PANO Deniz Kavukcuoglu
Osmanlı döneminde yüzyıllarca yurtluk ve ocaklık biçiminde özerk olarak yönetilen Dersim bölgesinde, özellikle Tanzimat’tan sonra, merkezi yönetimin güçlendirilmesi amacına yönelik düzenlemelere karşı sık sık ayaklanmalar baş göstermiştir. Bölge, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla özerkliğini kaybeder. Aşiretler, yönetimlerinin elinden alınmasına, vergi vermek, askere gitmek gibi çeşitli zorunluluklara karşı çıkarlar.
1930’ların ilk yarısında bölgede meydana gelen ufak çaplı ayaklanmalar bastırıldıktan sonra, 25 Aralık 1935 tarihli 2884 sayılı Tunceli Vilayetinin İdaresi Hakkında Kanun çıkarılır. Buna göre Tunceli iline bir askeri vali atanacaktır. Aynı zamanda dördüncü genel müfettiş sıfatını da alan General Abdullah Alpdoğan geniş idari, askeri ve hukuki yetkilerle donatılarak vali olarak atanır. Yasanın uygulanmaya başlamasıyla 1937 başlarında yeni olaylar çıkar.
Ayaklanma, Abasan Aşireti Reisi Seyit Rıza liderliğinde, asker ve vergi vermek istemeyen diğer aşiretlerce de desteklenen bir grup tarafından 20-21 Mart 1937 gecesi Harçik Köprüsü’nün yıkılması, köprüyle Kahnut bucağı arasındaki telefon hattının kesilmesi ve bölge karakoluna düzenlenen saldırı ile başlar, Teğmen İsmail Hakkı komutasındaki 33 askerin tümü öldürülür. 27 Mart 1937 tarihinde Tunceli-Erzincan yolundaki bir köprü Haydaran ve Demenan aşiretleri tarafından yakılır. Askeri birliklerin aralarındaki bağlantıların kurulamaması için asiler tarafından bölgenin telefon hatları kesilir. Jandarma birliklerine pusu kurulur. Seyit Rıza bizzat Sin Karakolu’nun da basılması için asi milislere emir verir. Bölgedeki 9. Seyyar Jandarma Taburu’na da baskın düzenlenir. Kendi vatandaşlarından kurulu düzensiz güçlere karşı savaşmak üzere eğitilmemiş askeri kuvvetler kendilerini korumakta zafiyet içine düşerler. Birçok askeri birlik basılarak askerler öldürülür veya yaralanır. Asiler Mazgirt Köprüsü’nü tahrip ederler.
İsyan başlamıştır. Başta Kureyşan aşireti olmak üzere Demenan, Haydaran ve Yusufan aşiretlerinin katılımı ile iyice genişler, isyancıların sayısı 6.000’i bulur. Alpdoğan’ın düzenlediği ilk harekât büyük bir başarısızlıkla sonuçlanır. Aşiretler de bunun verdiği cesaretle tamamen silahlanırlar. İsyanı bastırmak iyice zorlaşır. Alpdoğan, 20.000 asker ile bölgeye gider fakat dağları bir türlü aşamaz. Bunun sonucunda bir hava saldırısı düzenlenmesine karar verir. Hava Kuvvetleri’nden 3 uçak filosu ile havadan saldırı gerçekleştirilir. İsyancıların saklandıkları en büyük yer olan Laş mevkii yerle bir edilir. Harekât sonrasında askerler bölgeye girmeyi başarırlar.
Bunun üzerine Seyit Rıza, bölge halkına zarar gelmesin diye Haydaran, Kureyşan, Demenan, Yusufan, Kırgan Kürt aşiretleri reisi ile birlikte teslim olur ve harekât, 13 Eylül 1937’de sona erer. Ayaklanmayı bastıran bu askeri harekât, “1. Dersim Harekâtı” olarak adlandırılır.
Asilerin yargılanması 15 Kasım 1937 günü sona erer. Ayaklanmanın lideri Seyit Rıza ile birlikte Seyit Rıza’nın oğullarından, 16 yaşındaki Resik Hüseyin, Kureyşan-Seyhan aşiret reisi Seyit Hüseyin, Yusufanlı Kamer Ağa’nın oğlu Fındık Ağa, Demenan aşiret reisi Cebrail Ağa’nın oğlu Hasan Ağa, Kureyşanlardan Ulkiye’nin oğlu Hasan veMirza Ali’nin oğlu Ali Ağa idam edilirler. Çok sayıda Kürt ayaklanmacı değişik hapis cezalarına çarptırılır. Ancak olaylar durulmaz. 1938 yılında Kureyşan aşireti intikam için diğer Kürt aşiretlerini silahlanmaya davet eder ve yeni bir isyan başlar. Bunun üzerine girişilen “2. Dersim Harekâtı” (2 0cak-17 Ağustos 1938) ile ayaklanma tamamen bastırıldıysa da direniş amacıyla kırsal alanda kalanların isyan girişimleri 1948 yılına kadar sürmüştür.
Harekât sonucunda resmi verilere göre 13.160, çeşitli Kürt kaynaklarına göre ise 40.000 sivil yaşamını yitirmiş, 2.248 hane, 11.818 kişi başka yerlere sürgün edilmiştir.
Dersim olaylarının nesnel değerlendirmesi böyledir. “Kim, kimden, ne için özür dilemelidir” sorusunun yanıtını ise yarınki yazımızda vermeye çalışacağız.
Cumhuriyetin kuruluşundan 1937 Dersim isyanına kadar Doğu ve Güneydoğu’da irili ufaklı 23 isyan ve ayaklanma gerçekleşmiş, tüm bu kalkışmalar Silahlı Kuvvetler tarafından bastırılmıştır.
Anımsayalım: Nasturi isyanı (1924-Hakkâri), Jilyan isyanı (1926-Siirt), Şeyh Sait isyanı (1925-Bingöl-Muş-Diyarbakır), Seit Taha ve Seit Abdullah isyanı(1925-Şemdinli), Reşkotan ve Reman isyanı (1925-Diyarbakır), Eruhlu Yakup Ağa ve oğulları isyanı (1926-Pervani), Güyan isyanı (1926-Siirt), Haco isyanı (1926-Nusaybin), I. Ağrı isyanı (1926), Koçuşağı isyanı (1926-Silvan), Hakkâri-Beytüşşebab isyanı (1926), Mutki isyanı (1927-Bitlis), II. Ağrı isyanı/harekâtı (1927), Biçar harekâtı (1927-Silvan), Zilanlı Resul Ağa isyanı (1929-Eruh), Zeylan isyanı (1930-Van), Tutaklı Ali Can isyanı (1930-Tutak-Bulanık-Hınıs), Oramar isyanı (1930-Van), III. Ağrı harekâtı (1930), Buban aşireti isyanı (1934-Bitlis), Abdurrahman isyanı (1935-Siirt), Abdulkuddüs isyanı (1935-Siirt) ve Sason isyanı (1935-Siirt).
Bu isyan ve ayaklanmalar özleri itibarıyla Cumhuriyetle başlayan çağdaş devletleşmeyle birlikte çıkarlarının tehlikeye girdiğini gören feodal güçlerin (aşiret reislerinin) din olgusunu da araçlaştırarak başını çektikleri karşıdevrimci kalkışmalardır. Hiçbirinde toprağa bağlı, yarı köle köylü kitlelerinin özgürleşmelerine ilişkin bir talep yoktur. Bu kalkışmaların ortak amacı, çağdışı feodal/derebeylik/ağalık düzenini korumaktır.
Bu saptamalar Dersim isyanı için de geçerlidir. Dersim’de de aşiret reislerine bağımlı yarı köle köylülük için özgürleşme talebi olmadığı gibi, Kürt etnisitesi ve mezhep aidiyeti bağlamında eşit yurttaşlık talepleri de yoktur.
Dünkü yazımızda belirtildiği gibi, bölgede Seyit Rıza’nın önderlik ettiği bir isyan başlatılmış ve isyan Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından bastırılmış, sorumlular idam edilmişlerdir.
Hiçbir devlet kendisine karşı girişilen bir isyan hareketine karşı sessiz/hareketsiz kalmaz, kalamaz. Bu tür kalkışmalara karşı devletin kendini koruyacak önlemleri alması, ayaklanmayı bastırması, sorumlularını cezalandırması meşrudur.
Öyleyse sorun nerededir? Dersim harekâtında devlet orantısız güç kullanmış, binlerce sivil öldürülmüş, binlercesi de sürgüne gönderilerek yurtsuzlaştırılmış, mağdur edilmiştir.
Hiçbir devlet, “Ne yapalım? Kurunun yanında yaş da yanmış!” mantığına sığınamaz. Devletin buna hakkı yoktur!
Bu gibi durumlarda ciddi ve uygar devletler mağdurlardan ve yakınlarından özür diler. Fakat devlet özür dileyecekse bunu Başbakan’ın yaptığı gibi kendi partisinin genişletilmiş il başkanları toplantısında“yalapşap” yapmaz. Devlet özrü ciddi bir iştir, bu, mağdurların ve yakınlarının davet edilecekleri, medyanın geniş katılımının sağlanacağı, sahaf belgeleriyle değil, devlet belgeleriyle gerekçelendirileceği özel bir toplantıda yapılır.
Böyle bir toplantıda ağza gelen söylenmez; oy kaygısıyla, binlerce insanın yaşamına mal olan bir isyan hareketinin önderi “mazlum”a dönüştürülemez.
Bu konuda Başbakan’ın da, CHP Genel Başkanı’nın da davranışlarını anlamak mümkün değildir. CHP o yıllarda tek parti olarak “devlet partisi”dir. Çok partili siyasal yaşama geçildikten sonra kurulan Demokrat Parti, Millet Partisi, Milli Kalkınma Partisi, Hürriyet Partisi, Adalet Partisi, Türkiye İşçi Partisi gibi partilerin tümünün yönetici kadroları içinde CHP kökenli insanlar bulunmaktadır. Başbakan’ın, “AKP’nin geçmişinde böyle kıyımlar yoktur, ama CHP’nin geçmişinde vardır” sözleri ne kadar anlamsızsa CHP Genel Başkanı’nın bu sözleri ciddiye alıp savunmaya geçmesi de o kadar anlamsızdır. Sözgelimi, II. Dersim Harekâtı’nın kararını veren, daha sonra Demokrat Parti’nin bir numaraları kurucusu olacak, dönemin BaşbakanıCelal Bayar’dır.
Özetle: Devlet, Dersim mağdurları ve artık hayatta olmayanların yakınlarından özür dilemelidir. Bu özür tazminatla da desteklenmelidir. Fakat bunu Şark kurnazlığıyla oya çevirme gayretleri yakışıksızdır, ayıptır.
|
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder