7 Eyl 2011

ABD'nin İslamla Tehlikeli Dansı


Cumhuriyet 01.09.2011


AYDINLANMA
Emre Kongar
  Obama tüm İslam âleminin bayramını kutlamış…
İyi de etmiş.


ABD bir dünya imparatorluğu:
Dünya politikası ve askeri stratejisi Washington’dan yönetiliyor…
New York dünyanın kültürel başkenti…
Hollywood dünya sinemasının merkezi…
İngilizce çoktan dünya dili oldu.


“Barack Obama” bu dünya imparatorluğunun seçilmiş başkanı.
Bu sütunun okurları, benim Obama’nın başkan seçilmesi üzerine ihtiyatlı bir dille sevindiğimi bilir.
Bunun nedeni sadece, benim de 1960’lı yıllarda bizzat katıldığım ABD’deki medeni haklar mücadelesinin zaferini, siyah bir başkan olarak simgeliyor olması değildi…
İkimiz de Sosyal Çalışma (Social Work) mesleğine mensuptuk ve yirmi-otuz yıl arayla da olsa ben Detroit’te, o Chicago’da yoksul siyahlarla, benzer projelerde çalışmıştık.
Ama asıl değerlendirdiğim öğe, uluslararası politikada “tek yönlü”, (unileteral) yaklaşımdan “çok yönlü”(multiliteral) yaklaşıma geçeceğini ilan etmesiydi.


Pentagon
10.11.2008 tarihinde şöyle yazmıştım:
“Barack Obama’nın neler yapabileceğini anlayabilmek için, önce nasıl seçildiğine yakından bakmak gerekir.
Nasıl seçildiğini anlayabilmek için de Amerikan sistemini doğru anlamalıyız:
Amerikayı esas olarak, siyasal ve hukuksal yapıyla birlikte Pentagon ve onun ardındaki çokuluslu şirketler yönetir.
Amerikan sisteminin esas öğeleri şunlardır:
Başkanlık.
Senato ve Temsilciler Meclisi olarak Kongre.
Anayasa ve onun koruyucusu olan Yüksek Mahkeme.
Stratejik ve askeri gerekliliklerin belirlendiği Pentagon.
Bu gereklilikleri hem etkileyen hem de bunlardan kâr eden uluslararasışirketler, bu şirketlerin uzantıları olan lobiler ve medya.
Bütün bu öğelerin etkileşimi sonunda genel siyasal işleyiş, stratejik gerekliliklere, paraya, güce ve medyadaki popülariteye dayalı olarak biçimlenir.
Tabii bu biçimlenmede, medyanın ve onu kontrol edenlerin rolü büyüktür.
Obama, hem bu yapının temel öğeleriyle uzlaşarak hem de yüksek bir popülarite ile kamuoyunun desteğini alarak seçilmiştir.
Önünde üç ayrı grubun beklentileri vardır:
1) Mevcut yapının yukarda saydığım temel güçlerinin, yani Amerikan yerleşik devletinin (siz isterseniz buna ‘derin devlet’ de diyebilirsiniz) beklentileri.
2) Amerikan kamuoyunun beklentileri.
3) Dünya kamuoyunun beklentileri.


İşte Amerika’nın siyah derili ilk başkanı, bu üç grubun beklentilerini uzlaştırabildiği veya bu beklentilerin ortak noktalarını belirleyip onları gerçekleştirebildiği oranda başarılı olacaktır.
Acaba bu üç grubun beklentileri ne ölçüde uzlaşabilir?
Önce bilmeliyiz ki, dünya kamuoyunun beklentileri ile mevcut Amerikan devlet yapısının beklentileri, ülke menfaatları açısından çelişen niteliktedir.
Obama bu konuda ancak, ‘Tek taraflı dış politikadan’ ‘Çok taraflı dış politika’çizgisine doğru marjinal bir değişiklik çabasında bulunabilir.
Bu çabanın dünya kamuoyunu rahatlatması doğaldır ama ne derece tatmin edeceği kuşkuludur.
Ayrıca, ‘müttefiklerinin de menfaatlarını dikkate almanın’, Amerikan yerleşik yapısının stratejik beklentileri ve kâr hedefleri ile ne ölçüde uzlaştırılabileceği belli değildir.
İkinci olarak, Amerikan halkının, daha yaygın ve etkin sosyal refah önlemlerine ilişkin beklentileri, yine yerleşik yapının en önemli öğesi olan uluslararası şirketlerin beklentileriyle pek uyuşmuyor:
Zaten mevcut krizi aşabilmek için önümüzdeki bir yıl içinde, bu yerleşik şirket yapısına aktarılması gereken fonlar 1.5-2 trilyon dolar olarak hesaplanmaktadır. Mevcut bütçe ve dış ödeme açıkları ile birlikte düşünüldüğünde bu zorunluluk, Obama’nın halkın sosyal güvenliği ve refahı için kullanabileceği kaynaklara büyük bir sınırlama getirmektedir.
Dolayısıyla bu alanda da başarı gösterebilmesi için fazla bir şansa sahip olduğu söylenemez.
Türkiye konusuna gelince:
Kıbrıs, PKK, Kürt sorunu, Ermeni soykırımı iddiası gibi konularda Amerika’nın tavrını, Ortadoğu’daki, Kafkasya’daki ve Balkanlar’daki dengeler belirleyecektir.
Türkiye’nin çıkarlarına uygun kararlar alması için, bu dengelerin dışında herhangi bir özel neden yoktur.
Bu dengelerin ise Amerika’nın önüne bugün için ‘Türkiye’nin çıkarlarına uygun’ çözüm seçenekleri koyduğunu iddia etmek büyük bir iyimserlik olacaktır.”


Bugün geldiğimiz noktada aynen yukardaki yazıda yaklaşık dört yıl önce belirttiğim gibi, Obama dış politika açısından, “ABD’nin derin devletine”teslim olmuş görünüyor…
Genişletilmiş Ortadoğu Projesi’nin bir parçası olarak sahneye konulan Arap Baharı senaryosu, ABD’nin yeni bir büyük stratejik yanlışını vurguluyor…
                                                     ABD’nin Siyasal İslamla ittifakı Soğuk Savaş dönemine dayanır.

İkinci Dünya Savaşı biter bitmez başlayan Soğuk Savaş’ta Siyasal İslam (yani İslami ilkelerin siyasette ve devlet yönetiminde kullanılması), ABD tarafından hemen devreye sokuldu.
Siyasal İslam ABD açısından dört türlü işleve sahipti.
Birinci ve en önemli işlevi, Sovyetler Birliği’nin Güney sınırının, İslam ülkelerinden oluşan bir Yeşil Kuşak’la çevrilmesiydi:
Batı’da Türkiye ile başlayan Yeşil Kuşak, CENTO ve SEATO ile Güney’den, Sovyetler’in doğusuna kadar uzanıyordu.
Böylece Sovyetler’in Batı sınırında Kuzey’den Güney’e inen ve son yapıtaşı Türkiye olan NATO, Batı’dan Doğu’ya doğru uzanan Yeşil Kuşak’la birlikte Sovyetler’i tam bir abluka altına alıyordu.
Elbette NATO’nun en Güney, Yeşil Kuşak’ın en Batı ülkesi olan Türkiye bu abluka içinde, her iki sınırın birleştiği kilit taşı konumundaydı.
ABD açısından Siyasal İslamın ikinci işlevi, İslami ideolojinin antikomünist amaçla kullanılmasında yatıyordu:
İslami ideoloji sayesinde ABD’nin Soğuk Savaş müttefiki olan devletlerin sadece yönetimleri değil, halkları da antikomünist bir koşullanma ile biçimlendiriliyordu.
Türkiye’de kökleri zaten tarihe dayanan “Moskof düşmanlığı”, bir de Siyasal İslamdan kaynaklanan antikomünizm ile birleşince, ülke bütünüyle bir komünizm paranoyasının pençesine düşmüş, bütün demokrat, özgürlükçü veya muhalif hareketler antikomünizm yaklaşımıyla boğulmuştu.
Ne yazık ki dünyanın eğitim sistemine hâlâ paha biçilmez bir örnek olarak gösterilen Köy Enstitüleri projesi de bu antikomünist paranoyaya kurban edilmişti.
ABD için müttefik ülkelerde rejimlerin demokratikliği değil, antikomünistliği önemliydi.
Antikomünist olan diktatörlükler de sonuna kadar destekleniyordu.
ABD’nin dünyadaki iki stratejik ortağından biri olan Suudi Arabistan (öteki İngiltere’dir) bunun en güzel örneğiydi.
Antikomünizmden ve bunu besleyen Siyasal İslamdan sapan rejimlerin hepsi ABD için potansiyel tehlike arz ediyordu.
Bu bağlamda Endonezya’nın sol eğilimli diktatörü Sukarno devrilmiş ve yüz binlerce Endonezyalının katli sonunda Siyasal İslama yakın olan Suhartodiktatörlüğü kurulmuştu.
Tabii Siyasal İslama dayalı diktatörleri deviren milliyetçi darbeler de ABD için bir tehlike oluşturuyordu:
Klasik örnek, Kral Faruk’u deviren General Necip darbesi ve sonra onun yerini alan Albay Nasır diktatörlüğüydü.
Ortadoğu’da yaygınlaşan ve bugün kalıntıları Suriye’de devam eden Baasçılık, İslamı kullanmakla birlikte sol bir ideolojiyi de yansıttığı için elbette çok tehlikeliydi.
Aynı biçimde “İslam Sosyalizmi”ni savunan Kaddafi’nin “Yeşil Devrim”i de tam bir tehdit oluşturuyordu.
Ne yazık ki her türlü laik, demokratik ve milliyetçi akımlar da antikomünist Siyasal İslamdan sapmalar olarak değerlendiriliyordu ABD tarafından.
Nitekim Türkiye’de 27 Mayıs müdahalesinin getirdiği 1961 Anayasası’nın yine askeri darbelerle 1971’de hacamat edilmesi ve 1980’de tümüyle ortadan kaldırılıp Siyasal İslama yol açan devletçi bir anayasa ile ikamesi de bu yaklaşımın bir sonucuydu.
Soğuk Savaş döneminde Siyasal İslamın üçüncü bir işlevi, çatışma veya doğrudan sıcak savaş ortamlarında da kullanılmasıydı;
Ladinliderliğinde Suudilerin işbirliğiyle örgütlenen El Kaide direnişiyle bozguna uğratılmıştı.
Örneğin Türkiye’de, 6. Filo’nun ziyaretini protesto eden solcu öğrenciler, mukaddesatçı gençler tarafından örgütlenen saldırılarla hırpalanmıştı.
Siyasal İslamın dördüncü bir işlevi, doğrudan Sovyetler Birliği’nin içine yönelikti:
Sovyetler Birliği kendisini dinci ve milliyetçi akımları reddeden, onları aşan bir sınıf diktatörlüğü, daha spesifik bir deyişle bir Proletarya Diktatörlüğüolarak tanımladığından ve devlet düzenini de böyle örgütlediğinden, başta Ortodoksluk ve Müslümanlık olmak üzere bütün dini akımlar ve mezhepler, Sovyetler Birliği halklarını ideolojik açıdan etkilemek için destekleniyor, kullanılıyordu.
Görüldüğü gibi Siyasal İslam, Soğuk Savaş döneminde ABD için yaşamsal öneme sahip bir ideolojiydi.

Sovyetler Birliği’nin simgesel çöküş tarihi Berlin Duvarı’nın yıkıldığı 1989 yılıdır.
Ardından 1991’de Moskova Antlaşması ile yeni devletler kuruldu ve Sovyetler Birliği hukuken de dağıldı.
Soğuk Savaş sona erdi…
Berlin Duvarı
Komünizm tehdidi siyasal olarak ortadan kalktı…
Böylece Siyasal İslamın, ABD (ve Batı) tarafından antikomünist amaçlarla kullanılması da işlevini yitirdi!
Oysa ABD ve Batı yıllarca antikomünist amaçlarla kullanmak üzere Siyasal İslama büyük yatırımlar yapmış, siyasal, ideolojik, örgütsel ve parasal olarak büyük kaynaklar harcamıştı.
Bu yatırımların sonuçları ortadaydı…
Uluslararası ilişkilerde ve siyasal-kültürel-toplumsal olaylarda, eğilimler öyle bıçakla kesilir gibi durmaz, sonuçlar birdenbire ortadan kalkmazdı.
Nitekim, ABD’nin ve Batı’nın yıllarca yatırım yaptığı dincilik ve milliyetçilik akımları da olanca güçlerini yeni dönemde de sürdürdü.
Sovyetler’in çöküşü bir anlamda Endüstri Devrimi’nin bitişini ve insanlığın Bilişim Devrimi diye adlandırılabilecek yeni bir döneme girişini de simgeliyordu.
Bu yeni dönemin yükselen ideolojisi, Tarım Devrimi’nin getirdiği din ve mezhepler ile Endüstri Devrimi’nin getirdiği milliyet ve sınıf kavramlarını da aşan bir biçimde Demokrasi ve İnsan Hakları olarak ortaya çıktı.
Böylece ABD’nin ve Batı’nın Sovyetler Birliği’ne karşı yaptığı ideolojik ve siyasal yatırımlar, mikrodincilik ve mikromilliyetçilik bağlamında varlıklarını ve işlevlerini yeni dönemin egemen ideolojisi olarak takdim edilen Demokrasi ve İnsan Hakları çerçevesinde sürdürdü…
Ve bu ideolojiler, özellikle Sovyetler Birliği’nin Doğu Avrupa’daki, Balkanlar’daki ve Kafkaslar’daki kalıntılarının temizlenmesi için kullanıldı…
Eski devletler, birlikler bölündü…
Yeni küçük devletler ortaya çıktı.
Hizbullah
Elbette ABD’nin yarattığı siyasal-askeri amaçlı örgütlenmeler de varlıklarını sürdürdü. Ama hedefleri olan komünizm çöktüğü, Sovyetler Birliği dağıldığı için, varlıklarının sürdürülmesi yeni düşmanların bulunmasına bağlıydı.
Ortadoğu’daki Filistin-İsrail savaşları ve anlaşmazlığı böylece din, mezhep ve milliyetçilik bağlamında yeniden gündeme geldi:
Artık komünizmin ve Sovyetler Birliği’nin yerini, düşman olarak Filistinlilere, yani İslama karşı savaşan İsrail ve onun baş destekçisi ABD almıştı.
Siyasal-askeri nitelikli örgütlerin en güçlüsü olan El Kaide tam bir Dr. Frankenştayn ve yarattığı canavar öyküsünde olduğu gibi, kendi yaratıcısına, ABD’ye yöneldi. Önce dünyanın her yerindeki ABD üslerine saldırılarla başlayan bu yeni yönelim, 11 Eylül 2001’deki “İkiz Kuleler Saldırısı” ile doruk noktasına ulaştı.
İlginç bir biçimde bu yeni Siyasal İslam-Batı savaşının teorisyeni de                  ünlü bir Amerikalı siyasal bilimci, Prof. Samuel P. Huntington oldu.
Hamas
Pek doğal olarak dine ve milliyetçiliğe, siyasal ve askeri bağlamda yapılan yatırımların tek ürünü El Kaide değildi.
Filistin Kurtuluş Örgütü’ne rakip olarak yaratılan Hamas, İran’ın desteklediği Hizbullah ve irili ufaklı pek çok İslami silahlı örgüt uluslararası siyaset arenasında cirit atmaya başlamıştı.
Örneğin Türkiye’deki Uğur Mumcu,Ahmet Taner Kışlalı cinayetlerinin arkasında da bu örgütlerin olduğu mahkeme zabıtlarıyla ispat edilen gerçekler arasındaydı.
ABD’nin Irak’ı işgali bütün bu oluşumları tırmandırdı.
Ama aynı zamanda mikrodinci, mezhepçi çatışmaları da şiddetlendirdi…
ABD işgali altındaki Irak’ta Sünnilerle Şiiler birbirlerini öldürmeye başladı.
Bu sırada Siyasal İslam da insanlığın yeni döneminin egemen ideolojisi olduğu öne sürülen Demokrasi ve İnsan Hakları bağlamında yeni atılımlara girişti.
Pek çok ülkede mevcut siyasal yapı çerçevesinde örgütlendi.



Aslında gerek İslam düşünürleri, gerek çağdaş ulema, gerekse İslam dini üzerinden siyaset yapan politikacılar ve her türlü İslami örgütlerin (terör örgütleri dahil) temsilcileri“İslam” sözcüğünün önüne herhangi bir sıfat getirilmesine karşıdır:
“Siyasal İslam” nitelemesini bunun için sevmezler…
“Ilımlı İslam” deyişine de karşıdırlar.
Hele hele “Laik İslam” onlar için bir zıtdaş, bir araya gelmesi olanaklı olamayan iki nitelikten oluşan bir oksimorondur.
Pek doğal olarak “İslami terör” sıfatı da bütün bir dini töhmet altında bıraktığı için asla kabul edilemez.
Bu görüşü savunanlar dünya üzerindeki farklı uygulamaları, “En hakiki İslam uygulaması benim yorumum veya yaptığımdır” anlayışı çerçevesinde açıklar ve pek doğal olarak kendi uygulamaları dışındakileri reddeder.
Ama bu reddediş, ne İslam adına teröre başvuran örgütleri durdurur…
Ne İran’daki Şii esaslı din devletini etkiler…
Ne Suudi Arabistan’ın Sünni (Vahhabi) uygulamasını değiştirir…
Ne de Libya’da bir zamanlar egemen olanKaddafi’nin milliyetçi ve sosyalist aromalı diktatörlüğüne söz geçirir.
Bütün bu değişik, farklı ve hatta birbirine rakip olan İslami siyaset uygulamalarını belirleyen tek değişken “devlet gücüdür”.
Her ülkede, yönetim gücünü elinde bulunduran, devleti yönetenlerin anlayışı egemen olur.
Türkiye’de de durum farklı değildir:
Nitekim Prof. Hayrettin Karaman da demokratik, laik bir devlet yapısının içinde, Müslümanların laik yaşam biçimine“tahammül etme” gerekçelerini açıkça devletin bu düzenine bağlamıştır.

Benim “Siyasal İslam” deyimi ile kastettiğim, hem İslami ilkelere göre siyaset yapanlar, hem de terör dahil her yolu kullanarak bu“devlet yapısını” ele geçirmeyi ve kendi isteklerine göre düzenlemeyi hedefleyenlerdir.
Sanıyorum bu amaçlarını terör yoluyla gerçekleştirmek isteyenlerin yanlışlığı ve hem kendilerine, hem de Müslümanlığa ve Müslümanlara verdiği zararlar üzerinde fazla bir tartışma yoktur; küçük bir azınlık dışındaki pek çok Müslüman da bu tür terör eylemlerini lanetlemektedir.
Sorun, demokrasi içinde ve insan hakları bağlamında örgütlenen Siyasal İslami Hareketler açısından ortaya çıkmaktadır:
Ne yazık ki bu konuda, Türkiye’den başka demokratik rejime sahip bir Müslüman toplum olmadığı için, ülkemiz hem öncü, hem model, hem de bir anlamda deney tahtası olmaktadır.
Ama Türkiye dışındaki ülkelerde, özellikle“Arap Baharı” denilen olayları yaşayan, Mısır, Libya, Tunus ve benzeri ülkeler için bir genelleme yapılabilir:
Bu ülkelerdeki diktatörlerin yıkılması hiçbir anlamda yerlerine demokratik bir rejimin geleceğini göstermez:
Çünkü demokrasi, sınıfsal (belli bir endüstrileşme düzeyi ve bu düzeyin yarattığı sermaye ve işçi sınıfı) ve kurumsal (serbest ve şeffaf seçimler, medya özgürlüğü ve benzerleri) önkoşullar olmadan içerden baskıyla da dışardan işgalle de kurulamaz:
İşte Mısır, Mübarek gitti, demokrasi değil, askeri rejim geldi.
İşte Irak, “demokrasi getiriyorum” diyen ABD’nin işgali sadece kan ve gözyaşı, bölünmüş bir ülke yarattı.
İşte tam bu noktada ABD’nin Siyasal İslamla tehlikeli dansı ortaya çıkıyor:
Artık arkasında ABD parmağının olduğu resmen onaylanmış olan “Arap Baharı”ayaklanmaları, “Demokrasi” adı altında zaten diktatörlükle yönetilen ülkelerde yeni bir totaliter diktatörlüğün zeminini hazırlıyor gibi görünüyor…
Çünkü bu ülkelerdeki en büyük örgütlü güç, hangi isim altında olursa olsun, Siyasal İslamın temsilcisi olanlardır.
İran, Afganistan, Gazze, Irak, burada işaret ettiğim tehlikeli dansın olumsuz sonuçları olarak en somut örneklerdir.
Aynı biçimde Suudi Arabistan ve Kuveyt gibi ülkelerdeki İslami diktatörlüklere tam destek verilirken, “Ilımlı İslam” modeli bu ülkeler için asla gündeme getirilmezken, Türkiye gibi demokratik ve laik rejimini zor da olsa yürütmeye çalışan bir ülkeye “Ilımlı İslam”dayatması, hiçbir biçimde akla, mantığa, tarihe, reel politikaya ve gerçeklere uymamaktadır.
Huntington’un abuk sabuk düşünceleriyle, Türkiye demokratik ve laik bir rejimden koparılarak, bir İslam devletine dönüştürülmek ve bu böylece Arap Âlemi’nin, ABD kontrolündeki lideri yapılmak isteniyorsa, böyle bir projenin olanaklı olmadığı bilinmelidir…
Bırakın Türkiye’yi, en başta Arap Âlemi böyle bir yanlış projeyi kabul etmez.

ABD kendini dünyanın hâkimi görüyor…
Öyle de davranıyor!
Bu tutum ve davranışın ardında yatan nedenleri iyi çözümlemezsek, dünyada olup bitenleri ve olup bitecekleri de anlayamayız.
Dünya, Birinci Büyük Savaşa, Tarım Devrimi’nden Sanayi Devrimi’ne geçişin sonucunda ortaya çıkan çelişkileri çözmek için girdi.
Tarım Devrimi’nin zenginlik kaynağı olan toprak, artık göreli olarak önemini yitirirken Endüstri Devrimi’nin yükselen değerleri olan, hammadde temini pazarları, sanayi üretimi ve mamul satışı için gerekli olan pazarlar öne çıkıyordu.
Pek doğal olarak din-tarım imparatorlukları da yerlerini ulusal devletlere ve toprak yerine, hammadde ve ürün pazarlarını sömürecek devlet yapılarına bırakıyordu.
Bu dönüşüm sırasında dünyanın hâkimi İngiltere’ydi.
Dönüşüm sancıları, Avrupa’daki güç savaşı, sömürge bakımından yoksul bir Almanya ile rakipleri arasındaki Birinci Dünya Savaşı’nı başlattı.
Savaş sonunda, İngiltere ve müttefikleri Almanya, Avusturya-Macaristan ve Osmanlı imparatorlukları ve Bulgar Krallığı ittifakına karşı zafer kazandı.
Savaş sonunda, artık Endüstri Devrimi, Tarım Devrimi’nin dünya dengelerini, stratejilerini ve devlet biçimlerini tasfiye etmişti.
İngiltere dünya egemenliğini yitirmiş, yerini, sonradan savaşa katılarak müttefikleri zafere taşıyan ABD almıştı.
Aynı senaryo bir biçimde, dünyanın İkinci Büyük Savaşı’nda da tekrar etti.
ABD, sonradan katıldığı İkinci Dünya Savaşı’nda Almanya, İtalya ve Japonya tarafından temsil edilen faşizmi yenilgiye uğrattı…
Böylece ikinci kez “dünyanın kurtarıcısı”rolünü oynarken, dünya egemenliğini de perçinledi.
Ama bu kez de karşısına Sovyetler Birliği ve Soğuk Savaş çıkmıştı.
45 yıl süren bir dönem sonunda ABD, Batı’nın da yardımıyla Sovyetler Birliği’ni de tarihin karanlıklarına gömdü ve üçüncü kez “Hür Dünyanın Lideri” olduğunu tartışmasız bir biçimde tescil etti.
Şimdi de karşısında İslamdan kaynaklandığı iddia edilen ama esas olarak tarihsel açıdan ABD’nin örgütlediği, desteklediği ve güçlendirdiği bir küresel terör ve Çin’in yükselen ekonomik ve stratejik gücü var rakip olarak.

ABD, hem tarihi zaferlerinden gelen güçle sahip olduğu “Dünya Hâkimi Psikolojisinin”etkisinde, hem de bugün sahip olduğu stratejik, ekonomik ve askeri üstünlüğü yitirmemek için, bütün dünyayı gözlem ve denetim altında tutuyor, görebildiği tehdit ve tehlikelere karşı önceden önlem alıyor…
Bunun adını da koydu:
“Önleyici Üstünlük” (preemptive preeminence) diyor, gerektiğinde askeri müdahaleleri de öngören bu stratejiye.
Bu çerçevede, tüm İslam âlemi ve Çin, (pek doğal olarak dünyanın öteki ülkeleri ve bölgeleri de, önem sırasına göre) ABD’nin birinci derecede hedefi.

ABD’nin Siyasal İslamla dansında çok farklı partnerleri ve rakipleri var:
1) Filistin’i, Filistin Kurtuluş Örgütü, FKÖ’yü ve Hamas’ı ilk sırada anmak gerek.
Tüm Siyasal İslam ve İslami Terör iddialarının merkezinde bunlar var çünkü.
FKÖ partner, Hamas rakip olarak görülebilir ama bunları birbirinden ayıran çizgiler hiç de öyle net değil.
2) İkinci sıradaki partnerleri arasında Suudi Arabistan gibi, Kuveyt gibi Birleşik Arap Emirlikleri gibi Sünni şeriatıyla yönetilen diktatörlükler var.
3) Üçüncü sırada, İran gibi, Şii diktatörlüğüyle yönetilen rakipleri var. Biraz zorlayarak da olsa, Arap Aleviliği denilen farklı bir inanç çerçevesindeki bir diktatörlükle yönetilen Suriye de bu bağlamda görülebilir.
4) Dördüncü sırada ABD işgalindeki İslam ülkeleri geliyor. Sünniler, Şiiler ve Kürtler arasında bölünmüş Irak bu kategorinin örneği. Biraz zorlamayla, yine ABD öncülüğünde, NATO işgalindeki Afganistan da buraya sokulabilir.
Şimdi Libya da buraya girmeye aday ülke.
Daha sırada kimler var, tam belli değil.
5) Mısır beşinci sırada “nevi şahsına münhasır” bir örnek:
Hem Filistin-İsrail çatışmasının tam ortasında, hem diktatör Mübarek devrilmiş, hem geçiş döneminde bir askeri diktatörlükle yönetiliyor, hem de “Arap Baharı”nın başlangıcını ve sonradan gelen acı hüsranını yansıtıyor…
Ama Mısır’da suların durulması daha çok zaman alacak ve pek çok değişime gebe bir ülke görünümünde.
Biraz zorlamayla, Ürdün de Mısır benzeri bir ülke olarak görülebilir.
6) Altıncı sırada İslam Konferansı Örgütü var.
Altmışa yakın üye ve beş kadar gözlemciden oluşan bu örgüt İslam ülkelerini bir araya getiren bir yapı. Siyasal olarak tam bir birlik ve uyum sağlanamadığı için şimdilik çok etkin değil ama ilerde ne rol oynayacağı da belirsiz.
7) Yedinci sırada, kendilerini İslamın temsilcisi olarak sunan terör örgütleri var. El Kaide, Hizbullah, İslami Cihad ve pek çok küçük fraksiyon burada rol alıyor.
Bakmayın yedinci sıraya koyduğuma, ABD’nin Siyasal İslamla dansında (son zamanlarda partnerlik de yapan) en önemli rakip bu örgütler.
8) Müslüman Kardeşler ve benzeri,“demokrasi ve insan hakları” bağlamında siyaset yapan örgütler. Bunlar Arap ülkeleri içinde en örgütlü ve kuvvetli siyasal gücü oluşturuyor. ABD’nin partnerliğine en yakın aday da onlar.
9) Ve nihayet, bölgedeki güçlü devletlerden biri olarak, (özürlü de olsa) demokratik ve laik rejimi, Müslüman halkı ile İslam Dünyası içindeki tek ve biricik kimlikli Türkiye Cumhuriyeti.
ABD’nin, Siyasal İslam bağlamındaki pragmatik dış politikası.
Bu yazı yayımlanmadan bir gün önceObama, 11 Eylül 2001 saldırılarının onuncu yıldönümünde Le Figaro’ya verdiği demeçte, ekonomik sorunlara karşın ABD’nin dünya liderliğini sürdürdüğünü açıklayarak, burada temel aldığım ABD politikalarının özelliklerinden birini, dünya liderliği iddiasını bir kez daha teyit etti.
Obama ayrıca, “El Kaide’nin komplolarını başarısızlığa uğrattık. Usame bin Ladin’i ve örgüt üyesi birçok kişiyi öldürdük” dedi.
Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki halkların demokrasiye giden en güvenli yolun şiddete ve teröre başvurmamak olduğunu gösterdiğini belirten Obama, geleceğin yıkmak değil, inşa etmek isteyenlere ait olduğunu vurguladı.
ABD’nin İslama karşı olmadığını ve asla olmayacağını belirten Obama, “11 Eylül’deki saldırıları düzenleyenlerin ABD ile dünyanın geri kalanı arasına hendek kazmak istediklerini, ancak bunu başaramadıklarını”söyledi.
Bu demeç benim yazılarım bakımından çok önemli bazı yaklaşımları yansıttığı gibi, mevcut durumun gerçeklerine ilişkin önemli çelişkileri de barındırıyor.
Bu demeci irdelemeyi sonraya bırakarak, şimdi ABD’nin Siyasal İslamla tehlikeli dansının arkasında yatan temel özellikleri çözümlemeye devam edelim:
Amerikalılar pragmatik insanlardır…
Sadece kendi kişisel ve ailevi yaşamlarında değil…
Toplumsal ve siyasal politikalarda da pragmatizm ABD’de genel olarak uygulanan bir yöntemdir:
Bir tutum, bir davranış, bir politika, o andaki sorunu çözecekse, o sırada amaçlanan hedefe uygun sonuçlar verecekse derhal onu uygulayıverirler…
Bu uygulamayı yaparken, “sonuç almak”önemlidir…
Çabuk ve etkili bir sonuç!
Bu sonuca varmak için uygulanan yöntemlerin, geleneklere, kurallara, yasalara ve hatta ahlaka uygunluğunun bile çok fazla önemi yoktur…
Hele hele uzun dönemli politikalar ve stratejiler açısından derin değerlendirmeler yapılmasına da o sırada pek gerek duyulmaz.
Ama Amerika aynı zamanda uzun vadeli stratejilerin her düzeydeki uzmanlarca ve politikacılarla tartışıldığı, dünya egemenliğinin sürdürülmesi için belirlenen yöntemlerin irdelendiği, saptandığı ve uygulamaya da konduğu bir büyük ve karmaşık ülkedir.
Üstelik Amerika’nın bir başka çok önemli özelliği daha vardır:
Bir kurallar ve yasalar ülkesidir!
Öyle de olmak zorundadır…
Çünkü göçmenlik üzerine kurulmuş bir yapısı vardır.
Dünyanın her yerinden gelen insanların aynı toplumda uyum içinde, ülkelerine hizmet ederek yaşamalarının sağlanması, ancak çok net ve kesin kuralların, yasaların uygulanması ile olanaklı olur…
Ancak bu yolla farklı kökenlerden, kültürlerden gelen insanlar bir potada eritilir ve aynı ülkenin yararlı vatandaşları haline getirilir.

Sevgili okurlarım, Amerikan pragmatizmi, ABD’nin uzun vadeli stratejileriyle ve bir hukuk devleti olması ilkesiyle zaman zaman çatışır, belli çelişkiler ortaya çıkar.
Yani hemen sonuç alacak faydacı, pragmatik uygulamalar, kimi zaman belirlenmiş olan uzun vadeli stratejiler çerçevesinde aykırılıklar oluşturur…
Sadece uzun vadeli stratejilere ters düşmekle de kalmaz, kimi zaman hukuk devleti ilkelerini, yasaları, kuralları da ihlal eder.
Bu konuda çok klasik bir örnek “İrangate”veya “İran-Kontra skandalı” diye de anılanOliver North olayıdır:
Yarbay North, Beyrut’ta tutulan bazı rehinelerin kurtarılması karşılığında Amerika’nın büyük düşmanı İran’a gizlice yasadışı bir biçimde silah satar, bununla da yetinmez, bu satıştan elde edilen paralar, Panama diktatörü Noriega’nın üzerinden bazı Amerikalı işadamlarının da katkılarıyla, Nikaragua’daki komünist Sandinistalara karşı savaşan kontrgerillalara yine yasadışı biçimde aktarılır.
Bu aktarma da yasadışıdır, çünkü Kongre, komünist Sandinistalarla savaşan kontralara yardımı, kontraların insan hakları ihlallerinden dolayı yasaklamıştır.
Olay açığa çıkınca Yarbay North yargılanır ve mahkûm olur.
Yaptığı operasyonlardan Milli Güvenlik Konseyi’ndeki en üst düzey yetkililerin haberi olduğu anlaşılır, olay Başkan YardımcısıGeorge Bush’a (baba Bush) ve BaşkanReagan’a kadar uzanır ama onların doğrudan bilgisi olduğu kanıtlanamaz.
Bir süre sonra, Kongre’de ifade vermekten dolayı kazandığı dokunulmazlık ilkesi kullanılarak, birtakım karışık hukuk mekanizmaları sonunda, North’un cezası kaldırılır.
Yarbay Oliver North pek çok kişi ve çevre tarafından ulusal kahraman ilan edilir, kitap yazar, olay hakkında filmler çevrilir ve sonraki hayatına da, muhafazakâr medyada zengin ve ünlü bir yıldız olarak devam eder, Virginia’dan katıldığı senatörlük seçimini ise kıl payı kaybeder.
Görüldüğü gibi bu olayda, bazı rehinelerin kurtarılması ve Nikaragua’daki komünist gerillalarla mücadele edilmesi uğruna (ki sonunda Sandinistaların galip geldiğini veSomoza’nın diktatörlük rejimini devirerek iktidara geldiklerini ve bu arada diktatörNoriega’nın da Panama’dan kaçmak zorunda kaldığını anımsatalım) hem uzun dönemli stratejik çıkarlar hem de hukuk devleti ilkeleri ihlal edilmiştir:
Hem ABD’nin büyük düşmanı İran’a yardım edilmiş, böylece uzun dönemli stratejiye aykırı davranılmış, hem de Kongre kararları, yani yasalar ihlal edilmiştir.
ABD’nin dış politikaları açısından buna benzer pek çok olay vardır:
ABD pragmatizmi, ABD’nin uzun vadeli stratejik planları ve çıkarlarıyla çelişen ve hukuk devleti ilkelerine de aykırı olan pek çok askeri ve istihbarat uygulamasına yol açmıştır.
Pek doğal olarak aynı çelişkiler ve uygulamalar ABD’nin Siyasal İslamla dansında da söz konusudur.


ABD’nin gerek kendi arka bahçesi olarak gördüğü Güney Amerika siyaseti, gerekse bütün dünyada ve elbette Ortadoğu’da izlediği politika, önce mevcut iktidarlarla çalışmaktır…
Ama bu işbirliği sırasında o ülkenin sadece iktidarını değil, başta en güçlü muhalefet grupları olmak kaydıyla, toplumsal ve siyasal bütün güçlerini dikkate alır…
Hepsiyle ilişki kurar…
Hepsinin nabzını tutar…
Ve değişme anı geldiğinde, kimi zaman bu değişime katkıda da bulanarak son hamlesini yapar!
Bu hamle kimi zaman bir askeri darbeye destektir…
Kimi zaman bir demokratikleşme hareketinin yönlendirilmesidir…
Kimi zaman da iktidara yardımdır.
Hangi yolun seçileceği, iktidarların gücüyle muhalefetin gücü arasındaki dengeler, iktidar değişikliğinin getireceği olumlu ya da olumsuz olanakların değerlendirilmesi ve pek doğal olarak ABD’nin o ülkedeki yönlendirme etkisiyle belirlenir.
Böyle değerlendirmeler sonunda ABD, pragmatik siyaset uğruna, yıllarca kullandığı müttefiklerinden bir gecede vazgeçebilir…
Somoza
Bu vazgeçme trajik sonuçlar da doğursa, ABD pragmatizmi bunları göze alır.
Nitekim gerek Güney Amerika’daki diktatörlerin, gerekse Ortadoğu’daki diktatörlerin akıbetleri de farklı olmamıştır.
Batista, Somoza, Noriega ve benzerleriniMübarek izlemiştir.
Buradaki temel belirleyicilerden biri, ABD’nin desteğine sırtını dayayan otoriter rejimlerin yozlaşma düzeyleridir:
Gerek kapalı rejimlerin niteliğinden gelen rüşvet, yolsuzluk ve benzeri yozlaşmalar, gerekse ABD politikalarının dayattığı baskılar, yıllar içinde bu rejimleri çok yıpratmış, son tahlilde ABD ya yenilgiyi kabul etmek ya da geri çekilmek ve yeni oluşumlara uyum sağlamak zorunda kalmıştır.
Hiç kuşkusuz bütün bu yeni politikaların temelinde Vietnam yenilgisinden alınan dersler yatmaktadır…
Arkadan Şah rejiminin devrilmesi bir başka ders olmuştur.

Samuel Huntington
Sovyetler Birliği’nin yıkılmasından sonra başlayan küreselleşmenin birinci döneminde, ilk on yıl, yeniden dünya liderliğini tek başına götüren ABD, 2001’deki El Kadie saldırısıyla küreselleşmenin ikinci dönemine, ikinci on yılına, yeni bir tehditle karşılaşarak girmiştir:
Küresel terör diye adlandırılan ve bazı çevrelerce İslami terör diye “Uygarlıklar Çatışması” bağlamında Huntington’un kuramına indirgenen bu tehdit sonunda ABD, buraya kadar bütün yazılarımda özetlediğim genel nitelikleri bağlamında yeni bir strateji oluşturmak gereğini hissetmiştir.
Bu strateji ilk bakışta İslam âlemini (uygarlığını) dost kabul ederek, İslami terör olayını bundan tecrit etmek ve onunla mücadele etmek olarak formüle edilmiş gibi görünmektedir…
Ama olup bitenlere biraz daha yakından bakıldığında, görünüşteki bu basit ve akılcı stratejinin arkasında çok daha derin hesapların ve ABD’nin liderlik pragmatizminin izlerini görmek olanaklıdır:
Nitekim daha Clinton döneminde ilan edilen“önleyici üstünlük” () stratejisi, Bush döneminde bir Haçlı Seferberliği ile Irak’ın işgali ve o dönemin ABD Dışişleri Bakanı Rice’ın “Ortadoğu’da sınırlar değişecek” beyanı ve bütün bunları kapsayan, Kuzey Afrika’yı da içine alacak biçimdeki Genişletilmiş Ortadoğu Projesi, bu basit ve akılcı projenin arkasında yatan derinliklerin ifadeleridir.
12 Eylül 1980
11 Eylül 2001
12 Eylül 2010
Aslında tam kronolojik sıralamayı şöyle yapmak gerek:
1945: Soğuk Savaşın başlaması ve milliyetçilik ile dinciliğin Sovyetler Birliğine (Komünizme) karşı etkin kullanımı.
1946: Türkiyede Çok Partili Düzenin başlaması ve tarikat ve cemaatlerin geri dönüş kıpırdanmaları.
1947-1948: Komünizme karşı Yunanistan ve Türkiyeye de destek verilmesini öngören Truman Doktrininin ilanı ve Marshall Planı çerçevesindeki yardımların başlaması.
1950: Çok Partili Düzen çerçevesinde Türkiyedeki iktidar değişikliği ile Cumhuriyeti kuran CHPnin muhalefete düşmesi, Demokrat Partinin iktidarı; komünizme karşı savaş için Koreye asker yollanması.
1952: Türkiyenin NATOya resmen üye olması.
1960-1961: Demokrasiyi ihlal ettiği gerekçesiyle DPye karşı yapılan askeri darbe ve özgürlükçü 1961 Anayasasının kabulü; sol akımlarla birlikte dinci akımların da serpilmesi ve gelişmesi.
12 Mart 1971: Askeri darbe ve solu bastırmak için 1961 Anayasasının özgürlükçü yapısının kısıtlanması ve sınırlanması.
1974: Kıbrıs Barış Harekâtı ve hem haşhaş ekimi durdurulmadığı için hem de bu harekât dolayısıyla ABD silah ambargosunun başlaması.
1975: Birinci Milliyetçi Cephe Hükümetinin kurulması; güvenlik ve milli eğitim örgütlerinde milliyetçi ve dinci akımların egemen olmaya başlaması.
12 Eylül 1980: ABDnin de onayıyla, askerler tarafından yapılan tam bir Soğuk Savaş darbesi; baskıcı 1982 Anayasasının kabulü, zorunlu din derslerinin Anayasaya girişi, eğitim ve siyasetin tümüyle tarikat ve cemaatlerin eline teslim edilmesi; Atatürkçülük maskesi altında yapılan işkenceler, idamlar, baskılar.
Evren cuntasının hiçbir karşılık almadan, Yunanistanın NATOya dönüşüne izin vermesi ve Türkiyenin elindeki son kozu da yitirmesi.
1989-1991: Berlin Duvarının yıkılması, Sovyetler Birliğinin dağılması, Soğuk Savaşın sona ermesi.
1993: Samuel P. Huntingtonun İslam Uygarlığını, çöken Sovyetler Birliğinin yerine Batı Uygarlığının yeni düşmanı ilan ettiği makalesi.
1996: Huntingtonun, TürkiyeninAtatürkü reddederek Arapların liderliğine oynamasını öneren kitabının yayımlanması.
28 Şubat 1997: Milli Güvenlik Kurulunun komünizmi milli tehlike olmaktan çıkarması, yerine irticayı koyması; Refah Partisi-DYP koalisyonunun Başbakanı Erbakanın istifasıMesut Yılmaz başkanlığında yeni hükümetin kurulması.
2001: Erbakandan ayrılan genç politikacıların AKPyi kurması.
11 Eylül 2001İkiz Kulelerin ve Pentagonun El Kaide tarafından vurulması.
2002: AKPnin, seçimlerden iktidar olarak çıkması.
2003: Meclisin 1 Mart tezkeresiyle Irak işgalinde ABDye askeri destek vermeyi kabul etmesine karşın, oy yetersizliği dolayısıyla bu desteğin reddi; ABDnin Irakı işgali, Saddam rejiminin sonu, Irakın bölünmesi, PKK saldırılarının yeniden ve daha ileri teknolojiyle tırmanması.
2007: AKPnin seçimlerde oyunu arttırarak yeniden iktidar olması, Silivri tutuklamalarının başlaması.
2009: Kürt Açılımının başlaması.
12 Eylül 2010: Bağımsız yargıyı siyasal iktidarın denetimine veren referandumun yapılması.

Sevgili okurlarım, yukarıdaki tarihler son derece kaba bir kronolojidir; aradaki pek çok önemli olay ve ayrıntı atlanmış, sadece dikkat çekmek istediğim olaylar dile getirilmiştir.
Bu kronolojiye dikkatle bakıldığındaBugünkü Türkiye manzarasının” uzun iç ve dış süreçler sonunda oluştuğu açıkça görülmektedir.
Ben bu yazıda sadece üç tarihin birbiriyle bağlantısını vurgulamak istedim:
12 Eylül 1980, 11 Eylül 2001, 12 Eylül 2010.
“Arap Baharı” denilen ve artık tam bir“Arap trajedisine” dönüşen sürece ve ABD tarafından Türkiye’ye biçilen role bu bağlamda bakabilirsek, belki ülkemizin bugünkü manzarası hakkında daha anlamlı çözümlemeler yapmak olanağımız olur diye düşünüyorum.


Bir öncekini sekizinci olarak kabul ederseniz, bu yazı dokuzuncu ve son yazım.
Bu yazıda son derece güncel olan Başbakanın Mısır, Tunus ve Libya gezisi bağlamında Türkiyeye bu dansta biçilen primadonna ballerina rolüne değinmek istiyorum.
Başbakan başlangıçta Arap Baharı diye adlandırılan, ama hiç de bahar havası getirmeyen olayların yaşandığı üç Genişletilmiş Ortadoğu Projesi ülkesine gitti.
Mısırda ortak geçmişimizden söz etti ve başta Arap ülkeleri olmak kaydıyla tüm İslam âlemini kastederek Bizler aynı bedenin ve aynı ruhun unsurlarıyız dedi.
Bu sözleri söylerken hiç kuşkusuz arkasında,Arap Baharını örgütleyen ve yönlendiren ABDnin desteği vardı.
Artık herkesin farkında olduğu ve açıkça da belirtildiği gibi ABD, İslam âlemi için Türkiyenin Ilımlı İslam rejimini model olarak sunuyor...
Sunmakla da kalmıyor, Türkiyenin bu projeye, siyasal, ekonomik ve askeri olarak dahil olmasını istiyor.
ABDnin Arap Baharı projesi dünya kamuoyuna, Ortadoğu ve Kuzey Afrikadaki diktatörlüklerin yıkılması ve yerine demokratik rejimlerin kurulması hareketi olarak sunuldu.
Şimdilik Mısırda Mübarek rejiminin yerini askeri diktatörlük aldı; eski rejimden daha da sert uygulamaları devreye soktu...
Seçim yapıldığı takdirde, toplumdaki en güçlü örgütlenme olan Müslüman Kardeşlerin iktidara geleceği tahmin ediliyor.
NATOnun bombardıman desteğiyle muhalif aşiretler ve güçler tarafından düşürülen Kaddafi rejiminin yerine ise neyin geleceği henüz belli değil, ama Ulusal Geçiş Konseyi Başkanı Mustafa Abdülcelil İslam hukukuna dayalı bir demokrasi hedeflediklerini belirtti.
Yani bir nevi Şeriat demokrasisi ya daDemokratik Şeriat”.
İrandaki Şii Teokratik Demokrasi modelinin Sünni uygulaması.
Abdülcelil ayrıca ülkesinin ideolojisinin Ilımlı İslam olduğunu da belirtmiş!
ABDnin özellikle İslam adına terör yapan örgütleri engellemek amacıyla, İslam âlemi için, demokratik bir rejimi hedeflemesi hiç kuşkusuz doğru bir yaklaşım.
Demokratik Türkiye Cumhuriyetinin çoğunluğu Müslüman olan bir halkla, bu ülkelere model olarak sunulması ise bizim için bir övünç kaynağı.
Ama işte tam bu noktada hem ABD, hem İslam âlemi hem de özellikle Türkiye Cumhuriyeti için, bu dansın tehlikeli yönü ortaya çıkıyor:
Ilımlı İslam adı altında sunulan ideoloji ve rejim, Şeriat Demokrasisi veya Demokratik Şeriat olarak algılanır ve uygulanırsa, korkarım bunun sonu doğrudan doğruya geniş halk topluluklarının dini tercihlerini yansıttığı için aldatmacalı olarak demokratik diye adlandırılan bir şeriat rejimi olur ki aynen İrandaki gibi halkoyu ile kabul edilse de sonuç, yine aynen İranda (ya da Hamas yönetimindeki Gazzede) olduğu gibi, bırakın otoriter olmayı, tümüyle totaliter bir rejim niteliği taşır.
Böyle rejimlerin ortaya çıkması ise İslam adına yapılan terörü azaltmaz, tam tersine arttırır; böylece ABD bugüne kadar pek çok süreçte görüldüğü gibi kendi kuyusunu kendi kazmış olur.
Türkiye açısından ise daha vahim bir seçenek gündemdedir:
İslam âlemine örnek ülke olacak diye, demokratik ve laik rejimimiz bir “Şeriat Demokrasisi”ne dönüştürülürse, insanlık tarihine “Müslüman bir toplumdaki ilk başarılı demokratik rejim” olarak geçmiş olan ve bugün zaten otoriter eğilimlerle mücadele eden ülkemiz, yeniden totaliterliğin pençesine düşer!

Hiç yorum yok: