4 Eyl 2011

İsrail: Mağduriyetten efeliğe


Cumhuriyet 04.09.2011

Petrol şirketlerinin Ortadoğu’da rahat çalışabilmelerine yardımcı olması karşısında işgal ettiği topraklarda her türlü güvenliğini sağladıkları İsrail, düne kadar en yakın “müttefiki” Türkiye ile en ağır krizlerinden birini yaşıyor.
Ocak 2004’deki Amerika ziyaretinde Amerikan Musevi Kongresi’nden Cesaret Madalyası alan Türkiye Başbakanı’nın, 2007 yılında, Türkiye tarihinde TBMM’de konuşan ilk İsrail Cumhurbaşkanı’na tavır aldığı çok ilginç bir dönem yaşıyoruz.
Tarihin en mağdur uluslarından biri olduğu konusunda herkes hemfikir. Hem etnik hem de dini nefretin hedefi olmuş kaç tane millet var Museviler gibi? Öncesi de var ama 1096 yılındaki birinci Haçlı Seferleri sırasında Fransa’da, Almanya’da saldırıya uğradıklarını, Haçlı Seferleri’nin ikincisinde de aynı saldırılarla karşılaştıklarını, 1290’da İngiltere’den kovulduklarını, 1348’de Avrupa’da büyük katliamların kurbanı olduklarını, 1381’de Fransa’dan atıldıklarını, 1391’de de İspanya’da kıyıma uğratıldıklarını, 1648’de Polonya’da Bogdan Cmelnik adlı bir general tarafından tam beş yüz bininin öldürüldüğünü söylemek herhalde yeterli örneklerdir bu talihsiz halkın yaşadıkları konusunda. Yakın tarihte Nazilerce başlarına gelen büyük soykırım felaketini ise unutmaya olanak yok.
Aşıp gelen
Karşılaştıkları zulümler, yaşadıkları acılar dayanılmaz hale geldiğinde Mesih’e olan inançları da onun bir gün geleceğine olan beklentileri de artmıştır Musevilerin. Babası dahil olmak üzere puta tapanlara karşı çıktığı için takipçileriyle birlikte şehri Ur’u (Urfa) terk edip Kenan iline, Dicle’yi, Fırat’ı aşarak giden Musevilerin atası İbrahim’e Kenan sakinleri“İbri” adını verdiler. “Aşıp gelen” anlamına gelmektedir bu kelime. İbrahim’in yanındakilere de “İbriler” dendi haliyle. Bugün de kullanageldiğimiz İbrani kelimesinin kökeni kısaca budur. İbrahim’in, oğlu İshak’tan olan torunu Yakup’un lakabının İsrail olduğunu bilirsek, bu kelimenin de nereden geldiği konusunda bir fikrimiz olur. On iki oğlu olan Yakup’un sayesinde sayıları gün geçtikçe artan İsrailoğulları’ndan Amron’un bir oğlu olur. Musevilik’e adını veren peygamber Musa budur.

Hayaldi gerçek oldu
Daha sonrası dinler tarihinin konusudur ama İsrailoğullarının vaat edilmiş topraklara, yani Filistine dönme mücadeleleri gelmiş geçmiş en büyük siyasi mücadelelerden biri olacaktır. Dünyanın çeşitli coğrafyalarına dağılmış olanyurtsuz binlerce Musevi, 19. yüzyılın sonuna doğru Viyanalı ateşli bir Musevi milliyetçisi olan Dr. Theodor Herzlin Yahudi Devleti adlı kitabıyla buluştuklarında çok ama çok heyecanlanırlar. Doktor Herlz, iki bin yıl önce yurtlarından kovulmuş Musevilere kurulacak bir Yahudi devletinin müjdesini veriyordu. Kitabın çıkışından bir yıl sonra toplanan Siyonist Kongrede de tüm Musevilere gelecek elli yıl içerisinde bir devletleri olacağını yineleyecekti. Kitabındaki en çarpıcı cümle şuydu: Eğer siz isterseniz o bir hayal olarak kalmayacak.
Hayal olarak kalmadı. Ama sadece onlar istediği için değil, dönemin büyük emperyal güçleri, özellikle İngiltere de istediği için 14 Mayıs 1948 Cuma günü İsrail devleti kurulmuş oldu. Öncesi de ilginçtir. İngilterenin Hindistandaki yönetimi sona ermiş, böylelikle Ortadoğuda bulunmasını gerektirecek bir neden de kalmamıştır. Dolayısıyla 1917 yılından beri elinde tuttuğu Filistindeki manda hakkını BMye 2 Nisan 1947de devredecek, bir yıl sonra 1948de de İngiliz manda yönetimi tamamen sona erecektir. 1947de BM, Filistini, bir Arap, bir Yahudi devletinin kurulacağı, Kudüsün de uluslararası gözetimde tutulacağı üç parçaya bölmüştür. Aynı yılın 17 Aralıkında Arap Birliği Konseyi bu bölünmeye karşı çıkacaktır ama 1948 yılında İsrail devletinin kurulmasını önleyemeyecektir.
Dönemin Suudi Arabistan Kralı İbni Suudun, petrolünün gücüne dayanarak yaptığı tehdit gülümsetecektir duyanı. İsrail devleti kurulursa, Araplar o devleti kuşatıp, İsrail sefaletten ölünceye kadar sürdüreceklerdir bu kuşatmayı İbni Suuda göre. Oysa kukla kralın İsrail gerçeğine karşı gerçekleştirebileceği tekprotesto portakal konusunda olacaktır. Henüz İsrail kurulmamıştır. Ortadoğudaki karışıklıkların baş sorumlularından ünlü petrol şirketi Aramconun Dahrandaki merkezini ziyareti sırasında kendisine ikram edilen portakalı önce afiyetle yemiş, sonra o portakalın Filistinlilere ait topraklarda İsrailliler tarafından üretilip üretilmediğini sormuştu İbni Suud. Olmadığı konusunda teminat verilince rahatlayacaktır. Oysa portakal boykotundan (!) daha önemli bir yaptırım silahı vardır. Aramcoya verdiği petrol imtiyazını iptal edebilir, İsrailin kuruluşuna destek verecek olan ABDye ders verebilirdi. Ama yapmayacaktır. Çünkü Aramco servetinin tek kaynağıydı. Suudi Arabistan, İsraile karşı, ABD dostluğundan mahrum kalmamak için hiçbir zaman tavır almayacaktır zaten.

1948 savaşı

Hep İsrail zaferi
Daha önce de süren çatışmalar İsrail’in kurulmasıyla artık Filistin-Musevi çatışması olmaktan çıkacak, doğrudan doğruya bir Arap-Musevi savaşına dönüşecektir. İsrail, ilk toprak işgallerini de, 726 bin Filistinlinin mülteci durumuna düştüğü 1948 savaşındaki zaferiyle gerçekleştirecektir.

Arap dünyasıyla İsrail’in karşı karşıya geldikleri ikinci savaş 1956’daki savaştır. Mısır’da, millileştirmeler yaparak emperyalist tekellerin tepkisini toplayan Cemal Abdülnasır, Batı için çok önemli bir ticaret yolu olan Süveyş Kanalı’nı da millileştirecektir. Nasır’ı onca tehdite rağmen durduramayan emperyal güçler, İsrail’den yardım isteyecekler, 24 Ekim 1956’da en yüksek askeri yetkililerinin katılımıyla, İngilizlerle Fransızlar, 
1956 Süveyş Op.
İsrail yetkilileriyle Paris dışındaki Sevr’de toplanacaklardır. İsrail 29 Ekim’de Sina Çölü’nde operasyonlara girişecek, İngilizlerle Fransız ordusu da İsrail’in yardımıyla Süveyş Kanalı’nın kontrolünü yeniden ele geçireceklerdir.
Cemal Abdülnasır’ın 1956 yenilgisini kişisel itibarı açısından da benimseyemeyişi, onu başka girişimlere sevk edecektir. 1967’de güneydeki Eilat limanını kapatacak, İsrail’i de petrol dış alımını durdurmakla tehdit edecektir. Bir yandan da Sina’ya birlikler göndermiştir. Suriye ile Ürdün’ün de yardımıyla 5 Haziran 1967’de başlayan savaş tarihe Altı Gün Savaşları olarak geçse de sonuç daha ilk üç günde alınmıştır bile. Mısır ordusu çökmüş, İsrail tüm Sina’ya hâkim olmuş, Kudüs, Batı kıyısı, Golan Tepeleri, Gazze artık İsrail’in olmuştur.

Bir savaş daha
Nasır’dan sonra yerine geçen Enver Sedat da, 6 Ekim 1973’te, yine Suriye ile Ürdün eşliğinde Sina yarımadası ile Golan Tepeleri’nde bulunan İsrail kuvvetlerine saldıracaktır. Tüm Musevilerin zamanlarını duayla geçirdikleri kutsal Yom Kippur günü başladığı için bu adla da anılan savaş İsrail açısından 1967 savaşı gibi kolay olmamıştır bu kez. Hesap hataları yapmış, eldeki tüm donanımını neredeyse tüketmiştir. ABD ise, Sovyet destekli Arap saldırısı karşısında İsrail’i açıkca desteklemekten kaçınmakta, yenilmesini değilse de, İsrail’in bu savaştan biraz“burnunun kırılarak” çıkmasını istemektedir. BM’nin iki ateşkes kararına önceleri uymayan ancak Sovyetler Birliği’nin asker göndereceği tehdidini bir hayli ciddiye alan İsrail, nihayet ateşkese uyacak, savaş sona erecektir. Yenilmemiş, ama “burnu kırılmış”tır. Bu savaş, İsrail’i her zamankindan daha çok ABD’ye bağımlı kılan bir savaş olmuştur. Arap ülkeleri petrol ambargosunu İsrail destekçisi ülkelere karşı uygulamış, tüm dünya ciddi bir petrol krizi yaşamıştı.
Mısır 5 yıl sonra, artık ABD yanlısı bir politika izleyecek, İsrail’le 1978 yılında Camp David’de bir araya gelerek anlaşacaktır. Mısır bu anlaşma sonucu İsrail’e kaptırdığı Sina yarımadasını geri alabilecektir sadece. Bu anlaşmayla, Mısır İsrail için bir tehlike olmaktan çıkmıştır. Artık İsrail Ortadoğu’da dilediğini yapan en etkili güçtür.

Amaç doğalgaz kaynakları mı?
İsrail’in yıllarca süren Filistin direnişini alt ederek, Filistinlileri kendilerine ait toprakların sadece yüzde 25’ine adeta esir etmesi Gazze’nin abluka altına alınmasıyla doruğa çıkacaktır. Siyonist devletin bahanesi, Filistin’de yapılan 2006 genel seçimlerini İslamcı Hamas’ın kazanmasıdır. Bahane budur ama İsrail’in asıl amacı Filistinlilere ait bu bölgede var olduğu ileri sürülen geniş rezervli doğalgaz kaynaklarına hâkim olmaktır. O tarihten günümüze kadar en acımasız haliyle süren ablukaya karşı, Türkiye’den kimi İslamcı aktivistlerin Mavi Marmara gemisinin önderliğinde oluşan küçük bir filoyla gerçekleştirdikleri “kuşatmayı delme” eylemi kanlı sonuçlanacak, İsrail’in, üstelik uluslararası sularda yaptığı müdahale ile dokuz Türk hayatını kaybedecektir.Türkiye’nin, BM raporunda da “aşırı” olduğu belirtilen olay nedeniyle beklediği özürün gelmemesi, iki ülke arasındaki “ilişkiyi” başka bir boyuta getirecektir.
İlk Müslüman ülke
Oysa Türkiye, kuruluşundan kısa bir süre sonra, Mayıs 1949’da İsrail’i tanıyan ilk Müslüman ülke olmuştu. 1950’de de ilk büyükelçisini başkent Tel Aviv’e yollamıştır. Bu diplomatik ilişki, İsrail’in 1980 yılında Mescid-i Aksa’ya saldırısı nedeniyle kesintiye uğrayacak, Türkiye büyükelçisini Ankara’ya çağırıp, ilişkileri maslahatgüzarlık seviyesine indirecektir. İki ülke arasındaki ilişkinin büyükelçilik düzeyine çıkarılması darbe dönemi Türkiye’sinde yine 80’lerde olacak, gerekçe olarak da Filistin Kurtuluş Örgütü ile İsrail arasındaki ilişkilerin “yumuşatılması”gösterilecektir. Şimdi bir kez daha, Mavi Marmara olayından sonra ilişkilerin, daha düşük temsiliyet düzeyine indirilmesi konuşulmaktadır.
ABD şimdilik başaramadı
İki “müttefiki”nin arasının açık olmasından pek memnun olmayan ABD’nin, Mavi Marmara olayıyla ilgili olarak Palmer komisyonunca hazırlanan raporun uzlaşma sağlanır umuduyla geciktirilmesinde payı yok değil. Türkiye, ABD’yi de İsrail’i de karşısına almak istemediği için bu uzlaşmadan yana bir tutum içinde oldu hep. Raporun yayımlanmasındaki “gecikmişliğe” değil, basına sızdırılmış olmasına öfkelenmiştir bu yüzden. Şimdi bu “üç dost ülke” ilişkiler açısından farklı bir döneme girmiş bulunuyorlar.
Öfkeleri Ortadoğu politikalarının gereği olarak yumuşatma görevi de her halde “Küresel Güç”olana düşecektir.

Bahar havası sona erdi
İki ülke arasındaki ilişkilerin en iyi olduğu dönemler 90’lı yıllar ile 2000’lerin başıydı. Abdullah Öcalan’ın Kenya’da yakalanmasında İsrail’in büyük yardımı olmuş, 2007 yılında, Türkiye tarihinde ilk kez bir İsrail Cumhurbaşkanı Türkiye parlamentosunda konuşmuştu. O cumhurbaşkanı, 2009 yılında Davos’ta Recep Tayyip Erdoğan’ın “siz adam öldürmeyi iyi bilirsiniz” dediği Şimon Perez’di.
Bu çıkışına rağmen, Erdoğan’ın İsrail’le ilişkiyi geliştirecek her fırsatı kullandığına tanık olunması, o “çıkışın” iç politikaya dönük oluşu kuşkularını uyandırdı. Çünkü Başbakan Davos sonrası gittiği ABD’de, ilk olarak “İnkâr ve İftiraya Karşı Birlik” adını taşıyan Musevi kuruluşunun yetkilileriyle görüşecektir. Öncesinde ise durum daha da ilginçtir. Erdoğan, Ocak 2004’teki Amerika ziyaretinde de Amerikan Musevi Kongresi’nden Cesaret Madalyası almıştır. Tüm olan bitene, Davos’ta “Siz adam öldürmeyi iyi bilirsiniz” çıkışlarına rağmen Erdoğan, bu ödülü geri verecek “cesareti” asla kendinde bulamayacaktır. Mavi Marmara faciasındaki “haydut” tutumuyla elbette tavır alınması gereken İsrail’e karşı Türkiye’nin tutumu, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun Osmanlıcılığına da, Erdoğan’ın kendisini gerçekten Ortadoğu’nun lideri olduğunu sanma tutumuna da bir hayli uygundur. Ama politikanın gerçeği, tüm hayalleri sarsacak kadar acımasızdır.
“Normalleşme” olduğunda, normalleşme gerekçelerini hep birlikte öğreneceğimiz güne kadar bekleyip görelim ne olacağını.

Hiç yorum yok: