına sürgün edildiler.
3 Ağustos 1492 günü, Kristof Kolomb’un üç gemisi Atlantik okyanusuna doğru batıya açılırken, Endülüs İspanyası da sonsuzluğa dek o görkemli Endülüs geçmişinden temizlenecekti. Öyle ki, Müslüman çiftçilerini, Yahudi tüccarlarını ve daha da önemlisi, her dinden aydınlarını kaybeden İspanya, yüzyıllarca bu kaybın fiyatını ödemek zorunda kalacaktı. Engizisyonun en son darbesi de, 1605 yılında, tüm dönme Müslüman ve Yahudileri Endülüs’ten atmasıyla gelecekti. Toplam 3 milyon Endülüslü, yurtlarını sonsuzluğa dek terk etmiş oldular. Yüzyıllardır ekip biçtikleri toprakları terketmek zorunda kalan Müslüman çiftçilerden geriye, bozkıra dönüşmüş bereketli ovalar ve vadiler kaldı. Endülüs’ün parıldayan yıldızları olan şehirler terk edilip boşaltıldı ve çürümeye bırakıldı. Sokaklardaki akademisyenlerin, tüccarların ve şövalyelerin yerini dilenciler, haydutlar ve Hristiyan keşişler aldı. Endülüs bir daha geri dönmeyecek bir şekilde, tarihin karanlık sayfalarında parıldayan bir yıldız olarak yerini alacaktı.
Zil, şal ve gülün memleketi Endülüs için, kadehlerimizi kaldırıp Yahya Kemal’in Endülüs’te Raks’ını şöyle bitirmeli: “Gözler kamaştıran şala, meftûn eden güle,/ Her kalbi dolduran zile, her sineden öle!
ENDÜLÜS’TE BİR NASREDDİN HOCA: DON KİŞOT’UN SANCHO PANZA’SI
Miguel de Cervantes Saavedra (1547 - 1616), Endülüslü İspanyol romancı, şair ve oyun yazarıdır. Modern Avrupa’nın ilk romanı olarak kabul edilen magnum opusu Don Kişot, Batı edebiyatının klasikleri arasında yer alır ve bugüne kadar yazılmış en iyi kurgusal eserlerden biri sayılır. Hikâyenin kökleri Endülüs’ün altın çağındaki günlerine dayanır.
7 Ekim 1571’de, Osmanlı donanmasıyla Lepanto (İnebahtı) Körfezi’ nde yapılan İnebahtı Deniz Savaşı’na katılan Marquesa adlı kadırgada bulunan Cervantes, iki kez göğsünden yaralandı, bir top güllesiyle sol elini kaybetti. Daha sonra Osmanlılar tarafından tutsak edilen Cervantes, 1575-1580 yılları arasında Cezayir’de esir olarak yaşamıştır. Yaşamının sonlarına doğru ünlü eseri Don Quijote (Don Kişot)’u hapishanede kaleme almıştır ve bu eseri sayesinde tüm dünyada tanınmıştır. Eserde yazarın kendi hayatıyla alay ettiği ve kahramanla aralarında çokça benzerlikler olduğu görülür.
Don Kişot dünyanın en çok okunan eserlerinden biridir ve 38 dile çevrilmiştir. Türk hapishanelerinde kaldığı uzun yıllar boyunca dinlediği binlerce Nasreddin Hoca fıkrası nedeniyle, Cervantes Hoca’yı, “Sancho Panza” karakteri adı altında Don Kişot romanına dahil etmiştir diye bir efsane de vardır. Sancho Panza da Nasreddin Hoca gibi eşeğinin üzerinde dolaşır durur ve hayatı büyük bir şakadan ibaret olarak ele alır.
ENDÜLÜS’TE HİNT-ARAP VE ROMAN KÜLTÜREL SENTEZİ: FLAMENKO
Flamenko’nun tarihi, 15. Yüzyılda Güneydoğu Endülüs’te başlar. Bu, Arap, Yahudi, çingene ve eski Hindistan müziğinin bir karışımı olarak ortaya çıkar. İlk formu ile, tamamiyle ses icrası şeklindedir. Ya melankolik “cante jondo”, ya da daha eğlenceli “cante chico” şeklinde icra edilirdi. İlk yıllarda daha özel durumlarda flamenko söylenirdi; ya zenginlerin evlerinde ve düğünlerinde, ya da genelevlerde. 19. Yüzyılın ortalarında ise, Flamenko’ya gitar ve dans formları da eklendi. 1930’lara kadar “Cafe Cantante”lerde flamenko müziği çok popülerdi. Sonraları kayboldu.
AVRUPA RÖNENSANSI ENDÜLÜS’TEN BAŞLAR
Endülüs, maddi zenginliklerinden de öte, her alanda öncü olan aydınları meşhurdu. Protestanlığın kurucusu olan Martin Luther de, Endülüs’te eğitim gören Avrupalılardandır. Aristo’nun çalışmalarını gününe aktaran İbni Rüşd, akıl ile dini uzlaştırmıştı. Endülüslüler tıp ve astronomi alanında ansiklopedilerin yanı sıra astroloji, psikoloji, zooloji, biyoloji, botanik, kimya, matematik, cebir, geometri alanlarında sayısız eserler yarattılar. Toledo, Müslüman, Hristiyan ve Yahudi entelektüellerin beraber çalıştıkları bir merkezdi Abbas İbni Firnas, yapay kanatlarla uçmayı ilk deneyen kişi olacaktı. Hem de Leonardo Da Vinci’den 600 yıl önce!

Hiç yorum yok: